“BASINA VE KAMUOYUNA
#HakanTosunaNeOldu
Ekoloji Mücadelesinin Sesi Susturulamaz! Hakan Tosun’un Ardından… Akbelen’den Artvin’e, Kaz Dağları’ndan Cudi’ye, Fatsa’dan Hatay’a kadar Türkiye’nin
dört bir yanında yaşanan ekolojik yıkımları ifşa eden, gerçeğin ve yaşam savunusunun
izini süren gazeteci ve belgeselci Hakan Tosun, evine giderken sokak ortasında
işkenceye varan şiddete maruz kaldı ve ne yazık ki hayatını kaybetti. Saldırının sebebi, failleri, saldırıdan sonra uygulanması gereken tedavi ve müdahalelerle ilgili yanıt
bekleyen çok sayıda soru var. EGEÇEP olarak, bu menfur saldırıyı kınıyor, Hakan Tosun’un ailesine, dostlarına, meslektaşlarına ve tüm ekoloji mücadelesi veren yurttaşlara başsağlığı diliyoruz. Hakan Tosun yalnızca bir gazeteci değil; aynı zamanda doğayı, yaşamı ve halkın haber
alma hakkını savunan bir yaşam aktivistiydi. Kalemiyle, kamerasıyla, emeğiyle; talana, yıkıma, suskunluğa karşı direnenlerin sesi oldu. Onun susturulması, sadece bir bireyin
değil, doğanın ve hakikatin sesinin hedef alınmasıdır. Bu saldırı, ekoloji mücadelesi veren gazeteci ve aktivistlerin karşı karşıya olduğu
tehlikeyi bir kez daha gözler önüne sermiştir. Hakan Tosun’un uğradığı saldırı münferit
bir olay değil, yaşamı savunanların hedef haline getirildiği bir iklimin ve politikanın
sonucudur. Yetkilileri; bu saldırıyı tüm yönleriyle aydınlatmaya, failleri ve arkasındaki güçleri yargı
önüne çıkarmaya çağırıyoruz. Aynı zamanda, ekoloji gazetecilerinin ve yaşam
savunucularının güvenliğini sağlamaya yönelik acil ve somut adımlar atılmalıdır. Yaşam savunucularının sesi susturulamaz! Hakan Tosun’un bıraktığı yerden bizler, yaşamı, doğayı ve hakikati savunmaya devam edeceğiz. Hakan’ı aramızdan alan
saldırıyla, faillerle, ardından yaşanan ihmallerle ilgili gerçeklerin ortaya çıkarılmasının
takipçisi olacağız. Korumak için mücadele ettiğin doğanın koynunda rahat uyu Sevgili Hakan… EGEÇEP YÜRÜTME KURULU ADINA
EŞ SÖZCÜLER
Derya LİM Arif Ali CANGI”
Eki 18
EGEÇEP’ten “Hakan Tosun’a Ne Oldu?” Eylemi
Eki 17
DİGEL Tekstil İşçileri 273. Gününde: DİGEL’de Mobinge, Tacize, Sermayeye Geçit Yok. Birleşe Birleşe Kazanacağız!
İzmir Ege Serbest Bölge’de (ESBAŞ) 273 gündür işe iade ve sendikal hakları için mücadele eden DİGEL Tekstil işçileri, fabrikada yaşanan hak ihlalleri ile özellikle kadın işçilere yönelik baskı, mobbing ve tacizlere dikkat çekmek amacıyla Teksif Sendikası İzmir Şubesi’nin çağrısıyla bir basın açıklaması düzenledi.
ESBAŞ önünde yapılan açıklamaya, sendikaların yanı sıra çeşitli siyasi partiler ve kitle örgütleri de katıldı. Açıklama öncesinde Ruhi Su’nun türküleri ve işçi marşları hep bir ağızdan söylendi, halaylar çekildi. Katılımcılar, “273 gündür direnen tekstil işçilerinin yanındayız” diyerek işçilerin birleşerek kazanacağı mesajını vurguladı.
Eyleme, iş çıkışı Serbest Bölge içindeki fabrikalardan çıkan işçiler de yürüyerek katıldı. İşten atılan arkadaşlarına destek veren işçiler, “Birleşe birleşe kazanacağız” sloganıyla mücadeleye güç kattı.
Basın açıklaması sırasında sık sık “DİGEL işçisi yalnız değildir”, “Yaşasın sınıf dayanışması”, “DİGEL’de mobinge, tacize, sermayeye geçit yok”, “Yaşasın kadın dayanışması”, “Direnen işçiler yalnız değildir” sloganları atıldı. Katılımcılar, bölgeden çıkan işçi servislerini alkış ve sloganlarla selamladı.
Etkinlikte İmece-Der Başkanı Günseli Kaya, Nazım Hikmet’in “Türkiye işçi sınıfına selam” şiirini okudu.
Basın açıklamasını ise direnişçi işçilerden Rümeysa Kişi yaptı.
Açıklamanın tam metni şöyle:
“Basın emekçileri, sendikalar, siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri, kadın örgütleri ve dayanışma için burada olan herkese merhaba. DIGEL TEKSTİL işçilerinin maruz bırakıldığı haksızlıkları, hukuksuzlukları dile getirmek, onların adalet taleplerini büyütmek için düzenlediğimiz basın açıklamasına hepiniz hoşgeldiniz.
Basına ve kamuoyuna
17 Ocak 2025 tarihinde, DIGEL TEKSTİL işçilerinin büyük çoğunluğu; düşük ücretler ve insan onuruna yakışmayan çalışma koşullarını protesto ederek DIGEL TEKSTİL yönetimine karşı ses yükseltmiştir. DIGEL TEKSTİL işçileri insanca bir yaşam ve onurlu bir çalışma için TEKSİF Sendikası’na üye olma kararı almıştır. Ve aynı gün genel çoğunluğu sağlayarak Çalışma Bakanlığına yetki başvurusu yapmıştır. Ancak DIGEL TEKSTİL işvereni, işçilerin anayasal hakkı olan sendikal örgütlenmeye karşı açık bir saldırı başlatmıştır. İzmir’de açması gereken yetki itiraz davasını bilerek Ankara’da açarak süreci uzatmaya, işçilerin iradesini kırmaya çalışmıştır. Bu açık hukuk tanımazlık nedeniyle DIGEL TEKSTİL’e idari para cezası kesilmiştir, bu işçilerin örgütlenme hakkına yapılan bir saldırının tescilidir.
DIGEL TEKSTİL yönetimi, işçilerin anayasal hakkına karşılık olarak 17 Ocak 2025 tarihinde sendikal örgütlenmede öncülük eden 4 işçiyi tazminatsız şekilde işten çıkarmıştır. Bu baskı süreci 6 Şubat 2025 tarihinde yeni işten atmalarla devam etmiştir. Daha önce işten çıkarılan arkadaşlarının geri alınması ve insan onuruna yakışır çalışma koşulları talebiyle paydos sonrası açıklama yapan 3 öncü işçi daha, aynı şekilde tazminatsız olarak işten çıkarılmıştır. 13 Haziran 2025 tarihinde de üyelerimize yönelik haksız işten çıkarmalara bir yenisi eklenmiştir: DIGEL TEKSTİL yönetimi, 8 öncü işçiyi gün boyunca çalıştırmış; ardından mesai bitiminde işçiler evlerine gittikten sonra, her birini telefonla arayarak işten tazminatsız şekilde çıkarıldıklarını bildirmiştir.
Sonuç olarak, sendikalaşma süreci boyunca; öncülük eden, işverenin hukuksuzluklarına karşı tanıklık eden ve yalnızca anayasal haklarını kullanan toplam 15 TEKSİF Sendikası üyesi işçi, DIGEL TEKSTİL işvereni tarafından haksız, hukuksuz ve tazminatsız şekilde işten çıkarılmıştır. Bu açıkça işçi düşmanlığıdır, sendika düşmanlığıdır, adalet düşmanlığıdır. DIGEL TEKSTİL patronu sendikalaşmak isteyen işçileri cezalandırarak diğer işçilere gözdağı vermeye çalışmıştır. Ama bizler KORKMUYORUZ, BOYUN EĞMİYORUZ, SUSMUYORUZ.
Tam, 273 gündür İzmir Ege Serbest Bölge önünde; her türlü zorluğa, baskıya ve engellemeye rağmen kararlılıkla direniyoruz. Bu direniş yalnızca işe geri dönme mücadelesi değil, aynı zamanda kadınların ve tüm emekçilerin insan onuruna yaraşır bir yaşam ve çalışma hakkı için verdiği mücadeledir.
- Bu direniş;
- Kadınların sesini bastırmaya çalışan düzene karşı.
- Emeğini görünmez kılmak isteyen patronlara karşı.
- İnsanca yaşamak isteyen tüm emekçilerin yürekten haykırışıdır.
Yaklaşık 400 işçinin çalıştığı DIGEL TEKSİL fabrikasında işçilerin %85’ini kadın işçiler oluşturuyor. DIGEL TEKSTİL fabrikada kadın işçilere yönelik baskı, mobbing, sözlü ve yazılı taciz artık dayanılmaz bir hal almıştır. Biz, bu sessizliğe son vermek, kadın emeğine yönelik bu sistematik şiddete ‘dur’ demek için bir araya geldik.
Fabrika içerisinde yaşananları görünür kılmak amacıyla, 20’nin üzerinde kadın işçiyle birebir görüşme yaptık. Kadınlar yaşadıkları baskı ve tacizleri kendi el yazılarıyla beyan ettiler. Bu beyanlarla hazırladığımız raporu sizlerle paylaştık.
Bu rapor, yalnızca bir belge değil;
Kadın işçilerin sesi, tanıklığı ve adalet çağrısıdır.
Fabrika içerisinde yaşanan insanlık dışı uygulamaları hep birlikte konuştuk, tartıştık ve kadınların onurunu, emeğini, dayanışmasını koruyacak eylem planlarını hep birlikte kararlaştırdık. Bu karar doğrultusunda bugün buradayız. Hepiniz tekrardan hoşgeldiniz.
Bizler DIGEL TEKSTİL’de insan onuruna ve kadın onuruna yakışmayan çalışma düzeni ile ilgili sizlere birkaç örnek vermek istiyoruz. Zaten bu yaşanan baskı, mobbing, taciz olaylarını sizlerle daha önce paylaşmıştık. Ve gerek Çalışma Bakanlığı başta olmak üzere TBMM şikayetlerimizi dosya halinde bildirdik.
Digel Tekstil yönetimi, 2018 yılında işçilere düzenlediği bir toplantıda, kadın işçilere doğrudan “Hamile kalmayın” diyebilecek kadar pervasızlaşmıştır. Bu söz yalnızca cinsiyetçi bir söylem değil, kadın emeğine ve bedeni üzerindeki haklarına yönelmiş açık bir tehdittir. Digel yönetimi, kadın işçiyi sadece itaat ettiği, ses çıkarmadığı ve doğurmamayı kabul ettiği sürece var saymaktadır.
Kadın işçilerin hamilelik şüphesi olduğunda, erkek yönetici tarafından “Bebeğin keseye düşüp düşmediğine bakacağım, ultrason raporu getir” diyerek, kadınlardan hamile olduklarını ispat etmeleri istenmiştir. Bu uygulama, yalnızca ahlaki değil, insan haklarına ve iş hukukuna açık bir saldırıdır.
Hamile kadın işçiler, yasal hakları olan işten erken ayrılma hakkını kullandıklarında bile, Digel Tekstil tarafından yalnızca Serbest Bölge önüne bırakılmakta ve gerisi “ister dolmuşla gider, ister otobüsle” denilerek tamamen kendi kaderlerine teslim edilmektedir.
Fabrikada kreş bulunmaması ve kreş yardımı yapılmaması, kadın işçilerin çocuklarına bakarken çifte yük altına girmesine yol açmaktadır.
Bütün bu uygulamalar, kadın işçilerin çalışma hakkı, güvenliği ve annelik haklarını hiçe sayan sistematik bir sömürü düzenini ortaya koymaktadır.
Maalesef, bu insanlık dışı uygulamalar yalnızca Digel Tekstil işçilerini değil, Serbest Bölge adı altında Türkiye genelinde çalışan tüm işçileri etkilemektedir.
Baskı, mobbing ve taciz neredeyse sistematik bir hal almış, işçilerin temel hakları görmezden gelinmiştir.
Digel Tekstil’de yaşananlar, aslında Türkiye’deki işçi sömürüsünün ve hak gasplarının çarpıcı bir örneğidir.
Bizler, bu hukuksuzluğa karşı dayanışmamızı büyüterek, haklarımızı alana kadar mücadele etmeye devam edeceğiz.”
Açıklamadan sonra işçiler ve katılımcılar halaylar çekti ve eylem bitirildi,
Eki 16
Rojin Kabaiş İçin Adalet Talebi, Katiller Bulunsun: İzmir’de Yürüyüş Düzenlendi
İzmir Kadın Platformu, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğrencisi Rojin Kabaiş’in şüpheli ölümünün birinci yılında Alsancak Garı önünde bir araya geldi. Kadınlar, “İntihar değil cinayet. Rojin için adalet” pankartı açarak, Türkan Saylan Kültür Merkezi önüne yürüdü.
Yürüyüş boyunca katılımcılar, “Kadın cinayetleri politiktir”, “Katillerden hesabı kadınlar soracak”, “Koruma aklama, katilleri yargıla”, “Erkek adalet değil, gerçek adalet”, “Rojin için adalet, herkes için adalet”, “Asla yalnız yürümeyeceksin” ve “Yaşasın kadın dayanışması” sloganlarını attı.
Kadınlar, yürüyüş boyunca hem Rojin Kabaiş’in ölümündeki şüpheli koşullara dikkat çekti hem de Türkiye’de artan kadın cinayetleri ve adalet taleplerine toplumsal farkındalık oluşturmayı amaçladı. Katılımcılar, “Rojin için adalet, herkes için adalet” mesajıyla, kadın dayanışmasının gücünü bir kez daha ortaya koydu.
Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde basın açıklamasını Esra Yılmaz okudu.
Açıklamanın tam metni şöyle:
“Basına ve Kamuoyuna
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğrencisi Rojin Kabaiş, 27 Eylül 2024 tarihinde kaldığı KYK yurdundan ayrıldıktan sonra kayboldu.
Tam 18 gün boyunca ailesi, arkadaşları ve kadın örgütlerinin sürdürdüğü yoğun arama çalışmalarına rağmen, Rojin’den haber alınamadı.
15 Ekim 2024 tarihinde, Molla Kasım sahilinde Rojin’in cansız bedeni bulundu.
Aradan bir yıl geçmesine rağmen, yürütülen soruşturmanın etkin biçimde ilerlemediği, dosya üzerindeki kısıtlılık kararının hâlâ sürdüğü ve Rojin’in telefon incelemesinin dahi tamamlanmadığı kamuoyu tarafından bilinmektedir.
Bu tablo, yalnızca bir ihmalin değil, kadınların yaşam hakkı karşısında süregelen sistematik adaletsizliğin ve kurumsal cezasızlığın göstergesidir.
Gerçeği Gizleyenler Bu Suçun Ortağıdır!
Bir yıl boyunca Van Barosu Kadın Hakları Merkezi ve Diyarbakır Barosu Kadın Hakları Merkezi’nin yaptığı sayısız başvuruya rağmen, Adli Tıp Kurumu (ATK) Rojin’in bedeninde tespit edilen DNA örneklerinin kime ait olduğunu ve vücudun hangi bölgelerinde bulunduğunu açıklamamıştır.
Ancak 10 Ekim 2025 tarihli ATK Biyolojik İhtisas Dairesi raporu, dosyanın seyrini tamamen değiştirmiştir:
Rapora göre, Rojin’in bedeninde iki farklı erkeğe ait DNA örneği bulunmuştur. Birinci DNA göğüs bölgesinde, ikinci DNA ise vajinal bölgede tespit edilmiştir.
Bu bulgular, Rojin’in ölümünün başından itibaren “intihar” olarak yansıtılmasının ne denli manipülatif, gerçeği karartmaya yönelik ve adaleti engelleyen bir çaba olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır.
Oysa, 6 Kasım 2024 tarihli ATK raporunda iki farklı DNA örneği bulunmasına rağmen, raporda “vajinal bölgede DNA bulunmadığı” ifadesi yer almış; bu kritik bulgu kamuoyundan gizlenmiştir.
Bir yıl sonra gelen yeni raporla, DNA örneklerinin hem göğüs hem vajinal bölgede bulunduğu nihayet açıklanmıştır.
Bu çelişkiler, yalnızca teknik bir hata değildir.
Bu durum, adaletin kasıtlı biçimde geciktirildiğini, delillerin bilinçli olarak karartıldığını ve kadın cinayetlerinde failleri koruyan kurumsal cezasızlık mekanizmasının nasıl işlediğini gözler önüne sermektedir.
Tüm bu süreç, sadece bir delil tartışması değil; bu ülkede kadınların yaşam hakkının nasıl değersizleştirildiğinin, adalet mekanizmasının nasıl cinsiyetçi, ihmalkâr ve politik olarak yönlendirilmiş biçimde işlediğinin kanıtıdır.
Cezasızlık Devletin Kadın Politikasıdır!
Rojin Kabaiş’in ölümü, bu ülkede kadınların ölümüne dair tekrar eden bir devlet refleksini gözler önüne sermektedir:
Gerçeği karart, failleri koru, suçu görünmez kıl, “intihar” diyerek sorumluluğu ortadan kaldır.
Ancak biz kadınlar biliyoruz:
Bu ülkede kadınlar “ölmüyor”, öldürülüyor.
Ve devletin her ihmali, her sessizliği, her gizlenen raporu; bu cinayetlerin ortak faili haline gelmektedir.
Cezasızlık, erkek şiddetini meşrulaştırır.
Cezasızlık, adaletin yerini korkuya bırakır.
Cezasızlık, kadınların yaşam hakkını sistematik biçimde ortadan kaldıran bir devlet politikasıdır.
Kadın Bedenine Yönelik Şiddet, Politik Bir Şiddettir!
Rojin Kabaiş’in ölümü yalnızca bir kadın cinayeti değil, aynı zamanda devletin kadın bedenine ve iradesine yönelttiği politik bir şiddetin yansımasıdır.
Kadın bedeni, bu ülkede hâlâ denetlenmesi, susturulması ve cezalandırılması gereken bir alan olarak görülmektedir.
Bu anlayış, hem militarizmin hem patriyarkanın kesiştiği yerde kadınları hedef almaktadır.
Rojin’in bedenine dokunan eller yalnızca failin değil; adaleti geciktiren, delilleri gizleyen, hakikati karartan herkesin elidir.
Bu nedenle bu dava, yalnızca bir hukuk dosyası değil; kadınların yaşam hakkı, adalet ve hakikat mücadelesinin bir parçasıdır.
Somut Taleplerimizdir!
Biz, İzmir Kadın Platformu olarak açıkça ifade ediyoruz:
1.Rojin Kabaiş’in ölümüne karışan faillerin derhal tespit edilmesini ve haklarında kamu davası açılmasını istiyoruz.
2.Adli Tıp Kurumu’nun çelişkili ve geciktirici raporlarından sorumlu olan kişiler hakkında “görevi kötüye kullanma” ve “delil karartma” suçlarından yargılama sürecinin derhal başlatılmasını talep ediyoruz.
3.Soruşturma sürecinde delil karartan, gerçeği gizleyen ve kamuoyuna yanıltıcı bilgi veren tüm kamu görevlileri hakkında bağımsız, şeffaf ve etkin bir soruşturma yürütülmesini istiyoruz.
4.Rojin Kabaiş dosyasındaki kısıtlılık kararının derhal kaldırılmasını ve ailenin, avukatların ve kadın örgütlerinin dosyaya tam erişim hakkının sağlanmasını talep ediyoruz.
5.Rojin Kabaiş dosyası örneğinde olduğu gibi, kadınların şüpheli ölümlerinde “intihar” ön kabulüyle hareket eden yargısal pratiklerin son bulmasını istiyoruz.
Rojin İçin Adalet, Kadınlar İçin Hakikat!
Rojin için adalet istemek, bu ülkede her kadının yaşam hakkını savunmaktır.
Bu mücadele, yalnızca bir dava değil; hakikatin, dayanışmanın ve özgürlüğün mücadelesidir.
Biz kadınlar biliyoruz:
Gerçekler ne kadar gizlenirse gizlensin, adalet er ya da geç kadınların elleriyle yazılacaktır.
Rojin için, adalet için, yaşam hakkı için mücadelemiz sürecek!
Rojin Kabaiş İçin Adalet, Kadınlar İçin Hakikat!
Cezasızlığa, Karartmaya, Kadın Bedenine Yönelik Şiddete Karşı Mücadelemiz Sürüyor!
Hiçbir kadın yalnız yürümeyecek!
İZMİR KADIN PLATFORMU”
Eki 15
Trump’ın Gazze Planı: Emperyalist Barışın Kanlı Maskesi
Filistin halkının kanı daha kurumadan, Washington’da, Kahire’de, Riyad’da “barış” masaları kuruldu.
Gazze’nin enkazı üzerinde bir kez daha “demokrasi”, “yeniden inşa” ve “istikrar” kelimeleri dolaşıma sokuldu.
Emperyalizmin barışı, savaşın başka biçimidir.
İsrail Hükümeti ve Netanyahu, katliamcıdır, yıkıcıdır.
Gazze Medya Ofisi 7 Ekim 2023’ten itibaren yapılan çatışmalar ve bombardıman sonucu “ölü veya kayıp” sayısını 67.880 olarak açıkladı. İsrail’in iki yıldır süren saldırılarında 38 hastane, 96 sağlık merkezi, 197 ambulans ve 61 kurtarma aracı tamamen tahrip edildi veya hizmet dışı kaldı. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının 70 milyar dolar maddi hasara yol açtığı açıklandı. Açıklamada, 148 bin konutun ciddi şekilde hasar gördüğü, 288 bin Filistinli ailenin evsiz kaldığı, 835 caminin tamamen yıkıldığı açıklandı. Ayrıca, 600 gün boyunca sınır kapılarının kapalı tutulması nedeniyle yüz binlerce aracın Gazze’ye girişine engel olunduğu ve bu durumun açlık, yokluk ve yetersiz beslenmeye yol açtığı açlıktan bebeklerin öldüğü açıklandı.
Ekim 2023’ten bu yana 254 gazeteci öldürüldü, 433 gazeteci yaralandı ve 48 gazeteci alıkonuldu. Ayrıca, 12 yazılı basın organı, 23 dijital medya platformu ve 16 televizyon kanalı hedef alındı. Medya sektöründeki kaybın 800 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor.
Trump barışının arkasındaki kanlı tablo budur. Bu barış anlaşmasında İsrail hükümetinin savaş suçlarıyla ilgili bir madde yoktur. Emperyalizm, İsrail’in savaş suçlarını aklamak ve Filistin direnişini silahsızlandırmak istiyor.
Barışın değil, tasfiyenin planı
Trump’ın 2025 tarihli “Gazze Barış Planı”, görünürde bir ateşkes ve yeniden inşa projesidir; özünde ise Filistin direnişinin silahsızlandırılması, İsrail’in güvenlik hattının kalıcılaştırılması ve ABD’nin bölgesel denetiminin yeniden tesis edilmesidir.
Planın 20 maddesi; af, sürgün, teknokratik geçiş hükümeti, uluslararası fon ve denetim mekanizmaları gibi unsurlarla sömürgeci bir mandacı düzenin diplomatik versiyonunu kuruyor.
Hamas’ın politik varlığı “terörizm” parantezine sıkıştırılırken, İsrail’in işgali “meşru savunma” statüsüne yükseltiliyor, bu sorunun öznesi olan işgale, bombardımanlara, kırıma, zulme, açlığa, yokluğa karşın Filistin halkının direnişi, topraklarını terk etmeyişi gözlerden sakınılmaya çalışılıyor.
Bu dil, sadece diplomatik bir tercih değil; emperyalizmin ideolojik tahakkümünün yeniden üretimidir.
“Gazze Yeniden İnşa Fonu” adı altında planlanan mali yapı, tıpkı Irak’ta ve Libya’da olduğu gibi, yıkımı yeniden kâr alanına çevirecek bir savaş sonrası sermaye ihracı programıdır.
Filistin halkının emeği, toprağı ve geleceği yeniden satılık hale getiriliyor.
Ateşkes: Emperyalizmin nefes molası
9 Ekim 2025’te Mısır’da imzalanan ateşkes, savaşın yıkımını durdurmak açısından insani bir gereklilikti; fakat siyasal olarak, emperyalist planın uygulama önsözü niteliğindedir.
72 saatlik esir değişimi, İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin “sarı hatlara” çekilmesi ve uluslararası gözlemci statüsü gibi maddeler, direnişi etkisizleştirirken İsrail’in kontrol alanlarını yasal zemine oturtmaktadır.
Bu ateşkes, halkın nefes alması için değil, emperyalizmin yeniden örgütlenmesi için verilmiş bir aradır.
Trump’ın ve Netanyahu’nun ağzından dökülen her “barış” sözü, aslında direnişin teslimiyetini talep etmektedir.
Oysa Filistin halkı teslim olmadı, olmayacak da.
Her kuşatmanın, her yıkımın ardından yeniden dirilen bu halk, tarihin en büyük yalanını bir kez daha reddediyor:
“Barış, emperyalizmin armağanı değildir; Gazze’yi terketmeyen Filistinlilerin direnişinin zaferidir.”
Türkiye ve bölgesel eksen: NATO misyonu, Yeni Osmanlı vitrini
Anlaşmanın altında Türkiye, Suudi Arabistan, BAE, Katar, Ürdün ve Mısır’ın imzaları bulunuyor. Bu tablo, ABD’nin bölgesel stratejisinin güncellenmiş biçimidir: “kontrollü istikrar”ın yerli ortakları.
Türkiye’nin rolü, diplomatik söylemde “arabuluculuk” ve “insani destek” gibi kavramlarla tanımlansa da, pratikte NATO misyonuna entegre bir gözetim görevidir.
Erdoğan yönetimi, bu plan üzerinden hem ABD ile ilişkileri onarma hem de içeride “Gazze’nin hamisi” görüntüsüyle tabanının konsolidasyonunu hedeflemektedir.
Bahçeli ve benzeri çevrelerin milliyetçi çıkışları ise, bu teslimiyet çizgisinin üzerini örten retorik perdeden ibarettir.
Bu anlamda Türkiye, Filistin halkının yanında değil; emperyalist barış mimarisinin içinde yer alıyor.
Yeni Osmanlıcılık, bu kez NATO üniformasıyla sahneye çıkıyor.
Filistin içindeki gerilim: Uzlaşı mı, tasfiye mi?
Ateşkes sonrası gündeme gelen “ulusal uzlaşı hükümeti” çağrıları, Filistin halkının birliğini değil, direnişin siyaseten tasfiyesini hedefliyor.
Filistin Kurtuluş Örgütü(PLO), ABD denetiminde “devletleşme” çizgisine yönlendiriliyor. Bu, Oslo sürecinin modernleştirilmiş bir tekrarıdır: “Devlet” vaadiyle halkın mücadelesini devre dışı bırakmak.
Filistin halkının gerçek birliği, emperyalizmin çizdiği sınırlar içinde değil, ortak kurtuluş programı içinde mümkündür.
Ne Filistin Kurtuluş Örgütünün (PLO) bürokratik uzlaşmacılığı, ne de Arap rejimlerinin işbirlikçiliği bu yolu açabilir.
Yolu açacak olan, devrimci demokratik direnişin yeniden örgütlenmesidir.
Sonuç: Halkların barışı, emperyalist barışa karşı
Trump’ın “Gazze Planı” bir barış değil, yeni bir savaş hazırlığıdır.
Sömürgeciliğin dili değişmiş, maskesi modernleşmiş, ama özü aynı kalmıştır.
Filistin halkı bir kez daha dünyanın emperyalist merkezlerinden değil, kendi direnişinden güç alacaktır.
Gerçek barış, direnişin teslimiyetiyle değil, işgalin yıkılmasıyla sağlanır.
Gerçek özgürlük, ABD’nin planlarında değil, halkların enternasyonalist dayanışmasında filizlenir.
Gazze bugün yalnız değildir; çünkü onun direnişi, tüm halkların geleceğine ışık tutmaktadır.
Yaşasın Filistin halkının haklı mücadelesi!
ABD Ortadoğu’dan defol!
Kahrolsun Siyonizm ve emperyalizm!
Eki 11
İzmir’de Filistin’e Özgürlük Platformu’ndan Dayanışma Çağrısı: “Ateşkes Gazzelilerin Zaferidir”, İsrail’in İşlediği Savaş ve İnsanlık Suçları Unutulmamalıdır.
Filistin’e Özgürlük Platformu üyeleri, Alsancak Gar önünde toplanarak Türkan Saylan Kültür Merkezi önüne yürüdü. Yürüyüş boyunca katılımcılar “Katil ABD, Katil İsrail”, “ABD Ortadoğu’dan defol” ve “Ateşkes Gazzelilerin zaferidir”, “Nehirden denize özgür Filistin” sloganlarını attı. Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde yapılan basın açıklamasında platform, Gazze’de ilan edilen ateşkesin direnişin kazanımı olduğunu ve Trump-İsrail planına karşı Gazzelilerin planına sahip çıkılmasını vurguladı.
Yürüyüşte dayanışma vurgusu
Filistin’e Özgürlük Platformu’nun Alsancak Gar’dan başlayan yürüyüşüne yüzlerce kişi katıldı. Katılımcılar yürüyüş boyunca pankartlar taşıdı, Filistin bayraklarıyla yürüdü. Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde toplanan grup adına okunan basın açıklamasında, Gazze’de aylardır süren saldırılara dikkat çekildi ve ateşkesin “Gazzelilerin direnişi sayesinde” kazanıldığı belirtildi.
“Bugün Gazze’de mutluluk var, çocuklar aylar sonra ilk kez gülümsüyorlar. Ateşkes birilerinin Gazzelilere bahşettiği bir gelişme değil, direnen Gazze halkının somut kazanımıdır.”
Açıklamada, yürüyüş boyunca atılan sloganların Gazze’ye yönelik uluslararası dayanışmanın bir göstergesi olduğu ifade edildi.
Trump planı eleştirildi
Platform, ABD’nin gündeme getirdiği “Trump Planı”nı sert sözlerle eleştirdi. Açıklamada plana ilişkin şu değerlendirme yer aldı:
“Trump’ın planı açlığı, ölümleri ve soykırımı durdurmak için açıkça şantaj yapan bir öneridir. Plana göre sorumluluk Gazze halkına veya direniş örgütlerine yıkılmak istenmektedir; oysa sorumluluk işgali sürdüren politikaların kendisindedir.”
Platform, planın “soykırım sürecini direnişin tutumuna indirgeyen” yaklaşım taşıdığını vurguladı.
Ateşkesin sürdürülebilirliği ve hesap talebi
Basın metninde Gazze’nin yeniden inşası, sağlık, barınma ve gıda yardımlarının hızla sağlanması gerektiği vurgulandı. Aynı zamanda İsrail’in savaş ve insanlık suçlarının unutulmaması, işlenen suçların hesabının sorulması çağrısı tekrarlandı:
“İsrail bir soykırım gerçekleştirmiştir. En az 67 bin Filistinli öldü; ölenlerin 19 bini çocuktur. Bu suçların her birinin hesabı sorulana dek mücadeleye devam edeceğiz. Unutmayacağız. Affetmeyeceğiz.”
Açıklamada İsrail’e ekonomik, askeri, siyasi, ticari ve kültürel ambargo uygulanması talep edildi.
Sumud Filosu ve küresel dayanışma
Açıklama metninde Sumud Filosu’na atıf yapılarak filonun “soykırıma karşı insanlığın onuru” olduğu ve küresel intifada ile dayanışmanın önemli bir simgesi haline geldiği belirtildi. Platform, uluslararası aktörlere çağrıda bulunarak, Trump–İsrail planına karşı Gazzelilerin planına sahip çıkılmasını istedi:
“Bu planın adı: ‘Nehirden denize özgür Filistin!”
Eki 10
İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri,10 Ekimi Unutmayacağız. Faşizmin Tüm Katliamlarının Sorumluları Cezalandırılacak; Emek Kazanacak, Demokrasi Kazanacak, Barış Kazanacak!
10 Ekim’in 10. Yılı: Barış Karanfilleri, Adalet Arayışı ve Cezasızlık
İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, 10 Ekim Ankara Katliamı’nın 10’uncu yıldönümünde Alsancak Gar karşısındaki 10 Ekim Anıtı önünde bir araya geldi. Anmada, “Katil IŞİD, işbirlikçi AKP”, “10 Ekim’i unutma, unutturma”, “Faşizme karşı omuz omuz”, “Faşizme ölüm halka hürriyet” sloganları yükselirken, yalnızca bir yas değil; on yıldır süren bir adalet mücadelesinin sürekliliği de görünür hale geldi.
Anmaya katılanlar arasında 10 Ekim’de yaşamını yitirenlerin aileleri, yaralılar, sendikalar, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partiler yer aldı. Konak Belediye Başkanı Nilüfer Çınar Mutlu, Karabağlar Belediye Başkanı Helil Kınay ve DEM Parti İzmir Milletvekili İbrahim Akın da alandaydı. Anma, bir dakikalık saygı duruşunun ardından yapılan konuşmalarla devam etti.
Katliamdan ağır yaralı kurtulan ve 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği İzmir Temsilcisi Mustafa Özdağ, konuşmasında o gün yaşananları hatırlatarak, “Devletin polisi üzerimize gaz sıktı, yaralıları pankart bezleriyle ambulanslara taşıdık. Yılmadık ve vazgeçmeyeceğiz” sözleriyle hem öfkeyi hem direnci dile getirdi..Özdağ, katliamdan sonra “Oylarımız arttı diye sırıtanlar…400 vekili verin bu iş bitsin” diyenler ve barış isteyen akademisyenlere tahammülsüzlük gösterenlerin asıl katiller olduğunu belirterek, hakikatler ortaya çıkana ve sorumlular yargılanana kadar adalet arayışından vazgeçmeyeceklerini vurguladı.
Katliamda yitirilen Mesut Mak’ın eşi Evrim Mak ise, 10 Ekim’i yalnızca IŞİD’in değil, devletin ihmalinin ve bilinçli görmezden gelişinin ürünü olarak tanımladı: “Bombacıların isimleri istihbaratın elindeydi. Ama önlem alınmadı, aramalar kaldırıldı. Devlet yurttaşını korumak yerine hedef haline getirdi. ”Mak’ın sözleri, on yıldır süren davalar boyunca tartışılan en temel soruya yeniden işaret etti: Katliam neden ve nasıl önlenmedi?
10 Ekim 2015 sabahı, Türkiye tarihinin en büyük sivil katliamı yaşandı. Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi için Ankara Garı önünde toplanan binlerce yurttaş, iki IŞİD üyesi canlı bombanın saldırısına uğradı; 103 kişi yaşamını yitirdi, yüzlercesi yaralandı.
Bu saldırı, sadece bir terör eylemi değil, 2015 sonrası Türkiye siyasetinin yönünü belirleyen ve AKP MHP faşizminin tahkimi olarak tarihe geçti. 7 Haziran seçimleri sonrası yeniden tırmandırılan çatışma politikaları, faşizmin dilin toplumsal alanı kuşatması ve savaş atmosferinin yeniden inşasıyla birleşti. 10 Ekim bu atmosferin en kanlı tezahürüydü.
Davada 9 sanık hakkında 101 kez ağırlaştırılmış müebbet cezası verilmiş olsa da, kamuoyu ve aileler açısından dava “bitmiş” sayılmıyor. Çünkü, saldırının arkasındaki siyasi sorumluluk zinciri hâlâ aydınlatılmadı.
Ailelerin sık sık dile getirdiği gibi, “IŞİD’in Türkiye’de eylem yapabileceği” yönünde istihbarat raporları önceden hazırlanmış, hatta saldırganların kimlikleri belirlenmişti. Ancak hiçbir engelleme yapılmadı. Dönemin güvenlik ve istihbarat kurumlarının ihmalleri, istihbari bilgilerin gereğinin yapılmaması siyasi iktidarın politikalarına uygun bombalı saldırılara ön açılması, yurttaş güvenliğini sağlama yükümlülüğünü fiilen ortadan kaldırdığı gibi emek demokrasi ve barış isteyenlerin sindirilmesi, ezilmesi ve muhalefetin korkutulması ve yok edilmesi amaçlandı.
10 Ekim, Türkiye’de devletin “cezasızlık geleneği”nin yeniden üretildiği bir olay olarak da okunuyor. Ailelerin, “IŞİD’i aklamaya çalışan” yargı süreçlerine dair eleştirileri, adalet sisteminin iktidarın politikaları doğrultusunda siyasallaşmasının, çarpıcı bir örneği oldu.
Her duruşmada yinelenen talepler, Türkiye’deki birçok toplumsal kesimin ortak talebiyle buluşuyor: Gerçek sorumluların yargılanması ve kamusal hafızanın temizlenmesi.
İzmir’deki anmada bu hafıza direnci güçlüydü. “Katillerden hesabı emekçiler soracak”, “Faşizme ölüm, halka hürriyet” sloganları, sadece geçmişe değil bugüne de söylenmişti. Çünkü 10 Ekim’in bıraktığı travma, aynı zamanda bugün hâlâ süren faşizmin tahkiminin, savaş politikalarının da izdüşümü.
Anma, Gündoğdu Meydanı’na yürüyüş, denize karanfil bırakma ve Alsancak Gar’daki fotoğraf sergisiyle son buldu. “Barış karanfillerimize sözümüz var” pankartı, on yıldır değişmeyen bir iradeyi simgeliyordu:
Bugün 10 Ekim sadece bir anma günü değil, Türkiye’de demokrasinin, barışın ve toplumsal hafızanın yeniden kurulması ve mücadelesinin bir sembolü.
10 yıl önce Ankara Garı önünde patlayan bombalar, bir dönemin karanlığını açığa çıkardı; o günden bugüne süren adalet arayışı, bu karanlığa karşı yakılmış bir direniş meşalesi olmaya devam ediyor.
İzmir’deki anma, sadece geçmişin acılarını değil, bugünün politik sorumluluklarını da hatırlatıyor. 10 Ekim, Türkiye’nin faşizme karşı demokratik geleceği için bir vicdan sınavı olmaya devam ediyor.
Unutmamak, özgürlük, barış ve adalet mücadelesinin ilk adımıdır.
Eki 07
İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: İşgale ve Soykırıma Hayır. Filistin Halkının Yanındayız
İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü soykırımın 2. yılında Alsancak Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde bir basın açıklaması düzenledi.
Eylem öncesinde Emek Partisi (EMEP), Emekçi Hareket Partisi (EHP), DEM Parti, Sosyalist Meclisler Federasyonu (SMF), Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Toplumsal Özgürlük Partisi (TÖP) üyeleri Alsancak ÖSYM önünde toplanarak Türkan Saylan Kültür Merkezi’ne yürüdü.
Yürüyüş boyunca “Katil İsrail, işbirlikçi AKP”, “Denizlerin yolunda, Filistin’in yanında” ve “Filistin halkı yalnız değildir” sloganları atıldı. Siyasi partiler üzerinde amblemlerinin olduğu “Soykırımın 2. yılında savaşa ve emperyalizme karşı Filistin halkının yanındayız” yazılı ortak pankart taşıdı.
Yürüyüşün ardından Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde, Emek ve Demokrasi Güçleri ” İşgale ve soykırıma hayır Filistin halkının yanındayız” pankartını açtı. Burada gerçekleştirilen basın açıklamasını İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına İzmir Barosu Genel Sekreteri Zöhre Dalkıran okudu. Açıklamaya Emek Partisi Genel Başkanı Seyit Aslan ve Dem Parti geçmiş dönem milletvekili Musa Piroğlu da katıldı.
Açıklamanın tam metni şöyle:
“Değerli basın emekçileri, değerli halkımız,
Dünyanın gözü önünde bir soykırım yaşanıyor. Filistin haritadan silinmek, Filistinlililer kitlesel bir şekilde yok edilmek isteniyor. Bu haksız, acımasız ve hiçbir kurala uymayan saldırı tüm dünyanın seyrettiği şekilde, şekli kınamalar haricinde hiçbir müdahalede bulunmadan sürüyor. Bu barbarlık, bu faşizm, bu emperyalist vahşet, yine emperyalist güçler tarafından besleniyor, destekleniyor, planlanıyor, uygulanıyor.
Bu vahşet öyle bir boyuttadır ki en temel insani yardımların dahi bölgeye ulaştırılması engellenerek silahlarla katledilen insanlar şimdi de açlık ve susuzlukla öldürülmek isteniyor.
Filistin’de soykırım uygulayan İsrail Devleti, Gazze’ye insani yardım ulaştırmak için yola çıkan uluslararası SUMUD Filosu’na müdahale etmiş, filodaki aktivistleri gözaltına alarak insani yardımların Filistinlilere ulaşmasını da engellemiştir.
İsrail’in tüm uluslararası hukuku ayaklar altına alarak gerçekleştirdiği ve insani yardım taşıyan silahsız/sivil aktivistlerin hayatlarını tehlikeye attığı bu girişimin hiçbir insani, hukuki ve vicdani tarafı bulunmamaktadır.
Değerli basın emekçileri,
Birleşmiş Milletler, Bağımsız Uluslararası Soruşturma Komisyonu’nu yetkilendirmesine ve bu komisyon tarafından geçtiğimiz ay itibariyle Filistin’de soykırım suçunun tüm unsurlarının mevcut olduğu yönünde rapor hazırlamasına rağmen hem bu barbarlığın durdurulmaması kabul edilemez bir durumdur hem de SUMUD Filosu ve ona benzer yardım girişimlerinin Filistin’e insani yardım ulaştırmasının hem hukuken hem de meşruiyet açısından son derece haklı olduğu tartışmasızdır.
Her sözlerinde barıştan bahsedip savaştan beslenen emperyalist güçler sessiz kalsa da, bu vahşeti desteklese de dünyanın dört bir yanında halklar Filistin’e desteği büyütmeye devam edeceklerdir. Bu emperyalist barbarlığı durdurmak tüm dünya emekçilerinin, yoksullarının birlikte hareket etmesiyle mümkün olacaktır. Madem uluslararası hukuk emperyalist güçlerin elinde bir oyuncak haline getirilmiştir halklar bu hukuku yeniden inşa etmek, uygulatmak zorundadır.
Bu vahşet bir an önce durdurulmalı, Filistin özgür, halklar barış ve kardeşlik içinde yaşamalıdır.”
Eki 02
Filistin’in İşgali ve Soykırımı. Günün İnsanlık Sınavı. Gazze İşgali Sonlanmalı, Filistin Devleti Tanınmalı ve Özgür Olmalıdır.
On binlerce insan öldü. Çocuklar hala açlıktan ölüyor, hastaneler ekipman yokluğundan, ilaçsızlıktan çaresiz. Gazze’de her gün tanık olduğumuz şey sadece bir savaş değil, sistematik bir yıkım, soykırım ve insanlığın dibe vuruşudur. “Demokrasi ve insan haklarını savunuyoruz” diyen batılı hükümetlerin İsrail’in yürüttüğü operasyonları görmezden gelmesi, silah ve diplomasi desteğiyle bu savaşı beslemesi, çağımızın en büyük ikiyüzlülüğüdür. Tekelci kapitalizmin gerçek yüzü budur. İsrail hükümetinin “kendini savunma” söylemi bu uygulamaların barbarlığını, Hitler faşizminden farksız uygulamalarını gizleyemez.
Gazze’de gerçekler; bombardımanlar, yerleşim yerlerinin, hastanelerin yıkımı, bebeklerin, çocukların, kadınların, erkeklerin katledilmesidir. Bugün, 2 Ekim 2025 itibarıyla Gazze Şeridi’nde İsrail’in saldırılarında toplam ölü sayısı 66.225’e ulaşmıştır. Son 24 saatte 77 kişi hayatını kaybetmiştir. Gazze’de açlıktan ölümlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Gazze Şeridi’nde açlık nedeniyle ölenlerin sayısı 455’e yükselmiştir. Bu ölümler, İsrail’in uyguladığı ablukaya, soykırıma bağlı olarak gıda, su, ilaç ve hijyen malzemelerine erişimin neredeyse imkânsız hale gelmesi sonucu meydana gelmiştir.
Gazze’deki Sağlık Bakanlığı, enkaz altında hâlâ binlerce kişinin cansız bedeninin bulunduğunu ve ölü sayısının artmaya devam ettiğini bildirmektedir
Her gün ekranlara pompalanan yalanların ardında çıplak bir hakikat var: abluka, bombardıman, yerleşimci genişleme ve açlığın savaş silahı hâline getirilmesi. Açlıktan ölen bir çocuk ne zaman “tehdit” oluşturur? Bu sorunun cevabını verebilecek bir vicdan kaldı mı? Binlerce ailenin topraklarından sürülmesi, sağlık kurumlarının hedef alınması ve temel gıda maddelerinin engellenmesi askerî bir operasyonun ötesinde, planlı bir imha ve soykırımı gösteriyor..
Siyonist İsrail devleti Gazze’deki soykırımının açlıkla terbiye biçiminde devam etmesine karşı ayağa kalkan dünya halklarının vicdanına karşı tahammülsüzlüğünü sürdürüyor. Onlarca ülkeden yüzlerce aydın, sanatçı, hekim, yazar ve daha birçok meslekten ve yaştan insanın halkların vicdanı adına insani yardım yüklü onlarca gemiyle Gazze’ye yelken açmalarına duyduğu öfkeyle hareket etmeye devam etti. Gece saatlerinde uluslararası sularda seyreden filoyu askeri gemilerle kuşattı. Yasa kural tanımadan gemilere giren silahlı İsrail askerleri gönüllüleri alıkoyarak gemileri kaçırdı.
Dünya halkları sokaklarda, meydanlarda, grevde. Öte yandan dünyanın dört bir yanında halklar sokağa çıkarak İsrail soykırımının durdurulması ve Sumud Filosu’na yönelik saldırının sonlandırılmasını istedi. İtalya’da işçi sendikaları, İsrail’in Küresel Sumud Filosu’na müdahalesini protesto etmek için 3 Ekim Cuma genel greve gitme kararı aldı. Sumud Filosu, sendikaların kararına “Sistematik adaletsizliğe karşı dik durmak işte budur” diyerek uluslararası dayanışma destek verdi umudunu, moralini besledi.
İsrail şu ana kadar filonun 44 gemisinden 21’ini durdurdu. Filonun internet sitesine göre 19 geminin de durdurulduğu varsayılıyor. Dört gemiyse yoluna devam ediyor ve Gazze’ye varmalarına az kaldı. Bunlardan biri en önde olan Mikeno. Durdurulan gemilerdeki onlarca aktivist gözaltında.. Son bilgilere göre 34 Türk aktivist de alıkonulanlar arasında. Alıkonulan gönüllülerden bazıları bu korsanlığa karşı “özgür kalıncaya kadar” açlık grevine başladı. O aktivistlerden Yunanistanlı Takis Politis, bazı aktivistlerle birlikte ‘özgür kalana dek’ açlık grevine başladığını duyurdu. Eylemciler “İnsanlığın bugün tek görevi soykırımı durdurmak.” dedi.
Bu direniş ve dayanışma yalnızca sembolik değil somut etkiler yaratıyor. Liman işçilerinin silah sevkiyatlarını engellemesi, sendikaların aldığı kararlar, örgütlü toplumun seferberliği baskı yaratıyor. Kamuoyu baskısı ve uluslararası dayanışma, hükümetlerin politikalarını sorgulatabiliyor; ticari ilişkiler, silah satışları ve diplomatik destekler üzerine etkide bulunabiliyor. Ancak bu yeterli değil; uluslararası hukuk, bağımsız soruşturmalar ve yaptırımlar bir an önce devreye sokulmalı. Netanyahu ve şürekası Naziler gibi Uluslararası mahkemelerde Soykırım ve İnsanlığa Karşı Suçlar kapsamında yargılanmalıdır.
Batı’nın sözde “medeniyetleri” basit adımlarla katkı sağlayabilir: Filistin’i devlet olarak tanımak ve iki devletli çözümü desteklemek; göçmenlerin kabulünü kolaylaştırmak; rehinelerin serbest bırakılmasını talep etmek; savaş suçlarını kınamak ve bağımsız soruşturmalar açmak; siyasi ve ekonomik baskıyla ablukayı sona erdirmeye zorlamak. Bu adımlar, sadece insani bir gereklilik değil, bölgede kalıcı barışın ön koşullarıdır.
Ne var ki tekelci kapitalistlerin çıkarları insan hayatının da halkların bağımsızlık, özgürlük ve hatta varlığının önüne geçiyor. Silah üretimi, askeri endüstrinin karları ve jeopolitik hesaplar, Filistin halkının varlığının ve hayatının önüne geçiyor. ABD, Almanya ve diğer Batılı hükümetlerin sessizliği veya açık desteği, bu savaşın gerçek sponsorlarını ortaya çıkarıyor.
Trump hâlâ başkan olarak İsrail’e verdiği desteği sürdürüyor. Gazze’ye yönelik abluka ve bombardımanlar konusunda açık bir taraf olarak, Filistin halkının temel haklarını hiçe sayıyor. ABD bütçesinden sağlanan silah ve mali yardımlar, İsrail’in Gazze operasyonlarını doğrudan besliyor. Uluslararası yardım kuruluşlarına yönelik müdahaleler, açlık ve sağlık krizini daha da derinleştiriyor.
Trump yönetimi, İsrail’in işgal ve yerleşim politikalarını hukuksuz olarak kınamak yerine, “güvenlik hakkı” söylemiyle meşrulaştırıyor. Sözde “barış planları” ise, Filistin halkının taleplerini yok sayıyor, Gazze’yi ve Batı Şeria’yı kalıcı olarak denetim altında tutmayı amaçlıyor. ABD medyasını yönlendirme çabaları, sivil kayıpların göz ardı edilmesini ve İsrail propagandasının küresel kabulünü kolaylaştırıyor. Bu politikalar, sadece Trump’ın ilk dönem mirası olarak bugün de hâlihazırda yürürlükte olan bir uygulama olarak Filistin halkının yaşamını doğrudan etkiliyor. Trump’ın politikaları Netanyahu şürekasının politikalarını desteklemek ve Gazze’ye çökmek, işgal etmek ve tekelci burjuvazinin ‘turizm cennetine’ dönüştürmektir.
Türkiye gibi ülkeler de bu emperyalist politikaların dışında değil. Yeni sömürge ülkemiz, emperyalizme karşı dik bir duruş sergileyemiyor. Tekelci kapitalistlerin ve oların führerlerinin politikalarının işbirlikçileri olarak sözde “Yerli-milli” söylemlerle donatılmış hükümetler emperyalist pazarlıklar ve bağımlı siyasi, ekonomik ilişkiler nedeniyle somut, gerçek bir bağımsız politika izleyemiyor. Halkların çıkarı yerine devletlerin iktidar ve meşruiyet kaygıları öne çıkıyor. Oysa gerçek meşruiyet halktan alınır dış güçlerin onayıyla değil. Ne Boeing ve diğer ticari anlaşmalar ne savaş uçağı pazarlıkları bu gerçeği değiştirebilir.
Bugün yapılması gereken açıktır. Sessizlik suçtur. Halkların varlık ve yaşam hakkına, insan hakları ihlallerine, çocukların ölümüne, sağlık çalışanlarının hedef alınmasına karşı sesimizi yükseltmeliyiz. Protestolar, hukuki girişimler, insani yardım seferberliği önem taşımaktadır. Coğrafyamızdaki işçi sınıfı ve emekçiler, müslümanlar genel grev ve genel direnişlerle emperyalist saldırı ve soykırıma karşı ayağa kalkmalıdır. Filistin halkının kurtuluşu, ne Hamas’ın gericiliğiyle ne Netanyahu’nun işgalciliği arasına sıkıştırılabilir. Gerçek barış, işgalin kaldırılması, halkların kendi kaderini tayin hakkının tanınması, adaletin tesis edilmesi ve emperyalist müdahalelerin ve İsrail siyonizminin politikalarının son bulması ile mümkündür.
Gazze için sessiz kalmayalım, bugün herkes insanlık sınavındadır. SUMUD Filosu yoluna devam edebilmeli, Gazze’ye ulaşmalıdır. İşgal, savaş ve soykırım durmalı Faşist soykırımcı Netanyahu ve şürekası yargılanmalıdır.
Eyl 28
Muğla’da Tarihi Direniş: “Toprağımızı Vermiyoruz”
Muğla’nın Akbelen Ormanı ve çevresindeki 48 köy, Türkiye tarihinin en ağır çevre ve mülkiyet saldırılarından birine tanık oluyor. Sermaye, köylülerin zeytin ağaçlarına, toprağına çöküyor. 19 Temmuz 2025 tarihinde TBMM’de kabul edilen 7554 sayılı Torba Yasa köylülerin yaşam alanlarını, zeytinliklerini ve tarım arazilerini madencilik şirketlerinin insafına bırakıyor.
Kamuoyunda “Süper İzin Yasası” olarak bilinen bu düzenleme, 11. maddesiyle zeytinliklerin ve meraların madencilik faaliyetlerine açılmasını kolaylaştırıyor; ÇED, imar, orman ve mera yasalarının koruma hükümlerini fiilen devre dışı bırakıyor. Hukukçular, bu düzenlemenin Anayasa’nın 35. 44. ve 56. maddelerini ihlal ettiğini vurguluyor.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 7554 sayılı yasanın uygulanması için çıkardığı “Usul ve Esaslar” düzenlemesi üzerine, 77 zeytin üreticisi 18 Ağustos 2025’te iptal davası açtı. Davacılar, Danıştay’dan ivedilikle yürütmeyi durdurma kararı talep etti.
Ancak dava süreci daha ilk inceleme aşamasındayken, Akbelen’ de jandarma korumasında iş makineleri ağaçları sökmeye başladı. Köylüler, ağaçlara sarılarak direnmeye çalıştı; nineler ve kadınlar iş makinelerinin önüne geçmeye çalıştı, bazıları zorla alandan çıkarıldı ve gözaltına alındı.
Zeytin ağaçları köklerinden söküldü, dallar ve ürünler yerle bir oldu.
Toprak, verimsiz ve çıplak bırakıldı; yaşam alanları yok edildi.
Ürünler, yılların emeği ve köylülerin ekonomik geçim kaynağı heba oldu.
“Burjuva Hukuk devleti yok sayılıyor. Danıştay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin kararları beklenmeden fiilen hayatımıza son veriliyor.”, ” Kanuna aykırı emir uygulanmaz. Uygulayanlar da sorumluluktan kurtulamaz.” diyor hukukçular. Hukukun temel ilkeleri sermayenin çıkarları için eğilip bükülüyor. AKP MHP iktidarı sermayenin çıkarları gereği mahkemeleri iktidarın organı olarak kullanıyor. Mahkemeler işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarlarına uygun ve siyasi iktidara bağımlı kararlar veriyor. Sınıflı bir toplumda mahkemeler her zaman ve zorunlu olarak iktidardaki sınıfın organlarıdır. Toplumsal mücadelelerin sonucu ve mızrağın çuvala sığmadığı durumlarda, adalet güdükde olsa gerçekleşiyor. Bugün AKP MHP siyasi iktidarı mahkemeleri yürütmenin organı olarak kullanıyor. İktidarın uygulamalarına düğme ilikleyen bir “adalet sistemi” var.
28 Eylül 2025 tarihinde (bugün) Muğla Menteşe’de gerçekleşen “Haklarımızdan Vazgeçmiyoruz, Toprağımızı Vermiyoruz” mitingi, Türkiye’nin dört bir yanından gelen binlerce kişiyle gerçekleşti. 48 köyden yurttaşlar, doğa ve çevre örgütleri, sendikalar ve siyasi partiler bir araya geldi. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, SOL Parti MYK Üyesi İlknur Başer, Yeşil Sol Parti adına Naci Sönmez, Kızıl Parti, EMEK Partisi Genel Başkanı Seyit Aslan, Yeni Yol Partisi adına Selçuk Özdağ, TÍP Milletvekili Sera Kadiğil başlıca katılımcılardı. Siyasi Parti Temsilcileri, TMMOB, TTB, Meslek ve kitle örgütleri, doğa ve çevre örgütleri insanın, ağacın, tüm canlıların karıncanın böceğin, yaşam alanlarının hakkını savunanlar “Zeytinime Dokunma”, “Toprağımızı Vermiyoruz”, “Süper İzin Yasası Meşru Değildir”, “Hak Hukuk adalet” dediler.
Muğla Belediye Başkanı Ahmet Aras; “Bizler bir avuç rantçıya karşı milyonlarız, hep beraber direneceğiz. Zeytin Anadolu topraklarının bekçisidir…Atalarınızın size bıraktığı, göz nuruyla diktiği zeytinliklerinizi, tarım alanlarınızı bu adamlara satmayın. Direnmelisiniz!” dedi.
TMMOB Temsilcisi, “Akbelen’de ve ülkenin dört bir yanında ormanlarımıza, zeytinliklerimize, derelerimize, yaylalarımıza, verimli ovalarımıza, su kaynaklarımıza sahip çıkanlarla birlikte mücadele etmeye devam edeceğiz.”dedi.
TTB Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Alpay Azap da, “Bu ülke, bu topraklar, bu insanlar bu yaşananları hak etmiyor. Bu yalnızca bir doğa meselesi değil. Ölüme karşı yaşamı savunma, emperyalist işgale karşı memleketi savunma meselesidir” dedi.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel: “Zeytin, bu toprakların bereketidir. Bir kanunla köylünün elinden alınamaz. Bu yasa iptal edilene kadar Akbelen’de, İkizköy’de, Muğla’nın her köyünde yanınızdayız.”, “Birileri geleceğimize savaş açmış. Demokrasiye savaş açmış. Biz bunun karşısında demokratik direnme hakkımızı kullanıyoruz ve kötülükle savaşıyoruz. Halk kazanacak, zeytin ağaçları kazanacak, doğa kazanacak” dedi.
DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları: “Bu sadece bir çevre mücadelesi değil, aynı zamanda yaşam hakkı mücadelesidir. Şirketlerin çıkarı için köylülerin toprağı gasp edilemez.”
Emek Partisi Genel Başkanı Seyit Aslan, Doğayı çevreyi, yaşam alanlarını, zeytinlikleri yok eden sermayeye peşkeş çeken tek adam ve saray yönetimine karşı birleşik mücadele çağrısı yaptı.
Muğla Çevre Platformu temsilcisi: “Bugün burada yalnızca 48 köyün sesi değil, tüm Türkiye’nin vicdanı yükseliyor. Zeytinlerimizi sökmek istiyorlar; biz yaşamımızı savunuyoruz.”
1939 tarihli 3573 sayılı Zeytincilik Kanunu, zeytinlikleri koruma altına almıştı.
2003–2024 arasında AKP döneminde en az 8 kez yasa değişikliği teklifi gündeme geldi; her defasında kamuoyu tepkisiyle geri adım atıldı.
2025 yılında 7554 sayılı yasa ile şirketlere süper izin yetkisi verildi.
Asıl amaç, Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerinin kömür ihtiyacını güvence altına almak. Ancak bu, köylülerin yaşam alanlarının, kültürel miraslarının ve doğanın şirket çıkarları uğruna yok edilmesi anlamına geliyor.
Menteşe mitingi, yalnızca çevreyi değil; aynı zamanda:
Mülkiyet hakkını, adil yargılanma ve hukuk güvencesini, sağlıklı çevrede yaşama hakkını, demokratik katılım hakkını savunan bir buluşma oldu. Köylüler ve yaşam savunucuları: “Bu reddediş yalnızca zeytinliklerimiz için değil; özgürlüğümüz, mülkiyet hakkımız ve en temel insan haklarımız için.” dedi.
Akbelen’de iş makinelerinin devirdiği her ağaç, heba edilen her ürün, zorla alandan çıkarılan kadınlar ve gözyaşları, bu mücadelenin simgeleri oldu. “Birlikte olursak başaracağız.”, “Zeytin ağaçlarımız, yaşamımızdır.”, “Toprağımızı vermeyeceğiz.” Akbelen’den yükselen bu çığlık, yalnızca Muğla’nın değil, Türkiye’nin geleceğini savunan bir hukuk ve yaşam mücadelesine dönüştü. Her devrilen ağaç, heba olan ürün ve gözyaşı, bir direniş manifestos u olarak hafızalara kazındı.
Kâr ve rant uğruna tarımı, doğayı, çevreyi yok edenlere artık dur demeliyiz! Bu yatırımların sahipleri ve onları koruyan görevliler hesap vermeli, doğaya ve halka verdikleri zararlar tazmin edilmeli, adalet önünde cezalandırılmalıdır. Köylülerin sökülen talan edilen zeytinlikleri, tarım alanlarımız, otlaklarımız, ormanlarımız, madenlerimiz, enerji ve su kaynaklarımız başta olmak üzere tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz korunmalı; halkın yararına ve sürdürülebilir şekilde kullanılmalı, tekellerin yağmasına kesinlikle izin verilmemelidir. Birlik olalım, sesimizi yükseltelim ve doğamızı, yaşam alanlarımızı savunalım!
Biz haklıyız ve direnmeye devam edersek, yaşam alanlarımızı geri kazanacağız. Birlik olursak, kararlı olursak, haklılığımızı gösterecek ve sermaye iktidarının engellerini aşacağız. Bugün burada sesimizi yükseltiyoruz; direnişimizle yaşam alanlarımızı savunacak ve baskılara boyun eğmeyeceğiz. Güç bizde, haklılık bizde! Direnelim, mücadele edelim ve yaşam alanlarımızı geri alarak sermaye ve iktidarın üstünlüğünü kıracak bir geleceğe doğru yürüyelim.
Eyl 27
ABD–NATO Bağımlılığına Son!
Türkiye–ABD ilişkilerinin çıplak niteliği, Erdoğan ile Trump arasında altı yıl sonra yapılan görüşmede bir kez daha açığa çıkmıştır. Tekelci sermaye düzeni Amerikan emperyalizmine göbekten bağlıdır ve her geçen gün daha derin bir bağımlılığa sürüklenmektedir.
200’den fazla Boeing uçağı için imzalanan milyarlarca dolarlık anlaşma, ABD’den LNG ve doğalgaz alımı için yapılan uzun vadeli sözleşmeler, gümrük tarifelerinin kaldırılması ve bilinmeyenler… Tüm bunlar Türkiye’yi zincir altına almıştır. Maliyeti 50 milyar doları aşan bu faturayı ödeyecek olan bizleriz: işçiler, emekçiler, gençler, kadınlar ve doğacak çocuklarımız.
Trump görüşmeyi “harika geçti” diye özetlerken, gerçekte istediği her şeyi aldığını açıkça ifade etmiştir:
Filistin halkına yönelik soykırım görmezden gelinmiştir.
Suriye’de “işler karışırsa senden bilirim” tehdidi yapılmıştır.
Rusya–Ukrayna savaşında ABD politikalarına tam uyum dayatılmıştır.
F-35 konusu, “önce ödevini yap” mesajıyla ertelenmiştir.
ABD, Erdoğan’a otoriter yönetimi için uluslararası meşruiyet verirken karşılığında ülkemize daha fazla bağımlılık ve teslimiyet dayatmıştır. “Yerli ve milli” masalı çökmüştür: Türkiye, Lockheed Martin’in en fazla F-16 sattığı ülke olmuştur.
Kurtuluş emperyalizmden ya da dış destekten gelmez. Kurtuluş kendi örgütlü gücümüzdedir!
Bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük; ABD’ye bağımlı bir “otoriter” rejimin icazetiyle değil, halkın birleşik mücadelesiyle kazanılacaktır.
Kürecik, İncirlik ve tüm ABD/NATO üsleri kapatılsın!
Türkiye NATO’dan ayrılsın, halkların dayanışmasına dayalı bağımsız bir dış politika kurulsun!
Boeing, Lockheed Martin ve diğer emperyalist tekellerle yapılan tüm anlaşmalar iptal edilsin!
LNG ve doğalgaz anlaşmaları feshedilsin; enerji halkın yararına kamulaştırılsın!
İsrail’le tüm askeri ve ticari anlaşmalar iptal edilsin, Filistin halkıyla dayanışma büyütülsün!
Beyaz Saray koridorlarında meşruiyet arayanlar, emperyalist onayla iktidarlarını ayakta tutabileceklerini sanıyorlar; yanılıyorlar! Emperyalizm ve işbirlikçileri er ya da geç tarihin çöplüğünde yerlerini almaya mahkûmdur.
Kahrolsun emperyalizm!
Yaşasın halkların bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük mücadelesi!














