İzmir DIGEL’de Kadın İşçilere Yönelik Sistematik Ayrımcılık Taciz Mobing 

DIGEL Teksil’de kadın işçilere yönelik sistematik ayrımcılık, taciz , mobing 
Sendikalaşma haklarını kullandıkları için işten çıkarılan 15 DIGEL tekstil işçisinin direnişi 210 gündür devam ediyor. Teksif Sendikası’nda düzenlenen basın toplantısında, fabrikada özellikle kadın işçilerin maruz kaldığı mobing ve taciz olayları gündeme taşındı.  Bir eylem  planı hazırlanması ve uygulanması için kadın örgütlerinden, ve  kurumlardan  dayanışma ve destek istendi.

Toplantıya İzmir Barosu Başkan Yardımcısı Zöhre Dalkıran, Emekçi kadınlar derneği, TMMOB İKK Kadın Çalışma Grubu, EMO  Kadın komisyonu,  Bekev, İmece-Der,  Dostluk ve Kültür Derneği, İşçi Dayanışması Derneği, Kadın İşçi gazetesi, İzmir Kadın Dayanışma Derneği, Ekmek ve Gül Dergisi Temsilcisi, Mor Dayanışma, Feminist Gece Yürüyüşü Temsilcileri, Sol Feminist Hareket ve Siyasi Partilerin ve Sendikaların Temsilcileri  katıldı. Konuşmalarda, geçmişten bugüne süren taciz vakalarına karşı kadın işçilerin birlikte ve dayanışma içinde mücadele etmesi gerektiği vurgulandı.

Basın metnini DİGEL işçisi Pelin Vuruşaner okudu. Basın metninin tamamı şöyle

“BASINA VE KAMUOYUNA: 17 Ocak 2025 tarihinde, DIGEL TEKSTİL işçilerinin büyük çoğunluğu; düşük ücretler, insan ve kadın onuruna yakışmayan çalışma koşullarını protesto ederek DIGEL TEKSTİL yönetimine karşı ses yükseltmiş ve aynı gün TEKSİF Sendikası’na üye olma kararı almıştır. TEKSİF Sendikası, yasal çoğunluğu sağlayarak Çalışma Bakanlığı’ndan aynı gün yetki belgesi almıştır.

Ancak DIGEL TEKSTİL yönetimi, işçilerin bu anayasal hakkına karşılık olarak aynı gün (17 Ocak 2025) sendikal örgütlenmede öncülük eden 4 işçiyi tazminatsız şekilde işten çıkarmıştır. Bu baskı süreci 6 Şubat 2025 tarihinde yeni işten atmalarla devam etmiştir. Daha önce işten çıkarılan arkadaşlarının geri alınması ve insan onuruna yakışır çalışma koşulları talebiyle paydos sonrası açıklama yapan 3 öncü işçi daha, aynı şekilde tazminatsız olarak işten çıkarılmıştır. 13 Haziran 2025 tarihinde de üyelerimize yönelik haksız işten çıkarmalara bir yenisi eklenmiştir: DIGEL TEKSTİL yönetimi, 8 öncü işçiyi gün boyunca çalıştırmış; ardından mesai bitiminde işçiler evlerine gittikten sonra, her birini telefonla arayarak işten tazminatsız şekilde çıkarıldıklarını bildirmiştir.

Sonuç olarak, sendikalaşma süreci boyunca; öncülük eden, işveren aleyhine şahitlik yapan ve anayasal hakkını kullanan toplam 15 TEKSİF üyesi işçi, DIGEL TEKSTİL işvereni tarafından haksız, hukuksuz ve tazminatsız şekilde işten çıkarılmıştır.

Bizler, yaklaşık 210 gündür İzmir Ege Serbest Bölge önünde; her türlü zorluğa, baskıya ve engellemeye rağmen kararlılıkla direniyoruz. Bu direniş yalnızca işe geri dönme mücadelesi değil, aynı zamanda kadınların ve tüm emekçilerin insan onuruna yaraşır bir yaşam ve çalışma hakkı için verdiği bir mücadeledir.

Bu mücadelenin en önemli ayaklarından biri, kadın işçilerin DIGEL TEKSTİL yönetimi / yöneticileri tarafından uygulanan sistematik ayrımcılık, baskı, mobbing ve tacize karşı verdiği mücadeledir. Kadın işçiler DIGEL TEKSTİL’de toplumsal cinsiyet temelli sistematik baskı, taciz ve ayrımcılığa maruz kalmaktadır. TEKSİF Sendikamıza ulaşan kadın işçi beyanlarına göre, bunun bazı örnekleri şöyledir:

-DIGEL TEKSTİL yöneticileri, 2018 yılında gerçekleştirdikleri bir toplantıda kadın çalışanlara doğrudan “hamile kalmamaları” yönünde uyarılarda bulunmuş, hamileliğin iş akışını aksatacağı gerekçesiyle kadın bedenine ve yaşam hakkına müdahale etmeye kalkmıştır. Kadınlara “hamile kalmayın” deme cüretini gösterebilecek kadar pervasızlaşan bu yönetim anlayışı, kadın emeğini yalnızca itaat ettiği sürece var saymaktadır.

-DIGEL TEKSTİL’de hamile olduğunu öğrenen kadın işçilerin, işyeri hekimine sundukları kan testleri geçerli sayılmamaktadır. Kadınlar insan kaynaklarına yönlendirilmekte; hamile olduklarını belgeleyebilmeleri için ultrason raporu istenmektedir. Bir erkek yönetici, kadın çalışanlara doğrudan şu ifadeleri kullanacak kadar ileri gitmiştir: “Rahmine bakacağım, keseye düşmüş mü düşmemiş mi ona göre hamilelik haklarını kullanman için dosya açacağım.” Kadın işçilere bu uygulamanın “şirket kuralı” olduğu söylenmiş; doğurganlıkları denetlenmeye çalışılmıştır. Kürtaj ya da düşük yaşayan kadın çalışanların da yaşadıkları travma ve psikolojik yıkım hiçbir şekilde dikkate alınmamakta; aynı uygulamalar onlar için de geçerli kılınmaktadır.

-DIGEL TEKSTİL, “şirket kuralı” adı altında kendi keyfi yasalarını oluşturmuş ve bu kuralları baskı aracı olarak kullanmaktadır. Bunlardan biri de işbaşı saatinden sonra ve iş bitiş saatinden önce yarım saat süreyle tuvalet kullanımının kesinlikle yasaklanmasıdır. Bu yasak, fabrikadaki tüm çalışanlar için geçerli olmakla birlikte, %85’i kadın olan işyerinde özellikle kadın işçileri hedef almaktadır. Kadınlar regl dönemlerinde dahi ihtiyaçlarını giderememekte, zor durumda kalmalarına rağmen tuvalete gitmelerine izin verilmemektedir. Gittikleri taktirde ise yöneticiler tarafından herkesin içinde azarlanmakta, küçük düşürülmektedirler. Üstelik bu kurallar yalnızca sözlü baskıyla değil, fiziki varlıkla da desteklenmektedir: İşveren vekilleri işbaşı öncesi ve sonrası tuvalet önünde kollarını bağlayarak beklemekte; çalışanlar üzerinde doğrudan psikolojik baskı kurmaktadır.

-DIGEL TEKSTİL’de işe başvurup metot eğitmeni tarafından makinede denendikten sonra olumlu rapor almalarına rağmen, özellikle yeni evli veya nişanlı kadınlar “hamile kalma potansiyeliniz yüksek” gerekçesiyle işe alınmamaktadır. Bu açıkça cinsiyet temelli ayrımcılıktır. Bu şekilde kadınların çalışma hakları ihlal edilmektedir. Ayrıca, iki aylık deneme süresi içinde hamile kalan bir kadın işçi, işyeri yöneticisi tarafından önceden hazırlanmış istifa kağıdını imzalamaya zorlanarak, kendi isteğiyle ayrılmış gibi gösterilmiştir. Kadın, sonrasında çocuğunu kaybetmesi ve eşinden ayrılması üzerine, DIGEL TEKSTİL tarafından tekrar işe alınmıştır. Şirket, yeni işe başlayan kadın çalışanlara açıkça “Hamile kalırsanız sizi işten çıkaracağız” mesajı vermektedir.

-DIGEL TEKSTİL’de başka bir kadın işçi, o gün fazla mesaiye kalamayacağını bildirince, erkek ekip lideri tarafından açıklama yapmaya zorlanmıştır. Kadına ısrarla nedenini açıklatmaya çalışan ekip liderine, kadın işçi lazer epilasyona gideceğini söylemiştir. Bunun üzerine erkek ekip lideri, “Yat masaya, ben yapayım, gitmene gerek yok!” diyerek kahkaha atmış ve bir iş ortamında, otoritesini kullanarak kabul edilemez bir sözlü tacizde bulunmuştur. Kadın işçi bu durumu İnsan Kaynakları’na bildirmiştir. Ancak DIGEL TEKSTİL yönetimi her zamanki gibi sessiz kalmış; olay yalnızca bir şikâyet dilekçesiyle geçiştirilmiş, hiçbir soruşturma açılmamış, hiçbir yaptırım uygulanmamıştır. Tacizci erkek yönetici daha sonra başka gerekçelerle, tüm hakları ve tazminatı verilerek sessizce işten çıkarılmış, adeta ödüllendirilmiştir. Ancak mağdur kadın işçiye hiçbir açıklama yapılmamış, adalet yine yerini bulmamıştır. Diğer bir deyişle, DIGEL TEKSTİL’de kadınlar açıkça aşağılanıyor, tacize uğruyor, ama cezalandırılan kimse olmuyor.

-DIGEL TEKSTİL’de bir kadın işçi, beraber çalıştığı erkek çalışan tarafından sürekli sözlü tacize maruz kalmıştır. Bu erkek çalışan, kadına sistematik biçimde uygunsuz teklifler yapmakta ve etik dışı, taciz dili kullanmaktadır. Kadına yönelik, “Sen güzel bir kadınsın, senin gibi bir eşim olsa iş yaptırmam, uzatırım ayaklarını, masaj yaparım” gibi rahatsız edici ve baskılayıcı ifadeler sarf etmektedir. Zamanla bu erkek işçi, kadının diğer erkek çalışanlarla olan ilişkilerini kısıtlamaya çalışarak baskıyı artırmıştır. Daha sonra, bu çalışanın yalnızca tek bir kadına değil, fabrikadaki birçok kadın işçiye benzer taciz ve baskılarda bulunduğu ortaya çıkmıştır. Kadınlar bu durumdan çok rahatsız olmalarına rağmen, daha önceki örneklerde olduğu gibi fabrika yönetiminin şikayetlerini ciddiye almayacağını ve konuyu örtbas edeceğini düşündükleri için hareketsiz kalmışlardır. Söz konusu erkek çalışan, daha sonra şirket bünyesinde Almanya’ya gönderilmiş ve yönetim tarafından “örnek çalışan” olarak gösterilmiştir. Bu durum, DIGEL TEKSTİL yönetiminin kadın çalışanların maruz kaldığı bireysel ve sistematik tacizlere göz yumduğunu, hatta bazen tacizin kaynağı haline geldiğini açıkça ortaya koymaktadır.

-DIGEL TEKSTİL’de bir kadın işçinin işleri tamire gidince, erkek yönetici yanına gelip, “Kimlerle bakışıp kimlerle konuşuyorsun da bu işler tamir olarak geri dönüyor?!” diyerek hem suçlamış hem de alay etmiştir. Kadının hatasını işin teknik kısmına değil, sözde “ahlak dışı” davranışlarına bağlamıştır. Bu resmen kadına karşı “ahlaksızlık” imasıyla yapılmış bir saldırıdır. O kadın işçinin onuru ayaklar altına alınmış, işyerinde erkeklerle bakışıyor diye adı çıkarılmakla tehdit edilmiştir. Bu olay, sadece o kadına değil, bütün kadın çalışanlara verilmiş açık bir mesajdır: “Eğer hata yaparsan, seni erkeklerle anmaya başlarız, adını çıkarırız.” Bu apaçık bir baskı yöntemidir. Susturmak, sindirmek, yıldırmak için kullanılan bir dildir.

-DIGEL TEKSTİL’de kadın işçiler, erkek takım liderinin bir kadın çalışanla yöneticilik yetkisini kullanarak sürdürdüğü uygunsuz ilişkiden kaynaklı olarak çeşitli haksızlıklara, mobbinge ve baskılara maruz kaldıklarını ifade etmektedirler. Ayrıca, bu duruma diğer yöneticilerin sessiz kalmasından da rahatsızlık duymaktadırlar. Kadın çalışanlar tarafından dile getirilen başlıca haksızlıklar şunlardır:

  1. Daha basit operasyonlarda çalışan kadın işçilerin görev yerlerinin değiştirilip, yerine söz konusu kadın çalışanın yerleştirilmesiyle pozitif ayrımcılık yapılması. Bu duruma itiraz eden işçilere karşı ihtar, tutanak, görev yeri değişikliği ve çeşitli baskılar uygulanmaktadır.
  2. Söz konusu kadın çalışanın verimlilik primi alabilmesi için takım liderinin yöneticilik görevini bir kenara bırakıp saatlerce makine başında çalışarak, barkodları yönetmeliklere aykırı şekilde bu çalışana vermesi ve onun daha fazla kazanç elde etmesini sağlaması.
  3. Mobbing, ayrımcılık ve psikolojik baskılar kadın çalışanlar üzerinde ciddi olumsuz etkilere yol açmakta ve ruhsal sağlıklarını tehdit etmektedir. Bu sorunlar defalarca ilgili yöneticilere bildirilmiş olmasına rağmen, herhangi bir çözüm üretilmemiş, aksine söz konusu davranışların dolaylı olarak teşvik edildiği gözlemlenmiştir. Bu da diğer yöneticilerin benzer ilişkileri açıkça sürdürmelerine zemin hazırlamış ve mobbing, baskı ile taciz vakalarının artmasına neden olmuştur.

-DIGEL TEKSTİL’de işe yeni başlayan bir kadın çalışan, her yarım saatte bir farklı operasyona verilmiş, işi öğrenmeden sayı istenmiş, sayı tutturamadığında ise erkek yönetici tarafından “Bıktım senden! Nereye versem yapamıyorsun! Bir BOK beceremiyorsun!” sözleriyle aşağılanmıştır. Ağlayarak tuvalete gitmek zorunda kalan kadın işçi, ertesi gün “Burayı beceremedin, seni başka birime gönderiyorum. Orayı da yapamazsan… bilemiyoruz artık.” tehdidiyle başka bölüme sürülmüştür. Yeni bölümdeki erkek yönetici ise “Olmuyor, yapamıyorsun. Sen fiziksel olarak zayıfsın, bu işi kaldıramazsın.” diyerek sistematik baskıya devam etmiştir. İki erkek yönetici tarafından sürekli toplantı odasına çekilip dakikalarca azarlanmış, “her yerde sorun çıkarıyorsun” denerek yıldırılmaya çalışılmıştır. İnsan Kaynakları’na başvurduğunda ise, “Yeni çalışansın, tazminat hakkın yok. İstersen istifa et, çık.” yanıtıyla karşılaşmış ve baskılar sonucu istifa etmek zorunda kalmıştır. Tüm bu süreçten sonra aradan 1,5 sene geçmesine rağmen kadın çalışan, “Ettikleri hakaretler hâlâ kulağımda çınlıyor.” diyerek yaşadığı travmayı TEKSİF’e bildirmiştir.

-Bir kadın çalışan 2023 Şubat’ta işe başlamış, Temmuz ayında evlenmiş ve aynı ayın sonunda hamile kaldığını öğrenmiştir. Hamile olduğunu insan kaynaklarına bildirdiğinde ise “Bekardın, nişanlı olduğunu öğrendik, sonra evlendin, şimdi de hamilesin” diye tepkiyle karşılaşmıştır. İnsan kaynakları, kadına işi bırakması için teklifler sunmuş; “İstersen çıkışını ver, bebeğini büyüt, sonra geri gelmek istersen seni alırız” ya da “Anlaşmalı şekilde ücretsiz izin verelim, sonra tekrar çalışabilirsin” gibi seçenekler önerilmiştir. Kadın, maddi ihtiyaçları nedeniyle bu teklifleri kabul etmeyerek çalışmaya devam etmiştir. Ancak bu konuşmanın ardından hamilelik haklarını kullanamamış; haklarını talep etmeye çalıştığında ise mobbing ve baskıya maruz kalmıştır. Çocuğunu doğurduktan sonra, nikah hakkı henüz bitmediği için nikahtan ayrılarak tazminat almak istemiştir. Bu talep üzerine, şirket yöneticisi tarafından “Burada toplamda 6 ay bile çalışmadın, evlendin, hamile kaldın, şimdi tazminat mı istiyorsun? Vicdanın bunu kabul edecek mi?” gibi ağır sözlere maruz kalmıştır. Bu şekilde psikolojik baskı kurarak kadınların yasal haklarını kullanmalarının önüne geçilmeye çalışılmakta, çalışmaktan doğan haklara saldırılmaktadır.

-DIGEL TEKSTİL’de bir erkek yönetici, üretim alanında bir kadın işçinin yanına gelerek onu baştan aşağı süzmüş ve ardından şu cümleyi kurmuştur: “Sen böyle giyinirsen bu erkekler tellere tırmanır, ben seni koruyamam.” Bu söz, yalnızca ayrımcı bir uyarı değil, doğrudan bir tehdittir. Kadın işçinin giyimine cinsiyetçi biçimde müdahale edilmiş; olası şiddet ve taciz durumlarında kadını suçlayarak, ona yönelik şiddeti meşrulaştırmıştır. Kadınları tacizden korumakla yükümlü olması gereken yönetici, bizzat tehdidi dile getiren, gözleriyle aşağılayan ve asıl tacizi gerçekleştiren kişidir.

-DIGEL TEKSTİL’de polikistik over sendromu olan bir kadın işçi, regl döneminde yaşadığı ağır sancılar yüzünden çalıştığı ütü makinesinin başında baygınlık geçirmiş, revire kaldırılmıştır. Kadın işçi revirde ağrıları yüzünden uzanırken, peş peşe içeri giren iki erkek yönetici durumu gayet iyi bilmelerine rağmen, “İyi mi böyle?” diyerek alay etmiş, kadın işçinin utanmasına, sıkılmasına neden olmuştur. Yetmezmiş gibi, ertesi gün aynı erkek yöneticilerden biri kadının yanına gelerek, “Her ay bu böyle mi olacak? Seninle mi uğraşacağız?” demiştir. Bu söz, bir kadının yaşadığı regl sancısını küçümseyen, onu işyerinde bir yük gibi gösteren, özel ve mahrem bir durumu açıkça aşağılayarak baskı aracına dönüştüren açık bir zorbalık ve cinsiyetçi şiddettir.

-DIGEL TEKSTİL’de bir kadın işçi, kötü çalışma koşulları ve işyerindeki yoğun stres nedeniyle fiziksel rahatsızlık geçirmiş, hastaneden aldığı 2 günlük raporu ekip liderine bildirmiştir. Ancak ekip lideri bu durumu saygıyla karşılamak yerine, açıkça taciz içeren, aşağılayıcı ve cinsel imalarla dolu mesajlar göndermiştir. “Yanına geleyim, stres yönetimi yapalım” diyerek kadının zor durumda oluşunu fırsat bilmiş, karşılık alamayınca da dozunu artırarak, “İstersen gelip sana masaj yapayım” diyerek tacizini sürdürmüştür. Bu olay, DIGEL TEKSTİL’de kadınlara yönelik tacizin ne kadar sistematik ve pervasız olduğunu, yöneticilerin kendi güçlerini nasıl kötüye kullandığını ve bu düzenin, alınacak önlemlerle derhal sona erdirilmesi gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.

-2017 yılında DIGEL Tekstil’de bir kadın işçi, üst düzey bir yönetici tarafından sistematik olarak taciz edilmiştir. Yönetici, işçiyi duygusal manipülasyonla etkisi altına alıp, ardından hamile bırakmıştır. Kadına bebeği aldırması yönünde baskılar yapmış, kadın kabul etmeyince de tehdit etmeye başlamış ve sonunda da kadın işten atılmıştır. Olay ortaya çıkınca, yönetici apar topar gönderilmiş, fakat şirket, bu ağır skandal karşısında tek kelime etmemiştir: ne bir açıklama, ne bir özür, ne de başka kadınlar için güvenli bir çalışma alanı oluşturma çabası söz konusu olmamıştır.

Ve aradan yıllar geçti. O yönetici gitti ama onu besleyen zihniyet yerli yerinde duruyor. DIGEL’de kadınlar hâlâ tacize, mobbinge, aşağılanmaya açık hedef. Çünkü bu düzende erkek korundu, kadın susturuldu. Bugün hâlâ DIGEL’de kadın işçilerin yaşadığı her şey bize şunu gösteriyor: Tacizciyi göndermek yetmez. Bu düzen değişmeden hiçbir kadın güvende değil.

Açıklamamız boyunca yer verdiğimiz yaşanan örnekler yaklaşık 7 yıllık bir süreye yayılmıştır. Bu süreçte baskı, mobbing ve bazen de tacizin hiyerarşik üst pozisyonundaki amirlerden geldiği, diğer durumlarda ise bunları engellemek için işverence kurumsal olarak hiçbir tedbirin alınmadığı, işletilmediği koşullarda kadın işçiler bu saldırıları tek başına göğüslemek, bu nedenle de çoğu durumda sessiz kalmak zorunda kalmıştır. Ancak işyerinde gerçekleşen örgütlenme sürecini takiben birlikte daha güçlü olduklarının ve haklarını örgütlü biçimde arayabileceklerinin bilinciyle kadın üyelerimizden çok sayıda vaka ve şikâyet Sendikamıza bildirilmiştir. Tarafımıza ulaşan şikayetlerin çokluğu ve içeriği işyerinde yaşanan sorunların sistematik hale geldiğini, işverence ya hiçbir önlem alınmadığını ya da alınan önlemlerin yetersiz kaldığını göstermektedir. Digel işçilerinin sendikalaşma mücadelesi zaferle sonuçlanıp işyerinde işçilerin disiplin kurulu da dahil olmak üzere temsiliyetinin sağlanacağı, işçinin de söz hakkı olacağı toplu iş sözleşmesi düzeni kurulduğunda bu sorunların çözümü için büyük yol alınmış olacağı açıktır. Ancak Digel işçilerinin halihazırda işverenin haksız işten çıkarmalarının hedefi olduğu, toplu iş sözleşmesi masasının kurulmasının işverence türlü yollarla geciktirilmeye çalıştığı ve işyerinde bir SENDİKASIZLAŞTIRMA operasyonu yürütüldüğü gözetildiğinde, açıklamamızda yer verdiğimiz kadın üyelerimizin yaşadığı sorunların tüm kamuoyuna ivedilikle duyurulmasında yarar görülmüştür.

DIGEL TEKSTİL’de çalışan kadın işçilerin iş hayatında karşılaştığı baskı, mobbing, taciz ve ayrımcılık ne yazık ki hâlâ yaygın ve sistematik bir sorun olmaya devam ediyor. Bizler bu sorunlara sessiz kalmamak, mücadelemizi kamuoyunun bilgisine sunmak için bir araya geldik.

Siz değerli katılımcılara, DIGEL TEKSTİL’de kadın işçilerin yaşadığı baskı, mobbing ve tacizin sesi olmak, hak ihlallerini ve adalet taleplerini kamuoyuna duyurmak için düzenlediğimiz bu basın toplantısına geldiğiniz için teşekkür ediyoruz.

DIGEL TEKSTİL’de çalışan, özellikle kadın işçiler olmak üzere tüm arkadaşlarımız ve üyelerimiz, sendikalı olma haklarını kullandıkları için işten atılmanın yanı sıra, kadın çalışanlara yönelik şiddet, cinsel taciz ve mobbing gibi kabul edilemez uygulamalarla karşı karşıya kalmaktadır.  Kadın işçilerin maruz kaldığı şiddet, taciz ve mobbing ifadeler, dilekçeler ve tanıklıklarla tarafımızca detaylı şekilde belgelenmiştir.

DIGEL TEKSTİL işçilerinin sendikalaşma kararlarının bu sorunlar çerçevesinden anlaşılması çok önemlidir. İşçiler sadece ekonomik hakları için değil, aynı zamanda insan ve kadın onuruna yaraşır eşit koşullarda çalışmak ve şiddetsiz, tacizsiz ve demokratik bir iş yaşamı için sendikalaşmıştır. Bu bağlamda, DIGEL TEKSTİL yönetimini bir an evvel bu koşulları sağlamaya, işçilerin en temel yasal hakkı olan sendikalı olma hakkına saygı duyarak sendikamızın yetki belgesini kabul etmeye ve bu süreçte haksız ve hukuksuz biçimde işten atılan işçileri işe geri almaya çağırıyoruz.

İnsan onuruna yakışmayan bu hukuksuz uygulamaların derhal sonlandırılması gerekmektedir. Yaşanan bu etik dışı olayların küresel ölçekte açığa çıkarılması ve paylaşılması konusunda sizlerin destek ve katkıları hayati önem taşımaktadır.

Bu nedenle, bu özeti sizlerle paylaşıyor, acilen bir aksiyon planı hazırlanması ve uygulanması için sizlerden kurumsal dayanışma ve destek bekliyoruz.”

 

TEKSİF SENDİKASI

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: Hasta Tutsaklara Özgürlük

İzmir’de “Hasta Tutsaklara Özgürlük” Çağrısı
Emek ve Demokrasi Güçleri, ağır hasta tutsakların serbest bırakılmasını istedi; “Tahliye edilmeyenler ölüme terk ediliyor”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, cezaevlerindeki hasta tutsakların durumuna dikkat çekmek amacıyla bir araya gelerek, ÖSYM önünden Türkan Saylan Kültür Merkezi önüne yürüdü ve basın açıklaması yaptı. Evrensel gazetesine yönelik saldırıyı da kınayan grup, Beylikdüzü Belediye Başkanı Mehmet Murat Çalık ile Emine Ayşe Barim’in sağlık raporlarına rağmen tahliye edilmemesini “ölüme terk” olarak nitelendirdi.

 

“Cezaevinde kalamazlar”
İlk sözü alan İzmir Tabip Odası Başkanı Yüce Ayhan, tutukluların sağlık hakkına devletin birinci derecede sorumlu olduğunu vurguladı. Ayhan, “Bilimsel kurumlar tarafından hazırlanan raporlar, Mehmet Murat Çalık’ın tekrarlama riski yüksek iki hastalık öyküsü, ciddi kilo kaybı, sınır değerde laboratuvar sonuçları, kolesterol yüksekliği ve insülin direncini ortaya koyuyor. Bu tablo, cezaevi koşullarında kalamayacağını net şekilde gösteriyor” dedi.
Ayhan, Emine Ayşe Barim’in ise bayılma atakları ve ani ölüm riski taşıyan kalp rahatsızlığı bulunduğunu, derhal tahliye edilmesi gerektiğini belirtti.

“Hukuksuzluk ve ölüme terk”
Sefa Yılmaz ise sağlık raporlarında “hayati tehlike” değerlendirmesi yapılmadığını söyleyerek tepki gösterdi. Yılmaz, “Burada hukuksuzluk var, hak ihlali var. İnsanlar göz göre göre ölüme terk ediliyor” dedi. Tahliye kararı veren hakimlerin başka mahkemelere atanarak etkisizleştirilmesini de eleştiren Yılmaz, “Türkiye bugün faşizmin zirve noktasını yaşıyor” ifadelerini kullandı.

“Cezaevleri korkulan insanların yaşam alanı oldu”
Yılmaz, cezaevlerinde gazetecilerin, sanatçıların ve yurtseverlerin bulunduğunu belirterek, “Bu ülke dört yanı parmaklıklarla çevrili bir cezaevine dönüştü. Bizim hayallerimiz, umutlarımız var. Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” dedi.

“Özgürce karar almasını istemedikleri hakimleri ya da savcıları görevlendirmeyen, görevli savcı ve hakimleri görevli oldukları yerden alıp başka yere gönderen, verdikleri talimatlarla yargıyı töhmet altında bırakan bu anlayış, faşizmdir. Bugün Türkiye faşizmin en dip noktasını yaşamaktadır. Düşünen, konuşan kim olursa olsun muktedirin gözünde suçludur ve gözaltına alınması, tutuklanması an meselesidir. Bu yüzden bugün cezaevlerine baktığımızda gazetecileri, sanatçıları, devrimcileri görürsünüz. Ancak onlar gibi düşünen, onlar gibi talan eden, çalan, kadına şiddet uygulayan kimseyi göremezsiniz. Kimse merak etmesin bizim umutlarımız, hayallerimiz var. Bunları ne tutsaklıkları ne de işkenceleri sonlandıramayacak. Sonunda özgürlük mücadelesi verenler kazanacak” diye konuştu.

Açıklamanın sonunda, hasta tutsakların derhal serbest bırakılması ve yargı bağımsızlığının sağlanması çağrısı yapıldı.

Evrensel Gazetesi’ne İzmir’de Silahlı Saldırı: Basın Özgürlüğüne Yönelik Açık Tehdit

 

Evrensel Gazetesi’ne İzmir’de Silahlı Saldırı: Basın Özgürlüğüne Yönelik Açık Tehdit

Evrensel Gazetesi’nin İzmir Bürosu, gece yarısı kimliği belirlenen bir kişi tarafından silahlı saldırıya uğradı. Saldırganın binanın kapısına ve tabelasına ateş açtığı olayda, toplam 10 mermi izi tespit edildi. Çevredekilerin ihbarı üzerine olay yerine gelen polis ekipleri boş kovanları toplarken, gazete çalışanlarına herhangi bir bilgi verilmedi. Evrensel personeli saldırıyı, ancak sabah işe geldiklerinde fark etti.

Olayın ardından bir kişi gözaltına alınırken, tetikçi olduğu iddia edilen şahıs ise halen aranıyor.

İzmir’de Dayanışma Eylemi: “Evrensel Susmadı, Susmayacak”

Saldırının ardından İzmir’deki basın meslek örgütleri, sendikalar, siyasi partiler ve  kurumlar Alsancak’ta bir araya gelerek olayı protesto etti. Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde yapılan açıklamada, “Özgür basın susturulamaz”, “Faşizme karşı omuz omuza” ve “Birleşe birleşe kazanacağız” sloganları atıldı.

Evrensel Gazetesi, 30 yıllık yayın hayatı boyunca baskılara boyun eğmediğini ve hakikat mücadelesini sürdüreceğini duyurdu.

Evrensel Gazetesi İzmir Temsilcisi Özer Akdemir, yaptığı konuşmada saldırının yalnızca bir gazeteye değil, halkın haber alma hakkına yönelik olduğunu vurguladı. Akdemir, “Bu saldırı; işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin, doğa savunucularının sesini kısmaya dönük bir girişimdir” dedi.

Evrensel Gazetesi’ne İzmir’de yapılan silahlı saldırı, yalnızca bir medya kuruluşuna değil, doğrudan halkın haber alma hakkına ve ifade özgürlüğüne yönelik faşist bir saldırı olarak değerlendirilmelidir.

Bu saldırı, Türkiye’de basın özgürlüğünün olmadığını  bir kez daha gözler önüne serdi. Evrensel Gazetesi, kuruluşundan bu yana işçi sınıfının, ezilenlerin ve hak mücadelesi veren kesimlerin sesi olmayı sürdürdü. Ancak geçmişte olduğu gibi bugün de, eleştirel yayın çizgisi nedeniyle hedef haline geliyor.

Basın özgürlüğü, demokrasinin temel taşlarından biridir. Gazetecilere ve medya kurumlarına yönelik şiddet, yalnızca ifade özgürlüğünü değil, doğrudan halkın doğru bilgiye erişme hakkını da yok sayar. Evrensel’e yapılan bu silahlı saldırı, basın mensuplarına yönelik baskıların fiziki boyuta ulaştığının ve gazeteciliğin güvenlik tehdidi altında olduğunun açık göstergesidir.

Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler, basın özgürlüğünü güvence altına almayı zorunlu kılar. Ancak bu tür saldırılar, hukukun ve demokratik normların  uygulanmadığını bir kez daha gösteriyor.  Olayın faillerinin ve azmettiricilerinin ortaya çıkarılması, yalnızca Evrensel gazetesi için değil, tüm basın camiası için kritik öneme sahiptir.

 

 

 

 

 

İzmir’de Hak Örgütleri: Avrupa Konseyi Gençlik Delegesi ve İnsan Hakları Savunucusu Enes Hocaoğulları Derhal Serbest Bırakılsın!

İzmir’de hak örgütleri  İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesinde ortak açıklama gerçekleştirerek, Avrupa Konseyi Gençlik Delegesi ve İnsan Hakları Savunucusu Enes Hocaoğulları’nın serbest bırakılmasını istedi.

Açıklamanın tam metni şöyle:

“Basına ve Kamuoyuna

Avrupa Konseyi Gençlik Delegesi ve İnsan Hakları Savunucusu Enes Hocaoğulları Derhal Serbest Bırakılsın!

Avrupa Konseyi Türkiye Gençlik Delegesi, insan hakları savunucusu ve ÜniKuir’in Uluslararası Savunuculuk ve Kaynak Geliştirme Koordinatörü Enes Hocaoğulları, 5 Ağustos 2025 tarihinde “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçlamasıyla Ankara Sulh Ceza Hakimliği tarafından hukuka aykırı bir şekilde tutuklanmıştır.

Tutuklamanın gerekçesi, Enes Hocaoğulları’nın Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’nin 24 – 27 Mart 2025 tarihlerinde Türkiye’deki belediye başkanlarının tutuklanması hakkında açılan acil gündemli 48. oturumunda yaptığı konuşmadır.

Söz konusu konuşmada, 19 Mart 2025 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın tutuklanmasıyla başlayan barışçıl protestolar sırasında kolluk güçlerinin uyguladığı şiddet, protestoculara yönelik plastik mermi ve göz yaşartıcı kimyasal ajanların kullanımı, gözaltına alınan bazı kişilere işkence ve diğer kötü muamele yöntemi olan çıplak aramanın dayatılması, Türkiye’de insan hakları ve demokrasi değerlerine saygıda yaşanan kaygı verici gerileme ve hukuka aykırı uygulamalar dile getirilmiştir. Söylenenler, basında yer alan, insan hakları kurumlarının ve baroların rapor ve açıklamalarında dile getirilen hakikatlere dayanmaktadır. Bu konuşmanın cezai soruşturmaya konu edilmesi, Türkiye’nin hem anayasadan hem de uluslararası sözleşmelerden doğan, başta ifade özgürlüğünün ve insan hakları savunucularının korunması olmak üzere tüm yükümlülüklerinin ihlali anlamına gelmektedir.

Enes Hocaoğulları’nın konuşması paylaşıldıktan hemen sonra sosyal medyada hedef gösterilmiş ve bir damgalama kampanyası başlatılmıştır. Enes Hocaoğulları, “ajanlık”, “vatana ihanet” ve “sapkınlık” gibi söylemlerle hedef alınmıştır. Bu kabul edilemez gelişmenin ardından Enes Hocaoğulları hakkında hem İstanbul hem de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatılmıştır. Daha sonra Kırşehir Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından da TCK’nın 301. maddesinde düzenlenen devletin kurumlarını ve organlarını aşağılama suçundan bir soruşturma daha açılmıştır. Bu soruşturmalar yetkisizlikle Ankara’ya gönderilmiştir. Enes Hocaoğulları, hakkında açılan soruşturmaları bilmesine rağmen iş nedeniyle bulunduğu yurt dışından kendi isteğiyle dönmüş, ancak buna rağmen kaçma şüphesi olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştır.

İfade özgürlüğü, yalnızca bireylerin düşüncelerini açıklamasından ibaret değildir, aynı zamanda toplumun bilgi edinme ve hakikati öğrenme hakkını da içerir. Birleşmiş Milletler (BM) Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ifade özgürlüğünü demokratik toplumun vazgeçilmez unsuru olarak güvence altına alır. İfade özgürlüğü, eleştirel görüşlerin dile getirilmesini, kamusal sorunların tartışılmasını ve gerektiğinde hak ihlallerinin ifşa edilmesini kapsar.

AİHM’in Handyside v. Birleşik Krallık kararında belirtildiği gibi kimi zaman rahatsız edici, şoke edici, toplumun önemli bir kesiminin karşı çıkacağı görüşler de ifade özgürlüğünün kapsamındadır. İnsan hakları savunucularının en önemli kullanım alanlarından biri olan ifade özgürlüğü, bilhassa ihlallerin görünürlük kazanması, kamu görevlilerinin uygulamalarını eleştirisi, sorumluluklarının hatırlanması bakımından özel bir işleve sahiptir. Böylelikle, toplumun haksız uygulamaları bilmesi ve yetkililerin insan hakları ihlallerinden geri durması, gerektiğinde sorumlular hakkında yaptırım uygulanması amaçlanır.

Türk Ceza Kanunu’nun 217/A maddesi (halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma), muğlak tanımıyla ifade özgürlüğünü kullanan herkes üzerinde bir baskı aracına dönüşmüştür. Bu madde, insan hakları avunucularının, gazetecilerin ve muhalif seslerin meşru faaliyetlerini engellemek ve cezalandırmak için giderek daha sık kullanılmaktadır. Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu (Venedik Komisyonu), bu düzenlemenin demokratik toplumda gerekli olmadığını ve ifade özgürlüğüne orantısız bir müdahale oluşturduğunu tespit etmiştir.

Türkiye, tarafı olduğu uluslararası sözleşmeler ve BM İnsan Hakları Savunucularının Korunmasına İlişkin Bildirge uyarınca, insan hakları savunucularının güvenli bir ortamda çalışmasını sağlamakla yükümlüdür. Oysa, insan hakları savunucuları yargı tacizi, hedef gösterme, sosyal medya linçleri, keyfi gözaltılar ve tutuklamalarla susturulmaya çalışılmaktadır. Enes Hocaoğulları’nın tutuklanması bu baskı zincirinin yeni bir halkasıdır. Aynı zamanda yürütülen hedef gösterme kampanyasında nefret söylemiyle hedef alınan Enes Hocaoğulları, LGBTİ+ haklarını savunmanın kriminalize edilmeye çalışıldığı mevcut politik atmosferin bir yansımasıdır.

Biz aşağıda imzası bulunan insan hakları kurumları olarak:

  • Enes Hocaoğulları’nın derhal ve koşulsuz olarak serbest bırakılmasını,
  • TCK 217/A başta olmak üzere ifade özgürlüğünü kısıtlayan maddelerin kaldırılmasını,
  • BM İnsan Hakları Savunucularının Korunmasına İlişkin Bildirge’nin gereklerinin yerine getirilmesini,
  • İnsan hakları savunucularına yönelik tüm idari ve yargısal tacizlere derhal son verilmesini talep ediyoruz.

Ayrıca, insan hakları ve demokrasi değerlerinden yana olan herkesi sürecin yakın takipçisi olmaya ve Enes Hocaoğulları ile dayanışmaya davet ediyoruz.

Saygılarımızla,

İnsan Hakları Savunucuları Susturulamaz!

#ENESEÖZGÜRLÜK #FREEDOM4ENES

-Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği

-İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi

-Özgürlük İçin Hukukçular Derneği İzmir Şubesi

-Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi

-İMECE Dostluk ve Dayanışma Derneği

-Genç LGBTİ Derneği

-Hak İnisiyatifi Derneği

-Halkların Köprüsü Derneği

-İnsan Hakları Gündemi Derneği

-Eşit Haklar İzleme Derneği

-Adalet İçin Hukukçular”

 

 

 

BAHRİ KIRKIMCI

 

BAHRİ KIRKIMCI

 (28 Kasım 1957 – 16 Temmuz 2025)

Bahri Kırkımcı, 28 Kasım 1957 tarihinde Manyas’ta dünyaya geldi. Annesi ev hanımıydı, babası ise Bahri çok küçük yaşlardayken hayata veda etti. Bu erken kayıp, onun yaşamında derin bir izler bıraktı. Ablası ve öğretmen olan eşi Bahri’yi yanlarına aldı; önce tayinle Kars’a, ardından Balıkesir’e taşındılar. Bahri, ilkokul ve ortaokulu Manyas’ta bitirdikten sonra liseye Kars’ta başladı, Balıkesir Koray Lisesi’nde ise eğitimini tamamladı. Çocukluğu ve ilk gençliğini böylesi bir paylaşım ve dayanışma ortamında geçirdi.

Genç yaşlardan itibaren sorgulayan, adaletsizliğe boyun eğmeyen bir kişiliğe sahipti. Dayanışmacı ruhu ve bitmek bilmeyen enerjisi, onu kısa sürede arkadaş çevresinde ön plana çıkardı.

Gençlik Yılları ve Mücadele

1975-1976 öğretim yılında Balıkesir İşletmecilik ve Turizm Yüksek Okulu (BİTYO) açıldığında, Bahri de bu yeni okulun ilk öğrencileri arasında yer aldı. Okulun açılması gecikmeli olmuş, kayıtlar kasım ayına kadar sarkmıştı. Bahri, burada hemşehrileri Dursun, Bahri ve Erdinç ile tanıştı. Bu küçük Manyaslılar grubu, kısa sürede Balıkesir devrimci gençlik mücadelesinde adından söz ettirecek bir yoldaşlığa dönüştü.

Onların buluşma noktası, Cengiz Topel’deki Siteler Konutları No: 5’ti. Burası yalnızca bir ev değil, aynı zamanda bir koordinasyon merkezi, dayanışma yuvası ve devrimci mücadelenin kalbiydi. Yazılamalar, afişleme çalışmaları, eylem hazırlıkları buradan yönetilir; gece yarısı “No: 5’teyiz” demek, mücadele saflarında yerini almak için yeterliydi.

Bahri, bu yıllarda Halkın Kurtuluşu hareketini benimsedi. Deniz Gezmiş’e olan hayranlığı, onu korkusuz bir militan haline getirdi. Ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar, faşistlere karşı gözünü budaktan sakınmaz, en ön safta yer alırdı. 1976’da küçük kantinde yaşanan ve devrimcilerin üstün geldiği anti faşist mücadele Bahri’nin kararlılığını, gözü pekliğini gösterdiği bir alan oldu.

İlk Yakalanma ve Cezaevi

1976 baharında Balıkesir’ de devrimci gençlik için unutulmaz bir eylem planlandı. 6 Mayıs 1972’de idam edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile 18 Mayıs 1973’te işkencede katledilen İbrahim Kaypakkaya anısına Balıkesir’in dört bir yanına afişler yapıştırılacaktı. Bu, Balıkesir’deki ilk afişleme eylemiydi ve yasadışıydı; afişlerde “THKO” (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) imzası vardı.

Gece yarısı iki grup halinde Siteler’den yola çıkan devrimciler, şehrin merkezinden Milli Kuvvetler ve Anafartalar Caddesi’ne, Kasaplar Mahallesi’nden BİTYO ve Balıkesir Lisesi civarına kadar tüm noktaları afişlerle donattılar. Ancak sabaha karşı polislerin yoğun devriyeleri başladı. Afişleme görevini başarıyla tamamlayan gruptan Bahri ve birkaç arkadaşı yakalandı.

Balıkesir’de başlayan süreç, İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne (DGM) uzandı. Bahri, ilk kez cezaeviyle tanışıyordu.  Tutuklanan arkadaşlar dört ay  Buca Cezaevi’nde kaldı; yıl sonu sınavlarına giremedi. Buna rağmen hiçbir arkadaşının adını vermedi, üzerine atılan hiçbir suçu kabul etmedi. Mücadelesi kararlılığıyla daha da güçlendi,  mahpushaneyi devrimci eğitimini tamamlayacağı bir okula dönüştürdü.

Tahliye ve Mücadeleye Dönüş

Uzun süren yargılamaların ardından tahliye edildiğinde, yeniden Balıkesir’e döndü. Ne gözaltılar ne cezaevi, ne de baskılar Bahri’yi yıldırmıştı. Siteler’ deki dostlarıyla birlikte kaldığı yerden mücadeleye devam etti. Onun korkusuzluğu, arkadaşlarına güven verdi; faşistler karşılarında bilinci daha da gelişmiş, direngen, cesur bir Bahri bulmuşlardı.

Bahri Kırkımcı, devrimci gençliğin unutulmaz bir neferi olarak her zaman ön safta yer aldı.

Veda

Bahri Kırkımcı, 16 Temmuz 2025 günü hayata gözlerini yumdu. Onu tanıyan herkes, yalnızca bir yoldaşını değil, mücadele azmini ve yoldaş sıcaklığını da kaybetti.

Arkadaşlarının sözleriyle:

“Bahri, Balıkesir devrimci gençlik mücadelesinde ilk afişleme eylemine katılıp ilk cezaevine giren arkadaşlarımızdandı. Gözü kara, dürüst ve vefalıydı. Onun desteği unutulmayacak. Rahat uyu dostum.”

İşte Bahri Kırkımcı, bir devrimci, bir yoldaş, bir dosttu. Banka Emeklisiydi. Yaşadığı sürece içten samimi, insancıl kimliğiyle ardında bıraktığı iz, onu tanıyan herkesin hafızasında ve mücadele edenlerin yüreğinde yaşamaya devam edecek.

KESK İzmir Şubeler Platformu: Yedi Dönemdir Sefalette Anlaşanlara Karşı Emeğin ve Emekçilerin Kazanması İçin Birleşelim!

KESK İzmir Şubeler Platformu kamu emekçilerinin toplu sözleşme görüşme süreci ile ilgili Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde basın açıklaması yaptı. Katılımcılar, “İnsanca bir yaşam istiyoruz”, “Sermayeye değil emekçiye bütçe”,  “Toplu sözleşme hakkımız grev silahımız”,  “Birleşe birleşe kazanacağız”, ” AKP elini ekmeğimden çek”,  “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır”  sloganlarını attı.  Açıklamayı KESK Dönem Sözcüsü Bülent Karakaş okudu.

Açıklamanın Tam metni şöyle:

“4 milyon kamu emekçisi ve 2,5 milyon emekliyi doğrudan ilgilendiren toplu sözleşme süreci görüşmelerine bugün start verildi. Bu nedenle KESK olarak dostlarımızla birlikte ülkenin dört bir yanında alanlardayız. Öncelikle yıllardır her yasal düzenlemeyi, mevzuat değişikliğini tek taraflı olarak belirleyen “ben yaptım oldu” diyen bir iktidarla karşı karşıya olduğumuzu hepimiz biliyoruz.

Bunun son örneğini bugün yaşıyoruz.

Mevcut 4688 sayılı Kamu Görevlileri ve Toplu Sözleşme Kanunu “Toplu sözleşme görüşmelerine, ağustos ayının ilk işgünü başlanır”  diyor. Yasanın bu hükmüne rağmen toplu  sözleşme görüşmelerine bugün, yani 4 gün önce, başlayanlara buradan soruyoruz. Kendi yaptığınız yasa sizi bağlamıyor mu?  “Bakanımızın yurt dışı programı nedeni ile takvimi öne aldık”  gibi sıradan bir gerekçe ile yasayı keyfi olarak çiğnemeye hakkınız var mı?  Kendi yaptığı yasayı ayaklar altına alanları ve bu hukuksuzluğa seyirci kalanları buradan kınıyoruz!

Değerli Dostlar;

Mevcut iktidar işçilerden, emekçilerden günden güne uzaklaşarak sermayenin, patronların yandaşların çıkarları doğrultusunda hareket etmeye devam etmektedir.

Bu durum kaçınılmaz olarak sözleşme süreçlerine de yansımaktadır.

  İktidar yıllardır:  

  • Toplu sözleşmenin ne zaman yapılacağına,
  • Toplu sözleşme masasında kimlerin olacağına,
  • Toplu Sözleşmede maaş zamlarının ne kadar olacağına,
  • Toplu sözleşmenin ne kadar süreceğine,
  • Biz karar veririz, diyor. Bu yetmez
  • Toplu sözleşmede uzlaşmazlık olursa bizim seçtiklerimizin çoğunlukta olduğu Hakem heyeti bizim adımıza karar verir ,diyor.

İktidarın bu saiklerle oturduğu sözde toplu sözleşmeler sonucunda:

Derin bir yoksulluk,  sefalet,  güvencesizlik, angarya çalışma, adaletsiz vergi yükü, kamuya girme ve görevde yükselmede mülakat, torpil ve ayrımcılık gibi yüzlerce sorun ile karşı karşıyayız.

Tüm bunlar  6,5 milyonluk devasa bir kitleye “toplu sözleşme” adı altında bir kez daha İktidar-Hakem-Yandaş yapıdan oluşan Bermuda Şeytan Üçgeni tarafından dayatılmak isteniyor.

KESK MYK üyelerimiz ve KESK’e bağlı sendika MYK üyeleri 15 gün boyunca ülkenin dört bir yanını karış karış dolaştı. Her ilde, her ilçede bütün kamu emekçileri ve emeklileri bu garabet sistemden dert yanıyor. Biriken sorunlarının çözümü için bir çıkış yolu, bir çare arıyor.

Dolayısıyla bugün bir kez daha altını çiziyoruz. Gerçek bir toplu pazarlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan, tüm haklarımızın işverene ve onun konfederasyonuna-sendikalarına teslim edildiği, bizlerin yok sayıldığı bu toplu sözleşme oyunu devam ettiği sürece yaşadığımız sorunların çözülmesi mümkün değildir.

Bunun için öncelikle;

  • Başta ILO sözleşmeleri olmak üzere uluslararası sözleşmelerle, evrensel sendikal hak ve özgürlüklerle uyumlu, Grev hakkı ile tamamlanmış, kadın kamu emekçilerinin kendi talepleri ile masada temsil edildiği gerçek bir toplu sözleşme istiyoruz.
  • Toplu sözleşme masasının eğitim emekçileri, öğretmenler başta olmak üzere kamu emekçilerinin önemli bir bölümünün yıllık izinlerini kullandığı Ağustos ayında değil,  bütçe dönemine denk gelen Eylül, Ekim aylarında kurulmasını istiyoruz.

İnsanca yaşamaya yetecek bir ücret istiyoruz!

 Bu nedenle en düşük kamu emekçisinin maaşı yoksulluk sınırının üzerine çıkarılmasını istiyoruz.

Bunun için kamu emekçilerinin maaş artışlarına ilişkin talebimizi iki öneri şeklinde sunuyoruz;

1.En düşük kamu emekçisi maaşı Temmuz 2025 itibari ile 85 bin TL olan yoksulluk sınırının üzerine çıkarılmalı yani %94 artırılmalıdır. Bu artış oransal olarak tüm kamu emekçilerinin Temmuz 2025 maaşlarına yansıtılmalıdır.

 2.önerimiz: Temmuz 2025 itibari ile 50 bin 460 TL olan en düşük kamu emekçisi maaşı Ocak 2026 itibari ile en az 100 bin TL olacağını tahmin ettiğimiz yoksulluk sınırının üzerine çıkarılmalıdır. Yani %98 artırılmalıdır. Bu artış oransal olarak tüm kamu emekçilerinin Ocak 2026 maaşlarına yansıtılmalıdır.

 Her iki durumda da;

  • Tüm kamu emekçilerine brüt 18 bin 682 TL olarak verilen ilave seyyanen ödeneğin taban aylık katsayısına dâhil edilerek mevcut emeklilerin aylıklarına yansıtılmasını istiyoruz.
  • Eş yardımının 4 bin TL’ye, çocuk yardımının her çocuk için 5 bin TL’ye çıkarılmasını istiyoruz.
  • Konut sahibi olmayan tüm kamu emekçilerine büyükşehirlerde 13 bin 500 TL, diğer şehirlerde ise 11 bin TL Kira Desteği verilmesini istiyoruz.

Talep ettiğimiz bu tutarların her üç ayda bir yoksulluk sınırındaki artış oranında güncellenmesini istiyoruz.

  • Ulufe değil GERÇEK BİR REFAH PAYI istiyoruz. Bunun her üç ayda bir açıklanan ekonomik büyüme oranında refah payı istiyoruz.
  • Maaşlarımızdan kesilen Gelir Vergisi adaletsizliğine son verilmesini, 1. dilim oranının %15 ten %10’a düşürülmesini, yoksulluk sınırına kadar olan ücretlerden kesilen Gelir Vergisi’nin bu oranda sabitlenmesini istiyoruz.
  • Tüm kamu emekçilerine yılda iki kez net maaşı tutarında ikramiye verilmesini istiyoruz.
  • 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu’na tabi kamu emeklileriyle, 2008 sonrası işe girerek 5510 sayılı Kanun kapsamına alınan kamu çalışanları arasındaki emeklilik yaşı, maaş bağlanma oranı ve emekli aylıkları arasındaki uçurum

derhal giderilmelidir.

  • Sosyal güvenlik sisteminde hakkaniyet sağlanmalı, tüm kamu emekçileri için eşit, adil ve insanca bir emeklilik hakkı hayata geçirilmelidir.
  • Yarı zamanlı çalışma, yarım maaş, yarım sigorta, yarım derece değil tüm kamuda ücretsiz, nitelikli, anadilinde ve tam zamanlı hizmet veren kreşler açılmasını istiyoruz.
  • Kamu emekçilerine 0-6 yaş arasındaki her çocuk için Temmuz 2025 itibariyle 7.500 TL tutarında kreş desteği verilmesini istiyoruz.
  • Haftalık çalışma süremizin 30 saate düşürülmesini istiyoruz.
  • İşyerinde yemek çıkmayan kamu emekçilerine Temmuz 2025 itibariyle aylık 7.000 TL yemek yardımı istiyoruz.
  • Tüm kamu emekçilerine ücretsiz servis, servis imkânından yararlanamayan kamu emekçilerine Türkiye genelinde kamu ulaşım araçlarından ücretsiz faydalanacakları aylık abonman kartı verilmesini istiyoruz.
  • Tüm kamu emekçilerine aylık 50 metreküp doğalgaz üzerinden yakacak desteği istiyoruz.
  • Göreve yeni başlayan kamu emekçilerine iki maaş tutarında “Hoş Geldin İkramiyesi” verilmesini istiyoruz.
  • Seçim öncesi verilen 3600 ek gösterge sözünün tutulmasını, Unvan, kadro ya da hizmet sınıfı ayrımı yapılmaksızın, 1. Dereceye yükselen tüm kamu emekçilerine 3600 ek gösterge verilmesini istiyoruz.
  • Güvenceli İstihdam, Güvenli Gelecek İstiyoruz!
  • Demokratik, Adil Bir Çalışma Yaşamı İstiyoruz!

Son olarak buradan tüm kamu emekçilerine sesleniyoruz!

Yıllardır devam eden garabet sistemin bir aparatı olanların çözümün adresi olması mümkün değildir. Dolayısıyla çare mevcut iktidar blokunun, iktidar ittifakının sendikal alana yansımasından ibaret olanlar değildir.

Tek çare; kaybedenlerin yan yana gelmesi, omuz omuza vermesinden geçmektedir.

Biz de KESK olarak tek taraflı ve tek ayaklı masaları değil, demokratik bir Türkiye talebiyle birlikte emekçilerin gerçek taleplerini kararlılıkla savunmaya devam edeceğiz.

KESK İzmir Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Bülent KARAKAŞ”

Orman işçileri ve gönüllüler ölüyor. Siyasi iktidar seyrediyor.

Ülkemiz  sathı yangın alanı haline geldi.

Eskişehir Seyitgazi’de çıkan orman yangınına müdahale ederken hayatını kaybeden orman işçileri ve AKUT gönüllülerinin ailelerine ve tüm emekçilere başsağlığı diliyoruz. Aynı yangında yaralananlara acil şifalar diliyoruz.

Siyasi iktidar, orman yangınlarını engellemek ve yangını söndürmek konusunda yıllardır başarısız politikalarını sürdürüyor. Her yıl tekrarlanan ama hâlâ önlem alınmayan orman yangınları artık birer doğa felaketi değil, göz göre göre gelen iş cinayetleri durumuna da geldi.

Bu yangınlarda en ağır bedeli, her zaman olduğu gibi yine emekçiler ödüyor. İşçi sağlığı ve güvenliği önlemleri alınmadan, yeterli koruyucu ekipman sağlanmadan, yangının ortasına gönderilen işçiler ve gönüllüler; bu ihmaller zincirinin bedelini hayatlarıyla ödüyor.

Kapitalizm öldürüyor. Doğamızı, suyumuzu, havamızı, tüm canlıları yok ediyor. Hükümet hiçbir önlem almıyor.

Yaşamını yitiren tüm işçileri ve gönüllüleri saygıyla anıyor, mücadelelerini unutmuyoruz.

İzmir’de Kadınlar Suriye’deki Alevi Soykırımına Karşı Ayakta: Tüm kadınları Alevilere yönelik soykırıma, bu kapsamda da kadınlara yönelik suçlara karşı mücadeleyi birlikte yükseltmeye çağırıyoruz.

İzmir’de bir araya gelen “Barışa İhtiyacımız Var Kadın İnisiyatifi” ve “Feminist Gece Yürüyüşü Ekibi” Suriye’de Hey’et Tahrir eş-Şam (HTŞ) ve ona bağlı cihatçı grupların özellikle Alevi kadınlara yönelik saldırılarına karşı Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde eylem düzenledi. “Allevi kadınların yanındayız. Soykırım ve patriyarkaya karşı isyandayız “. “Suriye’de HTŞ alevi kadınları soykırıma maruz bırakıyor. Susmuyoruz” pankartları açan kadınlar  ‘Alevilere yönelik soykırıma karşı birlikte mücadeleyi yükseltelim’  çağrısıyla gerçekleştirilen eylemde, Türkiye dahil bölgesel ve küresel güçlerin bu soykırımdaki sorumluluğu teşhir edildi. Kadınlar, Alevi kadınlar, Dürzi kadınlar, Gazzeli kadınlar, Filistinli kadınlar, Ezidi kadınlar, Kürt kadınlar yalnız değildir”, “jin jiyan azadi”, “Kadın yaşam özgürlük”, “kadın cinayetleri politiktir”, “Yaşasın kadın dayanışması” , “HTŞ’ye destek soykırımı besliyor” sloganlarını attı.

Basın açıklamasında, “Suriye’de HTŞ ve yönlendirdiği cihatçı çetelerin sürdürdüğü Alevi soykırımına karşı kadınların yanındayız, bugün burada eylemdeyiz” denildi. Açıklamada, savaşlarda kadın bedeninin sistematik şekilde bir savaş aracı haline getirildiği vurgulanarak, “Kadınların bedeni savaş meydanı değildir” mesajı verildi.

Açıklamada, 8 Aralık 2024’te Baas rejiminin çökmesinden bu yana Suriye’nin Lazkiye, Tartus, Hama, Humus ve Ceble gibi bölgelerinde özellikle Alevilere yönelik saldırıların arttığı belirtildi. Suriye İfade Özgürlüğü ve Basın Merkezi’nin 9 Temmuz 2025’te yayımladığı rapora göre yalnızca 2025’in ilk üç ayında Hama ve çevresinde en az 1060 kişi katledildi. Raporda işkence, mezhepsel hakaret, infaz tehdidi ve çocuklara yönelik korku yayma gibi hak ihlalleri belgelenmiş durumda.

Kadın örgütlerinin açıklamasında, bu soykırım sürecinde en ağır bedeli kadınların ödediği vurgulandı. Bugüne dek 12.000’i aşkın Alevi kadın ve kız çocuğunun kaçırıldığı, toplu tecavüze, cinsel işkenceye maruz bırakıldığı ve köleleştirildiği belirtildi.  HTŞ’ye bağlı çetelerin fidye karşılığında kadınları serbest bırakacaklarını, aksi halde satacaklarını ya da öldüreceklerini ailelerine bildirerek şantaj yaptığı aktarıldı. 27 Haziran 2025’te Reuters tarafından yayımlanan bir haberde, bu çetelerin Türkiye’de faaliyet gösteren şebekeleri aracılığıyla fidye topladığına dair belgeler kamuoyuna yansımıştı.

Kaçırılan kadınların yakınları, İzmir ve Mardin’deki banka hesapları ve telefon numaraları üzerinden kendilerinden 1.500 ila 100.000 dolar arasında fidye istendiğini açıkladı. Kadınlar, bu konuda suç duyurusunda bulunulduğunu ve yetkililerin harekete geçmemesini “suça ortaklık” olarak nitelendirdi. Açıklamada, “AKP ve MHP iktidarına soruyoruz: Bu hesaplar kimlere ait? Bu ülke kadınların ganimet gibi alınıp satılmasına göz mü yumacak?” denildi.

Kadınlar, Suriye’nin kuzeyinde iktidarda olan HTŞ’nin şeriat hukukunu esas alan gerici rejimiyle kadınlara karşı yürüttüğü baskıları da teşhir etti. Açıklamada HTŞ’nin; kadınları çarşaf giymeye zorladığı, yalnız sokağa çıkmalarını yasakladığı, kadın kurumlarını kapattığı, ortaokul sonrası eğitimi engellediği, çocuk yaşta evliliği teşvik ettiği ve kadın istihdamını sınırlandırdığı hatırlatıldı.

HTŞ’nin aynı zamanda trans kadınları sistematik biçimde hedef aldığı, “ahlaksızlık” gerekçesiyle linç, işkence ve tutuklama uyguladığı vurgulandı. Açıklamada, “Trans kadınları yok etmeye çalışan bu zihniyet, direnişi görünmez kılmak istiyor. Ama trans kadınlar direnişin en parlak yüzüdür” denildi.

Kadın inisiyatifleri, tüm bu karanlığa rağmen Suriye’de kadınların ve LGBTİ+’ların direndiğini vurguladı. Açıklamada, “Suriye halkları — etnik, inanç ve cinsiyet kimlikleri ne olursa olsun — bu gericiliği kabullenmedi, kabullenmeyecek” denildi.

Kadınlar ayrıca, Ezidilere yönelik 2014 IŞİD saldırılarında da Türkiye’nin kadın ticareti ağında rol oynadığını, Afrin’in işgalinde kadınların yine Türkiye destekli gruplarca kaçırıldığını hatırlatarak “Bu suçlar tekrar ediyor, biz ise bunu asla normalleştirmeyeceğiz” mesajı verdi.

Açıklama, şu sözlerle sona erdi:

“Emperyalistlerin ve siyonistlerin siyasi, askeri ve ticari çıkarları için körüklediği bölgesel savaşın, derinleşen sömürünün ve soykırımın karşısında hayatları için direnen Gazzeli, Rojavalı, İranlı, Suriyeli, Alevi, Dürzi, Ermeni, Süryani, Kürt tüm kadınlarla dayanışmaya devam edeceğiz. Tüm kadınları Alevilere yönelik soykırıma, bu kapsamda da kadınlara yönelik suçlara karşı mücadeleyi birlikte yükseltmeye çağırıyoruz.”

 

Basın açıklamasının tam metni şöyle:

“Suriye’de HTŞ ve yönlendirdiği cihatçı çetelerin sürdürdüğü Alevi soykırımına karşı kadınların yanındayız, bugün burada eylemdeyiz!

Biz yıllardır “kadınların bedeni savaş meydanı değildir” diyoruz. Ama her savaşta, her iktidar kavgasında ya da ne zaman bir halk –aynı bugün Suriye’de olduğu gibi– topyekün cezalandırılmaya, imha edilmeye kalkılsa, kadınların bedeni bir savaş alanına dönüyor. Kadınların bedensel bütünlüğünü ihlal etmek, sistematik cinsel şiddet, bir tür ele geçirme, aşağılama, işgal ve tahakküm aracı, yer yer de soykırımın önemli bir boyutu haline geliyor. Bu Gazze’de, İsrail’in hapishanelerinde, Filistinli kadınlara yönelik cinsel şiddet olarak tezahür ediyor örneğin. Türkiye’de bir Kürt kadın olan Garibe Gezer’in cinsel saldırı sonrası cezaevinde ölüme sürüklenmesi de böyle bir pratik. Bugün Suriye’de bir süredir Alevilere ve şimdi Dürzilere yapılanlara, tam da bu nedenle, dünyanın ve bu coğrafyanın her yanında kadınlar olarak sessiz kalmamak zorundayız.

Suriye’de bugün, Hey’et Tahrir eş-Şam, yani HTŞ iktidarda. El Kaide’nin Suriye kolunun bir uzantısı, selefi cihatçı bir örgüt olan HTŞ’yi, halk seçmedi. Amerika, İsrail, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan – yani küresel ve bölgesel emperyalist güçler seçti. Önce “terörist” dediler, sonra işlerine geldiği şekilde başa geçirdiler, şimdi istediklerinde bombalıyorlar. Mesele her zamanki gibi halkın ne istediği değil, para, kaynak, nüfuz ve güç oldu. Hızla dil değişti, Ebu Muhammed el-Colani’nin adı Ahmet eş-Şara’ya dönüştü. Ama adını değiştirmek, ülkeyi şeriat hukukuyla yönetmek istediği gerçeğini değiştirmedi. Bugün bu rejim, kadınların medeni haklarını ve ortaokul sonrası eğitim haklarını gasp ediyor, kadın mücadelesi yürütenleri tutukluyor, kadın kurumlarını kapatıyor, kadınları çarşaf giymeye zorluyor, yanında erkek akrabası olmadan sokağa çıkmalarını yasaklıyor, çocuk yaşta evliliği teşvik ediyor, kadın istihdamını “fıtrata uygun” işlerle sınırlandırıp öğretmenlik, ebelik, kuaförlük gibi meslekler dışında çalışmalarını yasaklıyor. HTŞ’nin karanlık rejimi, trans kadınları hedef alarak onları “ahlaksızlık” adı altında linç ediyor, sokak ortasında dövüyor, tutukluyor, işkence ediyor. Kimlikleri, varoluşları için öldürülme korkusu yaratarak yok etmeye çalışıyor. Cihatçıların gözünde trans kadınlar “görünmez” kılınması gereken bir tehdit, ama hakikatte onlar direnişin en parlak yüzü.

Suriye halkları — etnik, inanç ve cinsiyet kimlikleri ne olursa olsun — bu gericiliği kabullenmedi, kabullenmiyor. Suriyeli kadınlar ve LGBTİ+’lar tüm bu baskılara rağmen direnmeye devam ediyor.

Bununla beraber, 8 Aralık 2024’ten beri, rejimin ve rejimin yönlendirmesiyle hareket eden cihatçı grupların Alevileri, Dürzileri, Kürtleri, Arap Hristiyanları, Şiileri, Ermenileri ve Süryanileri hedef alan birçok saldırısı oldu. Lazkiye, Tartus, Ceble, Hama ve Humus başta olmak üzere birçok bölgede, binlerce Alevinin katledilmesiyle sonuçlanan saldırılar hala devam ediyor. Alevilerin yaşadığı bölgelerde köyler karadan ve havadan bombalandı, evler silahla tarandıktan sonra yakıldı, su kaynaklarına zehirli kimyasallar karıştırıldı, elektrik ve internet bağlantısı kesilerek dünyayla iletişimi koparılan, tüm yollar kapatılarak ablukaya alınan yaşam alanlarında toplu katliamlar gerçekleştirildi, cesetler deniz kıyılarına vurdu, ölü bedenlere dahi işkence edildi.

Bir halkı topyekün ortadan kaldırmayı hedefleyen bu soykırım sürecinin kadınlar açısından bedeli ağır oldu: 12.000’i aşkın Alevi kadın ve kız çocuğu kaçırıldı, toplu tecavüze ve cinsel işkenceye maruz bırakıldı, köleleştirildi, zorla evlendirildi, satıldı. Türkiye’nin de desteklediği HTŞ ve yönlendirdiği cihatçılar tarafından! Fidye ödenmesi karşılığında teslim edilecekleri, aksi takdirde satılacakları ya da öldürülecekleri iddiasıyla ailelerine şantaj yapıldı. 27 Haziran 2025 tarihinde Reuters Haber Ajansı’nda yayınlanan haberde, kadın ticareti yapan ve fidye isteyen bu cihatçıların Türkiye’de de şebekelerinin olduğu açıkça belgelendi. Buna seyirci kalınmasından güç bulan çeteler, bugün aynısını Dürzi kadınlara ve çocuklara yapmaya başlıyor. Kaçırılan Alevi kadınların yakınları, fidyelerin İzmir’de ve Mardin’de bulunan kişilere ve şirketlere ait banka hesaplarına gönderildiğini ve Türkiye’de kayıtlı telefon numaralarından kadınlar için 1.500 ila 100.000 dolar aralığında para istendiğini aktarıyor. Bu konuda bir suç duyurusu yapıldığını biliyoruz. Biz de buradan soruyoruz: Bu hesaplar, telefon numaraları kimlere ait? Bu ülkeyi yöneten AKP ve MHP, “devlet başkanı” statüsüyle, kırmızı halılarda karşıladıkları cihatçıların sürdürdükleri Alevi soykırımı hakkında bir şey yapacak mı? Yoksa bu suça ortak olmaya devam mı edecek? Kadınların ganimet gibi alınıp satılmasına onay mı verecek, fidye isteyenleri mi kollayacak?

Türkiye’nin de dahliyle bu suç ilk kez işlenmiyor. Bundan tam 11 yıl önce, 2014’te, IŞİD’in Ezidilere yönelik soykırımı başladığında da 6 binden fazla kadın ve kız çocuğu kaçırılmış, köle pazarlarında satılmıştı. Yine Türkiye’den hesaplar, şebekeler söz konusuydu. Satılan kadınlar Ankara’ya, Antep’e getirilmişti. Yani Türkiye, bu kadın ticareti ağının bir parçası olmuştu. Daha sonra, Afrin işgal edildiğinde, BM raporlarına göre sadece 2018-2021 arasında binin üzerinde kadın Türkiye’nin desteklediği SMO tarafından kaçırıldı, tecavüze uğradı.

Biz bunu normalleştirmeyeceğiz. İçinde yaşadığımız, haklarımız, hayatlarımız için mücadele ettiğimiz bu ülkenin, kadınların bir mal gibi alınıp satılmasında, köleleştirilmesinde, Alevilere yönelik suçlardaki payına karşı çıkacağız. Çünkü bizim için barış, bu coğrafyada eşit ve özgür bir yaşam kurabilmek demek. Emperyalistlerin ve siyonistlerin siyasi, askeri ve ticari çıkarları için körüklediği bölgesel savaşın, derinleşen sömürünün ve soykırımın karşısında hayatları için direnen Gazzeli, Rojavalı, İranlı, Suriyeli, Alevi, Dürzi, Ermeni, Süryani, Kürt tüm kadınlarla dayanışmaya devam edeceğiz. Tüm kadınları Alevilere yönelik soykırıma, bu kapsamda da kadınlara yönelik suçlara karşı mücadeleyi birlikte yükseltmeye çağırıyoruz.

Yaşasın kadın dayanışması, Jin Jiyan azadi, kadın yaşam özgürlük,

Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi”

 

 

Bayrampaşa’da Kürtçe Müzik Dinleyen Aileye Polis Şiddeti: Hamile Kadın Erken Doğum Yaptı.  İzmir’de  kurumlar demokratik siyaset, kültürel çoğulculuk ve birlikte yaşama iradesi için mücadele çağrısı yaptı.

Bayrampaşa’da Kürtçe Müzik Dinleyen Aileye Polis Şiddeti: Hamile Kadın Erken Doğum Yaptı.

İzmir’de  kurumlar Demokratik siyaset, kültürel çoğulculuk ve birlikte yaşama iradesi için mücadele çağrısı yaptı.

İstanbul Bayrampaşa’da, araçlarında Kürtçe müzik dinleyen bir aile, görevli olmayan polislerin video çekimine itiraz edince gözaltına alındı. Gözaltı sırasında bir çocuk, yaşlı bir kadın ve 7 aylık hamile bir kadının da aralarında bulunduğu yurttaşlara ağır şekilde şiddet uygulandığı belirtildi.

Hamile kadın fenalaşarak hastaneye kaldırıldı ve acil sezaryenle doğum yaptı. Kafasında darbe tespit edilen bebek kuvöze alınırken, anne yoğun bakımda tedavi altına alındı. Aile bireylerinin vücutlarında da çok sayıda darp izi bulundu.

Olay, kamuoyunda büyük tepki topladı. Demokratik kurumlar ve hak savunucuları, Kürtçe müzik dinledikleri için işkenceye uğrayan aileye yönelik şiddetin derhal soruşturulmasını ve sorumluların açığa alınmasını talep etti.

Bayrampaşa’da yaşanan polis şiddetine karşı İzmir’de  kurumlar bir araya geldi ve  Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde basın açıklaması yaparak olayı protesto etti.   Demokratik siyaset, kültürel çoğulculuk ve birlikte yaşama iradesi için mücadele çağrısı yapıldı. Katılımcılar, ” Yaşasın halkların eşitliği”,  “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”,  “İşkenceci polis hesap verecek”, “Susma haykır ana dil haktır”,  “Susma haykır halklar kardeştir” sloganlarını attı.

Basın açıklaması metnini KESK  Dönem Sözcüsü  Bülent Karakaş okudu. Açıklamanın tam metni şöyle:

“BASINA VE KAMUOYUNA

Kürtçeye Yönelik Saldırı, Halkların Birlikte Yaşama İradesine Yöneliktir!Barışın ve Demokratik Toplumun Düşmanı Irkçılığa Sessiz Kalmayacağız!

13 Temmuz 2025 Pazartesi akşamı İstanbul Bayrampaşa’da yaşananlar; bu ülkede halkların eşitliğine, kültürel haklara ve en temelde barış içinde bir arada yaşama umuduna yönelmiş vahim bir saldırının ifadesidir.

Piknikten dönerken araçlarında Kürtçe müzik açtıkları için, görevli olmayan polis memurlarının kendilerini videoya almasına itiraz eden aynı aileden 10 kişi, polis tarafından darp edilerek gözaltına alınmıştır. Aralarında bir çocuk, yaşlı bir kadın ve 7 aylık hamile bir kadının da bulunduğu yurttaşlar ağır bir şekilde şiddete maruz kalmıştır. Aynı akşam çocuk kimlik tespitiyle serbest bırakılmış, bir kişi ifadesi sonrası salıverilmiş, hamile kadın ise fenalaşması üzerine hastaneye sevk edilmiştir. Gözaltındaki diğer 7 kişi 14 Temmuz günü Çağlayan Adliyesi’ne getirilmiş, 4 kişi adli kontrol talebiyle, 3 kişi ise tutuklama talebiyle sevk edildikleri Sulh Ceza Hakimliği’nden adli kontrol kararıyla serbest bırakılmıştır.

Basına yansıyan görüntülerden de anlaşıldığı üzere, gözaltına alma sınırları aşılmış, polis tarafından işkence yapılarak müdahale gerçekleştirilmiştir. Bu müdahale sonucu 7 aylık hamile kadın acil olarak sezaryene alınmış ve iki ay erken doğum yapmak zorunda kalmıştır. Kafasında darbe tespit edilen bebek kuvöze alınmış, anneyse yoğun bakımda tutulmaktadır. Polislerce gözaltına alınan diğer aile bireylerinin de vücutlarında çok sayıda darp izine rastlanmıştır.

Bu olay; sıradan bir “orantısız güç kullanımı” değildir. Bu olay, halkların diliyle, kültürüyle, müziğiyle, hafızasıyla kurduğu yaşamı hedef alan organize şiddetin bir parçasıdır. Kürtçe müzik dinlemenin “suç” sayıldığı bir yerde, barış içinde bir arada yaşamın, demokratik bir toplumun ve ortak geleceğin zemini saldırı altındadır.

Bizler bu saldırıyı yalnızca bir ailenin yaşadığı bireysel mağduriyet olarak görmüyoruz.

Bu olay; bu ülkenin en temel meselelerinden biri olan Kürt meselesinin inkâr ve zorla bastırma politikalarıyla çözülemeyeceğinin acı bir göstergesidir.

Bu olay; demokratik siyasetin, kültürel çoğulculuğun ve birlikte yaşama iradesinin sistematik olarak kriminalize edilmesidir.

Barış bir temenni değil, halkların eşit haklara sahip olduğu bir yaşam biçimidir.

Demokratik toplum ise çok dillilik, çokkültürlülük ve kimliklerin eşitliği ile mümkündür.

Bugün sırf Kürtçe konuştukları için yapılan bu saldırıya karşı tepkisizlik,

yarın başka bir halkın inancının ve yaşam tarzının hedef alınmasının önünü açacaktır. Bu nedenle buradaki şiddete karşı sessiz kalmak, bu suça ortak olmaktır.

Biz bu saldırıyı şiddetle kınıyor; şu çağrıyı yapıyoruz:

  • Bu olay derhal tüm boyutlarıyla araştırılmalı, şiddet uygulayan ve emri veren tüm kamu görevlileri açığa alınmalıdır.
  • Barış ve bir arada yaşama iradesini hedef alan bu saldırı karşısında; tüm demokratik kurumlar, siyasi partiler, meslek örgütleri ve yurttaşlar birlikte ses çıkarmalıdır.
  • Bu ülkenin barışçıl, eşitlikçi ve demokratik geleceğini savunan herkes, anadilinde yaşam hakkının, kültürel hakların ve halkların birlikte yaşama iradesinin yanında durmalıdır.

Unutulmamalıdır ki; Kürt halkının dili, müziği ve kültürü bu ülkenin zenginliğidir.

Kürtçeye saldırı, barışa saldırıdır. Halkların kardeşliğine yönelmiş her tehdit, ortak geleceğimize kast etmektir.

Bu nedenle bizler; adalet isteyen, eşitlik isteyen, onurlu bir barış isteyen tüm kişi ve kurumları bu ırkçı saldırıya karşı ortak tutum almaya, açıklama yapmaya ve mücadeleyi büyütmeye çağırıyoruz.

Barış için, eşitlik için ve halkların kardeşliği için susma!

Kürtçeye ve kültürel haklara sahip çık!

Demokratik gelecek için birlikte mücadele et!

Türkiye ve Ortadoğu başta olmak üzere savaşsız ve sömürüsüz bir dünya ümidiyle herkesi sevgi ve saygı ile selamlıyoruz…

Yaşasın Halkların Eşitliği!

Yaşasın Barış!

Bijî Aşîtî!

KESK İzmir şubeler platformu

HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ

TEVGERA JINAN AZAD (TJA)

DEMOKRATİK ALEVİ DERNEĞİ

İMECE-DER

SOSYALİST DEMOKRASİ HAREKETİ

SOSYALİST MÜCADELE İNSİYATİFİ

EMEKÇİ HAREKET PARTİSİ

PARTİZAN

TOPLUMSAL ÖZGÜRLÜK PARTİSİ

SOSYALİST EMEKÇİLER PARTİSİ

ODAK

DEMOKRATİK BÖLGELER PARTİSİ

TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ (TİP)

ESP

YEŞİL SOL PARTİ

HALKLARIN EŞİTLİK VE DEMOKRASİ PARTİSİ (DEM)

KALDIRAÇ

SODAP

EMEP

PİR SULTAN ABDAL DERNEĞİ”

 

 

Silahlar susuyor, sorunlar nasıl çözülecek..

Silahlar susuyor, sorunlar nasıl çözülecek..

Barışa giden yolda reformist bir adım mı, tarihsel bir kırılma mı?

2025 yılı Kürt sorununda ve Türkiye’nin siyasal tarihinde yeni bir sayfanın açılabileceği bir gelişmeye tanıklık ediyor. 19 Haziran’da Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine 11 Temmuz da PKK’ye bağlı 30 gerilla Güney Kürdistan’ın Süleymaniye kırsalında bulunan Şikefta Casenê’de törenle silahlarını bıraktı; silahlar yakıldı, kararlı cümlelerle “Demokratik siyaset ve hukuk zemininde mücadeleye geçiyoruz.”denildi.

Yıllardır süren savaş, dağlarda, kırsal alanlarda silahların konuştuğu, çatışmaların yaşandığı şehirlerde ise devletin zor politikalarının hüküm sürdüğü bir karanlığı büyütüyor, sayısını hala tam bilemediğimiz can yitimleri yaşanıyordu. Şimdi silahlar susuyor ancak sürecin şeffaf yürütülmemesinden kaynaklı olarak arka perdesini bilemediğimiz önümüzdeki aşamalara ilişkin sorular da birçok platformda tartışılmaya başlandı.

‘Kürt Özgürlük Hareketi’ (KÖH) nin yıllardır süregelen mücadelesi, süreç içerisinde bağımsız devlet kurma hedefinden uzaklaştı. Kültürel haklar ve demokratik talepler için silaha sarılmak hem meşruiyetini hem de toplumsal desteğini giderek yitirdi. Bugün gelinen noktada silahlı mücadelenin sonlandırılması birçok açıdan olumlu bir adımdır. Halklar arasındaki nefret ve düşmanlık zeminini zayıflatma, ırkçılığı, milliyetçiliği geriletme iklimi oluşturabilir ve en önemlisi işçi sınıfı ve emekçilerin, yoksulların mücadelesinin önünü açabilir.

Ancak bu gelişmeyi yalnızca bir “barış” hamlesi olarak görmek eksik kalır. Zira bu karar, aynı zamanda KÖH’nin son yıllarda izlediği  çizginin mantıksal sonucudur. Silahlı mücadeleyi bırakmak, sisteme entegre olmayı kabul etmek anlamına da gelebilir.

Kuzeyde, Rojava’da ve Güney Kürdistan’da sürdürülen askerî operasyonlar, üsler, hava bombardımanları derhâl durdurulacak mı? Yoksa Ortadoğu’da emperyalist güçlerin bölgemizi yeniden düzenleme politikalarına da uygun atraksiyonlarla faşizmin ve tekelci kapitalizmin zor politikalarının yeni bir yükselişini mi göreceğiz?

Siyasi iktidar ne yapacağını, demokratik mekanizmaları yaşama geçirerek, halka, parti ve siyasal çevrelere açık, şeffaf olarak tartışmaya, önerilere açabilecek mi? Hakların kullanımı ve demokratik talepler konusunda bir çözüm sunabilecek mi? Sürecin demokratik karakter kazanmasına yönelik adımlar atabilecek mi? PKK silah bıraktı şimdi sıra devlette. Eğer bu süreç gerçek bir barış zemini yaratacaksa, halk iradesine karşı yapılan müdahaleler, haksız, hukuksuz yaptırımlar, yargı kıskaçlarına son verilmelidir. Sınır dışı operasyonlara son verilmeli, Ortadoğu’da sürmekte olan yeni sömürgeci yeniden paylaşımcı savaşta paydaş olmamalıdır; işgalci, yayılmacı, soykırımcı savaşta emperyalizme ve işbirlikçilerine ticaret dahil prim vermeyi bırakmalıdır.

Yine aynı şekilde:
Cezaevlerinde dörtyüz bini aşkın mahpus bulunmaktadır; bunlar arasında onbini aşkın siyasal tutsak olduğu düşünülmektedir. Siyasal nedenlerle tutuklanan, hüküm giyenler öncelikle serbest bırakılmalı, insanlığa karşı işlenen suçlar, kasten, planlayarak işlenen cinayetler, kadın ve çocuklara yönelik tecavüzler, cinayetler dışında af ilan edilmelidir.

Kayyım uygulamaları iptal edilmeli, halkın seçtiği yerel yöneticiler göreve iade edilmelidir. Halkın iradesi gasp edilemez. Tüm soruşturma ve kovuşturma süreçleri adil yargılanma ilkeleri, kişilerin hukuki hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmeden yürütülmelidir. Bütün belediye başkanları ve bürokratları serbest bırakılmalı, adil ve bağımsız mahkemelerde yargılanmalı; tutukluluk bir ceza biçimi olmaktan çıkarılmalıdır.

Anadilde eğitim ve eşit yurttaşlık anayasal güvence altına alınmalıdır.

Kürt dili, kültürü ve kimliğine yönelik tüm yasaklamalar kaldırılmalıdır.

Aksi takdirde bu “barışçı” adımın altı boş kalır; umutlar yeniden hayal kırıklığına dönüşür.

Elbette silahların susması, çatışmalara son verilmesi değerli bir başlangıçtır. Ama unutulmamalıdır ki gerçek barış, sadece silahların susması, çatışmaların durdurulmasıyla değil; halkların eşitliği, kardeşliği ve özgürlüğü temelinde kurulan yeni bir düzenle mümkündür.

Bugünkü devlet yapısı, burjuva egemenliğine dayanıyor. Bu egemenlik sürdükçe halklar arasında gerçek eşitlik, Kürt  sorunun çözümü ya mümkün olmayacak ya da sınırlı reformlara indirgenecek, konjonktürel değişimlere açık olacaktır.

Barış sadece bir masa başı süreci de değildir. Barışın gerçek güvencesi, sokakta, mecliste, fabrikada, tarlada, okulda; her yerde sözünü yükselten halkların kendisidir. Bugün susan silahlar, halkların konuşmaya başlayacağı bir sürecin önünü açarsa; işte o zaman barış, sadece bir söz değil, bir yaşam biçimi haline gelir.

Gerçek barış, halkların birleşik, örgütlü ve faşizme ve emperyalizme karşı devrimci mücadelesiyle mümkündür. Demokratik kazanımlar ancak bu mücadeleyle kalıcı hale gelir, güvence kazanır.

Bugünün görevi açıktır: Faşizme ve emperyalizme karşı birleşik, devrimci, demokratik bir mücadele hattı örmek.
Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, halkların kardeşliği, eşitlik temelinde onurlu birliktelikleri ve özgürlüğü için emperyalist bağımlılığa, manipülatif oyunlara, savaş politikalarına ve faşizme karşı örgütlü bir direniş geliştirebilirse barış mücadelesi zaferle sonuçlanır.

Süreci halklardan, hak ve özgürlüklerden yana evirmek, örgütlü birleşik mücadele ile mümkündür.