İzmir Kadın Platformu’ndan Diyanet hutbelerine ve iktidar politikalarına tepki: “Haklarımızdan, özgürlüğümüzden vazgeçmeyeceğiz!”

İzmir Kadın Platformu, Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde bir araya gelerek “Hayatlarımıza sahip çıkıyoruz, medeni haklarımızdan vazgeçmiyoruz” yazılı pankart açtı ve basın açıklaması yaptı. Kadınlar  “Yaşasın kadın dayanışması”, “Susmuyoruz korkmuyoruz itaat etmiyoruz”, “Jin jiyan azadi”, “Kadın yaşam özgürlük” sloganlarını attı. Kadınlar, iktidarın kadınların kazanılmış haklarına ve yaşamlarına dönük saldırılarını, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın son aylarda verdiği hutbeleri ve iktidarın ekonomik-sosyal politikalarını hedef aldı.

Hutbelerden kadınların haklarına saldırı

Platform, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın son aylarda camilerde verdiği hutbelerin kadınları hedef alan içeriklerle toplumu gerici bir çizgide yönlendirmeye çalıştığını belirtti.

27 Haziran 2025 tarihli hutbede, kamu işçilerinin toplu iş sözleşmesi sürecinde insanca yaşama talepleri, “kamu hakkına el uzatmak” olarak yorumlandı. Hutbede, “kamuya ait işleri yavaşlatmanın günah olduğu” iddia edilerek işçilerin grev ve hak arama mücadeleleri hedef alındı.

1 Ağustos hutbesinde, kadınların giyim tarzı gündeme getirilerek “modacılar ve medya çevrelerinin çıplaklığı özendirdiği, örtünmeyi değersizleştirdiği” savunuldu. Estetik operasyonlar “şeytanın oyunu” olarak nitelendi, dövmenin haram olduğu bildirildi.

8 Ağustos hutbesinde, vatandaşlara “otele değil, köyünüze gidin” çağrısı yapıldı. “Lüks ve israfın zirve yaptığı, helal ve haram hassasiyetinden uzak tatil anlayışının dinimizde yeri yoktur” denildi. Ancak hemen ardından Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kızı Feyza Erbaş’ın babasının BMW marka lüks aracının anahtarlığını paylaşması, çocuklarının yurt dışı tatilleriyle övünmesi büyük tepki topladı.

15 Ağustos hutbesinde ise bu kez kadınların miras hakkı hedefe kondu. “Kız çocuklarının Allah’ın takdir ettiği hakka razı olmaması kul hakkıdır” denilerek kadınların miras hakkı tartışmaya açıldı.

Kadın Platformu, bu hutbelerin yalnızca dini yorum değil, doğrudan anayasal eşitlik ilkesine saldırı niteliği taşıdığını vurguladı.

“Orta Vadeli Program bize daha çok yoksulluk vadediyor”

Basın açıklamasında hükümetin ekonomik politikaları da sert sözlerle eleştirildi. İktidarın hazırladığı Orta Vadeli Program’ın işçilere ve emekçilere daha fazla yoksulluk, esnek çalışma ve sömürü dışında bir şey sunmadığı kaydedildi. Kadınlar, “Çocuklarımız iş cinayetlerinde ölüyor, işe giderken katlediliyor. Bize ölüm ve yoksulluktan başka bir şey vermeyen bu düzeni ancak mücadelemizle değiştireceğiz” dedi.

“Hutbelerle hayatımız denetleniyor”

İzmir Kadın Platformu, her cuma minberlerden yükselen sözlerle kadınların yüzyıllardır mücadele ederek kazandığı hakların hedef alındığını söyledi. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Kadınların miras hakkı tartışmaya açılıyor, giyimi üzerinden hedef gösteriliyor.

Camilerde hutbeler okutularak kadınların yaşamı denetlenmeye çalışılıyor. Sokaklarda her gün bir kadın öldürülüyor; fabrikalarda, ofislerde, atölyelerde kadınlar tacize, mobinge, eşitsizliğe maruz kalıyor. Ama biz kadınlar, bu karanlığa teslim olmayacağız. Yıllar süren mücadeleyle kazandığımız haklarımızdan, özgürlüğümüzden bir adım geri çekilmeyeceğiz.”

“Mirasımızı, bedenimizi, emeğimizi kimseye bırakmayacağız”

Platform, kadınlara yönelen şiddetin, miras ve beden üzerinden kurulan denetimin, işyerlerinde süren taciz ve mobbingin bireysel değil örgütlü bir zihniyetin ürünü olduğuna dikkat çekti. Açıklamada şu ifadeler öne çıktı:

“Miras hakkımızı gasp etmeye kalkanlara, kıyafetimizi bahane ederek bedenimizi denetlemeye çalışanlara, hutbelerle eşitliğimizi yok sayanlara, fabrikalarda tacizi ve mobingi görmezden gelenlere karşı her yerde ayağa kalkıyoruz. Yaşam hakkımız pazarlık konusu değildir. Miras hakkımız, emeğimiz, bedenimiz ve özgürlüğümüz kimsenin fetvasına, patronun keyfine, gerici düzenin kurallarına teslim edilmeyecek!”

“Devlet kurumları kadınların haklarını hedef alıyor”

Basın açıklamasında iktidarın farklı kurumlarının kadınların haklarını hedef alan uygulamaları da detaylandırıldı.

Sağlık Bakanlığı, sezaryen doğumları fiilen engelleyerek kadınları vajinal doğuma zorluyor.

Milli Eğitim Bakanlığı, MESEM projeleri ile çocuk işçiliğini meşrulaştırıyor.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, kadınların güçlendirilmesi için günlük yalnızca 38 kuruş ayırırken evlilik kredileriyle aileyi güçlendirmeyi hedefliyor.

Adalet Bakanlığı, artan kadın cinayetlerine karşı önleyici yasaları uygulamak yerine cezasızlık politikaları ile failleri cesaretlendiriyor.

Diyanet’in ise geçmişten bugüne hutbeleri ve fetvalarıyla kadın-çocuk-LGBTİ+ düşmanlığını tırmandırdığı vurgulandı.

Talepler net

Kadın Platformu’nun talepleri ise şu şekilde sıralandı:

Kadına yönelik şiddete karşı yasalar etkin olarak uygulansın.

Nafaka, boşanma ve miras hakkına yönelik saldırılara son verilsin.

Kürtaj ve sezaryen üzerindeki fiili yasaklamalar kaldırılsın.

ILO 190 uygulanmaya başlansın.

Açıklamanın sonunda kadınlar, “Ne sizin kadın düşmanı yasalarınızı tanıyoruz ne de hutbelerinizi! Bizi hapsetmeye çalıştığınız kutsal aile düzeninize sığmıyoruz. Emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz, özgürlüğümüz için mücadelemizden asla vazgeçmeyeceğiz” mesajı verdi.

 

 

12 Eylül Askeri Faşist Darbesi 45.Yılında

 

12 Eylül Askeri  Faşist Darbesinin 45. Yılında

Faşizmi Lanetliyor Faşizme Karşı Mücadelede Direniş Çiçeklerini Saygıyla Anıyoruz

12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen faşist askeri cunta darbesinin üzerinden tam 45 yıl geçti. Darbe, yalnızca ülkemizin demokratik kurumlarını yok etmekle kalmamış, işçi sınıfı, emekçiler, kadınlar, gençler ve ilerici güçler üzerinde kalıcı bir baskı ve terör rejimi oluşturmuştur. Bu nedenle bugün bir kez daha haykırıyoruz: Faşizme karşı mücadele, demokrasi ve özgürlük mücadelesidir.

12 Eylül: Halkın Mücadelesine Karşı Amerikancı Darbe

45 yıl önce, Türkiye’de işçi sınıfının, emekçilerin, gençlerin ve ilerici güçlerin yükselttiği özgürlük, demokrasi ve eşitlik mücadelesi, ABD ve NATO desteğiyle bastırıldı. Darbe ile:

TBMM, siyasi partiler, sendikalar ve ilerici kurumlar kapatıldı,

Grevler ve direnişler yasaklandı, toplu iş sözleşmeleri askıya alındı,

Yüz binlerce kişi gözaltına alındı ve işkence gördü. İşkenceyle öldürüldü.

Yüzlerce insan idam edildi, kaybedildi, akibeti, gömülü olduğu yerlerin hala nerede olduğu bilinmeyenler var;

Askeri cezaevleri, emniyet müdürlükleri, “gayrıresmi” mekanlar sınırsız, pervasız ve sistematik işkence merkezlerine dönüştürüldü.

Darbenin bilançosu resmi belgelerle sabittir:

Araştırmalara göre 12 Eylül Askeri Darbesi’nin toplumsal ve siyasal bilançosu şöyledir:

1 milyon 683 bin kişi ‘fiş’lendi.

650 bin kişi gözaltına alındı.

Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

7 bin kişi idam istemiyle yargılandı.

517 kişiye idam cezası verildi.

259 kişinin idam dosyası Yargıtay’ca onandı.

49 kişi idam edildi

71 bin kişi 141, 142 ve 163’den yargılandı.

98 bin 404 kişi ‘örgüt üyesi’ olmak suçundan yargılandı.

388 bin kişiye pasaport verilmedi.

14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı.

30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.

300 kişi ‘kuşkulu bir şekilde’ öldü.

171 kişinin ‘işkenceden öldüğü belgelerle kanıtlandı.

14 kişi cezaevindeki uygulamaları protesto etmek için yaptıkları ‘açlık grevi’ sonucu yaşamını yitirdi.

30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.

1402 sayılı yasa nedeni ile 3 bin 854 öğretmenin ve 120 öğretim görevlisinin işine son verildi.

1402 sayılı yasa nedeniyle 9 bin 400 kişi kamu görevinden atıldı ya da sürüldü.

47 yargıç görevden atıldı.

7 bin 233 devlet görevlisi bölgeleri dışına sürüldü.

937 film ‘sakıncalı’ bulunduğu için yasaklandı.

23 bin 667 derneğin faaliyeti durduruldu.

İstanbul’da gazeteler toplam 300 gün yayımlanmadı.

13 büyük gazete için 303 dava açıldı.

31 gazeteci cezaevine konuldu.

Gazeteciler hakkında toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

Gazetecilere toplam 3 bin 715 yıl hapis cezası verildi.

300 gazeteci saldırıya uğradı.  3 gazeteci öldürüldü

49 ton gazete ve dergi imha edildi, Yüzbinlerce yayına el konuldu ve imha edildi. Sadece Bilim ve Sosyalizm yayınlarına ait 113.607 kitap yakıldı. Sol yayınlarına el konuldu ve yakıldı. Yayınevi sahipleri gözaltına alındı, tutuklandı, işkence gördü. İlhan Erdost işkence yapılarak öldürüldü.(1)

Tüm bu rakamlar, 12 Eylül’ün toplumsal belleğimizde yarattığı derin ve kalıcı yaraları gözler önüne sermektedir.

Ekonomik ve Sosyal Etkiler; 24 Ocak Kararları ve Sendikal Baskı

12 Eylül darbesi, 24 Ocak 1980 kararlarının uygulanması ve neoliberal ekonomik dönüşümün önünün açılması için bir araç olarak kullanıldı. Darbe ile işçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış hakları sistematik olarak tasfiye edildi;

Sendikal faaliyetler durduruldu, grevler yasaklandı, toplu iş sözleşmesi hakkı askıya alındı, mücadeleci konfederasyon DİSK kapatıldı; yöneticileri gözaltına alındı, tutuklandı.

Nisan 1981–Eylül 1983 arasında 148 toplu iş sözleşmesi Yüksek Hakem Kurulu tarafından bağıtlandı;

1980–1987 arasında reel ücretler yüzde 40 geriledi,

Emekçilerin örgütlenme oranı yüzde 40’tan yüzde 10’lara düştü.

Bu süreç, işçilerin önce örgütlerini, sonra özlük haklarını, giderek iş güvenliklerini kaybetmelerine yol açtı. 12 Eylül ile başlayan ve Özal dönemiyle derinleşen özelleştirme politikaları, bugüne kadar kesintisiz şekilde sürdürülmekte; uluslararası sermaye ve çokuluslu şirketlere tam açılma, toplumsal zenginlik ve doğal kaynakların talanını hedeflemektedir.

Siyasal ve İdeolojik Dönüşüm

12 Eylül darbesi, yalnızca emekçileri değil, toplumun ilerici birikimini, kazanımlarını de hedef aldı. ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesi doğrultusunda Türk-İslam sentezi resmi ideoloji haline getirildi:

Tarikatlar, cemaatler ve gerici yapılar devletin merkezine taşındı,

Din dersleri zorunlu hâle getirildi, toplumsal yaşamın dincileştirilmesinin önü açıldı.

Bu ideolojik dönüşüm, bugün hâkim olan siyasal İslamcı rejimin temellerini attı ve toplumun eğitim, kültür ve sosyal yaşamını doğrudan etkiledi.

Kürt dili, kimliği yok sayıldı, düşmanlaştırıldı; kürt olmak sorgu merkezleri ve cezaevlerinde işkence ve vahşetin ayrı bir nedeni olarak görüldü. Toplumda ayrıştırma, düşmanlaştırma politikaları uygulandı.

Darbenin Kurumsallaşması ve Günümüzdeki Sürekliliği

1982 Anayasası, cunta tarafından tekelci burjuvazinin iktidarını pekiştirmek için yapıldı. Bugün hâlâ, AKP iktidarıyla birlikte yeni mekanizmalar da devreye sokularak, hukuk tanımaz uygulamalarla faşizmin varlığı sürmektedir.

2010 ve 2017 Anayasa değişiklikleri ile kuvvetler ayrılığı fiilen yok edildi,

Parlamenter sistem tasfiye edilerek tek adam rejimi kuruldu,

Belediye başkanları, seçilmişler kayyımlarla görevden alındı, muhalefet susturulmaya çalışıldı;

OHAL ve KHK rejimiyle binlerce kamu çalışanı ihraç edildi,

Eğitim, sağlık, adalet ve medya-habercilik alanlarında gericilik ve sermaye çıkarları hâkim kılındı.

Bugün uygulanan politikalar, 12 Eylül’ün kurumlaşmış ve kalıcı sonuçlarıdır. AKP iktidarı, dincileştirilmiş, toplumsal cinsiyetçi uygulamaları yoğunlaştırarak, eğitim sistemiyle “dindar ve kindar gençlik” yetiştirmekte; doğa ve yaşam alanlarını çokuluslu şirketlerin talanına açmaktadır.

Faşizme Karşı Mücadele Günceldir

12 Eylül darbesi, işçi sınıfı ve emekçilerin yükselen mücadelesine karşı yapılmış bir saldırıdır. Bugün de emekçiler iş ve örgütlenme güvencesi, iş güvenliği olmaksızın düşük ücretle, işsizlik tehdidi altında, yoksullukla mücadele etmektedir; kadınlar ve gençler gericiliğin baskısı altında, gelecek belirsizliği içerisinde umarsızlaştırılarak ezilmektedir.

Tarih bize göstermiştir ki kaybedilen her şey yeniden kazanılabilir. Emekçilerin, kadınların ve gençlerin birleşik örgütlü mücadelesi, faşizmin karanlığını dağıtacak tek çıkış yoludur.

Sonuç

12 Eylül karanlığının 45. yılında bir kez daha haykırıyoruz:

Faşizme karşı mücadele, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik mücadelesidir.

Direnen, bedel ödeyen, hayatını kaybeden devrimci, ilerici ve demokratları saygıyla anıyoruz.

Yaşasın emek, özgürlük ve demokrasi mücadelesi.

 

(1) Tihv Dökümantasyon

İzmir’de Kadınlardan Filistinli Kadınlarla Dayanışma Eylemi. Soykırıma ve İşgale Direnen Filistinli Kadınlarla Mücadelemiz Ortak

İzmir Kadın Platformu ve Kadınların Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi, Karşıyaka’da Filistinli kadınlarla dayanışma için sokağa çıktı. Karşıyaka İZBAN İstasyonu önünde toplanan kadınlar, “Soykırıma ve İşgale Karşı Direnen Filistinli Kadınlarla Mücadelemiz Ortak – İsrail’e Tam Ambargo” pankartı açtı.

Buradan yürüyüşe geçen kadınlar, “Filistinli kadınlar yalnız değildir”, “Emperyalistler işbirlikçiler Ortadoğu’dan defol”, “Nehirden Denize Özgür Filistin”, “Filistin’e Özgürlük İsrail’e Boykot”,  “Soykırımcı İsrail Hesap Verecek”, “Filistin’de direnen kadınlara bin selam”, “Gazze’de Açlık Soykırım Silahı”, “Gazze’de Çocuklar Açlıktan Ölüyor” sloganları eşliğinde Kemalpaşa Caddesi boyunca ilerledi. Yürüyüşün ardından Karşıyaka İskele karşısında basın açıklaması yapıldı.

Basın açıklamasını Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi’nden Aysel Önen okudu

“Soykırıma ve İşgale Direnen Filistinli Kadınlarla Mücadelemiz Ortak”

Açıklamada, İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarının bir soykırım olduğu vurgulandı. Gazze’de saldırılarda katledilenlerin büyük bölümünü kadın ve çocukların oluşturduğu, Filistinli kadınların açlık, sağlık sorunları, zorunlu göç ve cinsel şiddetle karşı karşıya bırakıldığı belirtildi.

Açıklamada, “Soykırım elbette bütün bir halkı hedef alıyor, ama soykırımın da işgalin de cinsiyetlendirilmiş bir boyutu var” denildi. Kadınlar, bombardıman altında yaşam mücadelesi veren Filistinli kadınların direnişini selamladı.

Türkiye’ye çağrı: “Ambargo uygulansın”

Kadınlar, AKP-MHP iktidarının İsrail karşısında yalnızca kınama ile yetindiğini, ticari ve diplomatik ilişkilerin sürdüğünü ifade etti. İsrail’e karşı somut yaptırımların hayata geçirilmesi gerektiğini vurgulayan kadınlar şu talepleri dile getirdi:

  • İsrail’e tam ambargo ilan edilmeli ve uygulanmalı,

  • Askeri, ticari, siyasi, akademik ve kültürel tüm ilişkiler kesilmeli,

  • Petrol sevkiyatı durdurulmalı, limanlar İsrail’e giden gemilere kapatılmalı.

“Nehirden denize özgür Filistin!”

Eylemde, geçen yıl Filistin’de dayanışma sırasında İsrail askerleri tarafından katledilen Ayşenur Ezgi Eygi de anıldı. Kadınlar, Eygi’nin mücadelesinin kendi mücadelelerinin bir parçası olduğunu vurguladı.

Açıklama, “Nehirden denize özgür Filistin!” sloganıyla sonlandırıldı.

Basın açıklamasının tam metni şöyle:

“Soykırıma ve İşgale Direnen Filistinli Kadınlarla Mücadelemiz Ortak!

Bugün, Barışa İhtiyacım Var diyerek bir araya gelen, Kürt sorununda demokratik ve barışçıl bir çözümü savunan, Türkiye’de savaş politikaları, bölgesel savaş ve emperyalizm arasında bağlar kuran kadınlar olarak Filistin için buradayız, İsrail’e Tam Ambargo Uygulansın talebiyle 17 şehirde sokaklardayız. Geçen yıl 6 Eylül’de  Ayşenur Ezgi Eygi, Filistin halkıyla dayanışmak için gittiği işgal altındaki Nablus’un Beita kasabasında İsrail işgal güçleri tarafından başından vurularak katledildi. Ayşenur’un anısını mücadelemizde yaşatıyoruz.

Filistin halkı yüz yılı aşkın süredir siyonist işgale, etnik temizliğe, yerleşimci sömürgeciliğe ve ırk ayrımcı rejime karşı onurlu direnişini sürdürüyor. İşgalci İsrail, ABD başta olmak üzere emperyalist suç ortaklarının desteğiyle son iki yıldır tüm dünyanın gözü önünde soykırım suçu işliyor. 7 Ekim 2023’ten beri devam eden soykırım saldırıları sonucunda on binlerce Filistinli katledildi, binlercesi yaralandı, nüfusun tamamına yakını yerinden edildi, hastaneler, okullar, yaşam alanları bombalandı. Gazze halkı insani yardım ve tıbbi malzeme geçişinin dahi engellendiği abluka koşullarında açlığa mahkum ediliyor. Kıtlık ilan edilen Gazze’de yüzlerce insan açlıktan ölürken, bir torba un almak için ölüm tuzağına dönüşen dağıtım noktalarına gidenler kurşuna diziliyor. Tüm bunlara tanık olmanın ağırlığıyla buradayız ve biliyoruz ki bugün durum daha da acil, çünkü Ağustos ayında Gazze Şeridi’nde kara harekatı başlatarak işgali genişleten ve Batı Şeria’yı ilhak kararı alan soykırımcı İsrail, Filistin’den geriye kalan ne varsa imha etmeyi hedefliyor.

Soykırım elbette bütün bir halkı hedef alıyor, ama soykırımın da işgalin de cinsiyetlendirilmiş bir boyutu olduğunu biliyoruz. İsrail’in Gazze’yi hedef alan soykırım saldırılarında katledilenlerin yüzde 70’ini kadınlar ve çocuklar oluşturuyor. Binlerce kadın ve kız çocuğu kalıcı olarak engelli hale geldi. Tacize, tecavüze, erkek şiddetine, çıplak aramaya maruz kalan Filistinli kadınların başvurabilecekleri bir mekanizma ya da sığınabilecekleri güvenli bir alan yok. Gıdaya, ilaca, hijyenik pede ve hiçbir temel ihtiyaca erişim mümkün olmadığı için birçok kadın sağlık sorunları yaşıyor. Hamile ve emziren kadınlar yetersiz beslenme nedeniyle kansızlık, gebelik zehirlenmesi, kanama ve hatta ölüm riskiyle yaşıyor. Doğumda durumu ağırlaşan kadınlar gerekli medikal destek sağlanmadığı için hayatını kaybediyor. Bombardıman altında defalarca göç etmek zorunda kalan kadınlar bir yandan enkaz yığınına dönen yerlerde açlıktan ölmemek için yaşam mücadelesi verirken diğer yandan çocukların, yaşlıların, yaralıların bakımını üstleniyor. Kadınlar soykırım koşullarında direnirken siyonist İsrail’in Filistin’i, Suriye’yi, Lübnan’ı, Yemen’i ve İran’ı hedef alan saldırılarını “kadınları özgürleştirme” kılıfıyla servis ettiğini görüyoruz. Tüm bölgeyi savaşa sürükleyen suçlarını temize çekmek için kadın mücadelesini araçsallaştırmaya çalıştıklarına şahit oluyoruz. Bu siyonist propagandayı tüm dünyada sınırları aşan kadın dayanışmamızla yerle bir ediyoruz. Erkek egemen sisteme, yerleşimci sömürgeciliğe, soykırıma ve işgale karşı direnen kadınlarla mücadelemiz ortak diyoruz!

Yine aynı zamanda Türkiye’de Ermeni, Rum ve Yahudilere yönelik en büyük saldırılardan biri olarak tarihe geçen 6-7 Eylül’de yaşanan pogromun 70. Yıldönümünün üzerinden sadece birkaç gün geçti. Unutmuyoruz! 6-7 Eylül silinmeye çalışılsa, resmi tarih anlatısının parçası olmasa da, kendinden olmayanı nefret politikasıyla yok etmenin, evine, yaşamına çökmenin, devlet gücüyle ezmenin, bunu da yine kadınların bedenlerini ihlal ederek yapmanın hafızası oldukça canlı ve coğrafyaları aşıyor. 6-7 Eylül’ü yaşatanların mirası bugün bu topraklarda ırkçı ayrımcı politikaları sürdüren siyasal iktidarda ve toplumsal yansımalarında kendisini göstermeye devam ediyor. İsrail’in küresel destekçilerinden aldığı güçle Filistinlileri oradan oraya sürmesinde, sürdüğü yollarda katletmesinde, insan saymamasında da öyle. Pogromlara ve ırkçı saldırılara maruz kalan Rum, Ermeni, Yahudi kadınların, Mahsa Amini isyanıyla sokaklara dökülen İranlı kadınların, Rojava’da kazanımlarını savunan Kürt kadınların, IŞİD ve selefi çetelerin soykırımına direnen Ezîdî kadınların, HTŞ’nin ve güdümündeki cihatçı çetelerin soykırım saldırılarına direnen Alevi kadınların ve iki yıldır siyonist işgale ve soykırıma direnen Filistinli kadınların direnişi aynı mücadele hattında ortaklaşıyor.

AKP-MHP iktidarı ikinci yılına yaklaşan soykırım süreci boyunca hamasetten öteye geçmeyen göstermelik kararlar alıp, kınamakla yetinip, timsah gözyaşlarıyla izlemeyi seçti. Askeri, ticari, diplomatik, akademik ve kültürel ilişkiler kesilmedi. Somut yaptırım uygulanmadı. Sözde ticareti durdurma kararları alınsa da siyonistlerle ticaret son sürat sürdürüldü, petrol sevkiyatı kesilmedi, limanlar İsrail’e askeri mühimmat taşıyan gemilere kapatılmadı, Filistin’le dayanışma eylemlerine katılanlar tutuklanırken soykırımı besleyen İsrailli silah tüccarları İstanbul’da kırmızı halılarla karşılandı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 29 Ağustos’taki Filistin gündemli olağanüstü genel kurulunun ardından yine bir kınama tezkeresi yayınlandı ve soykırımı durduracak hiçbir somut yaptırım kararı alınmadı. Soykırım saldırıları sürerken kınamakla yetinen, işgal devletiyle ilişkilerini kesmeyen devletler ve işgal devletinin saldırılarını finanse eden sermaye, soykırımda suç ortağıdır!

Biz kadınlar, emperyalistlerin ve siyonistlerin siyasi, askeri ve ticari çıkarları için körüklediği bölgesel savaşın, derinleşen sömürünün ve soykırımın karşısında hayatları için direnen Gazzeli kadınlarla dayanışmaya devam edeceğiz. Çünkü bizim için barış, bu coğrafyada eşit ve özgür bir yaşam kurabilmek demek. Tüm kadınları Filistin halkına yönelik soykırıma karşı mücadeleyi birlikte yükseltmeye çağırıyoruz.

Bugünlerde 50’yi aşkın gemiyle yola çıkan Sumud Filosu İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı kırmaya çalışırken biz de sokaktayız. Siyonist işgal devletinin iki yıldır Filistin halkını hedef alan soykırım saldırılarına karşı kadınlar olarak göstermelik kınama tezkereleri ve işlevsiz hamaset değil somut yaptırım uygulanmasını talep ediyoruz. Savaşın, soykırımın ekonomisine, rantına dokunmadan hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyoruz. Barışa İhtiyacım var diyen kadınlar olarak ilk günden beri ısrarla söylediğimiz gibi bugün de Gazze’deki kadınların ölüm, açlık, taciz, tecavüz ve göçe zorlanma ile bedenlerinin savaş alanına çevrildiğini haykırıyoruz. Bu savaşı yürüten İsrail’in durdurulması için Filistin halkının ve Filistinli kadınların soykırım karşısında kınamaya değil acil ve gerçek bir dayanışmaya ihtiyacı var:

  • İsrail’e tam ambargo ilan edilmeli ve derhal uygulanmalıdır!
  • İsrail ile askeri, siyasi, ticari, akademik ve kültürel tüm ilişkiler kesilmeli, bütün anlaşmalar feshedilmelidir!
  • Petrol sevkiyatı durdurulmalı ve limanlar İsrail’e giden gemilere kapatılmalıdır!

Nehirden denize özgür Filistin!

Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi

İzmir Kadın Platformu”

 

 

KHK ile İhraç Edilen Eğitim Emekçileri Oturma Eyleminin 337. Haftasında Direnişte

KHK ile İhraç Edilen Eğitim Emekçileri 337. Haftasında  Direnişte

Öğrenim döneminin başlamasıyla birlikte KESK’e bağlı Eğitim-Sen İzmir 2 Nolu Şube, Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilen kamu emekçilerinin işlerine geri dönmesi talebiyle Karşıyaka Çarşı girişinde sürdürdüğü oturma eylemlerine devam ediyor. Bugün eylemin 337’ncisi gerçekleştirildi.

Eylemde basın açıklamasını Eğitim-Sen İzmir 2 Nolu Şube Başkanı Zeliha Danyeli okudu. Açıklamada, 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden geçen 9 yılı aşkın sürede OHAL’in kaldırılmış olmasına rağmen fiili OHAL uygulamalarının ve KHK rejiminin devam ettiği vurgulandı. Danyeli, KHK’ların emekçileri “ağaç kabuğuna muhtaç etme, ekmekle terbiye etme” anlayışıyla hayata geçirildiğini, on binlerce kamu emekçisinin hukuksuz biçimde ihraç edildiğini dile getirdi.

Açıklamada ayrıca, KESK üyelerinin barış talep ettikleri, parasız ve anadilinde eğitim istedikleri, kadın cinayetlerine karşı çıktıkları ve ekolojik yıkıma dikkat çektikleri için ihraç edildiklerinin altı çizildi. Barış Akademisyenleri örneği hatırlatılarak, Anayasa Mahkemesi’nin ifade özgürlüğü kararına rağmen iade süreçlerinin sürüncemede bırakıldığı belirtildi.

Danyeli, “İktidara bir kez daha çağrıda bulunuyoruz: Yargıyı araçsallaştırmaktan vazgeçin ve hukuksuz ihraç edilen tüm KESK’li KHK’lıların geriye dönük tüm haklarıyla birlikte derhal görevlerine iade edilmesini sağlayın” ifadelerini kullandı.

Basın açıklamasının ardından Grup Susika müzik dinletisi sundu ve halaylar çekildi.

Açıklamanın tam metni şöyle:

“Basına ve Kamuoyuna

15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden 9 yılı aşkın bir süre geçti. OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu’nun görev süresinin bitiminin üzerinden yaklaşık üç yıl, 7 kez uzatılan OHAL’in kaldırılmasının üzerinden ise 7 yıl geçti. Ancak fiili OHAL uygulamaları ve KHK rejimi hâlâ devam etmektedir. Askeri darbe dönemlerinde dahi görülmemiş yoğunlukta ve hukuksuzlukta hazırlanan KHK’lar, “ağaç kabuğuna muhtaç etme”, “ekmekle terbiye etme” anlayışıyla hayata geçirilmiş, emekçileri açlığa, yoksulluğa ve dışlanmaya mahkûm etmiştir.

Uzun yıllar iktidarın merkezinde yer alan Gülen cemaati ile AKP arasındaki ilişki 17/25 Aralık 2013’te gün yüzüne çıkmış, 2016’ya kadar devam eden bu çatışma 15 Temmuz darbe girişimiyle sonuçlanmıştır. Bu süreçte cemaatin nasıl devletin ortağı haline getirildiği, “Ne istediler de vermedik” sözleriyle bizzat itiraf edilmiştir. 300’e yakın yurttaşın hayatını kaybettiği darbe girişimi, iktidar tarafından “Allah’ın lütfu” olarak nitelendirilmiş ve OHAL döneminde çıkarılan KHK’lerle muhalif  tüm kesimlere yönelik saldırılara zemin yapılmıştır.

OHAL boyunca Bakanlar Kurulu, 36 KHK yayımlamıştır. Bu kararnamelerle on binlerce kişi işten çıkarılmış, kadın ve çocuk dernekleri kapatılmış, kültür ve dil kurumları tasfiye edilmiştir. 16 Nisan 2017 Anayasa değişikliği referandumunun ardından ise uyum yasalarıyla bu düzenlemelere yenileri eklenmiştir.

Darbe girişimi ve OHAL, çalışma yaşamında da fırsata çevrilmiştir. Grevler yasaklanmış, kamu çalışanları gece yarısı Resmi Gazete’de yayımlanan listelerle işlerinden edilmiştir. Oysa bu arkadaşlarımızın büyük bir kısmı hakkında daha önce hiçbir soruşturma dahi açılmamıştır.

Toplamda 125.612 kişinin ihraç edildiği bu süreçte, 4259’u KESK’e bağlı sendikaların üyesidir. KESK’liler, Gülen cemaatinin devletin her kademesinde etkin olduğu dönemde dahi cemaat baskılarıyla, tutuklamalarla ve sürgünlerle karşılaşmıştır.  KESK’li KHK’lılar, barış istedikleri için, parasız, bilimsel, anadilinde eğitim istedikleri için, hak, hukuk, adalet istedikleri için, sendikal hak ve özgürlükler için mücadele ettikleri için, ekolojik yıkıma dikkat çektikleri için, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının talan edilmesine hayır dedikleri için, kadın cinayetlerine son vermek için ve savaşa karşı mücadelenin unsurları oldukları için KHK ile ihraç edilmişlerdir. Kamu çalışanlarının büyük bir kısmı hakkında daha önce hiçbir soruşturma dahi açılmadan, gece yarısı Resmi Gazete’de yayımlanan listelerle işlerinden edilmiştir.

En çarpıcı örneklerden biri de Barış Akademisyenleridir. Bugün Kürt sorununda yeniden barışa dair umutların filizlendiği bu dönemde, büyük bedeller ödemelerine rağmen duruşlarından taviz vermeyen Barış Akademisyenleri şahsında tüm ihraç arkadaşlarımızı selamlıyoruz.

Hatırlanacağı üzere, bölgede yaşanan hak ihlallerinin son bulması ve çözüm sürecine geri dönülmesi talebiyle 11 Ocak 2016’da 1128 akademisyenin imzasıyla “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri yayımlanmıştı. Ardından akademisyenler hakkında soruşturmalar açıldı, davalar yürütüldü, cezalar verildi. Ancak Anayasa Mahkemesi, bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu açıkladı. Buna rağmen OHAL Komisyonu, 2021 yılında verdiği kararlarda bu içtihadı dikkate almayarak başvuruları reddetti. Göreve iadeler ise üniversitelerin itirazlarıyla hâlâ sürüncemede bırakılmaktadır.

Yargının siyasallaşmasının en somut örneği, ihraçlarla ilgili çelişkili kararlarında görülmektedir. Aynı içerikteki dosyalar bir mahkemede reddedilirken, diğerinde kabul edilmiştir. 1800’e yakın dosya ise hâlâ beklemektedir. Bu durum açıkça “düşman hukuku” uygulandığını göstermektedir.

Çok yönlü bir iktidar kuşatması altında sendikal örgütlenme ve hak mücadelesi yürütüyoruz. Dayanışma ve mücadeleyle emeğin onurlu tarihinde yerimizi aldık. Biz, bu faşizan uygulamalar son buluncaya; emek, barış ve demokrasi mücadelemiz sonuç alıncaya kadar kesintisiz olarak mücadele edeceğiz.

İktidara bir kez daha çağrıda bulunuyoruz: Yargıyı araçsallaştırmaktan vazgeçin ve hukuksuz ihraç edilen tüm KESK’li KHK’lıların geriye dönük tüm haklarıyla birlikte derhal görevlerine iade edilmesini sağlayın.

337 haftadır bu alanda söylüyoruz:

Savaşa karşı barışı, ölüme karşı yaşamı, tekçiliğe karşı çoğulculuğu, karanlığa karşı aydınlığı savunmaya devam edeceğiz.

KESK’li ihraçlar onurumuzdur.

 Yaşasın örgütlü mücadelemiz, yaşasın KESK!

Eğitim Sen İzmir 2 Nolu Şube Başkanı Zeliha Danyeli”

 

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: Halkın İradesi Gasp Edilemez. Kayyumlara Hayır

İzmir’de “Kayyuma Hayır” Eylemi

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, CHP İstanbul İl Yönetimi’ne kayyum atanmasına tepki göstererek Alsancak Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde basın açıklaması yaptı. “Halkın iradesi gasp edilemez, kayyımlara hayır” pankartı açılan açıklamada “Faşizme karşı omuz omuza”, “Kayyum darbedir, darbeye hayır” ve “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek”, “Kurtuluş devrim de sosyalizm de”,  “Devrimci tutsaklar onurumuzdur” sloganları atıldı.

Açıklamayı İzmir Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Süha Yüksel okudu. Yüksel, Doğu ve Güneydoğu’da yıllardır uygulanan kayyum politikalarının şimdi ülkenin batısına taşındığını belirterek, CHP İstanbul İl Başkanlığı’na atanan kayyum kararını “hukuk garabeti” olarak nitelendirdi.

“Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden geçiyoruz” diyen Yüksel, iktidarın halk iradesini gasp ederek muhalefeti siyaset dışı bırakmaya çalıştığını ifade etti.  Yüksel “Herkes için demokrasi, adalet, eşitlik ve özgürlük” çağrısını yineleyerek mücadeleyi sürdüreceklerini vurguladı.

Açıklamanın tam metni şöyle:

“Değerli Basın Emekçileri ve Sevgili İzmir Halkı!

Ülkemiz demokrasi, hukuk ve özgürlükler açısından çok karanlık bir dönemden geçmektedir. Baskıcı, var olan demokratik kazanımların hemen hemen hepsini yok eden, yok edemediğini de kendi lehine kullanan, halkın iradesini ve demokratik işleyişi asla ve asla sindiremeyen totaliter bir yönetim sistemi ile karşı karşıyayız. Tüm bu yönetememe anlayışına rağmen iktidarın “öteki” dedikleri ülkede demokrasi ve özgürlük mücadelesi veriyor!

Doğu ve Güneydoğu’daki belediyelere yıllardır atanan ve olağanlaştırılmaya çalışılan kayyum tipi ‘demokrasi’ bugün ülkenin batısında da uygulanmaktadır. Demokratik yollarla halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanları, bürokratlar, siyasiler birer birer cezaevine atılıyor. Böylece iktidar kaybettiği belediyeleri halka rağmen ve halkın iradesini gasp ederek “kayyumlar” vasıtasıyla geri almak istiyor. Ancak eşitlikten, barıştan, demokrasiden ve adaletten yana olan halkımız buna dur, diyor ve demeye devam edecektir.
Son birkaç gündür CHP İstanbul İl Başkanlığı özelinde gerçekleşen olaylar hepimizin malumudur. CHP İstanbul 38. Olağan İl Kongresi’nde başkan seçilen Özgür Çelik ve yönetimi, Disiplin Kurulu, Asıl ve Yedek Üyeleri hukuken hiçbir şekilde görevli olmayan İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin ihtiyati tedbir kararı ile görevden uzaklaştırılmış ve İstanbul İl Başkanlığı’na Gürsel Tekin ve ekibi kayyum atanmıştır.

Kararın hukuka aykırı olduğunu hepimiz biliyoruz. Çünkü ,günlerdir hukukçular tarafından tartışılan bu konu ile ilgili “hiçbir kanun ve usulde böyle bir kararın alınmasının mümkün olmadığı” dile getirilmiş ve hatta barolar konunun hukuki yönünü çok açık ve net bir şekilde dile getiren ortak bir basın açıklaması bile bu hukuk garabetini durduramamıştır. Bu hukuk garabeti devamında, CHP İstanbul İl Merkezi’nin polis ablukasına alınmış, partililer ve yöneticiler binaya sokulmamış. Buna rağmen insanlar üyesi oldukları partinin binasına barikatları yıkarak ve polis ablukasını delerek girmiştir. Kayyum olarak atananlar her ne kadar ‘baba ocağı’, ‘evimiz’, ‘partimiz’ gibi söylemler ile ortamı yumuşatmaya çalışsa da iktidarla birlikte ana muhalefet partisini hukuk dışı yollarla fiilen siyaset dışı bırakmaya çalışmaktadır. Bu antidemokratik uygulamaların Türkiye demokrasi tarihinde en kara lekelerinden birisi olarak anılacağından hiç şüphemiz yoktur.

Değerli basın emekçileri,

Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden geçiyoruz. Bu dönemde ekonomik kriz siyasi krizle birleşmiş, yönetenler eskisi gibi yönetemez, yönetilenler ise bu şekilde yönetilmeyi istemez hale gelmiştir. Bu kriz, daha fazla demokrasi, ekonomik refah, adalet, hukukun üstünlüğü ve çoğulculuk ile aşılabilecekken toplum tam tersi antidemokratik uygulamalar ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Bu Krizden çıkışın yolu iktidar tarafından tek bir muhalif sesin bile çıkmadığı, hak ve özgürlüklerin rafa kaldırıldığı, hukukun yok sayıldığı, toplumun kayyumlarla idare edildiği, edilemeyenlerin ise cezaevlerine atıldığı bir ülke öngörmektedir. Bu yolun bir çözüm olmadığı çok açıktır.

Bir kez daha hatırlatmak istiyoruz; bu karanlık dehlizlerden çıkmanın tek bir yolu vardır:
Herkes için Demokrasi,
Herkes için adalet,
Herkes için eşitlik,
Herkes için özgürlük ve
Herkes için hukukun üstünlüğü gibi çoğulcu ve demokratik uygulamalardır…

Ülkemizde bu çoğulcu ve demokratik uygulamalara ulaşabilmek için İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri olarak üzerimize düşen mücadeleyi sürdüreceğimizi ve hiçbir gücün bunu durduramayacağını bir kez daha belirtiyor, herkesi saygı ve sevgi ile selamlıyoruz…
İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri Adına
Dr. Seha Yüksel”

Kayyım Rejimine Karşı Halkın İradesi Kazanacak!

Kayyım Rejimine Karşı Halkın İradesi Kazanacak!
Siyasal iktidar, halkın iradesini gasp etmeye devam ediyor! Kürt illerinde yıllardır seçilmiş belediye başkanlarını görevden alıp yerlerine kayyım atayan iktidar, şimdi de Cumhuriyet Halk Partisi’ne saldırmıştır. 8 Ekim 2023’te İstanbul’da yapılan 38. Olağan İl Kongresi’nde seçilen yönetim, mahkeme eliyle görevden uzaklaştırılmış, yerine kayyım atanmıştır. Bu karar, hukukun değil sarayın buyruğunun ürünüdür!
Bugün Türkiye’de işleyen “ikili hukuk düzeni” vardır: İktidarın çıkarlarına hizmet eden bir hukuk ve halkın iradesini yok sayan bir yargı. Bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitiren mahkemeler, muhalefeti tasfiye etmenin, halkı susturmanın aracı -sopası haline gelmiştir.
Kayyım, gasp demektir! Kayyım, darbe hukukunun güncellenmiş biçimidir! Kayyım, demokratik siyasetin boğazına geçirilen ilmek, halkın iradesine vurulan kelepçedir!
Bizler halkın iradesini yok sayan bu kayyım rejimini kabullenmiyoruz. Seçme ve seçilme hakkının dokunulmaz olması gerektiğini savunuyoruz
Halk iradesi gasp edilemez!
Kayyımlar gidecek, halk kazanacak!
Demokrasi, eşitlik ve özgürlük mücadelesinden vaz geçmeyeceğiz.
Siyasal iktidara bir kez daha hatırlatıyoruz: Halkın iradesine saygı duymak, yargıyı baskı aracı olmaktan çıkarmak ve ulusal–uluslararası yükümlülükleri yerine getirmek zorundasınız.
Halkın iradesine sahip çıkmak, kayyım rejimini dağıtmak ve gerçek bir demokrasi inşa etmek için faşizme karşı omuza omuza !

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: 1 Eylül Dünya barış Günü. Barış, Eşitlik, Özgürlük ve Adalet İstiyoruz.

İzmir’de 1 Eylül Dünya Barış Günü Yürüyüş ve Mitingi.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla yürüyüş ve miting düzenledi. Cumhuriyet Meydanı’nda bir araya gelen sendikalar, siyasi partiler ve kitle örgütleri, “Barış, özgürlük, eşitlik ve adalet istiyoruz” yazılı pankart arkasında kortej oluşturarak Gündoğdu Meydanı’na yürüdü.

Yürüyüş ve miting hafta içi mesai günü ve akşam saatine denk gelmesi nedeniyle katılım görece düşük oldu. Yürüyüş boyunca “Savaşa değil emekçiye bütçe”, “Filistin halkı yalnız değildir”, “Katil İsrail Filistin’den defol”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Yaşasın barış – Biji aşiti” sloganları atıldı.

Miting alanında ortak açıklamayı İzmir Barosu Başkanı Sefa Yılmaz ve DEM Parti İl Kadın Meclisi Sözcüsü Türkan Aslan Ağaç okudu.

Açıklamanın tam metni şöyle:

“Değerli Basın Emekçileri, Değerli Arkadaşlar

Bugün, insanlık tarihinin en büyük yıkımlarından birine yol açan İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı günün yıldönümünde; 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde halklar dünyanın dört bir yanında barışın, eşitliğin ve özgürlüğün sesini yükseltmek için buluşuyor.

Sadece haksız savaşlarla değil; doğasız, çevresiz, işsiz, aşsız, umutsuz ve geleceksiz bırakılarak da yok edilmek istenen toplumlar için barış, en büyük kurtuluş umudu haline gelmiştir. Bugün daha iyi anlıyoruz ki barış, hiçbir sömürücü güce bırakılmayacak kadar kutsal ve hayati bir duruştur. İçinden geçtiğimiz barbarlık çağında bu gerçek, her zamankinden daha açık biçimde karşımızdadır.

1939’da Nazi Almanyası’nın Polonya’yı işgaliyle başlayan İkinci Dünya Savaşı, tarihin gördüğü en büyük trajedilerden biriydi. 60 milyondan fazla insan hayatını kaybetti, milyonlarcası göçe zorlandı, şehirler haritadan silindi. Savaşın ardından “bir daha asla” sözü milyonların dilinde yankılandı. Ancak geçen on yıllar, bu sözün sermaye düzeninde sadece bir temenni olarak kaldığını gösterdi.

Bugün de tablo değişmiş değil:

  • Ukrayna’da emperyalist blokların çıkar çatışmaları halkları ateşe sürüklüyor.
  • Filistin’de İsrail işgali altında yaşam hakkı yok sayılıyor.
  • Ortadoğu’dan Afrika’ya, Latin Amerika’ya kadar halklar savaşın, darbelerin ve açlığın pençesinde kıvranıyor.

Bütün bu savaşların ortak paydası kapitalist sömürü düzenidir. Kapitalizm, eşitlik değil; savaş, yıkım ve sömürü üretir.

Her yıl dünyada silahlanmaya trilyonlarca dolar ayrılıyor. Uçaklara, tanklara, füzelere harcanan kaynaklar; açlıktan ölen milyonlarca insana, eğitimsiz bırakılan çocuklara, sağlıksız koşullarda yaşayan işçilere aktarılmıyor. Oysa Birleşmiş Milletler raporlarına göre, dünyada her gün 20 binden fazla çocuk yoksulluk ve açlık nedeniyle hayatını kaybediyor. Yalnızca birkaç günlük silahlanma harcaması, bu çocukların tümünü yaşatmaya yetebilir. Bu tablo, savaşın ve yoksulluğun “kader” değil; sermaye düzeninin bilinçli tercihi olduğunu açıkça göstermektedir.

1 Eylül, yalnızca savaşın yıkıcı sonuçlarını hatırlama günü değildir. Aynı zamanda kapitalizmin yarattığı sömürü düzenine, emperyalist işgallere, militarizme ve her türlü baskı ile gericiliğe karşı ortak mücadele çağrısıdır.

Barışa ulaşmanın ya da onu korumanın, yalnızca iyi niyetli dileklerle veya saf duygularla mümkün olmadığı, içinde yaşadığımız barbarlık çağında her gün yeniden kanıtlanmaktadır. Savaş, kötü niyetli birkaç siyasetçinin kaprisi ya da film sahnelerindeki karikatürleşmiş kötülüklerden ibaret değildir. Aynı şekilde barış da, yalın bir temenni ya da soyut bir ideal değil; somut bir toplumsal ve siyasal mücadelenin ürünü olabilir.

Bugün açıkça görülmektedir ki, savaş üretmeyen bir kapitalizm mümkün değildir. Zira kapitalizm, doğası gereği sömürüye, rekabete ve yeniden paylaşım savaşlarına dayanır. İki büyük dünya savaşından sayısız bölgesel savaşa kadar bütün kanlı deneyimler, bu düzenin barış üretemeyeceğini, aksine savaşı yeniden ve yeniden üretmek zorunda olduğunu göstermiştir. Silah tekelleri devasa kârlarını savaşlardan sağlamaktadır; emperyalist devletler enerji kaynakları ve pazarlar uğruna uluslararası hukuku ayaklar altına alarak halkların üzerine bombalar yağdırmaktadır. Bu tablo, savaşın yalnızca “dış politikadaki bir tercih” değil, bizzat sermaye düzeninin devamlılığı için zorunlu bir mekanizma olduğunu kanıtlamaktadır.

Bugün Ortadoğu’dan Afrika’ya, Latin Amerika’dan Asya’ya, Ukrayna’dan Filistin’e, Suriye’den Sudan’a kadar milyonlarca insan savaş, işgal, açlık ve göç ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Filistin’de halk, önce bombalarla, sonra açlık ve susuzlukla katledilmektedir. Bu durum tesadüf değil; emperyalizmin ve kapitalist tekellerin çıkarlarının doğrudan sonucudur. Dolayısıyla barışın yolu, savaş üreten düzenin teşhir edilmesinden, yani kapitalist sömürünün ve emperyalist işgallerin karşısında örgütlü ve ortak bir mücadele hattının kurulmasından geçmektedir.

Değerli basın emekçileri,

Barış, halkların dilinde gerçek, anlamlı ve yaşatıcıdır. Ne var ki bugün dünya siyasetine yön veren güçlerin dilinde barış, çoğu zaman yalnızca bir aldatmacadır. Savaş üretenlerin, silah tekelleriyle iş tutanların, halkları açlığa ve göçe mahkûm edenlerin barıştan söz etmesi, aslında yeni bir savaşın hazırlığını gizlemekten öteye gitmez. Kapitalizmde barış, egemenler için yalnızca geçici bir nefes, çıkarlarının yeniden düzenlendiği bir mola olabilir. Oysa gerçek barış, sömürünün sona ermesiyle, halkların eşitlik, özgürlük ve kardeşlik temelinde kendi geleceklerini kurmalarıyla mümkündür.

Savaşın ekonomik doğası emperyalist sömürü düzenine sıkı sıkıya bağlıysa, barış mücadelesi de sadece romantik barış çağrılarıyla sınırlanamaz. Barış, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, kadınların, gençlerin ve tüm ezilen halkların dayanışmasını büyütmek; sömürüye, baskıya, doğanın talanına ve cinsiyetçi eşitsizliklere karşı örgütlü bir direniş inşa etmekle mümkündür. Barış, sınıf mücadelesinden ve halkların özneleşmesinden ayrı düşünülemez. Açlığa, yoksulluğa, kadınların ikinci plana itilmesine “evet” deyip yalnızca savaşlara “hayır” demek, barışın eksik ve çelişkili bir tanımıdır.

Türkiye’de barış talebi, yalnızca bir seçenek değil, toplumsal varlığımızın hayati bir gereğidir. Kürt meselesinde çözüm arayışı, toplumun tüm kesimlerinin katılımına açık, demokratik, şeffaf ve adil bir süreçle yürütülmelidir. Evrensel hakların tanınması, eşitlik ve özgürlük temelinde güvence altına alınan bir zemin oluşturur; ancak bu şekilde halklar birlikte, eşit ve özgür bir geleceği inşa edebilir.

Barış, sadece “savaşsızlık” değildir. O, emeğin hakkının teslim edildiği; işçinin insanca yaşadığı, köylünün emeğinin değer bulduğu; kadınların eşit, gençlerin umutlu olduğu; halkların kendi kaderini tayin hakkını özgürce kullanabildiği bir toplumsal düzenin adıdır. Barış, bir toplumu ayakta tutan adaletin, özgürlüğün ve eşitliğin somut karşılığıdır.

Barış, kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinden ayrı düşünülemez. Çünkü savaşların en ağır yükünü taşıyanlar, çoğu zaman kadınlardır. Göç yollarında parçalanan ailelerin yükünü omuzlayan, kaybolan hayatların yasını tutan, yıkılmış kentlerin enkazında kalan yine onlardır. Kadınların barış talebi, yalnızca hayatta kalma mücadelesi değildir; yaşamın her alanında eşit, özgür ve görünür olma iradesidir. Gerçek barış, ancak kadınların toplumsal yaşamın öznesi haline geldiği, karar mekanizmalarında yer aldığı, eşit yurttaşlıkla güçlendiği bir dünyada anlam bulur. Aksi halde barış, erkek egemen düzenin geçici bir suskunluğu olmaktan öteye gidemez.

Gençler, bugün geleceksizliğe, işsizliğe ve savaşın gölgesinde yaşamaya mahkûm edilmek isteniyor. Onlara umut yerine güvencesizlik, bilim yerine dogma, özgürlük yerine baskı dayatılıyor. Oysa gençlik, barışın en dinamik ve en yaratıcı gücüdür. Onların emeğe, bilime, sanata ve özgürlüğe açılan yollarını kapatmaya çalışan her düzen, aslında barışın düşmanıdır. Gençlerin yükselttiği itiraz, yalnızca bir öfke değil; aynı zamanda yeni bir dünyanın kurucu sesidir. Barış mücadelesinin en güçlü nefesi, gençliğin örgütlü enerjisinden ve değişim iradesinden doğar.

Barış, yalnızca coğrafi sınırlarla veya politik anlaşmalarla sınırlı bir kavram değildir; farklı inançlara, kimliklere, kültürlere ve yaşam tarzlarına saygıyı da içerir. Etnik, dini veya kültürel ya da yönelim farklılıklar birer çatışma kaynağı değil; toplumsal zenginlik ve dayanışma zemini olarak görülmelidir. Gerçek barış, kimliği, inancı veya yönelimi ne olursa olsun her bireyin eşit haklara sahip olduğu, önyargıların, ayrımcılığın ve baskının ortadan kaldırıldığı bir toplumda mümkün olur. Halkların bir arada yaşama iradesi, farklılıkların çatışmaya değil, birlikte üretime ve ortak dayanışmaya dönüşmesi, barışın en sağlam temelidir.

Barış mücadelesi yalnızca meydanlarda değil; düşüncede, kültürde ve sanatta da verilir. Çünkü emperyalist ideoloji, medya ve kültürel araçlar yoluyla savaşları meşrulaştırmaya, şiddeti olağanlaştırmaya, sömürüyü görünmez kılmaya çalışmaktadır. Bu nedenle aydınların, sanatçıların, yazarların, bilim insanlarının sorumluluğu büyüktür. Bir şiir, bir şarkı, bir tiyatro oyunu ya da bir resim, tanklardan ve füzelerden daha güçlü bir barış çağrısı olabilir. Kültür ve sanat, halkların belleğini diri tutar, gerçeği görünür kılar ve barışın toplumsal zeminini inşa eder. Barışın dili, en çok sanatın özgür yaratıcılığında hayat bulur.

Kapitalist düzen yalnızca savaşlarla değil, doğanın hoyratça talan edilmesiyle de insanlığa ölüm getiriyor. Enerji tekelleri, maden şirketleri ve büyük sermaye grupları kâr hırsıyla hem savaşların hem de ekolojik yıkımların kaynağıdır. Savaş alanlarında yakılan ormanlar, kirletilen nehirler, bombalanan topraklar; doğanın da insanla birlikte savaşın kurbanı olduğunu gösteriyor. Oysa barış, yalnızca silahların sustuğu bir an değil; doğayla uyumlu, sürdürülebilir, yaşamı ve tüm canlıları koruyan bir düzenin kurulmasıdır. İnsanlığın barış hakkı, doğanın yaşam hakkıyla iç içedir. Doğasız bir barış, barış değildir.

Değerli halkımız,

Bizler, emeğin, özgürlüğün ve halkların kardeşliğinin savunucuları olarak bir kez daha yineliyoruz:

  • Emperyalist savaşlara ve işgallere hayır!
  • NATO’ya, militarizme ve silahlanmaya hayır!
  • Yaşasın halkların eşitliği ve kardeşliği temelinde gerçek barış!

Emeğin sömürülmediği, halkların özgür olduğu, kadınların eşit ve gençlerin umutlu bir geleceğe sahip olduğu; doğanın ve tüm canlıların korunduğu bir dünya için barışa evet!

1 Eylül Dünya Barış Günü’nü bu duygularla anıyoruz. Kutlamıyoruz, çünkü ortada kutlanacak bir barış yoktur. Kutlamıyoruz, çünkü her dakika masum insanlar haksız savaşlarda katledilmektedir. Bu barbarlık sona ermeden 1 Eylül, ancak bir mücadele günü olarak anılacaktır.

Ülkemizde ve dünyada halkların eşit, özgür ve barış içinde yaşayabileceğine olan inancımızla mücadelemizi sürdürüyoruz. İnancımızı koruduğumuz sürece, er ya da geç barış kazanacak ve bizler kazanacağız.

Unutulmamalıdır ki barış yalnızca bir özlem değil; uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış temel bir haktır. Birleşmiş Milletler Şartı’ndan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne, Helsinki Nihai Senedi’nden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne kadar pek çok metin, halkların barış hakkını açıkça tanımaktadır. Bu nedenle barış talebimiz hem hukuki hem de meşru bir haktır.

Bizler bu hakkı elde edinceye ve kalıcı hale getirinceye kadar mücadelemizi sürdüreceğiz. Çünkü barış ertelenemez, pazarlık konusu yapılamaz ve hiçbir gücün insafına bırakılamaz bir insanlık hakkıdır.

Barış Hemen Şimdi! Yaşasın Barış!”

 

1 Eylül Dünya Barış Günü: Emperyalist Savaşa ve Faşizme Karşı, Halkların Barış Mücadelesi

1 Eylül 1939’da Nazi Almanyası’nın Polonya’yı işgaliyle başlayan II. Dünya Savaşı, insanlık tarihinin en kanlı dönemlerinden biridir. Yaklaşık 70 milyon insanın yaşamını yitirdiği bu savaş, yalnızca askeri cephelerde değil, sivillerin günlük yaşamlarında da ağır yıkımlar yarattı. Bugün, savaşın başlamasının üzerinden 86 yıl geçmiş olmasına rağmen, savaş ve militarizm dünyanın pek çok bölgesinde hâlâ halkların, ulusların varlığını tehdit eden bir olgudur.

II. Dünya Savaşı, emperyalist devletler arasındaki ekonomik, siyasal ve askeri paylaşım savaşının bir ürünüydü. Bugün de benzer bir tablo gözlemlenmektedir. ABD ve NATO’nun genişleme stratejileri, Rusya’nın yayılmacı politikaları, İsrail’in Filistin halkına yönelik soykırımı ve saldırıları, emperyalist ve işbirlikçi güçlerin halkları savaş kıskacına almasının güncel örnekleridir. Emperyalizmin kâr ve hegemonya mücadelesi, halklara kan, gözyaşı ve zorunlu göç dışında bir şey getirmemektedir.

Ortadoğu, emperyalist müdahalelerin ve vekalet savaşlarının en yoğun yaşandığı coğrafyalardan biridir. Filistin’de İsrail işgali ve saldırıları, Suriye’de iç savaş, Yemen ve Lübnan’daki çatışmalar halkları yıkıma sürüklemektedir. ABD emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i, bölgedeki savaşı tırmandırarak savaş alanını, egemenliğini genişletmektedir.

Türkiye’de ise AKP-MHP iktidarı, faşizm ve savaş politikalarını iç ve dış siyasetin merkezine yerleştirmiştir. İşçi sınıfının grev ve direnişlerinin yasaklanması, sendikasızlaştırma politikaları, siyasal baskılar, seçilmişlerin tutuklanmaları, kayyım atama politikaları, gazetecilerin, sanatçıların tutuklanması, muhalif basına, Tele 1, Halk TV ye RTÜK cezaları, ekonomik kriz, demokratik hakların gaspı ve Kürt sorununun çözümsüzlüğü bu politikanın birer sonucudur. Türkiye’nin dış politikasında da yayılmacı “stratejik derinlik” söylemleri, ülkeyi bölgesel savaşların bir tarafı haline getirmiştir.

Kalıcı barışın sağlanması, emperyalist güçlerin müdahalelerinin son bulması ve halkların kendi iradeleriyle eşit, özgür, demokratik ve kardeşçe bir yaşam kurmalarından geçmektedir. Kürt sorununun barışçıl çözümü, Türkiye’de demokratikleşme sürecinin de anahtarıdır. Halkların eşitliği-kardeşliği ve ortak mücadelesi, hem ülkemizde hem de bölgede barışın ön koşuludur.

1 Eylül Dünya Barış Günü, yalnızca geçmişin acılarını hatırlamak için değil, bugünün savaşlarına ve faşizmine karşı ortak mücadeleyi büyütmek için de tarihsel bir fırsat ve çağrıdır. Halkların çıkarı savaşta değil barıştadır. Barış ve demokrasi mücadelesi, bugün emekçiler ve ezilen halklar için ekmek ve su kadar temel bir ihtiyaçtır.

Ortadoğu başta olmak üzere dünyada  emperyalizmin (kapitalizmin en yüksek aşamasının) ekonomik-siyasi ideolojik-kültürel yayılmacı politikalarına karşı YAŞASIN HALKLARIN BİRLEŞİK MÜCADELESİ!

Karşıyaka’da 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Yürüyüş ve Barış Zinciri

Karşıyaka’da 1 Eylül Dünya Barış Günü Eylemi

Karşıyaka Emek ve Demokrasi Platformu, 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla Karşıyaka İZBAN önünde basın açıklaması yaptı. “Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa şimdi en güzel şiir barıştır” pankartının açıldığı açıklamada, çok sayıda dilde “Barış” dövizleri taşındı.

Açıklama sırasında “Savaşa hayır, barış hemen şimdi”, “Suriye’de Alevi katliamı var”, “Yaşasın halkların kardeşliği” ve “Bijî aşitî yaşasın barış” sloganları atıldı. DEM Parti İzmir Milletvekili İbrahim Akın’ın da katıldığı eylemde basın metnini platform adına Zeliha Danyeli okudu.

Basın açıklamasının ardından kitle, sloganlar eşliğinde Karşıyaka Çarşı girişine yürüyüş gerçekleştirdi. “Jin Jiyan Azadî”, “Filistin halkı yalnız değildir”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” ve “Savaşa değil halka bütçe” sloganlarının atıldığı yürüyüş, çarşıda oluşturulan barış zinciriyle sona erdi.

Basın açıklamasının tam metni şöyle:

“EMPERYALİST SAVAŞ POLİTİKALARINA KARŞI EMEK, BARIŞ VE DEMOKRASİ MÜCADELESİNİ SAHİPLENİYORUZ!

1 Eylül 1939 günü Nazilerin Polonya’yı işgaliyle başlayan, insanlık tarihinin en acımasız, en kanlı ve en kirli savaşı olan, büyük çoğunluğu siviller olmak üzere milyonlarca insanın ölümü ile sonuçlanan II. Dünya Savaşının üzerinden 86 yıl geçti. Emperyalizmin bu kanlı paylaşımında en az 70 milyon insan yaşamını yitirdi ve o dönem, Dünya nüfusunun %3’ne denk gelen bu kayıpların tamamına yakını emekçi ve yoksul insanlardı.

Aradan geçen bunca zamana rağmen emperyalistler daha fazla kar elde etme adına sermaye ihracına, tekelleşmeye, silahlanmaya hız kesmeden devam ediyorlar. Finans kapitalin ve sanayi kapitalin neo liberal politikalar eliyle sınırsız sömürüyü derinleştirmeleri yeni çatışmaların ve savaşların da önünü açıyor.

Savaşın olduğu coğrafyalarda insanlığın tüm kazanımları yok edilirken 21. yüzyılın ilk çeyreğinde kadınlar ve kız çocukları köle pazarlarında satılmakta, tecavüz, işkence, mal varlıklarına el koyma, talan ve doğa katliamları işgalci güçlerce yaygınlaştırılmaktadır. Savaşın çıkmasında hiçbir rolü olmayan coğrafyanın emekçi yoksul halkları zorla yerlerinden edilerek sürgün yollarında tarifsiz acılar yaşamakta, sığındıkları ülkelerde insanlık dışı şartlar nedeniyle yaşayan ölüler haline gelmektedirler.

Maalesef geldiğimiz aşamada ‘savaş suçları’ dahi dava konusu yapılmamaktadır! Nitekim Gazze’de BM’nin resmen ilan ettiği kıtlık nedeniyle toplu ölümlerin an meselesi olduğu bugünlerde bırakalım savaş suçlarının yargılanmasını Gazze’nin işgal ve ilhak edilmesi “çare” diye sunulur noktaya gelinmiştir. Savaşta dahi hedef olmaması gereken sağlıkçıların,  gazetecilerin öldürülmesi ve uluslararası kamuoyunun buna sessiz kalışı nasıl vahim bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzun da göstergesidir.

Suriye’de demokrasi, barış, eşit yurttaşlık, laiklik, kadın ve çocuk hakları, ekoloji mücadelesi veren tüm toplumsal güçlerin reddini temsil eden bir rejimin uygulayıcısı olan HTŞ eliyle Alevilere, Dürzilere karşı gerçekleştirilen savaş suçlarına karşı da aynı kesimlerin ve ideolojik birliktelik yaşayanların ses çıkarmaması katliamların kanıksanmasına ve duyarsızlaşmaya yol açmaktadır. Şundan eminiz ki, bu kanlı rejime ve katliamlarına dolaylı dolaysız destek veren, sessiz kalan tüm güçler tarih önünde hesap verecektir.

Ülkemizde de silahlanmaya ayrılan paylar her yıl katlanarak devam etmekte, alt emperyal yayılmacı heveslerle ülkemiz sonu belirsiz maceralara sürüklenmek istenmektedir. “Stratejik derinlik” adına girilen bazı kirli ilişkilerin ülkemizin de vekalet savaşı yürüten ülkeler arasına girmesine neden olmaktadır.

Dünyada ve ülkemizde 1 Eylül, savaşa karşı barış ve demokrasi taleplerinin yükseltildiği bir gün iken; geldiğimiz siyasi ve ekonomik zeminde ülkemizde, ölüm, kan ve gözyaşı dışında bir sonuç üretmeyen savaş/şiddet odaklı bu politikalarda ısrarın bedelini emekçiler ve ezilenler olarak ülkenin %99’u ödemektedir. Ekmeğimize, geleceğimize, aşımıza, ormanımıza, suyumuza göz dikenler ile halkların bir arada yaşama iradesini hedef alanlar geriye kalan %1’lik sömürü odaklarıdır. Savaştan nemalananlar ile emekçileri açlık ve yoksulluğa mahkûm edenlerin aynı çıkar çevreleridir.

Başta Ortadoğu olmak üzere, savaş ve militarizmin; emperyalizmin tüm yıkıcı işgaline karşı, ancak tüm ezilen halkların ve emekçilerin kendi özgür iradesini, taleplerini ifade edebileceği, güvence altına alınacağı demokratik düzenlerin, bu coğrafyalarda kalıcı barışı sağlayacağını biliyoruz.

Dolayısıyla barış ve demokrasi talebi emek ve demokrasi güçleri için ekmek ve su kadar temel ihtiyacı haline gelmiştir.

Karşıyaka Emek ve Demokrasi Platformu olarak savaşa karşı, barışın ve demokrasinin örgütlü sesi olmanın sorumluluğunu taşıyoruz. Bugün bu tarihsel kavşakta, Kürt meselesinin çözümsüzlüğünden kaynaklı yüreğimizde derin acılar bırakan çatışmalı dönemin tekrarlanmaması adına, devam eden sürecin emek, barış ve demokrasi lehine, halkların kardeşliğini ve bir arada yaşam zeminini güçlendirecek şekilde kalıcı barışla sonuçlanması için çaba göstermeye, süreci sahiplenmeye devam edeceğiz. Biz, kalıcı bir barışın halkların doğrudan katılımı ve sürecin sadece parlamentoya sıkıştırılmayan, demokratik kitle ve emek-meslek örgütlerinin de sözünü kurabildiği bir demokratik işleyişle; toplumla birlikte açık ve şeffaf şekilde paylaşılarak ilerlemesini önemsiyoruz.

Karşıyaka Emek ve Demokrasi Platformu olarak 1 Eylül Dünya Barış Günü vesilesiyle; tüm saldırılara, savaş ve kutuplaştırma, tek tip yaşam tarzı dayatmalarına karşın ısrarla ve örgütlü, kararlı bir mücadele ile dünyada, Ortadoğu coğrafyasında ve ülkemizde, barışı savunmaya devam edeceğiz. 2. Dünya savaşının yıkıcı mirasının önünde emekçilerin ve ezilen halkların, sermaye tarafından cephelere sürülmesine ve yok edilmesine izin vermeyeceğiz.

Adaletin, eşitliğin, özgürlüğün, laikliğin, dayanışmanın, insanca bir yaşamın kalıcı hale getirildiği bir dünya ve ülke kuruncaya kadar barış mücadelesinden bir an olsun vazgeçmeyeceğiz. ”

 

 

Gazze’de İşgal Derhal Son Bulmalıdır!

İSRAİL’İN GAZZE’Yİ KALICI İŞGAL GİRİŞİMİNİ HALKLARIN MÜCADELESİ DURDURABİLİR!

İsrail hükümeti, iki yıldır Gazze’de sürdürdüğü soykırımı derinleştirerek Gazze’yi tamamen işgal etme planını devreye soktu. Başbakan Netanyahu’nun başkanlığında toplanan Güvenlik Kabinesi’nin onayladığı bu plan, önümüzdeki günlerde 1 milyondan fazla Filistinlinin yerinden edilmesine yol açacak.

Günler süren bombardıman ve topçu ateşinin ardından İsrail ordusu, Gazze kentinin dış mahallelerinde üsler kurmaya başladı. Ağustos ayında alınan karar doğrultusunda, 60 bin yedek asker de Eylül başı itibariyle göreve çağrıldı. Harabeye dönmüş Gazze’de yüz binlerce Filistinliye şehri terk etmesi dayatılıyor; milyonlarca insan enkazlar arasında açlık, susuzluk ve yoklukla yaşam mücadelesi veriyor.

Ekim 2023’ten bu yana devam eden soykırımda en az 60.000 Filistinli yaşamını yitirdi, 150.000’den fazla kişi yaralandı. Çocuklar ve kadınlar bu barbarlıktan en fazla etkilenenler arasında. İsrail’in Gazze’ye uyguladığı mutlak ambargo nedeniyle su, süt, bebek maması, ilaç ve sağlık malzemeleri ulaştırılamıyor. Mart ayından bu yana kıtlık derinleşti; bugüne kadar en az 281 kişi —114’ü bebek ve çocuk— açlıktan hayatını kaybetti. İsrail böylece gıdayı, suyu ve ilaçları da birer silaha dönüştürmüş durumda.

Bu işgal planı, ABD’nin uzun süredir gündeme getirdiği Filistinlileri Gazze’den sürme ve bölgeyi “Orta Doğu’nun Rivierası”na dönüştürme stratejisiyle tamamen uyumludur. İsrail yalnızca Gazze’de değil, Batı Şeria’da da 3400 yeni Yahudi yerleşim planını onaylayarak işgal ve soykırımı genişletmektedir.

BM kararları, “uluslararası hukuk” ve diplomatik tepkiler İsrail’i durduramıyor. Çünkü İsrail, emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakolu olarak Batılı güçler tarafından korunuyor ve destekleniyor. Türkiye’deki iktidar ise sözde karşı çıkıyormuş gibi görünse de, ticaret ve siyasal işbirliğiyle bu politikaya eklemleniyor.

İsrail’i durduracak olan emperyalistler değil, halkların, işçilerin, emekçilerin enternasyonal dayanışmasıdır!

TALEPLERİMİZ NETTİR:

Gazze’de işgale derhal son verilsin!

İsrail hükümeti insani yardımların girişine izin versin, Filistinlilerin en temel ihtiyaçları sağlansın!

Soykırımın tüm failleri ve sorumluları hesap versin!

İsrail ile her türlü anlaşma ve ilişki derhal kesilsin!

ABD Ortadoğu’dan defol!

Kahrolsun ABD emperyalizmi!

Kahrolsun Siyonist barbarlık!

Yaşasın Filistin halkının direnişi!