KESK-Eğitim Sen 2 No’lu Şube; Karşıyaka’da 346. Hafta: “KHK’ler Gidecek, Biz Kalacağız!”

Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) İzmir Şubesi, Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile kamu görevinden ihraç edilen emekçilerin işlerine geri dönmesi talebiyle yürüttüğü oturma eylemlerinin 346’ncısını gerçekleştirdi. Karşıyaka Çarşı girişinde yapılan eylemde, “İhraç tecrittir, tecrit insan hakları ihlalidir. Hak ihlallerine hayır, işimize geri döneceğiz” yazılı pankart açıldı.

Eylem boyunca sık sık “Hak, hukuk, adalet” ve “KHK’ler gidecek, biz kalacağız” sloganları atıldı. Oturma eylemine kentteki çeşitli siyasi parti temsilcileri, demokratik kitle örgütleri ve yurttaşlar da destek verdi.

Basın açıklamasını Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim Sen) İzmir 2 No’lu Şube TİS Hukuk Sekreteri Fatma Çayır yaptı. açıklamanın tam metni şöyle:

“Basına ve Kamuoyuna

Oturma eylemimizin 346. haftasında, bir gecede çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) işlerinden, mesleklerinden ve hayatlarından koparılan kamu emekçileri için yine alanlardayız.
Temel insan haklarını yok sayarak KESK’e bağlı sendikaların üye ve yöneticilerine yönelik sayısız soruşturma, sürgün, gözaltı ve tutuklama gerçekleştirerek bağlı sendikalarımızın işyerlerinde ve alanlarda engelleyemedikleri mücadelesini yıpratmayı hedeflediler.
Bu mücadelenin önünü kesmek için ise iktidar ve iktidar eşlikçisi anlayış; emniyetiyle, yargısıyla el ele vererek elindeki bütün olanakları kullandı.
Tüm bu gerçekliklere rağmen bizler; adalet arayışımızdan, emeğimize ve onurumuza sahip çıkma kararlılığımızdan vazgeçmedik, vazgeçmiyoruz.
Hiçbir somut delil, hiçbir yargı kararı olmadan on binlerce kamu emekçisi ihraç edildi ve KHK’lar, bu ülkenin tarihine bir hukuk lekesi olarak geçti.
OHAL bitti ama OHAL hukuku kalıcılaştı; yargı, adeta iktidarın sopasına dönüştürüldü.
Anayasa Mahkemesi kararları uygulanmazken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları görmezden gelindi.
Bugün yalnızca KHK’lılar değil, toplumun her kesimi aynı baskı iklimiyle karşı karşıya:
Kayyum politikalarıyla halkın iradesi gasp ediliyor; seçilmişler yerine atanmışlar yönetiyor.
Gazeteciler, öğrenciler, sanatçılar ve yurttaşlar düşüncelerinden dolayı yargılanıyor.
Ekonomik kriz, emekçilerin sofrasındaki ekmeği küçültüyor, işsizlik ve yoksulluk her geçen gün büyüyor.
Kadınlar, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılarak korunmasız bırakılıyor, yaşam güvenceleri gasp ediliyor.
Doğa, sermaye uğruna talan ediliyor; işçiler, taşeron cenderesinde güvencesizliğe mahkûm ediliyor, deprem bölgeleri bile rantın konusu haline getirilebiliyor.
Barış isteyenler susturuluyor; savaş ve yoksulluk politikaları derinleşiyor.
Eğitim ve sağlık ticarileştiriliyor; sosyal devletin yerini sadaka düzeni alıyor.

Biz biliyoruz ki bütün bu tablo birbirinden bağımsız değil.
KHK’larla yaratılan hukuksuzluk, bugün her alana yayılmış durumda.
Kayyum atamaları, adaletsiz yargı kararları, ihraçlar, tutuklamalar… hepsi aynı baskı mekanizmasının parçaları.
Bizler, KESK olarak, KESK’li KHK’lılar olarak, yalnızca kendi haklarımız için değil; bu ülkenin tüm emekçileri, kadınları, gençleri ve çocukları için mücadele ediyoruz.
Adaletin, emeğin, barışın ve eşitliğin hüküm sürdüğü bir ülke için direnişimizi sürdürüyoruz.
Her hafta olduğu gibi bu hafta da diyoruz ki:
Biz bu hukuksuzluk duvarını dayanışmayla, kararlılıkla, umutla aşacağız.
Kayyumları, haksız ihraçları, adaletsizliği kabul etmiyoruz!
Bu ülkenin sokaklarında, meydanlarında, işyerlerinde adaletin sesi olmaya devam ederek güvenli gelecek talebimizden vazgeçmiyoruz!
Barış içinde yaşama talebimizden vazgeçmiyoruz!
Şiddetsiz bir yaşam, eşitlik, özgürlük, adalet, demokrasi, barış mücadelemizden vazgeçmiyoruz!

Son sözü hep direnenler söyler şiarıyla, bütün üyelerimiz görevlerine dönene kadar, yaşanan bu hukuksuzluklar karşısında mücadele kararlılığı içinde olacağımızı buradan bir kez daha kamuoyuyla paylaşıyoruz.

YAŞASIN ONURLU VE ÖRGÜTLÜ MÜCADELEMİZ
YAŞASIN EĞİTİM SEN
YAŞASIN KESK”

 

337 Günlük Direnişin Ardındaki Mücadele: Temel Conta İşçilerinin Grev Kırıcılığı Davası Yine Ertelendi

 

İzmir’de neredeyse bir yıla yaklaşan direniş sürüyor. Temel Conta işçilerinin sendikal hakları için başlattıkları grev, mahkem e salonlarına taşındı; ancak adalet bir kez daha ertelendi.

İzmir’de 337 gündür grevde olan Temel Conta işçileri, sendikal haklarını kullandıkları için uğradıkları baskı ve grev kırıcılığına karşı açtıkları davanın üçüncü duruşmasında yine bekledikleri sonucu alamadı. İzmir 4’üncü İş Mahkemesi’nde görülen dava, dosyadaki belgelerin tamamlanmaması gerekçesiyle 8 Ocak 2026 tarihine ertelendi.

Bu erteleme, hem adaletin gecikmesi anlamına geliyor hem de neredeyse bir yıla yaklaşan grev sürecinin işçiler açısından yeni bir dayanıklılık sınavına dönüşmesini ifade ediyor.

Mahkeme sürecinde yeni talepler

Mahkeme, davaya ilişkin yeni yazışmalar yapılmasına ve eksik belgelerin tamamlanmasına karar verdi. Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüğü’ne yazı gönderilerek greve katılan işçilerin listesinin mahkemeye ulaştırılması istendi. Davalı vekiline, grevci işçilerin görev ve pozisyonlarıyla ilgili bilgi ve belge sunması için iki haftalık süre tanındı.

Ayrıca, Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan (SGK) grevin başladığı tarihten bu yana aylara göre çalışan işçi listelerinin talep edilmesine karar verildi. Davacı vekiline ise grev kırıcılığı iddiasını somutlaştırması, yani grevdeki işçilerin yerine hangi pozisyonlardan hangi işçilerin çalıştırıldığını belgeleyerek mahkemeye sunması için iki haftalık süre verildi.

Önceki bilirkişi raporunun “hüküm kurmaya yeterli olmadığı” belirtilerek, 12 Aralık 2025 tarihinde işyerinde yeniden keşif yapılmasına karar verildi. Bu keşifte görev alacak bilirkişi heyeti için 15.361 TL 50 kuruşluk delil ikamesi avansının yatırılması istendi.

Bütün bu teknik ayrıntılar, dosyanın yargısal olarak ilerlemesini sağlasa da, esas sorunun —yani işçilerin sendikal haklarının gasp edilmesi ve grev kırıcılığına karşı korunma taleplerinin— zamana yayılarak etkisizleştirildiğini gösteriyor.

“Temel Conta işçileri yalnız değildir”

Duruşma sonrası işçiler, dayanışma örgütleriyle birlikte İzmir Adliyesi Ek Hizmet Binası önünde açıklama yaptı. “Temel Conta işçileri yalnız değildir”, “Sendika hakkımız engellenemez” pankartları açıldı; “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “Direne direne kazanacağız” sloganları atıldı.

Açıklamaya İzmir Kadın Platformu (İKP), Tevgera Jinen Azad (TJA) İzmir, İmece-Der ve çeşitli emek örgütleri ve kurumlar katıldı. Basın açıklamasını Temel Conta işçilerinden Sinem Kaya yaptı.

Bu dayanışma tablosu, Temel Conta işçilerinin direnişinin artık yalnız bir işyeri mücadelesi olmaktan çıkıp, sendikal örgütlenme hakkına yönelik ülke genelindeki baskılara karşı bir sembol haline geldiğini gösteriyor.

“Onurlu bir yaşam istiyoruz” — Baro Başkanı Yılmaz’dan sert eleştiriler

İzmir Baro Başkanı Sefa Yılmaz, dayanışma açıklamasında Türkiye’de adaletin “biçimsel bir yargılama görüntüsüne” indirgendiğini vurguladı.

Yılmaz, konuşmasında şunları söyledi:

“Türkiye Cumhuriyeti’nde şu anda yapılan şey aslında bir yargılama değil, yargılamaya benzer bir davranış biçimi. Direnen işçiler, adil ve onurlu bir yaşam istiyorlar. Bu, sadece ücret değil, insanca yaşamanın hakkıdır.”

Yılmaz, geçtiğimiz Temmuz ayında Türk-İş Bölge Temsilcisi Hayrettin Çakmak ile birlikte grev alanını ziyaret ettiklerini hatırlatarak, “Bu kadar uzayacağını düşünmemiştik ama aslında düşünmeliydik,” dedi.

Konuşmasında avukat Selçuk Kozağaçlı’nın sözlerini anımsatarak, “Kutsal olan yaşamın kendisi değil, onurlu bir yaşamdır,” diyen Yılmaz, işçilerin talebinin tam da bu olduğunu vurguladı:

“İşçiler ölmek ya da kalmak derdinde değil; emeğinin karşılığını almak, özgür ve adil bir düzen içinde yaşamak istiyor. Anayasal haklarını kullandıkları için adliye kapılarına sürükleniyorlar. Oysa burada olması gereken patronlardır.”

Yılmaz, adaletin giderek “yasa var ama hukuk yok” düzeyine indiğini belirtti:

“Bugün sendikal haklarını kullanan işçiler mahkemeye taşınırken, emeği sömüren patronlar yargının dışında kalabiliyor. Bu düzenin adı adalet olamaz. Yeniden kazanmak için örgütlü mücadeleden başka yol yok.”

Türk-İş Temsilcisi Çakmak: “Masaya oturmamak suçtur”

Türk-İş 3. Bölge Temsilcisi Hayrettin Çakmak da grev kırıcılığına ve patronların tutumuna sert tepki gösterdi.

“337 gündür kapısında durduğumuz, masaya çağırdığımız Temel Conta yönetimi hâlâ gelmedi. Bir yandan grev kırıcılığı yapıyor, bir yandan mahkemelerde oyalıyor. Artık yeter diyoruz,” dedi.

Çakmak, işçilerin tek talebinin üretmek, çalışmak ve hak ettikleri ücreti almak olduğunu belirterek, patronun bu direnişi “yılgınlığa dönüştürme hesabı” yaptığını söyledi:

“Sanıyorlar ki masaya oturmazlarsa işçiler pes eder. Ama biz buradayız, direniyoruz. Ya bu masaya oturacaklar ya da biz bu mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğiz.”

Kadın işçilerin grevdeki direnişine özel vurgu yapan Çakmak, “Temel Conta işçisi farklıdır; burada kadın emekçiler direniyor, örgütleniyor ve bu kentin onurunu temsil ediyorlar,” dedi.

Açıklamasını şu sözlerle tamamladı:

“Birlikte var olacağız, birlikte kazanacağız. Zafer Temel Conta işçisinin olacak!”

Temel Conta İşçileri adına Sinem Kaya Şöyle  konuştu:

“Bugün grevimizin 337. günü.

Sendika hakkımızı kullandığımız günden beri işveren, bu hakkı ayaklar altına aldı.

Grevimizi kırdı, işyerindeki arkadaşlarımızı bize karşı kışkırttı.

Grev çadırımıza kamera taktı, bizi gözetledi.

Dinlediğimiz müzikten, attığımız slogana kadar her davranışımızı şikayet konusu yaptı

Biz hakkımızı aradıkça, işveren yasaları da, yargıyı da, kolluğu da kendi çıkarı için harekete geçirmeye çalıştı.

Peki biz ne yaptık?

Direndik.

Direnmekle kalmayıp, hukukun ve adaletin gerçekten var olup olmadığını görmek için hakkımızı mahkemede de aradık.

Madem bu ülke bir hukuk devleti; Madem bu ülkenin Anayasasında “sendika, grev, toplu sözleşme” HAK’tır diye yazıyor, o halde bu haklara saldıran işvereni yargı önüne çıkarmak istedik.

Ne mi oldu?

Bir yıl geçti, işveren hakkında hala ceza davası açılmadı.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na ihbarda bulunduk. İdari para cezası dışında hiçbir yaptırım uygulanmadı.

Mahkemeye başvurduk. İşverenin grev kırıcılığı açık net bir şekilde tespit edilmiş olmasına karşın tam 337 gündür hala bir karar verilmedi

Ve anladık ki; Bu ülkede

Sendika hakkı yok.

Toplu sözleşme hakkı yok.

Grev hakkı yok.

İşçi sağlığı yok.

İş güvenliği yok.

İnsanca yaşam hakkı yok.

Adalet yok.

Denetim yok.

Hesap soran yok.

İşçinin alın teri kutsal diyen çok, ama o alın terinin hakkını veren yok.

Ve anladık ki; Bu ülkede, sendikasızlaştırma var, grev kırıcılığı var, işveren cinayetleri var, meslek hastalıkları var, emeğin yağması var, taşeronlaştırma var, işten atma var, işsizlik var, açlık sınırında yaşam var

Ama herkes bilsin ki;

Bu ülkede bir de sınıf kavgası var,

Bu ülkede mücadele var.

Bu ülkede inat var, umut var.

Ve biz varız!!!

Direnen işçiler var.

Dayanışan emekçiler var.

Sendikal haklarını savunan, emeğine, onuruna, geleceğine sahip çıkan işçiler, işsizler, öğrenciler, kadınlar var.

Ve biz var oldukça, bu topraklarda emeğin yağmasına, sendikasızlaştırmaya, işveren cinayetlerine, işten atmalara, hukuksuzluğa karşı mücadele de var olmaya devam edecek

Bugün burada bizimle olduğunuz, dayanışmanızı gösterdiğiniz için hepinize teşekkür ediyoruz.

Ülkenin dört bir yanında direnen işçilere, kadınlara, öğrencilere yürekten selam ve dayanışma  gönderiyoruz

Yaşasın sınıf dayanışması

Yaşasın iş, ekmek ve onur mücadelemiz

Yaşasın sendikamız Petrol-İş”

Bir Grevin Anatomisi: 337 Günlük Direniş Ne Anlama Geliyor?

Temel Conta işçilerinin grevi, Türkiye’deki sendikal hak mücadelesinin güncel panoramasında özel bir yere sahip. Yaklaşık bir yıldır süren bu direniş, yalnızca bir işyerinde değil, ülke genelinde sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri ve yasal boşlukları görünür kıldı.

Sendikal hakların fiilen gaspı

Türkiye’de yasal olarak tanınan sendikal haklar, özellikle özel sektörde fiilen uygulanamaz hale geliyor. İşverenlerin sendikaya üye olan işçileri işten çıkarma, baskı altına alma ya da grev sürecinde “taşeron” işçilerle üretimi sürdürme yöntemleri, grev kırıcılığı olarak adlandırılıyor.

Temel Conta davası da bu noktada emsal nitelik taşıyor: Mahkeme, işçilerin yerine kimlerin çalıştırıldığını araştırma kararı alarak aslında grev kırıcılığının tespiti için kritik bir adım attı. Ancak adaletin 8 ay sonrasına ertelenmesi, işçilerin ekonomik ve psikolojik dayanıklılığını zorluyor.

Sınıfsal sessizlik duvarı

Temel Conta örneği, Türkiye’de emek mücadelesinin görünmezliğine de ayna tutuyor. Ulusal medyada geniş yer bulmayan bu tür grevler, çoğu zaman “sessiz direnişler” olarak kalıyor. Oysa bu sessizlik, işçilerin değil, sermaye-medya ittifakının sessizliğidir.

Grevdeki işçiler, her gün fabrikanın önünde nöbet tutarken, kamu kurumları ve yargı mekanizmaları, “belge eksikliği” gerekçesiyle süreci geciktiriyor. Bu da fiilen bir adalet ertelemesi anlamına geliyor.

Kadın işçilerin öne çıkan rolü

Temel Conta grevi, kadın işçilerin sendikal alandaki görünürlüğünü artıran önemli bir deneyim oldu. Sınırlı ücretlerle çalışan kadın işçilerin grev boyunca öne çıkması, hem patriyarkal, kapitalist  işyeri düzenine hem de erkek egemen sendikal yapılara bir meydan okuma niteliği taşıyor.

Kadın işçilerin kürsüde konuşması, dayanışma ağları kurması ve grev boyunca ön safta yer alması, Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin toplumsal cinsiyet boyutunu da derinleştiriyor.

Bir Yılın Eşiğinde: Grev Nerede Duruyor?

337 günlük bu direniş, yalnızca Temel Conta işçilerinin değil, Türkiye’deki emek hareketinin direnç noktasını simgeliyor.

Ekonomik kriz, enflasyon ve işsizlik koşullarında sendikal mücadele, giderek daha ağır bedellerle yürütülüyor. Ancak Temel Conta örneği, direnişin hâlâ güçlü bir moral kaynağı olabileceğini de gösteriyor.

Adaletin gecikmesi, hukukun işlemez hale gelmesi, grev kırıcılığına göz yumulması, tüm bunlar işçi sınıfının karşısında büyük bir duvar gibi duruyor.

Ama bu duvarın önünde, 337 gündür nöbet tutan Temel Conta işçileri, “örgütlü mücadelenin başaramayacağı hiçbir şey yoktur” diyerek bir toplumsal hafıza yaratıyorlar.

Sonuç:

Temel Conta davası bir işyeri ihtilafı olmanın ötesinde, Türkiye’de adaletin, sendikal hakların ve emeğin değerinin yeniden sorgulanmasına yol açan bir örnek haline geldi.

8 Ocak 2026’ya ertelenen duruşma, bir yandan yargının yavaş işleyişine dair eleştirileri güçlendirirken, öte yandan işçilerin dayanışma ağlarının da büyümesine vesile oluyor.

Bu nedenle Temel Conta grevi, yalnızca bir “iş anlaşmazlığı” değil — Türkiye’de onurlu yaşam ve örgütlü emeğin yeniden tanımlandığı sermayeye karşı bir direniş süreci olarak tarihe geçiyor.

Dilovası’nda Íşçiler Yanarak Öldü.Yeter Artık! Íş Cinayetleri Son Bulsun! Yine Alınmayan Önlemlerin Bedelini Emekçiler Ödüyor!

 

Kocaeli’nin Dilovası ilçesinde bir parfüm deposunda meydana gelen patlamada 2 si çocuk, 6 işçi arkadaşımızı yitirdiğimizi, 1’i ağır olmak üzere 5 işçi arkadaşımızın da yaralandığını derin bir üzüntü ve öfkeyle öğrenmiş bulunuyoruz.

Hayatını kaybeden emekçi kardeşlerimizin ailelerine başsağlığı, yaralı işçilere acil şifalar diliyoruz. Ancak artık bu sözlerin ötesine geçmenin zamanı çoktan gelmiştir!

Bu ülkede her gün bir işçi, “kaza” denilen ama aslında cinayet olan olaylarda hayatını kaybediyor. Bu ölümler ne kaderdir, ne de “ihmal”! Bu ölümler, denetimsizliğin, taşeron sisteminin, düşük ücret politikalarının ve sermayenin sınırsız kâr hırsının sonucudur.

Dilovası’nda yaşanan patlama, yıllardır uyarılan tabloyu bir kez daha gözler önüne sermiştir:
Emekçinin canı, patronun kârı karşısında hiçe sayılmaktadır!
İş güvenliği önlemleri kâr uğruna yok sayılmakta, denetim mekanizmaları göstermelik hale getirilmektedir.
Ve her defasında bu cinayetlerin bedelini, alın teriyle yaşayan emekçiler ödemektedir.

Bizler biliyoruz ki bu düzen, yalnızca üretim sürecinde değil, yaşamın her alanında emekçiyi yok sayan bir sömürü düzenidir. Düşük ücretlerle, güvencesiz işlerle, ölümüne mesaiyle, işsizlik korkusuyla ayakta tutulmaktadır.

Ama biz biliyoruz:
Bu düzeni değiştirecek olan, susmayan, örgütlenen ve mücadele eden işçi sınıfıdır!
Íşçi cinayetleri karşisinda;
Her fabrika, her atölye, her işyeri bir direniş mevzisine dönüşmelidir.

Emekçiler; düşük ücretlere, güvencesizliğe, taşeron sömürüsüne ve iş cinayetlerine karşı birleşmeli, örgütlenmeli, hakkını aramalıdır.

Biz, yaşamı üreten ellerin sesi ve işçi ve emekçilerle dayanışmaya ve mucadelelerine destek olmaya devam edeceğiz.
Sermayenin kâr hırsına kurban edilen her işçi, emekçilerin mücadelesinde yaşayacaktır.

İnsanca çalışma koşulları, güvenceli istihdam, sendikal haklar ve emekten yana bir düzen mücadelesinde tarafız ve işçilerin emekçilerin yanındayız. Dayanışma mücadeleyi güçlendirir.

Yaşasın işçilerin birliği, yaşasın emek mücadelesi!
İş cinayetleri durdurulsun!  Çocuk işçiliğine son!

Denetimsizlik değil, adalet istiyoruz!

Bu cinayetlerin sorumlusu, siyasi iktidardır.

#Kocaeli #Dilovası #İşCinayetiDeğilCinayet #EmekMücadelesi#ÇocukİşçiliğineSon

Genel Kurul Toplantısına Çağrı

İmece Dostluk Dayanışma Derneği (İmece-Der) in  9. Olağan Genel Kurulu’na Çağrımızdır.
Üye ve Dostlarımıza Duyurulur.

Derneğimiz’in 9. Olağan Genel Kurul’u aşağıdaki gündemle 13 Aralık 2025
Cumartesi günü saat 13.30 te Derneğimiz binasında (859 Sokak. Vatan İşhanı Kat:6/
601 Konak-İzmir )  toplanacaktır. Çoğunluğun  sağlanamaması durumunda 20 Aralık
2025 Cumartesi günü yine 13.30 da, çoğunluk aranmaksızın katılımcı üyelerimizle
Derneğimiz’ de gerçekleşecektir.
Katılımınız değerlidir. Bilgi ve ilginize iletiriz. Sevgi ve Dostlukla
İmece-Der Yönetim Kurulu.

İmece-Der 9. Olağan Genel Kurulu Gündemi
1-Açılış; saygı duruşu ve Divan Kurulu seçimi.
2-Gündemin okunması, onaylanması
3-2023-2025 Çalışma Dönemi Çalışma Raporunun sunumu
4-Çalışma Raporu üzerine görüşme.
5-Denetim Kurulu Raporunun sunumu ve Değerlendirmesi
6-Mali Raporun sunumu
7-Raporların İbrası
8- Organların Seçimi
9- Görüş ve Öneriler, dilekler.

AİHM ve AYM Kararlarını Uygulayın!

Siyasi Tutsakları Serbest Bırakın!

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğuna ilişkin verdiği ikinci ihlal kararına yapılan itirazı reddederek kararını kesinleştirmiştir. Bu karar, Türkiye’de yıllardır süregelen hukuksuzluğun uluslararası düzeyde bir kez daha tescil edilmesi anlamına gelmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve tarafı olunan uluslararası sözleşmeler açıkça göstermektedir ki, AİHM ve Anayasa Mahkemesi (AYM) kararları bağlayıcıdır. Bu kararların uygulanmaması, yalnızca bireysel bir hak ihlali değil  aynı zamanda hukuk devleti ilkesinin açık bir biçimde ihlalidir.

Bugün, hukukun üstünlüğüne ve adaletin tesisine duyulan ihtiyaç her zamankinden daha yakıcıdır. Siyasi iktidar, mahkeme kararlarını yok sayma tutumuna son vermeli yargının bağımsızlığına ve hukukun evrensel ilkelerine uygun davranmalıdır.

Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden, Çiğdem Mater ve benzeri davalarla hukuksuzca özgürlüklerinden mahrum bırakılan tüm siyasi tutsaklar derhal serbest bırakılmalıdır.

Barışın, demokrasinin ve toplumsal adaletin önünü açmanın yolu, hak ihlallerine son vermekten ve hukuku eksiksiz işletmekten geçmektedir.
İmece-Der olarak  hukukun üstünlüğü, adaletin sağlanması ve demokratik bir Türkiye için mücadelemizi sürdüreceğiz.

Adalet, özgürlük ve barış için: AİHM ve AYM kararlarını derhal uygulayın!

Kadın Emeği, Direniş ve Dayanışma: DİGEL  İşçileri 293 Gündür Ayakta İzmir Kadın Platformu’ndan DİGEL Direnişine Destek “Gücümüz Birbirimizde, Gücümüz Dayanışmamızda”

Türkiye’de emeğin, özellikle de kadın emeğinin görünmeyen yüzü, Gaziemir Ege Serbest Bölge’de 293 gündür süren DİGEL Tekstil işçilerinin direnişiyle bir kez daha açığa çıktı. Alman sermayesiyle çalışan DİGEL fabrikasında sendikalaşmak istedikleri için işten atılan kadın ve erkek işçiler, bir yıla yakın süredir Gaziemir Serbest Bölge önünde nöbetteler. Onların mücadelesi yalnızca insanca bir iş, ücret değil, onurlu bir yaşam ve çalışma mücadelesi.

İzmir Kadın Platformu direniş alanını ziyaret etti. Kadın işçilerle kurdukları dayanışmayı güçlendirmek, emekçi kadınların seslerini gürleştirmek ve destek vermek üzere direniş alanına geldiler.  Yaklaşmakta olan 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü öncesinde, şiddetin biçimlerinden olan sözlü, fiziki ve ruhsal tacize karşı bu haklı direnişle dayanışmak amacıyla yapılan ziyaret, direnişin sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal bir mücadelenin bir parçası olduğunu bir kez daha gösterdi.

TEKSİF Sendikası temsilcisi anlatıyor:

Bir takım elbise 1.500 Euro, bir kadın işçi ücreti 25 bin TL.

DİGEL’de üretilen takım elbiseler Avrupa vitrinlerinde binlerce euroya satılırken, bu ürünleri diken kadın işçiler asgari ücrete dahi ulaşamayan maaşlarla geçinmeye çalışıyor. İşçiler, “Bir takım elbise 1.500 euro, ama biz evimize bir kilo kıyma götürmekte zorlanıyoruz” diyorlar.

Bu çelişki, sadece DİGEL’e özgü değil; Türkiye’nin ihracata dayalı “ucuz emek cenneti” modelinin somut bir örneği. Kadın emeği, düşük ücretin ve güvencesizliğin taşıyıcısı haline getirilmiş durumda. Üstelik sömürü yalnızca ekonomik değil: taciz, mobbing, ayrımcılık ve beden politikaları da bu sömürünün ayrılmaz parçası.

Taciz, mobbing ve kadın düşmanlığı: “Hamile kalınca aşağılandık” diyor kadın işçiler.

Kadın işçiler, çalışma koşullarını anlatırken yalnızca düşük ücretleri değil, insanlık dışı uygulamaları da dile getirdi. Hamile kalan kadınlara “ultrason raporu getir, bebeğin keseye düştüğünü görelim” diyebilen insan kaynakları müdürlükleri, tacizci yöneticiler, baskı ve yıldırma politikaları…

Bir kadın işçi, yaşadığı tacizi ilk kez Evrensel Gazetesi’nin canlı yayınında anlatmış:

“Utandım, korktum, sustum. Ama sonra fark ettim ki sustukça o büyüyor. Şimdi sesimi çıkarıyorum çünkü yalnız değilim.”

Bu sözler, sermayenin fabrikalarda kurduğu sömürü düzeniyle patriyarkanın kadın bedeni üzerindeki tahakkümünün nasıl iç içe geçtiğini gözler önüne seriyor. Kadınlar, hem üretim alanında emek sömürüsüne, hem de erkek egemen zihniyetin sistematik şiddetine karşı direniyorlar.

“Bir yıldır buradayız çünkü onurumuzu satmadık”

Direnişteki kadınlar, “Biz pastadaki paydan bir çilek istedik, onu bile çok gördüler” diyerek işverenin kibirini özetliyor. İşçilerin talebi açık: Sendikal haklarına saygı duyulması, işten atılanların geri alınması ve taciz, mobbing gibi uygulamalara son verilmesi.

Fakat işveren, direnişi bastırmak için çeşitli yollar denemiş. İşçilerin ifadesiyle, “bizi yıldırmak istediler, ama biz geri adım atmadık.”

Kadın işçilerden biri şöyle diyor:

“Bir yıldır buradayız çünkü onurumuzu satmadık. Biz sadece emeğimizin karşılığını istedik, ama anladık ki bu sistemde en büyük suç, hakkını istemek.”

Kadın dayanışması büyüyor: “Bu direniş hepimizin”

İzmir Kadın Platformu’nun ziyareti, kadın mücadelesinin sınıf mücadelesiyle nasıl birleştiğini gösterdi. Platform temsilcileri, işçilerin yaşadıklarının tesadüf olmadığını, AKP iktidarının kadın emeğini ucuzlaştıran ve baskılayan politikalarının bir sonucu olduğunu vurguladı:

“Evde bakım emeğiyle, işyerinde düşük ücretle, sokakta şiddetle karşı karşıyayız. Kadın emeğine dönük bu çok katmanlı sömürü sistematik.  Ama DİGEL işçilerinin direnişi bize umut veriyor: Direnen kadın işçiler yalnız değil.”

İzmir Kadın Platformu, tüm bileşenlerini 25 Kasım eylemlerinde DİGEL işçilerini yürüyüş ve basın açıklamalarına, direnişini kadın mücadelesinin bir parçası olarak sahiplenmeye çağırdı.

Direniş Meclis’e de taşındı: Sessizliği yıkan bir mücadele

DİGEL işçileri, mücadelelerini Meclis gündemine taşımayı da başardı. TBMM Kadın Komisyonu ve milletvekilleriyle yapılan görüşmelerde işçilerin talepleri dinlendi; AKP ve MHP dışında tüm partiler destek verdi. Mecliste özel bir komisyon kuruldu ve önümüzdeki günlerde milletvekillerinin fabrikayı ziyaret etmesi bekleniyor.

Bu gelişme, direnişin yerel bir işyeri mücadelesinden ulusal bir politik meseleye dönüşmeye başladığını gösteriyor. Çünkü DİGEL sadece bir fabrika değil; Türkiye’deki yüzlerce tekstil atölyesinin bir modeli.

Sınıfın uluslararası sesi: Dayanışma Almanya’ya taşınacak.

Direnişin bir sonraki adımı, mücadelenin uluslararası alana taşınması.  Almanya’daki sendikalar ve dayanışma ağlarıyla birlikte, DİGEL’in merkez ofisi önünde eylemler planlanıyor. İşçiler, “Bizim emeğimizle zenginleşenler bu sesi duymak zorunda kalacak” diyor.

Bu plan, Türkiye’deki işçi direnişlerinin uluslararası dayanışma ekseninde yeniden örgütlenebileceğini gösteriyor. Kapitalizm küreselse, emek direnişi de öyle olmalı.

Patriyarka ve kapitalizm: Aynı zincirin halkaları

DİGEL direnişi, yalnızca bir işçi direnişi değil; aynı zamanda patriyarkal kapitalizmin kadın emeğini nasıl disipline ettiğinin de açık örneği. Kadınlar, hem üretim sürecinde değersizleştiriliyor hem de erkek egemen mekanizmalar ve anlayış içerisinde denetleniyor.

Patronlar için bu, “itaat eden işgücü” anlamına geliyor; devlet için ise kapitalist kalkınma modelinin sessiz temeli.

Bu yüzden kadın işçilerin direnişi, yalnızca patrona değil, aynı zamanda erkek egemen kapitalist düzene karşı bir başkaldırı anlamı taşıyor.

Kadın işçilerin sesi: “Dayanışmayla kazanacağız”

Ziyaretin sonunda kadın işçiler, İzmir Kadın Platformu üyeleriyle birlikte fabrikanın önünde halay çekti, sloganlar attı:

“Yaşasın kadın dayanışması!”, “Direne direne kazanacağız!”

Bir kadın işçi son sözü aldı:

“Biz buraya pes etmeye değil, kazanmaya geldik. 293 gündür buradayız, çünkü yalnız olmadığımızı biliyoruz. Kadın kadının yoldaşı oldukça, biz bu düzeni sarsarız.”

Sonuç: Kadın emeği mücadelesinin yeni eşiği

DİGEL işçilerinin direnişi, kapitalist sömürü düzeni ile patriyarkal tahakkümün iç içe geçtiği Türkiye’de, kadın işçi hareketinin yeni bir eşiğe geldiğini gösteriyor. Bu direniş, “kadın sorunu”nu toplumsal bir çelişkinin kalbine yerleştiriyor:

Kadınlar yalnızca haklarını değil, kendi özneliklerini, onurlarını ve var oluşlarını savunuyorlar.

Ve her geçen gün büyüyen bu dayanışma, şu gerçeği yeniden hatırlatıyor:

“Gücümüz birbirimizde, gücümüz dayanışmamızda.”

İzmir Kadın Platformu’ndan 11. Yargı Paketi’ne tepki: “Bedenlerimiz devletin denetimine tabi olamaz! Özgürlüklerimizi Kısıtlamanıza Ízin Vermeyeceğiz!

İzmir Kadın Platformu (İKP), hükümetin gündeme getirdiği 11. Yargı Paketi’ne karşı sokaklara çıktı. Kadınlar, “Bedenlerimiz, kimliğimiz ve yaşam biçimlerimiz devletin ya da tek bir ahlâk anlayışının denetimine tabi olamaz” diyerek düzenlemeye tepki gösterdi.

Alsancak ÖSYM binası önünde bir araya gelen kadınlar, “11’inci Yargı Paketi’ni Meclis’e getirmeyi aklınızdan bile geçirmeyin” yazılı pankart açarak Türkan Saylan Kültür Merkezi (TSKM) önüne yürüdü. Yürüyüş boyunca “AKP yasanı al başına çal”, “Jin, jiyan, azadî” ve “AKP elini bedenimden çek”, “Kutsal aileniz batsın, kadınlar yaşasin” sloganları atıldı.

“BASINA VE KAMUOYUNA
Önümüzdeki 10 yılı Aile Yılı olarak ilan eden iktidar, 11. yargı paketi düzenlemesiyle birlikte suç ve suçlu tanımını son derece genişleterek “hayasızca hareketler” , “genel ahlaka aykırılık”, “doğuştan gelen biyolojik cinsiyete uygun davranmama” gibi ifadelerle varoluşlarımızı kriminalize etmeye çalışıyor. 15–18 yaş arasındaki çocukların işlediği suçlarda yetişkin gibi cezalandırılmasını öngören düzenleme, çocuğun üstün yararını hiçe sayıyor. Biz kadınlar ve LGBTİQ+ lar bu yargı paketine karşı bugün buradayız.

Türk Ceza Kanunu’nun 225. maddesi kapsamının genişletilmesiyle, “doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunan ya da bulunmayı teşvik eden kişiler” ve “aynı cinsiyetteki kişilerin nişan veya evlenme töreni yapması” gibi ifadeler LGBTİQ+ ların varoluşunu açıkça hedef alıyor.

Bu düzenleme ile “genel ahlaka” muhalif olmak için saçını kısa kestiren bir kadın veya kendini özgürce ifade eden bir trans bile cezalandırılabilir. Özendirmeye yapılan vurgu kadın ve LGBTİQ+ derneklerinin faaliyetlerini yasaklamaya ve dernekleri kapatmaya yönelik cezalara dönüşebilir.

Bu vesileyle AKP’nin Aile Yılı güzellemesi genel ahlaka aykırı davranışlar, suçu ve suçluyu övme, özendirme adı altında AKP ve işbirlikçilerinin yanında hizalanmayan, ona göre yaşamayan, ona göre giyinmeyen, ona göre eylemeyen herkesi hedefliyor. Hak ve özgürlüklerden bahseden, eşitlik isteyen ve bunun için mücadele eden her örgüt bu düzenlemeye karşı çıkmalı; bu paketle yasallaştırılmak istenen faşist uygulamalara karşı mücadele etmelidir.

Bedenlerimiz, kimliğimiz ve yaşam biçimlerimiz, devletin veya tek bir ahlâk anlayışının denetimine tabi olamaz.

Paketteki bir diğer düzenleme, cinsiyet değiştirme yaşını 18’den 25’e çıkarmayı ve başvuranları yalnızca belirlenen hastanelerde tıbbi ve ruhsal desteğe mecbur bırakmayı öngörüyor.

Anayasa Mahkemesi tarafından daha önce iptal edilmiş olan “üreme yeteneğinden sürekli yoksunluk” şartının tekrar yasalaştırılması hedefleniyor.

Bu, trans bireylerin kendi bedenleri ve sağlıkları üzerindeki kararlarını ellerinden almak, onları baskı ve şiddetle karşı karşıya bırakmak anlamına gelir.

Sağlık çalışanlarına dahi ceza öngören bu maddeler, keyfi ve değişken uygulamaları mümkün kılarak, LGBTİQ+ varoluşlarını ve insan onurunu hedef alıyor. Tüm bu ifadeler kadınların ve LGBTİQ+ ların yaşam hakkına, beden bütünlüğüne ve özgürlüklerine müdahaledir. Yıllardır AKP eliyle örgütlenen nefret politikalarını, toplumu kutuplaştırmaya dönük saldırıların tam ortasına koymaya çalıştığınızı görüyor ve buna izin vermeyeceğimizi buradan bir kez daha ilan ediyoruz. Yaşamlarımızdan, haklarımızdan ve birbirimizden vazgeçmiyoruz.

Taslaktaki bir başka keyfilik, 15–18 yaş arasındaki çocuklara kasten öldürme suçunda ceza indirimi uygulanabilir ifadesinin eklenmesi. Bu değişiklik, çocukların yetişkin gibi cezalandırılmasının önünü açıyor.

Türkiye’de yoksulluğun, ayrımcılığın ve çocuk emeğinin artarak sermayeye ucuz iş gücü olarak sunulduğu bir dönemde, çocukların haklarının gasp edilmesini kabul etmiyoruz.

İkiyüzlü politikalarınızı buradan bir kez daha ifşa ediyoruz. Çocukları istismar edenleri aflarla kurtarmaya çalışan düzenlemelerinizi unutmadık, çocukları koruyoruz yalanlarınıza ortak olmayacağız. Çocukların küçük yaşta zorla evlendirilmesine, kölece çalıştırılmasına ve kendi bedenleri hakkındaki söz ve karar haklarına saldırılmasına karşı çıkıyoruz.

TCK’nın 223. maddesine “ulaşım araçlarının hareketinin engellenmesi” suçunun eklenmesiyle, anayasal hakkımız olan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı hedef alınıyor.

Kadın cinayetlerine, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasına ve erkek yargıya karşı mücadelelerimize sahip çıkarken hayatı durdurduk, yolları kapadık. Şimdi bu mücadele biçimleri yasayla suç haline getirilmeye çalışılıyor. Haklarımız, eşitliğimiz ve özgürlüğümüz, hiçbir yasa taslağıyla gasp edilemez. Toplumsal hak ve gösteri özgürlüğünü engelleyen maddelere asla izin vermeyeceğiz.

Sosyal medya ve dijital platformlara sansürü öngören düzenlemede ise içerikler hakim kararı olmadan kısa sürede kaldırılabilecek. Sosyal medya hesapları askıya alınabilecek, LGBTİQ temalı dizi ve filmleri yayınlayan platformlara, yayın durdurma veya süreli kapatma cezası uygulanabilecek. Yıllardır internet sansürleriyle yaşadığımız halkın haber alma hakkının gaspının bu paketle yasalaşmasını ve ifade özgürlüğünün engellenmesini kabul etmiyoruz.

Hatırlatıyoruz:

“Genel ahlâk” kavramı, tarih boyunca kadınların kıyafetinden yaşam tarzına kadar her alanda baskı aracı olarak kullanıldı. Şimdi aynı kavram, trans bireylerin varoluşunu kriminalize etme, cinsiyet kimliğini cezalandırma aracı hâline getiriliyor. Bedenlerimiz, kimliklerimiz, aşklarımız sizin “ahlâk” tanımınıza sığmak zorunda değil.

Anayasa’nın 10., 17. ve 20. maddelerine,

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. ve 14. maddelerine,

Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)’a,

Yogyakarta İlkeleri’ne açıkça aykırı olan bu düzenlemeyi meclise getirmenize izin vermeyeceğiz.

BİZ BURADAYIZ, SUSMAYACAĞIZ !
Biz kadınlar ve LGBTİQ+ lar olarak diyoruz ki:

“Reform” adı altında özgürlüklerimizi daraltmanıza izin vermeyeceğiz.

“Genel ahlâk” bahanesiyle yaşam biçimlerimizi hedef almanızı kabul etmiyoruz.

“Yargı paketi” adı altında çocukları, kadınları, varoluşları, toplumsal muhalefeti cezalandırmanıza izin vermeyeceğiz. Bizler eşitliği, özgürlüğü, haklarımızı ve yaşamlarımızı savunuyoruz! Çünkü bizim hayatlarımız, sizin ahlâk tanımınızdan daha değerlidir. Bir kez daha söylüyoruz: 11. Yargı Paketi’ni meclise getirmeyi aklınızdan bile geçirmeyin!

İZMİR KADIN PLATFORMU”

Gerçekler Susturulamaz! Gazetecilik Suç Değildir!

 

Gerçekleri Susturamazsınız! Merdan Yanardağ Derhal Serbest Bırakılsın!

Bir kez daha, ülkemizde gerçeği söylemenin, iktidarı eleştirmenin ve halkın haber alma hakkını savunmanın suç haline getirildiğine tanık oluyoruz.

TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, 24 Ekim sabahı “casusluk” suçlamasıyla şafak operasyonuyla gözaltına alınmış; aynı saatlerde TELE1 televizyonuna da polis baskını yapılmıştır.

Bu operasyon, yalnızca bir gazeteciye yönelik değildir; halkın haber alma hakkına, basın özgürlüğüne ve demokratik yaşamın kendisine yöneltilmiş açık bir saldırıdır.

Merdan Yanardağ, yıllardır düşünce ve ifade özgürlüğünü, laikliği, barışı ve halkın gerçekleri öğrenme hakkını savunan bir gazetecidir. TELE1 ise, yandaş medya kuşatması altındaki ülkede, muhalif seslere yer veren nadir bağımsız yayın organlarından biridir.

Bugün TELE1’e ve Merdan Yanardağ’a yapılan saldırı, halkın sesini kısmaya, eleştirel düşünceyi susturmaya, toplumu korku ve sessizlik iklimine mahkûm etmeye yöneliktir.

Bizler, emek, demokrasi, özgürlük savunucuları olarak bu baskı sistemine teslim olmayacağız!

Gazetecilik suç değildir. Gerçekleri dile getirmek casusluk değildir. Sanıkların suçsuzluk karinesi esastır, hüküm kurulmadan suçlu ilan etme, yaptırım uygulama, bir TV kanalına kayyım atama hukukun açıkça çiğnenmesidir.

Buradan bir kez daha ilan ediyoruz:

Merdan Yanardağ derhal serbest bırakılsın!

TELE1 üzerindeki polis ve yargı baskısına son verilsin!

Basın özgürlüğü ve halkın haber alma hakkı güvence altına alınsın!

Gerçekleri susturamayacaksınız!

Merdan Yanardağ yalnız değildir!

Halkın sesi, özgür basın susturulamaz!

#GazetecilikSuçDeğildir

#MerdanYanardağYalnızDeğildir

#Tele1Susturulamaz

Imece-Der YK Başkanı

Günseli Kaya

Karşıyaka’da Barış İçin Açıklama: “Toplumun Beklentileri Dikkate Alınmalı”

 

İzmir’de, Karşıyaka Emek ve Demokrasi Platformu, “Barış için buluşuyoruz” şiarıyla İzban önünde basın açıklaması düzenledi. Barışa çağrı yapan açıklama, polis ablukasında gerçekleştirildi.

Uzun süredir toplumun farklı kesimlerini dinleyen Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’na çağrı yapan Zeliha Danyeli, “Toplumun beklentileri dikkate alınmalı” diyerek barış sürecinde herkesin sesine kulak verilmesi gerektiğini vurguladı.

Açıklama, ırkçı bir grubun saldırı tehdidi üzerine polis tarafından sıkı güvenlik önlemleriyle yapıldı. Katılımcılar, “Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa şimdi en güzel şiir barıştır” pankartıyla ve çok dilli “Barış” dövizleriyle buluştu. Katılımcılar, sık sık “Bijî aşitî, yaşasın barış”, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Savaşa hayır barış hemen şimdi” ve “Demokratik toplum, demokratik çözüm” sloganları attı.

Barışa ve demokrasiye olan güçlü taleplerin bir araya getirildiği açıklamada, toplumun geniş kesimlerinden gelen seslerin önemine dikkat çekildi.

Emek Ve Demokrasi Güçleri adına açıklamayı Zeliha Danyeli okudu.

Açıklamanın tam metni şöyle:

“Emperyalist Savaş Politikalarına Karşı Emek, Barış ve Demokrasi Mücadelesini sahipleniyoruz!

Finans ve sanayi kapitalin neo liberal politikalar eliyle sınırsız sömürüyü derinleştirmeleri yeni çatışmaların ve savaşların da önünü açıyor. Savaşın olduğu coğrafyalarda insanlığın tüm kazanımları yok edilirken 21. yüzyılın ilk çeyreğinde kadınlar ve kız çocukları köle pazarlarında satılmakta, tecavüz, işkence, mal varlıklarına el koyma, talan ve doğa katliamları işgalci güçlerce yaygınlaştırılmaktadır. Savaşın çıkmasında hiçbir rolü olmayan coğrafyanın emekçi yoksul halkları zorla yerlerinden edilerek sürgün yollarında tarifsiz acılar yaşamakta, sığındıkları ülkelerde insanlık dışı şartlar nedeniyle yaşayan ölüler haline gelmektedirler.

İsrail Filistin ateşkesi ve kısmi anlaşma imzalanması sonrasında kent ablukası kısmen kaldırılsa da başta gıda olmak üzere insani yardımların ulaşmasını İsrail’in engellemeleri zaman zaman devam etmektedir. Basına düşen haberlerden de anlaşıldığı üzere İsrail anlaşmalara uymamakta saldırılara devam etmektedir. Ateşkesin barışa evrilmesi ve eşitlik, özgürlük temelinde anlaşmaların yapılması gerekmektedir. İnsanlık dışı davranış ve saldırıların müsebbipleri yargılanmalıdır. Bölge halkları kendi kaderlerini tayin edebilmeli, halkların başına kapitalist devletlerden kayyum atanmamalıdır.

Suriye’de demokrasi, barış, eşit yurttaşlık, laiklik, kadın ve çocuk hakları, ekoloji mücadelesi veren tüm toplumsal güçlerin reddini temsil eden bir rejimin uygulayıcısı olan HTŞ eliyle Alevilere, Dürzilere karşı gerçekleştirilen savaş suçlarına karşı da aynı kesimlerin ve ideolojik birliktelik yaşayanların ses çıkarmaması katliamların kanıksanmasına ve duyarsızlaşmaya yol açmaktadır.  Şundan eminiz ki, bu kanlı rejime ve katliamlarına dolaylı dolaysız destek veren, sessiz kalan tüm güçler tarih önünde hesap verecektir.

Bugünlerde Suriye ve başka ülkelere asker gönderme tezkeresi meclise getirilecek, biz Karşıyaka Emek ve Demokrasi bileşenleri olarak tezkerenin uzatılmamasını, Suriye yönetiminin ihtiyaçları değil Suriye’de yaşayan halkların ihtiyaçlarının gözetilmesi gerektiğini savunuyoruz.

Savaşa karşı barış ve demokrasi taleplerinin yükseltildiği bu günlerde; geldiğimiz siyasi ve ekonomik zeminde ülkemizde, ölüm, kan ve gözyaşı dışında bir sonuç üretmeyen savaş/şiddet odaklı bu politikalarda ısrarın bedelini emekçiler ve ezilenler olarak ülkenin %99’u ödemektedir. Ekmeğimize, geleceğimize, aşımıza, ormanımıza, suyumuza göz dikenler ile halkların bir arada yaşama iradesini hedef alanlar geriye kalan %1’lik sömürü odaklarıdır. Savaştan nemalananlar ile emekçileri açlık ve yoksulluğa mahkûm edenler aynı çıkar çevreleridir.

10 yıldır devam eden KHK zulmü, insanların işlerini kaybetmesine, yaşamlarını yitirmelerine, olağanüstü koşullarının devam etmesine neden olmaktadır. KHK’li arkadaşların vatandaşlık hakları askıya alınmıştır. Bizler bu olağanüstü uygulamalarının hemen terk edilmesini KHK’lilerin tüm haklarının verilmesini istiyoruz.

Başta Ortadoğu olmak üzere, savaş ve militarizmin;  emperyalizmin tüm yıkıcı işgaline karşı, ancak tüm ezilen halkların ve emekçilerin kendi demokratik düzenlerin, bu coğrafyalarda kalıcı barışı sağlayacağını biliyoruz. Dolayısıyla barış ve demokrasi talebi emek ve demokrasi güçleri için ekmek ve su kadar temel ihtiyacı haline gelmiştir.

Karşıyaka Emek ve Demokrasi Platformu olarak savaşa karşı, barışın ve demokrasinin örgütlü sesi olmanın sorumluluğunu taşıyoruz. Bugün bu tarihsel kavşakta, Kürt meselesinin çözümsüzlüğünden kaynaklı yüreğimizde derin acılar bırakan çatışmalı dönemin tekrarlanmaması adına, devam eden sürecin emek, barış ve demokrasi lehine, halkların kardeşliğini ve bir arada yaşam zeminini güçlendirecek şekilde kalıcı barışla sonuçlanması için çaba göstermeye, süreci sahiplenmeye devam edeceğiz. Uzun bir süredir toplumun farklı kesimlerini dinleyen Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu beklentileri dikkate almalı, yeni yasama yılının açılması ile birlikte mecliste demokrasi ve barışa yönelik somut yasalar görüşülmeye başlanılmalıdır. Biz, kalıcı bir barışın halkların doğrudan katılımı ve sürecin sadece parlamentoya sıkıştırılmayan, demokratik kitle ve emek-meslek örgütlerinin de sözünü kurabildiği bir demokratik işleyişle; toplumla birlikte açık ve şeffaf şekilde paylaşılarak ilerlemesini önemsiyoruz.

Adaletin, eşitliğin, özgürlüğün, laikliğin, dayanışmanın, insanca bir yaşamın kalıcı hale getirildiği bir dünya ve ülke kuruncaya kadar barış mücadelesinden bir an olsun vazgeçmeyeceğiz.”

K

 

 

İHD’den Rojin Kabaiş için Basın Açıklaması: Kadınların Yaşam Hakkını Savunuyoruz.Kadinlar Íçin Adalet.