İzmir’de 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde Kadınlar: “Susmuyoruz, Korkmuyoruz, İtaat Etmiyoruz”

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü dolayısıyla İzmirli kadınlar, Alsancak’ta ÖSYM önünde toplanarak Türkan Saylan Kültür Merkezi’ne yürüdü. Kadınlar “Eşit özgür, güvenceli bir yaşamdan vazgeçmiyoruz” pankartı taşıdı. Yürüyüş boyunca kortejde sık sık “Nehirden denize özgür Filistin”, “Yaşasın kadın dayanışması”, “Katledilen kadınlar isyanımızdır” ve “Görünmeyen emeğin sesini yükselt”, “Susmuyoruz korkmuyoruz itaat etmiyoruz”, “ Nefrete inat yaşasın hayat “, “Kutsal aileniz batsın kadınlar yaşasın”,  “Çocuk cinayetleri politiktir”, “Görünmeyen emek sesinin yükselt”, “Kadın yaşam özgürlük”, “Jin jiyan azadi”   sloganları atıldı. Yürüyüşün en dikkat çekici görsellerinden biri, ön safta her biri “FREE PALESTINE” harflerini taşıyan kadınların oluşturduğu “Özgür Filistin” yazısı ve metrelerce uzunluktaki Filistin bayrağının kadınlar  tarafından taşınmasıydı.

Yürüyüş boyunca megafonla yapılan ajitasyon konuşmalarında Filistin’deki saldırılar, kadın ve çocukların hedef alındığı insanlık dramı,  uluslararası sermaye ve savaş ekonomisinin sorumluluğu ile Türkiye’deki siyasal ilişkiler eleştirildi; katılımcılar sık sık “Susmuyoruz, susmayacağız” vurgusunu tekrarladı. Bu konuşmalar yürüyüşün dinamiğini oluşturdu ve sokakta güçlü bir dayanışma mesajı verdi .

 

Yürüyüş boyunca,  kadın cinayetleri, devletin koruma mekanizmalarının yetersizliği, “aile yılı” politikalarının yol açtığı sonuçlar, LGBTİ+’lara yönelik nefret politikaları, iş yerlerinde artan güvencesizlik ve iş cinayetleri konuları sıkça gündeme getirildi. Eylemde paylaşılan verilere göre 2025’te bugüne kadar en az 407 kadın katledildi, 317 kadın ölümü şüpheli kayıtlara geçti; katılımcılar devletin sorumluluğuna dikkat çekti ve hesap sorma çağrısı yaptı.

Ayrıca yürüyüş boyunca işçi kadınların direnişleri, emek sömürüsü ve son dönemde yaşanan iş cinayetleri örnekleri  (Dilovası’ndaki patlama vb.) eylemin ana gündemleri arasında yer aldı. Digel  İşçileri de kendi dövizleriyle  eyleme katıldı.  Kadınlar farklı coğrafyalardaki kadın direnişleriyle de dayanışmalarını  vurguladı.

TKM önünde basın açıklaması gerçekleştirildi.

Açıklamanın tam metni şöyle:

“Basına ve Kamuoyuna

Bugün 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü. 65 yıl önce Dominik’te faşist diktatörlüğe karşı mücadele eden Mirabel kardeşlerin kanat çırpışı bugün dünyanın dört bir yanında erkek-devlet şiddetine karşı eşit, özgür, güvenceli bir yaşamdan vazgeçmeyen kadınların, LGBTİ+’ların isyanıyla yankılanıyor.

Saray iktidarının kadın, LGBTİ+, çocuk, hayvan, doğa, emek düşmanı yüzü tüm dünyada derinleşen kapitalizmin krizi ile emeğimize, bedenimize, kimliğimize yönelik saldırılar ile kendini gösteriyor. Sermayenin çıkarlarını korumak için oluşturulan 12.Kalkınma Planı’nın bir parçası olan “Aile vizyon belgesi”nde “aile ve iş yaşamının uyumu” adı altında kadınlar kutsal ailenin içerisine hapsedilmeye, ucuz, esnek ve güvencesiz çalışmaya mahkum edilmeye çalışılıyor. Yoksullaştırma politikaları derinleşirken faşist iktidarlar beden/nüfus politikalarını sertleştiriyor. Kapitalizm, kadınların görünmeyen bakım emeği üzerinden tüm dünyada 10,8 trilyon dolar kar elde ederken bu kardan vazgeçmemek için kutsal aile mitine yeniden saırılıyor.  Ülkemizde ise asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı, kamusal kreşlerin, bakım evlerinin olmadığı koşullarda kadınların ev içi emeğinin daha fazla sömürülebilmesi için “Aile Yılı” ilan ediyor. Sermayenin çıkarlarını korumak ve ucuz iş gücü yaratmak için kaç çocuk doğuracağımıza karışan AKP, yukarıdan aşağıya tüm kurumları ile kadın, LGBTİ+ düşmanlığını, yapısal şiddeti örgütlüyor.

Sermaye çıkarlarını ve ucuz iş gücünün sürekliliğini sağlamaya çalışan iktidar, Sağlık Bakanlığı ile kadınların “normal doğum” yapması gerektiğine dair kamu spotu yayınlarken çocuk başına verilen teşvik primlerini bir müjde gibi duyuruyor. Eğitim Bakanlığı MESEM projeleri adı altında çocukları işçileştiriyor, güvencesiz çalıştırılan çocukların ölümüne neden oluyor. Ataerkil kapitalist sistem, neoliberal poltikalarla derinleşen yoksulluğu erkek-devlet şiddeti ile yönetmeye çalışıyor. Açlık sınırının altındaki ücretler ile pazar arabaları, market poşetleri dolmuyor, kiralar/faturalar ödenemiyor, çocukların yanına bir öğün yemek koyulamıyor. Kaynamayan tenceresinin sorumlusu ise biz kadınlar oluyoruz. Hane gelirine destek olmak isteyen kadınların emeği parça başı iş adı altında patronlar, büyük şirketler tarafından sömürülüyor.

Bizler her gün yoksullaşırken kendi karlarına kar katmak için iş güvenliği önlemleri almayan patronlara iktidarın politikaları güç veriyor. Kadınlar açlık sınırın altında çalıştırılıyor, sendika hakları patron tarafından keyfi olarak engellemeye çalışıyor. İşyerinde ve evde şiddet artıyor. Tüm bu saldırılara rağmen tacize, şiddete, mobbinge karşı  insanca yaşanabilir bir ücret, güvenceli çalışma ve sendika hakları için Temel Conta’da, Digel’de, TPI’da,  Şık Makas’ta ve ülkenin dört bir yanında kadın işçiler grev kırıcı patronlara karşı emek ve onur kavgasını aynı zamanda işyerinde şiddete, tacize karşı direnişe dönüştürüyor.

Güvencesizlik, denetim eksikliği her gün can almaya devam ediyor. İş cinayetleri artarken geçtiğimiz günlerde Zara’nın taşeron firması olan Dilovası’ndaki bir fabrikada yaşanan patlamada 3 kız çocuğu 3 kadın işçi katledildi. Birkaç bina ötesinde İş-Kur binası bulunan, defalarca şikayete rağmen kapısına gidilmeyen fabrikada yaşanan ne kaza, ne ihmaldir. Bunun adı cinayettir ve bu cinayetin sorumlusu işçilerin güvenliği için önlem almayan, denetlemeyen Çalışma Bakanlığı ve iktidardır. Güvencesiz, güvenliksiz, düşük ücretlere çalışmaya hayır diyoruz. Eşit işe eşit ücret, sendikalı çalışma hakkı için mücadeleyi de dayanışmamızı da büyütüyoruz.

İstanbul Sözleşmesi’ni bir gecede fesih eden Saray, yıllardır mücadele ile kazandığımız tüm medeni haklarımıza saldırıyor. Erkek şiddetini önlemeyen devlet, kadınların boşanma hakkını arabuluculuk ile engellemeye çalışıyor. Erken yaşta evlilikler için teşvik primleri veren Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, kadınların güçlendirilmesi için günde 51 kuruş bütçe ayırıyor. Nafaka hakkımıza göz diken iktidar; Diyanet’in fetvaları ile hayatlarımızı, bedenlerimizi tahakküm altına alan politikalarını, erkek şiddetini, çocuk istismarını meşrulaştırıyor. Medeni haklarımıza, miras hakkımıza saldırıyor.

Gülistan Doku’nun faillerini bulmayanlar, aile-cemaat-tarikat işbirliği ile öldürülen Narin Güran’a ne olduğunu açıklayamıyor, Rojin Kabaiş cinayetinin üstünü şüpheli ölüm olarak kapatmaya çalışıyor. Hiçbir kadının ölümünü şüpheli olarak bırakmayacağız diyen kadınların mücadelesi sonucunda Rojin’in ölümünden tam bir yıl sonra Adli Tıp Kurumu raporlarında Rojin’in üzerinde iki ayrı erkeğe ait DNA bulunduğunu açıklandı. Bu ülkede kadınlar, çocuklar katlediliyor, kaybediliyor. Deliller gizleniyor, failler korunuyor.  Öldürülen, kaybedilen kadınların, çocukların akıbeti milyonların gözleri önünde gizleniyor.

Aile yılının ilan edilmesinin ardından 2025’i ilk on ayında 235 kadın cinayeti yaşanırken, 247 şüpheli kadın ölümü gerçekleşti. Son altı ayda şüpheli kadın ölümleri %96 arttı. Her üç günde bir 2 kadın cinayeti şüpheli olarak kayıtlara geçiyor. Kadın cinayetlerinin sayısı hiç olmadığı kadar artarken, şüpheli kadın ölümleri ise ilk kez kadın cinayeti sayısını geçti.  Bu ülke ölü kadınların, ölü ve kayıp çocuklar ülkesine dönmüş durumda. Aile irşat büroları ile “Kutsal aile” masalı anlatılıyor. Kutsal aile masalı ile üstünü örtmeye çalıştıkları ailelerde kadınlar şiddete uğruyor, çocuklar istismar ediliyor. Kutsal aile örtüsünün altında cebinde uzaklaştırma kararıyla öldürülen kadınlar, bakım emeği yükü, yoksulluk, kadınların sömürülen emeği var. Yaşamlarımızı sizin ataerkil kapitalist sisteminize teslim etmeyeceğiz! Aileye, saraya kul; sermayeye köle olmayacağız!

2025, dünyayı emperyalist savaşların yıkıcılığıyla kuşatan bir yıl oldu. Ortadoğu’dan Ukrayna’ya, Kafkaslar’dan Afrika’ya kadar süren paylaşım savaşlarının bedelini yine en ağır biçimde kadınlar ve çocuklar ödüyor. Siyonist İsrail’in Filistin’de sürdürdüğü soykırım, kapitalist devletlerin açık desteğiyle derinleşiyor; son iki yılda 50 binden fazla kadın ve çocuk katledildi, hayatta kalanlar açlıkla teslim alınmaya çalışılıyor. Suriye’de Dürzi ve Aleviler katlediliyor, kadınlar tecavüze uğruyor,  İran zindanlarında kadınlar kimlikleri ve özgürlük talepleri için işkenceye, idam tehdidine maruz kalıyor. Dünyanın dört bir yanında farklı dillerde, farklı topraklarda kadınlar emperyalist ve faşist iktidarlar tarafından katlediliyor, göçe zorlanarak yerinden ediliyor, emeği ucuzlatılıyor.

Bu tabloda AKP iktidarı, timsah gözyaşlarıyla Filistin için ağlarken Türkiye’nin limanlarını İsrail’e açıyor, askeri–ticari ilişkileri sürdürüyor, bölgedeki gelişmelerden pay kapmak için Yeni Osmanlıcı hayallerle ABD emperyalizminin yanında hizalanıyor. Bütçe; eğitime, sağlığa, kadınlara, çocuklara değil savaş politikalarına, savunma sanayisine ve sınır ötesi operasyonlara akıtılıyor. Kürt sorunun çözümü için barış ve demokrasi talepleri görmezden gelinirken, muhalefeti susturmak için gözaltı–tutuklama terörü, baskı ve şiddet artıyor. Bu baskı rejimi en çok da kadınlar üzerinde hayat buluyor; mücadele eden kadınlar gözaltına alınıyor, tutuklanıyor; cezaevlerinde politik kimlikleri ve kadın olmaları nedeniyle sistematik olarak ağır hak ihlallerine maruz kalıyor, tahliyeleri engelleniyor, sağlık hakları gasp ediliyor.

Biz kadınlar, emperyalist savaşlara karşı durmanın aynı zamanda varlığımıza, emeğimize, doğamıza ve çocuklarımızın geleceğine sahip çıkmak olduğunu biliyoruz. Bunun için buradan bir kez daha sesleniyoruz: Filistin’de, İran’da, Suriye’de hiçbir kadın yalnız değildir; tıpkı bu ülkede savaş politikalarının en ağır yükünü taşıyan, kimliği, dili ve eşit yurttaşlık hakkı uzun yıllardır yok sayılan Kürt kadınlarının da hiçbir zaman yalnız olmadığı gibi.

Bizler Deniz Poyraz’ın kız kardeşleri olarak, onun düşlediği barış içinde eşit ve özgür bir toplumsal yaşamın inşası için mücadelemizi sürdüreceğiz. Çünkü biliyoruz ki bu ülkeye gerçek bir barış, Ekin Van’ın bedenini teşhir edenlerin, Kürt illerinde kadınlara tecavüz edip “Bana bir şey olmaz” diyen Musa Orhan’ın ve sivillere yönelen tüm asker–polis–korucu şiddetinin yargılanmasıyla mümkündür. Devletin özellikle Kürt kadınlarının bedenleri ve yaşamları üzerinde kurduğu savaş politikalarının bir aracı olan çıplak arama işkencesinin faillerinin hesap vermesiyle mümkündür.

Biz kadınlar için barış; yalnızca silahların susması değil, aynı zamanda kimliğimizin tanınması, ana dilimizin kamusal yaşamdan eğitim hakkına kadar her alanda özgürce kullanılabilmesi, eşit yurttaşlığın lafla değil hukukla güvence altına alınması demektir. Kadınların ve özellikle Kürt kadınlarının kamusal, siyasal ve toplumsal hayatta kendi diliyle, kimliğiyle, iradesiyle görünür ve eşit olması demektir.

Yemekhane zammını protesto ettiği için geri gönderme merkezinde kötü koşullara mahkûm edilen ve sınır dışı edilen Nana’nın yeniden Türkiye’de güvenli yaşamasının garanti altına alınmasıyla mümkündür. Tüm kadınlar ve LGBTİ+’lar için barış; yaşamlarımız üzerinde kurulan baskı biçimlerinin son bulması, faillerin yargılanabilir olması, eşitliğin ve özgürlüğün gerçek anlamda güvence altına alınmasıyla mümkündür.

Biz kadınlar biliyoruz: Barış, ancak Kürt kadınlarının kimlik, ana dil ve eşit yurttaşlık taleplerinin yok sayılmadığı; tüm kadınların özgürce ve eşitçe var olduğu bir ülkede mümkündür. Barış için mücadele etmekten vazgeçmeyeceğiz.

11.Yargı Paketi ile ahlak bekçiliğine soyunan iktidar, doğuştan gelen biyolojik cinsiyete aykırı tutum ve hayasızca hareket diyerek neyi dahi tanımladığı belli olmayan ifadeler ile LGBTİ+’lara hapis cezasını getirmeyi hedefleyen, LGBTi+lara yönelik şiddeti meşrulaştıran, hormona erişimi engelleyen, suça sürüklenen çocukların faillerin sırtını sıvazlayıp çocukları cezalandırmayı hedefleyen yargı paketini kadınların ve LGBTİ+’ların tepkisi sonucu geri çekmek zorunda kaldı. Biz kadınlar ve LGBTİ+’lar direnişimizi birbirimize miras olarak bırakıyor, birbirimizden aldığımız güç ile ellerimizi sıkıca tutuyoruz. Akademisyeninden, sanatçısına, yazarına kadar uyguladığı şiddeti ataerkil sistemin ona sunduğu koruma kalkanlarının arkasına saklamaya çalışarak örtbas etmeye çalışmasına karşı kadınlar susmuyor. Cesaretini birbirine bulaştırarak yaşadığı şiddeti anlatmaya devam ediyor. Yıllarca uğradığı şiddetin karşısında yaşamını savunuyor. Hiçbir kadının kirpiği yere düşmesin diye, hikayemiz yarım kalmasın, ismimiz anıt sayacın eklenmesin diye gücümüzü birbirimizden alacak, dayanışmamız ile yeni bir yaşamı kuracağız. Kimliğimiz, bedenimiz, aşkımız sizin yargı paketlerinize sığmadı/ sığmayacak!

Makbul kadın olmayacağız, nafaka hakkından da, İstanbul Sözleşmesinden de, eşit yurttaşlık haklarımızdan da vazgeçmeyeceğiz. Yoksulluğa karşı sabretmeyecek, insanca yaşam ve  güvenli, güvenceli, çalışma koşulları için mücadele edeceğiz. Sağlıklı konutlarda barınma hakkı, güvenli kentler, güvenceli yaşam için dayanışmayı da mücadeleyi de yükselteceğiz. Tarım alanlarını, sulak arazileri, ormanları maden şirketlerinin talanına açanlara karşı doğayı ve katliam yasasına karşı yaşamı savunmaya devam edeceğiz. Emperyalist savaşlara karşı tüm dünyada barışın sesi olacağız,

Kadın ve LGBTİ düşmanı politikalarınıza karşı, birbirimizden, dayanışmamızdan, haklarımızdan, hayatlarımızdan ve mücadelemizden asla vazgeçmeyeceğiz.  Erkek egemen kapitalist düzeninize karşı, eşit, özgür bir hayatı kazanana dek örgütlü mücadelemiz devam edecek.  Ve kadın özgürlük mücadelemizde hiçbir kadın, hiçbir zaman yalnız yürümeyecek.

Yaşasın kadın dayanışması

Yaşasın örgütlü mücadelemiz

İZMİR KADIN PLATFORMU”

 

 

Kuzey Ege’den yükselen ses: Ekmek, toprak, adalet ve ekolojik demokratik cumhuriyet

Ege Çevre ve Kültür Platformu’nun (EGEÇEP) organize ettiği Ege Ekoloji Kervanı, son gününde İzmir’den yola çıkıp Aliağa Termik Santrali, Bergama/Ovacık Altın Madeni ve Ayvalık’taki Doğuş Prina Fabrikası önünde durdu; her durakta ekolojik talan ve hukuksuzluk vurgusuyla açıklamalar yapıldı.
Aynı günün devamında bu kez Balıkesir Burhaniye Cumhuriyet Meydanında, Körfez Emek ve Demokrasi Güçleri’nin çağrısıyla “Ekmek, Toprak ve Adalet için Halk Buluşması” gerçekleştirildi. Kervanın gündüz durakları ile Burhaniye’deki miting, Kuzey Ege hattından yükselen ekoloji, emek ve demokrasi taleplerini ortak bir zeminde buluşturdu.Meydana yürüyüşte “Halklara özgürlük, inançlara eşitlik”, “Doğayı ve yaşamı savunuyoruz”, “Ekmek, barış, özgürlük için saray düzenine son” pankartları ve “Havama, suyuma, toprağıma dokunma”, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Jin, jiyan, azadî” sloganları öne çıktı.

AYM kararına rağmen çalışan santral
Kervanın ilk durağı, Aliağa’daki İzdemir Termik Santrali oldu. EGEÇEP bileşenleri ve Foça Tarih ve Doğa Talanına Hayır Platformu, termik santral önünde yaptıkları açıklamada, santralin Anayasa Mahkemesi’nin faaliyeti durdurmaya dönük kararına rağmen çalışmaya devam ettiğini vurguladı.Platform Başkanı Mevlüt Ülgen, Aliağa Termik Santrali’nin halk sağlığını doğrudan tehdit ettiğini belirterek, “Bu santral derhal kapatılmalı, AYM kararı koşulsuz uygulanmalıdır” çağrısında bulundu. EGEÇEP Eşsözcüsü Arif Ali Cangı ise, mahkeme kararlarına rağmen termik santrallere verilen ÇED olumlu kararlarının, idare tarafından işlenen bir hukuksuzluk olduğunu söyledi.
Termik santral önünde taşınan “İklimi değil yasayı değiştir” ve “Anayasa Mahkemesi kararı uygulansın, Aliağa Termik Santrali kapatılsın” pankartları, çevre mücadelesinin hukuki boyutunu görünür kıldı. Artık tartışma, sadece yeni projelere izin verilip verilmemesi değil, mevcut yargı kararlarının uygulanıp uygulanmaması noktasında düğümleniyor.

Ovacık’ta 30 yıllık direnişin gölgesinde
Kervan, Aliağa’nın ardından Bergama’nın Ovacık Mahallesine geçti. Altın madenine birkaç yüz metre mesafedeki mahalle muhtarlığı önünde yapılan açıklamada, Bergama Çevre Platformu üyesi Erol Engel, 1990’larda başlayan madencilik faaliyetlerini ve buna karşı gelişen yerel direnişi anlattı.
Engel, “Bergama mücadelesi, çok uluslu şirketlerin Türkiye’yi talan etmesini en az 10 yıl geciktirdi” diyerek, bu sürecin ülke çapındaki etkilerine dikkat çekti.  Erol Engel, “Bütün bu dava ve kararlara rağmen, 200 metre ilerdeki maden hâlâ çalışıyor” diyerek tabloyu şöyle özetledi:

“Nasıl çalışıyor? Haksız, hukuksuz, adaletsiz bir Türkiye’de, çıkan yargı kararları yok sayılarak çalışıyor.”

Bergama durağı, kervanın yalnızca bugünün çevre sorunlarına değil, 30 yıllık bir mücadele hafızasına yaslandığını gösterdi. Yargı kararları, bilirkişi raporları ve köylü eylemleriyle sembolleşen Ovacık, bugün de ekolojik ve hukuki mücadelenin bitmediğini hatırlatıyor.

Ayvalık’ta “nefes alamıyoruz” isyanı


Üçüncü durak Ayvalık’taki Doğuş Prina Fabrikası oldu. Ayvalık Tabiat Platformu ve bölge halkı, fabrikanın bacasından çıkan duman ve kokuya karşı “Nefes alamıyoruz, yetkililer göreve”, “Doğuş Prina’nın zehirli baca dumanına son” pankartlarıyla ses yükseltti.
Platform üyesi Yücel Kurşun, yıllardır Çevre ve Şehircilik Balıkesir İl Müdürlüğü’ne başvurduklarını hatırlatarak, “Her seferinde akredite kuruluş ölçüm sonuçlarının ‘normal’ olduğu söyleniyor, ama sorun hâlâ devam ediyor” dedi. Kurşun, “Yaşam savunucuları olarak yetkililerin sermaye sahiplerini kollamak yerine TÜBİTAK MAM (Tübitak Marmara Araştırma Merkezi)’ ile denetimleri yenilemesini ve Ayvalık halkına karşı sorumluluklarını yerine getirmesini bekliyoruz” çağrısında bulundu.
Ayvalık’taki tablo, teknik raporların “sorun yok” dediği noktada halkın “nefes alamıyoruz” demeyi sürdürdüğü bir çelişkiye işaret ediyor. Kervan, böylece termik santral ve altın madeninin yanı sıra, gündelik yaşamı etkileyen bir endüstriyel tesisin yarattığı halk sağlığı sorununu da görünür kıldı.

Kervanın ardından Balıkesir Burhaniye Cumhuriyet Meydanında, Körfez Emek ve Demokrasi Güçlerinin çağrısıyla “Ekmek, Toprak ve Adalet için Halk Buluşması” düzenlendi. Eski Kütüphane önünden meydana yürüyen kortejlerde “Toprağımızı vermiyoruz”, “İşgal yasasına geçit yok” dövizleri taşındı; kervanın gündüz sloganları mitingde de yankı buldu.

Körfez Emek Demokrasi Güçleri adına basın açıklamasını Çiğdem Avcu okudu.

“Bugün bu ülkede üç beş yandaş, bankalar, tekelci sermaye karlarına kar katıyor. Emekçiler, emekliler kan ağlıyor. Halk düşmanı AKP gerici iktidarı yasaları, Anayasayı tanımıyor. Devlette liyakat ortadan kalkmış durumda. Her taraftan lime lime dökülüyorlar. Soma maden faciası, Yenidoğan çetesi, sahte diploma çeteleri, daltonlar, casperler, çocuk çeteleri bu iktidarın eseri.

“Uyuşturucu baronları, uluslararası çeteler memlekette fink atıyor. Tarikat, cemaat yapılanmaları tüm devlet kurumlarını ele geçirmiş durumda. Laikliğin yerine şeriatçı bir düzen kurmak için dört bir yandan saldırıyorlar. Tarikatlar, Ülkü Ocakları, gericiler, Mili Eğitim Bakanlığıyla el ele ülkeyi ortaçağ karanlığına çeviriyor. Laik, bilimsel, demokratik eğitim kavgamız sürüyor. Şeriatçı düzene asla izin vermeyeceğiz. Hesap soracağız, yargılayacağız.”

“19 mart AKP darbesi ülkede karşı devrimi tamamlama sürecinin son aşamasıdır. Tüm hesaplar Recep Tayyip Erdoğan’a ömür boyu başkanlık, emperyalizme sonsuz hizmet üzerine kuruludur. Bu oyunu mutlaka bozacağız, Birleşik Mücadelemizle bozacağız. Bugün bu ülkenin devrimcileri, demokratları tüm toplumsal güçleri birleşmeli, faşizme karşı omuz omuza vermelidir. Bu gerici rejimi yenmenin tek yolu halkın birleşik mücadelesidir. Memleketin emekten, demokrasiden, Cumhuriyetten yana olan siyasi partileri, sendikaları demokratik kitle örgütleri amasız, fakatsız bir araya gelerek Demokratik cumhuriyet programını oluşturmalı, bu program doğrultusunda ülkenin her yanında oluşturulacak eylem birlikleriyle mücadeleyi en üst seviyeye taşımalıdır.

“Mahallelerde, köylerde, üniversitelerde halkın olduğu her yerde toplumsal muhalefeti örgütlemeli, halk ve mahalle inisyatiflerini güçlendirmeliyiz. Gelin Burhaniye’de gerçekleştirdiğimiz bu buluşmaları, ülkenin her yanına yayalım, gerici rejimi gönderelim Bu memleket bizim! Hesap soracak, yaptıklarını yanlarına bırakmayacak, Devrimci Demokratik Halk Cumhuriyetini birleşik mücadelemizle omuz omuza kuracağız. Bu kötülüğün iktidarını mutlaka gönderecek, karanlığa teslim olmayacağız!” dedi.

Körfez Çevre Örgütleri adına Sıdıka Elibol açıklamaya yaptı. Bölgedeki enerji ve maden şirketlerinin yarattığı doğa talanına karşı mücadele edeceklerini vurguladı.  Elibol, “Her gün öldürülen kadın, çocuk, işçi, gazeteci, hayvan için adalet arayışından nasıl vazgeçmiyorsak, doğaya karşı işlenen suçların da ‘Ekokırım’ kapsamına alınmasını istiyoruz”

“Su ve gıda kıtlığı, kuraklık, çölleşme, seller, suyun ticarileşmesi, orman yangınları, bunlara bağlı olarak biyolojik çeşitliliğin azalması, iklim göçleri, savaşlar, artan nüfus, kontrolsüz kentleşme, ekosistemde var olan tüm canlıların yaşama hakkını yok etme tehlikesiyle yüz yüze bırakıyor”

“Lapseki’de ve Madra’da Burhaniye içme suyu kaynağına 2.5 km mesafedeki işletmesiyle ve Alamosgold’dan devraldığı projeyle Kaz Dağlarında Tümad Altın Madeni, Balya’da Eczacıbaşı, Türkmen Dağında CVK Altın Madeni, Bigadiç’te ve Sındırgı’da Zenit Altın Madeni, Bigadiç’te Polimetal ve Eti Maden, Kozak yaylasında Çukuralan Altın Madeni, , Madra Barajı’nın dibinde Bilfer Demir Madeni, Bayramiç Halilağa’da Cengiz’in altın madeni, Karlık’ta LİMAK Altın madeni. Üçü Biga’da, ikisi Çan’da olmak üzere beş adet termik santral. Bölgemiz onlarca metalik madencilik, taş ocağı, granit ve mermer ocağı, RES’ler ve GES’lerle, jeotermal enerji santrallerle yağmalanmaya devam ediyor” dedi.

Mitinge  CHP Balıkesir Milletvekili Serkan Sarı, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) İzmir Milletvekili İbrahim Akın, Emek Partisi (EMEP) İstanbul Milletvekili İskender Bayhan ve çok sayıda siyasi parti, sendika, kadın ve ekoloji örgütü katıldı.

CHP’ Milletvekili Serkan  Sarı konuşmasına “Denizlere, Mahirlere selam olsun” diyerek başladı.
Sarı, ülkenin dört bir yanında benzer mitinglerin gerçekleştiğini hatırlatarak, “Baskıya, sömürüye, faşizme karşı birlikte mücadele edeceğiz ve bu saray düzenini yıkacağız” dedi.

EMEP Milletvekili Bayhan, iktidarın “kutsal vatan” ve “adalet” söylemini eleştirerek, “Onlar için ‘kutsal vatan’, emek ve alın terinin sömürülmesi demek. Toprak, altıyla üstüyle madenlere peşkeş çekilecek zenginlik demek. Adalet ise kayyım, iş cinayetleri ve cezasızlık demek”,  “Milyonlar asgari ücret altında yaşamaya mahkûm edildi.”,  “Onlar için adalet, partilerinin adında kalan bir kavramdır. Halkın iradesine kayyumla el koymak onların adaletidir.” dedi.

DEM Parti İzmir Milletvekili Akın ise, hem emek sömürüsüne hem de doğa talanına dikkat çekti:

“Bu ülkede sadece emek sömürüsü yok; doğa da talan ediliyor. Suyumuz, toprağımız kirleniyor. Emeğimize yönelik sömürüye, ekolojik saldırılara karşı kendimizi korumak zorundayız.”

Akın, partisinin hedefini de şöyle ifade etti:

“DEM Parti olarak kadın özgürlükçü, ekolojik demokratik cumhuriyeti kuracağız. Barışı getireceğiz. Kadınların olmadığı bir yerde direniş başarısız oluyor.”

Türkiye’nin BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 31. Taraflar Konferansı  (COP31)  ev sahipliği yapacağının altını çizen Akın, iktidarın iklim söylemi ile sahadaki fosil yakıt ve maden politikaları arasındaki çelişkiye işaret ederek, “Fosil yakıt tüketimine karşı ortak mücadele etmemiz lazım. Sermayeye karşı mücadele etmek bizim meşru mücadelemizdir. Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” dedi.

“Eşitlik olmadan adalet olmaz”

Mitingte konuşan Körfez Bağımsız Kadın Dayanışması üyesi İffet Taylı ise, hakları kısıtlayan “yargı paketleri” ne, laikliğin aşındırılmasına ve kadın emeği üzerindeki yükün artmasına tepki gösterdi. Ev içi bakım emeğinin kamusal hizmetlerle paylaşılması gerektiğini vurgulayan Taylı, yaklaşan 25 Kasım Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Gününe de işaret ederek, “Kadına yönelik şiddete karşı çıkmakla kalmamalı, hayatın her alanında toplumsal cinsiyet eşitliğini gözetmeliyiz. Çünkü eşitlik olmadan adalet olmaz” dedi.

Aliağa’dan Ovacık’a, Ayvalık’tan Burhaniye’ye uzanan bu hat, Kuzey Ege’deki mücadelenin yalnızca çevre koruma değil; ekmek, toprak ve adalet talebiyle, kadın özgürlüğü ve demokratik bir cumhuriyet arayışıyla iç içe geçtiğini gösteriyor.

 

 

Bu Düzen Değişmeden Çocuklar Özgürleşmeyecek.

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 36. yılında gerçekler tüm çıplaklığıyla bir kez daha karşımızda; ülkemizde 19 Kasım 2025 tarihine kadar 83 çocuk işçi yaşamını yitirdi, bu sayı da sadece saptanabilenlerden oluşuyor.

Bugün çocukların yaşadığı yoksulluk, emek sömürüsü, şiddet ve eğitimden yoksun bırakılma, bireysel tercihlerin, ihmalin değil sınıflı toplumların karakterinin çocukların hayatına yansımasıdır.

2025 yılında çocuklar savaşların, otoriter rejimlerin, kapitalist krizin derinleştirdiği yoksulluğun ve ekolojik yıkımın bedelini en ağır şekilde ödüyor.

Bu coğrafyada ise her bir hak ihlali, egemenlerin politik tercihleriyle birleşerek daha da ağırlaşıyor.

Çocuklar yaşamlarını kaybederken, sayı istatistiklere indirgenirken ve görünmez kılınırken, devletin ve sermayenin kurduğu düzen çocuğu bir hak öznesi olarak değil, yönetilmesi ve yönlendirilmesi gereken potansiyel bir kitle, hatta kimi zaman ucuz emek “hazinesi” olarak görüyor.

Ama biz biliyoruz. Hiçbir çocuk, sermayenin ihtiyaçlarına göre biçimlendirilmiş bir dünyada eşit, özgür ve onurlu yaşayamaz.

Sömürü düzeni, çocukluğun her alanını kuşatıyor, çocukların düşlerini çalıyor.

Bu ülkede çocukları en çok yaralayan şey tesadüfler değil,  kapitalist düzen politikalarının, piyasa merkezli eğitim sisteminin ve faşist-gerici siyasal rejimin ürettiği koşullardır.

-Yoksulluğun kuşattığı mahallelerde, çocuklar daha küçük yaşta evin ekonomik yükünü sırtlamak zorunda bırakılıyor.

-MESEM gibi “mesleki eğitim” adı altında kurgulanan yapılar, sermayeye ucuz emek sağlarken çocukların hayatlarını riske atıyor.

-Sabahın karanlığında işe gönderilen çocukların yaşamı, makinelerin soğuk metalinde son buluyor.

-Kürt çocukları anadilinde eğitimden mahrum bırakılıyor; kimlikleri ve kültürleri değersizleştiriliyor.

-Kız çocukları ücretsiz bakım emeğinin görünmez duvarlarına sıkıştırılıyor; eğitimden koparılıyor; kayıt dışı üretime ucuzun ucuzu iş gücü olarak sokuluyor.

-Afetlerde, depremlerde, sellerde yine en çok çocuklar hayatını kaybediyor çünkü devletin öncelikleri çocuklar değil, rant projeleri oluyor.

-Yargının cezasızlık politikaları şiddeti büyütüyor; çocuklara yönelik suçlar görünmezleştiriliyor.

-Yoksulluğun ve güvencesizliğin ortasında çocuklar çetelere, suça, şiddet kullanmaya sürüklenirken çocuklara dönük algı çocuğu “suçlu” görüp gösterirken sorumluları aklıyor, görünmez kılıyor.

Bu tablo bir kader değil, sermayenin çıkarını çocuk yaşamının önüne koyan sistemin kaçınılmaz sonucudur.

Çocukların değil, sermayenin ihtiyaçlarına göre kurulan bu düzen sürdürülemez

Çocukların ölümü “kader”, yoksulluğu “işin fıtratı-doğası”, sömürüsü ise “çıralık ya da mesleki eğitim” olarak sunuluyor.

Oysa gerçekte:

Her çocuk ölümü politiktir.

Her çocuk yoksulluğu sınıfsaldır.

Her çocuk emeği sömürüsü bir utançtır, bir suçtur.

Bu gerçek değişmeden çocukların hayatı da değişmeyecektir.

Çocukların özgürleşmesi, toplumun özgürleşmesiyle mümkündür

Biz biliyoruz ki:

Çocukların hakları ancak eşitlikçi, özgürlükçü ve halkın yararını önceleyen bir toplumsal sistem içerisinde güvence altına alınabilir.

Onların eşit yurttaşlar olarak var olabilmesi için, yalnızca sosyal politikalara ve kurumlara değil, toplumsal dönüşüme, sınıfsal adalete ve hukuksal, demokratik özgürlüklere ihtiyaç vardır.

Bu nedenle:

– Çocuk emeğini sömüren tüm mekanizmalar dağıtılmalıdır.

– Anadilinde eğitim hakkı tanınmalıdır.

– Cezasızlık sona ermelidir.

– Eğitim, sağlık, barınma ve beslenme çocuklar için tartışmasız kamusal hak olmalıdır.

– Toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle mücadele edilmelidir.

– Çocuğa özgü adalet sistemi kurulmalı, çocuk cezaevleri kapatılmalıdır.

– Afetlerde, krizlerde ve çatışmalarda çocukların yaşamı her şeyin önünde gelmelidir.

Çocukları korumak, onların yalnızca yaşamasını değil eşit, özgür, güvenceli bir yaşam kurmasını sağlamak demektir.

Bugün bir kez daha ilan ediyoruz:

Çocuk haklarının yok sayılmasına karşı susmak ezenden yana taraf olmaktır.

Çocuklar için mücadele etmek geleceğe sahip çıkmaktır.

Bu düzen değişmeden çocuklar özgürleşmeyecek;

Bu düzen değişmeden barış, adalet ve eşitlik mümkün olmayacak.

Biz, çocukların yaşamını, haklarını ve geleceğini savunan bir kurum olarak söz veriyoruz:

Çocukların sömürülmediği, öldürülmediği, yok sayılmadığı, aç kalmadığı bir ülke kurulana kadar mücadeleyi sürdüreceğiz.

Çocukların özgür geleceği toplumun özgürlüğünün yolunu aydınlatacaktır.

“25 Kasım Uluslararası Kadına Yönelik Şiddete Karşı Dayanışma ve Mücadele Günü  Şiddetsiz, Eşit Özgür Bir Yaşam İçin Mücadelede Kararlıyız!

Kamu emekçilerinin işlerine iade talebiyle sürdürülen oturma eyleminin 347’nci haftasında, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’ne dikkat çekildi; kadınların barış ve demokrasi talebi öne çıkarıldı.

Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) ihraç edilen kamu emekçilerinin işe dönüş talebiyle Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) İzmir Şubesi tarafından her çarşamba düzenlenen oturma eylemi, bu hafta da Karşıyaka Çarşı girişinde gerçekleştirildi.

Eylem öncesinde KESK İzmir Kadın Meclisi, Karşıyaka İZBAN durağı önünde bir araya gelerek çarşı girişine kadar yürüyüş yaptı. Yürüyüşte kadınlar, “Şiddetsiz, eşit, özgür bir yaşam için mücadelede kararlıyız” yazılı pankart taşıdı; sık sık “Jin, jiyan, azadî”, “Kadınlar savaş istemiyor”, “Kadın cinayetleri politiktir” sloganları atıldı.  Açıklamaya  emek demokrasi güçleri de  katıldı.

Basın açıklamasını Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim Sen) İzmir 3 No’lu Şube Kadın Sekreteri Sabiha Metin okudu. Metin, 25 Kasım vesilesiyle kadına yönelik şiddete, savaş politikalarına ve KHK ihraçlarına karşı mücadeleyi büyütme çağrısı yaptı.

Okunan  basın açıklaması şöyle:

25 kasım uluslararası kadına yönelik şiddete karşı dayanışma ve mücadele günü  şiddetsiz, eşit özgür bir yaşam için mücadelede kararlıyız!

25 Kasım 1960’ta Dominik Cumhuriyeti’nde Mirabal Kardeşler diktatörlüğe karşı mücadele yürüttükleri için katledildi. 25 Kasım, onların anısına Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü ilan edildi. Mirabal kardeşlerin kararlılığını, direncini, mücadelesini bugüne taşıyoruz. Erkek devletin şiddetine, erkek egemenliğine, savaşa, sömürüye, yoksulluğa karşı yaşamı savunuyoruz! Barış, emek, eşitlik ve demokrasi mücadelesini yükseltiyoruz: ŞİDDETSİZ, EŞİT ÖZGÜR BİR YAŞAM İÇİN MÜCADELEDE KARARLIYIZ! diyoruz.

Bu 25 Kasım’a, siyasal iktidarın toplumu sermayenin ihtiyaçlarına göre dizayn eden, ucuz ve güvencesiz işgücünü kalıcı hale getiren politikalarının en ağır sonuçlarından biriyle, Dilovası’ndaki katliamla giriyoruz. İkisi çocuk yaşta olmak üzere altı kadının hayatını kaybettiği bu katliamda yaşamını yitirenleri saygıyla anıyor, ailelerine ve dostlarına sabır diliyoruz. Ne kaza, ne kader, ne fıtrat. Tüm iş cinayetlerinde olduğu gibi, Dilovası’ndaki katliamın sorumlusu emekçilerin güvenli ve güvenceli yaşama hakkını hiçe sayan düzendir. Bizler bu çürümenin sürdürülmesine razı değiliz. Bu düzenin değişmesini, iş cinayetlerine neden olan güvencesiz, kayıt dışı istihdamın son bulmasını ve tüm sorumluların hesap vermesini istiyoruz.

Birçok kadın istihdama erişemiyor. İstihdama erişebilenler de evlerinde, sokaklarda, işyerlerinde, yaşamın her alanında şiddetle ve tacizle karşı karşıya bırakılıyor:

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı 2002’de yüzde 25 olan kadın istihdam oranının bu yıl %32’e çıktığını müjdeliyor. Kadınların istihdama katılımı arttı diye açıklamalar yapıyor Bakan.  DİSK AR verilerine göre ise kadın işsizliği yüzde 39,4. Yani kadınlar işsiz ve istihdama erişemiyor. İstihdama erişebilenlerin ne kadarının güvencesiz, esnek, yarı zamanlı ve düşük ücretli işlerde istihdam edildiğiyse açıklanmıyor.

Özelleştirmelerle kamusal hizmetler tasfiye edilerek sermayeye devredilirken, bakım emeği de kadınlara yükleniyor. Kadın istihdamını artırmaya yönelik olduğu söylenen politikalar, bakım emeğinin doğal olarak kadınlarca ücretsiz olarak karşılanacağı bir “aile” anlayışına göre planlanıyor. Bu planda merkezi bütçeden kadının payına günde yalnızca 51 kuruş düşüyor! Ev içi emek, bakım emeği, yeniden üretim emeğini üstlenmek durumunda kalan kadınlar, düşük ücretli, güvencesiz, esnek ve yarı zamanlı işlerde çalışmak zorunda bırakılıyor.

Veriler, raporlar ve medyadaki haberler erkek şiddetinin artmakta olduğunu ortaya koyuyor. 2024’te en az 394, 2025’in ilk dokuz ayında ise 290 kadın öldürüldü. Bu kadınların 184’ü aile içinde, 47’si kamusal alanda, 12’si işyerinde katledildi. Kadın çalışanların yüzde 45’i son bir yılda şiddete uğradığını söylüyor.

Kadınlar katlediliyor. Her fırsatta kadına yönelik şiddetle mücadeleye kararlı olduğunu söyleyen iktidar ise şiddeti, tacizi, kadın cinayetlerini önlemeye, engellemeye yönelik anayasanın ve uluslararası sözleşmelerin gereğini yerine getirmiyor, mevcut yasaları ise uygulamıyor.

Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama hedefini esas almayan politikaların, erkek şiddetinin sürmesine aracı olacağını defalarca söyledik. İstanbul Sözleşmesine dönülmesinin, ILO’nun 190 sayılı sözleşmesine taraf olunarak sözleşmenin yürürlüğe girmesinin, şiddeti engelleme yolunda önemli bir adım olduğunu kim bilir kaç kez yineledik. Kamuda toplu sözleşme süreçlerinde masada ve heyetlerde sorunlarımızın ayrı başlıkta ele alınması talebini yükselttik. Ama tüm çağrılarımıza rağmen şiddetle mücadelede bağlayıcı ulusal mekanizmaların gereği yerine getirilmiyor. Haksız tahrik, iyi hal indirimleriyle, failler cezasız bırakılıyor. Şiddete maruz bırakıldığımız yetmiyormuş gibi, hukuksuzluğun ve cezasızlığın yaygınlığına karşı gerçek adalet mücadelemiz kriminalize ediliyor. Toplumsal cinsiyet kavramının kendisi düşman haline getiriliyor, iktidar toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi yürüten kadın ve LGBTI+ örgütlerini toplumsal yapıyı bozmakla itham ediyor.

Her gün yeni yasa teklifleriyle, yeni “paketlerle”, kazanımlarımız, ifade özgürlüğümüz, örgütlenme hakkımız tırpanlıyor. Hutbelerle, demeçlerle, yasalarla yaşam biçimlerimiz, örgütlü mücadelelerimiz, kılığımız kıyafetimiz, haklarımız hedef haline getiriliyor. “Ailenin kutsallığı” söylemiyle tek tip bir yaşam dayatılıyor; bu anlayış şiddeti meşrulaştırıyor, eşitsizliği derinleştiriyor!

Bugün kadınların demokrasi talepleri her zamankinden daha acil. Yıllardır devam eden çatışmalar son buldu. Barışı konuşmaya başladık ancak iktidarın demokratikleşmenin önüne geçen saldırgan politikaları devam ediyor. Seçme ve seçilme hakkı gasp ediliyor, seçilmiş belediye başkanları tutuklanıyor, belediyelere kayyum atanıyor, yürütülen operasyonlarla yerel yönetimler yetkisiz kılınıp, çalışmaz hale getiriliyor.

Kalıcı bir barış demokratikleşmeye dönük adımların atıldığı, anti demokratik uygulamalardan vazgeçildiği koşullarda mümkün olacaktır. Kadınlar olarak barış içinde demokratik bir ülkede birarada yaşama talebimizde ısrarcıyız!

Ekonomik ve sosyal güvenceden yoksun bırakılmayı, yoksullaşmayı, güvencesiz- kayıt dışı çalıştırılarak sömürülmeyi, dünyanın bakımı da dahil tüm bakım yüklerini karşılıksız olarak yüklenmek zorunda görülmeyi, şiddet tehdidi altında yaşamayı reddediyoruz.

Şiddetsiz, eşit, özgür, barış içinde; emeğimizin değer gördüğü demokratik ve laik bir ülkede yaşamak istiyoruz!

Hayatımızı kuşatmaya, kazanımlarımızı değersizleştirmeye, hayatlarımızdan ve haklarımızdan çalmaya çalışanlara inat, demokrasi, eşitlik ve laiklik mücadelesinde birleşiyor, her alanda mücadelemizi büyüterek işyerlerinde, sokaklarda, yaşamlarımızda emeğimize ve özgürlüğümüze yönelen her türlü şiddete karşı sözümüzü örgütlüyoruz.”

 

Avrupa Komisyonu’na Açık Mektup: İŞLEM TALEBİ Aliağa’daki Gemi Geri Dönüşüm Tesislerinin AB Sertifikalarını Derhal İptal Edin!

İzmir’deki ekoloji örgütleri, Aliağa’da faaliyet gösteren Gemi Geri Dönüşüm Tesisleri’nin Avrupa Birliği (AB) sertifikalarının iptal edilmesi gerektiğini belirterek, konuya ilişkin bir açıklama yaptı. TMMOB Mimarlar Odası İzmir Şubesi’nde düzenlenen toplantıda konuşan Selma Akdoğan, tesislerin AB Gemi Geri Dönüşüm Tüzüğü’ne uygun çalışmadığını vurguladı. Akdoğan, ekoloji örgütleri adına Avrupa Komisyonu’na iletilen sertifika iptali talebinin yer aldığı mektubu kamuoyuyla paylaştı.

Mektubun tam metni  şöyle:

“Avrupa Komisyonu’na Açık Mektup:
İŞLEM TALEBİ :Aliağa’daki Gemi Geri Dönüşüm Tesislerinin AB Sertifikalarını Derhal İptal Edin
Sayın Komisyon Üyesi Jessika ROSWALL,
Avrupa Komisyonunu, Avrupa Gemi Geri Dönüşüm Tüzüğünün 23. Maddesi uyarınca, Aliağa’daki gemi geri
dönüşüm tesislerinin AB onayını iptal etmeye çağırıyoruz. Bu talebimiz sektör, mevcut AB ve çevre mevzuatına,
işçi sağlığı ve güvenliği standartlarına ve işçi haklarıyla uyumlu hale gelene kadar geçerlidir.
Aliağa’daki gemi geri dönüşüm sektörü, AB tarafından onaylanan tesisler de dahil olmak üzere, çevre koruma
ve işçi sağlığı ve güvenliği standartlarını karşılamamaktadır. Ancak AB bayraklı gemilerin yarısından fazlası
Türkiye’de sökülmektedir. Aliağa’daki 22 gemi geri dönüşüm tesisinden 11’i AB onaylıdır. Ayrıca, beş tesis onay başvurusunda bulunmuştur.
Avrupa Komisyonu, bir AB ülkesinde asla kabul edilmeyecek uygulamaları Aliağa’da onaylamıştır. AB içinde
yasak olanın başka bir yerde kabul edilmesi utanç verici bir çifte standarttır. Tehlikeli atık yönetimi, güvensiz
çalışma koşulları ve sektörün yönetimiyle ilgili ihlaller yıllardır sabittir. Özellikle, Türkiye’deki gemi geri dönüşüm sektörünün AB Gemi Geri Dönüşüm Tüzüğüne uyumsuzluğu ile ilgili aşağıdaki sorunları vurgulamak istiyoruz.
● Tesisler hukuka aykırı bir şekilde Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreçlerinden muaf
tutulmaktadır. Bu konuda ilgili taraflarca yapılan başvuru halen Anayasa Mahkemesi tarafından
incelenmektedir.1
● Çevre ve iş mevzuatının uygulanması ve sektörün denetlenmesi son derece yetersizdir. Bu kapsamda
ilgili taraflar ayrıca suç duyurusunda bulunmuştur. Sunulan deliller büyük ölçüde AB Denetim
Raporlarına dayanmaktadır. 2
● Yakın zamanda, gemi geri dönüşüm sektöründen kaynaklı 15.000 ton tehlikeli atığın yasadışı şekilde
döküldüğü ortaya çıkmıştır.3
● Gemiler, hiçbir AB devletinde uygulanmayan ve uygulanmasına izin verilmeyen baştankara yöntemiyle
sökülmektedir. Bu yöntem yalnızca kıyı ekosistemini değil, gıda güvenliğini ve halk sağlığını da yok
etmektedir.
● TÜBİTAK ve Ege Üniversitesi tarafından yürütülen bir çalışma, bölgedeki hava, su ve topraktaki ağır metal
seviyelerinin gemi geri dönüşüm faaliyetleri nedeniyle sınır değerleri büyük ölçüde aştığını ortaya
koymuştur.
● Türkiye’de bir meslek hastalıkları izleme sistemi yoktur. Verilerin gerçeği yansıtmadığı düşünülmektedir.
Buna rağmen, son dönemlerde AB onaylı tesislerde çalışan işçilerde meslek hastalıkları saptanmıştır.
● AB denetim raporlarında atık yönetimi, asbestin raporlanması ve sızıntıların önlenmesi tedbirleri de dahil
olmak üzere çok sayıda ihlal belgelenmiştir. Bu ihlaller, tekrar tekrar tespit edilmesine rağmen devam

1 Anayasa Mahkemesi, Başvuru numarası: 2025/38719
2 Aliağa Cumhuriyet Başsavcılığı, dosya numarası: 2025/4151
3 “Basına ve kamuoyuna” https://www.aliaga.bel.tr/haber/basina-ve-kamuoyuna-duyuru/1502
etmektedir. Dahası, AB denetimleri atık su sistemlerini, drenaj kapasitelerini veya söküm sırasında oluşan
döküntülerin kontrolünü sağlayacak süreçleri incelememiştir.
AB sertifikaları, AB Gemi Geri Dönüşüm Tüzüğüne uymayan Aliağa’daki tesisleri meşrulaştırmaktadır. Bu,
devam eden ihlallere rağmen, devletler de dahil olmak üzere, gemi sahiplerinin gemilerini Aliağa’ya
göndermesini mümkün kılmaktadır.
Dahası, Avrupa Komisyonu’nun Hindistan’daki kumsal söküm yöntemiyle çalışan tesislerden gelen başvuruları
değerlendirmesi büyük bir endişe kaynağıdır. Kumsalda söküm, gemi sökümünün en vahşi ve yıkıcı yöntemidir.
AB’de ne baştankara ne de kumsalda söküm yöntemi kabul edilmemektedir. Çünkü bu yöntemler
kontaminasyonun önlenmesini imkansız kılmakta ve çevreye telafisi mümkün olmayan zararlar vermektedir.
Çifte standartlara karşıyız ve Avrupa Komisyonunu AB’de yasak olan uygulamalarla Aliağa ve Hindistan’ı
meşrulaştırmamaya çağırıyoruz.
Avrupa Komisyonu’na Taleplerimiz:
● Aliağa’daki tesisler için tüm AB onaylarını derhal iptal edin.
● AB Gemi Geri Dönüşüm Tüzüğü kapsamındaki onay prosedürlerini gözden geçirin ve güncelleyin.
Standartları, kuru havuz gibi endüstriyel platformlar kullanılarak tam koruma sağlayan yöntemleri
kabul edecek şekilde yükseltin.
● Türkiye’deki yetkililerle ve sivil toplumla iş birliği yaparak, sızıntıların tam kontrolünü sağlayacak
altyapı yatırımları da dahil olmak üzere, güvenli, sağlıklı ve çevreye zarar vermeyen gemi geri dönüşüm
uygulamalarının hayata geçirilmesini sağlayın.
Kıyı ekosistemlerinin benzersiz ve yeri doldurulamaz olduğunu vurguluyoruz. Kirliliğin sınırı yoktur ve insan
hakları evrenseldir. Hepimizin zararları önleme konusunda ortak bir sorumluluğu vardır. AB, Türkiye’deki
mevcut gemi geri dönüşüm uygulamalarını meşrulaştırarak, belgelenmiş ihlallere gözlerini yumuyor, toksik
mirasını yönetemeyen bölgelere aktarıyor ve gemi geri dönüşüm sektörünü gerçek anlamda sürdürülebilir
uygulamalara dönüştürme rolünü yok sayıyor. Avrupa Komisyonu’na destek sağlamaya hazır olduğumuzu teyit ediyor ve gerekli adımları daha ayrıntılı görüşmek için bir toplantı talep ediyoruz.
Av. Arif Ali Cangı
EGEÇEP’i temsilen
İmzacı Kuruluşlar:
Av. Çisem Aylanç
İzmir Barosuna
bağlı Avukat
Av. Hülya Yıldırım
Türk Tabipleri
Birliğini temsilen
Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası (DGD-SEN)
Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP)
Ege İşçi Birliği
Av. İpek Sarıca
EGEÇEP’i temsilen
Ege Kent Konseyleri Birliği
Foça Çevre Platformu (FOÇEP)
Foça Tarih ve Doğa Talanına Hayır Platformu
Gemi Yapımı ve Deniz Taşımacılığı, Ardiye, Depo ve Antrepoculuk İşçileri Sendikası (LİMTERİŞ)
Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER)
İbrahim Doğangül – Aliağa Belediyesi Meclis Üyesi
İzmir Kent Konseyi
İzmir Tabip Odası
Izmir Yaşam Alanları
Konak Kent Konseyi
Polen Ekoloji Kolektifi
TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu – İzmir’deki 23 odayı temsilen (4)
Türk Tabipleri Birliği
Türk Toraks Derneği
Destekleyenler:
Avrupa Çevre Bürosu – European Environmental Bureau: EEB, çevre alanında faaliyet gösteren Avrupa’daki
en büyük sivil toplum örgütleri ağıdır. Şu anda 41 ülkede 190’dan fazla üye kuruluşu bulunmaktadır; bu
ağdaki kuruluşların sayısı giderek artmakta olup, yaklaşık 30 milyon bireysel üye ve destekçiyi temsil
etmektedir. Tüm kuruluşların listesine burdan ulaşılabilir: https://eeb.org/who-we-are/our-members/
STK Gemi Söküm Platformu – NGO Shipbreaking Platform: Kullanım ömrü sona ermiş gemilerin dünya
çapında güvenli ve çevre açısından uygun şekilde geri dönüştürülmesini teşvik etmek için çalışan çevre,
insan ve işçi hakları örgütlerinden oluşan küresel bir koalisyondur. 17 üye kuruluşuyla birlikte, gemi geri
dönüşümü konusunda AB ve BM düzeyinde çalışan sivil toplum ve savunuculuk grubu olarak tanınmaktadır.

 

(4) Bilgisayar Mühendisleri Odası İzmir İl Temsilciliği; Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi; Elektrik Mühendisleri Odası İzmir

Şubesi; Gemi Makineleri İşletme Mühendisleri Odası İzmir Şubesi; Gemi Mühendisleri Odası İzmir Şubesi; Gıda Mühendisleri

Odası İzmir Şubesi; Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İzmir Şubesi; İçmimarlar Odası İzmir Şubesi

İnşaat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi; Jeofizik Mühendisleri Odası İzmir Şubesi; Jeoloji Mühendisleri Odası İzmir Şubesi;

Kimya Mühendisleri Odası Ege Bölge Şubesi; Maden Mühendisleri Odası İzmir Şubesi; Makina Mühendisleri Odası İzmir

Şubesi; Metalurji ve Malzeme Mühendisleri Odası İzmir Şubesi; Meteoroloji Mühendisleri Odası İzmir İl Temsilciliği; Mimarlar

Odası İzmir Şubesi; Orman Mühendisleri Odası İzmir Şubesi; Peyzaj Mimarları Odası İzmir Şubesi

Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi; Tekstil Mühendisleri Odası İzmir Şubesi; Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi

Ege’nin Ekoloji Kervanı: Antik Kentten Ovasına, Dağından Zeytinliğine “Varlık-Yokluk” Hattı

Ege Çevre ve Kültür Platformu’nun (EGEÇEP) 20. yılı için örgütlediği Ege Ekoloji Kervanı, ikinci gününde aslında tek bir şey gösterdi: Ege coğrafyasında geçmiş ile gelecek, kültürel miras ile tarım, yaşam alanları ile enerji-maden projeleri arasında artık “uyum” değil, çıplak bir çatışma var. Bu çatışma hattı, Efes’in alt kapısından Söke Ovası’na, Latmos’tan Ilbıra Dağı’na, Bafa ve zeytinliklerden Akbelen’e kadar uzanıyor.

Aynı gün içinde farklı duraklarda dinlenen tanıklıklar, tek tek yerel “sorun”lardan çok, neoliberal yağma rejiminin bütünlüklü bir haritasını önümüze seriyor: Kültürel miras “piyasa aracına” dönüştürülüyor, ovada su ve toprak organize sanayiye ve jeotermallere rehin veriliyor, dağlar boksit için parçalanıyor, zeytinlikler hem maden hem de gıda tekelleriyle kuşatılıyor, ormanlar termik santraller için kömür sahasına çevriliyor.

Efes’te “karşılama alanı” adı altında bir hançer

Kervanın ikinci gününün ilk durağı Selçuk / Efes oldu. Kervanı karşılayan Efes Çevre ve Kültür Platformu (Efesçed), katılımcıları Efes Antik Kenti’nin alt kapısındaki “karşılama alanı” olarak isimlendirilen inşaat sahasına götürdü.

Arkeolog Yusuf Yavaş, bu inşaatın rastgele bir düzenleme değil, antik liman alanı üzerinde yürütülen bir faaliyet olduğunu vurguladı. Yani mesele yalnızca “manzara bozuluyor” değil; Efes’in tarihsel-kültürel bütünlüğünü tanımlayan liman dokusunun ticarileştirilmesi ve tahribi söz konusu.

Yavaş’ın altını çizdiği nokta kritik:

Bu inşaat, Efes Antik Kenti’ni “kültür varlığı”ndan çok bir “piyasa nesnesi”ne dönüştürüyor.

Kültürel mirasın korunması için arkeolojik kazı yapılması gereken yerde, öncelik turistik ve ticari kullanıma veriliyor.

Mülki idareye ve Koruma Kurulu’na yapılan başvurular yanıtsız bırakılıyor; yani hukuki ve idari mekanizmalar işlemiyor ya da bilerek oyalama işlevi görüyor.

Efesçed’in avukatı Nihal Sarıpınar, İzmir 1 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Müdürlüğü’ne başvurmalarına rağmen “muhatap” bulamadıklarını söylüyor. Bu, Türkiye’de çevre ve kültürel miras mücadelelerinin ortak deneyimi: Kurullar ve kurumlar, korumakla yükümlü oldukları miras karşısında ya sessiz ya da fiilen şirketlerin müttefiki.

Sarıkpınar’ın aktardığı Antik Kanal Projesi’nin durdurulduğu bilgisi ise, hem bölge için sevindirici hem de bir gerçekliği hatırlatıyor: Hukuki ve toplumsal mücadele sonuç alabiliyor.

EGEÇEP eş sözcüsü Arif Ali Cangı, Efes’teki bu inşaatı “Efes Antik Kenti’ne saplanan hançer” olarak tanımlarken, aynı zamanda önümüzdeki dönemin politika önceliğini ilan ediyor:

Bu inşaat faaliyetinin EGEÇEP’in ilk gündemi olacağını, gerekli başvurular ve davalarla projeyi durdurma mücadelesini başlatacaklarını duyurdu.

Efes durağı, günün daha başında şunu söylüyor: Kültürel miras ile rant politikaları arasında uzlaşma zemini kalmamış durumda.

Söke: Latmos’un gölgesinde, zehir akan Büyük Menderes ve su krizi

Günün ikinci durağı Söke. Kervanı burada Söke Çevre Platformu (Sökeçep), Büyük Menderes Nehri İnisiyatifi ve Germencik Çevre ve Doğa Derneği karşılıyor.

Burada ortaya konulan tablo, bir bölgesel çevre sorununun çok ötesinde, bir havzanın sistematik olarak gözden çıkarıldığını gösteriyor:

Latmos Dağları’nda madencilik faaliyetleriyle hem doğa hem de kültürel peyzaj tahrip ediliyor.

Söke Ovası, plansız biçimde izin verilen Organize Sanayi Bölgeleri (OSB) ile parçalanıyor.

Büyük Menderes Nehri, Murat Dağı’ndan Söke Dalyan’a kadar “zehir akıtan” bir hatta dönüşmüş durumda; kirlilik kronikleşmiş.

Aydın’ın dört bir yanını saran denetimsiz jeotermal enerji tesisleri, hem suyun niteliğini hem miktarını tehdit ediyor.

Bu tabloda su, yalnızca bir çevre başlığı değil, doğrudan sınıfsal ve varoluşsal bir meseleye dönüşmüş durumda. EGEÇEP eş sözcüsü Arif Ali Cangı, Aydın’ın ekolojik sorunlarının Aydın Ovası’nı “öldürdüğünü” vurgularken, artık bu mücadelenin “varlık-yokluk” meselesi haline geldiğini söylüyor.

Özellikle Kisir Köyü’ndeki uranyum madeni kaynaklı radyoaktif kirliliğin de gündemleştirilmesi çağrısı, Aydın ve çevresinin yalnızca “klasik” çevre sorunlarıyla değil, nükleer miras ve radyasyonla da karşı karşıya olduğunu hatırlatıyor.

Söke Hükümet Meydanı’ndaki buluşmada yaşam savunucuları, Söke Ovası’nın OSB’lere peşkeş çekilmesini, su kaynaklarının sanayi ve jeotermaller tarafından tüketilmesini teşhir ederken, açık bir politik çerçeve çiziyor:

Sermaye çıkarlarının esas alındığı politikalara karşı mücadele çağrısı yapıyor ve “Yaşanabilir bir kent, ülke ve dünyayı kurana kadar mücadeleye devam” diyorlar.

Yani mesele yalnızca “şu proje dursun” değil; bütün bir büyüme ve kalkınma modeline itiraz söz konusu.

Pınarcık: Zeytinliklerin içinden geçen kamyonlar ve sömürge madenciliği

Kervanın üçüncü durağı, Muğla’nın Milas ilçesine bağlı Pınarcık (Mersenet) Köyü. Burada odak, Milenyum Metal Madencilik AŞ’ye ait boksit madeni ve özellikle köylülerin yaşamına doğrudan müdahale eden kamyon trafiği.

Köylülerin anlatımlarındaki tekrarlar, bozuk ve dağınık cümleler bile aslında aynı şeyi söylüyor:

Gece gündüz 10–15 kamyonun köy içinden geçmesi, toz, gürültü ve korku anlamına geliyor.

Çocukların yola çıkmaya korktuğu, iki çocuğun bir kamyon tarafından sıkıştırıldığı, hayvanların ezildiği bir “savaş hattı” gibi bir yol tarifi yapılıyor.

“Uyku yok” cümlesi, yalnızca fiziksel bir yorgunluğun değil, sürekli tedirginlik ve güvensizlik halinde yaşamanın ifadesi.

Arkeolog Selahattin Aydın, Ilbıra Dağı’ndaki madencilik faaliyetlerini anlatırken, “sömürge madenciliği” kavramını kullanıyor ve son 34 yılda bu modelin nasıl yaygınlaştığını örnekliyor:

Daha önce MUÇEP ve yurttaş davaları sayesinde durdurulmuş madenler var; yani hukuki mücadele yeri geldiğinde etkili.

Ancak aynı havzada, bu kez tünel çıkışındaki bölümü paramparça eden yeni maden sahaları açılıyor.

Pınarcık’ın üst tarafındaki zeytinliklerin hemen yanı başına yeni bir maden planlanıyor; bu da Zeytincilik Kanunu’na açık aykırılık anlamına geliyor.

Aydın’ın hatırlattığı 3573 Sayılı Zeytincilik Kanunu çok net:

Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 km mesafede, zeytinliklerin gelişimine mani olacak toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz, işletilemez.

Bu hükme rağmen madenin ve kamyon trafiğinin sürmesi, yalnızca idari zaaf değil, hukukun bilinçli olarak askıya alınması demek. EGEÇEP eş sözcüsü ve avukat Arif Ali Cangı’nın “Maden taşıyan kamyonların köyün içinde ne işi var?” sorusu, aslında hukuki bir tespitin politik ifadesi.

Cangı’nın Anayasa’nın 17. ve 56. maddelerini hatırlatması, bu mücadelenin “çevre hukuku” başlığını aşarak doğrudan yaşam hakkı mücadelesi olduğunu ortaya koyuyor:

Madde 17: Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.

Madde 56: Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir; çevreyi korumak devletin öncelikli ödevidir.

Kısacası Pınarcık’ta mücadele, “kamyon güzergâhı” gibi teknik bir tartışma değil; yaşam hakkının mı, yoksa şirket kârının mı üstün olduğu sorusuna verilen yanıt.

Bafa: Zeytinciliğin çökertilmesi ve gıda egemenliği krizi

Günün dördüncü durağı Bafa Köyü. Burada yine Milenyum Metal Madencilik AŞ’nin boksit madeninin etkileri konuşuluyor; fakat bu kez tartışma doğrudan zeytincilik ve geçim üzerinden büyüyor.

Bir köylünün  anlatısı aslında oldukça berrak bir tabloyu gösteriyor:

Zeytincilikle büyüyen aileler, bugün zeytinden geçinemiyor.

Market raflarında zeytinyağı 500–600 TL bandında; yani üretici yoksullaşırken, ürün büyük şirketlerin kontrolündeki bir lüks tüketim nesnesine dönüşüyor.

“Büyük şirketler bunu zaten el koymuşlar” cümlesi, tarımsal üretimin giderek gıda tekellerinin denetimine geçmesini tarif ediyor.

Aynı anda maden faaliyetleri zeytinliklere, patlatmalarla toprağın bütünlüğüne zarar veriyor; dolayısıyla ürün hem piyasa hem de ekolojik olarak kuşatma altında.

Burada ortaya çıkan tablo, yalnızca yerel bir maden karşıtlığı değil, gıda egemenliği tartışmasının somut bir sahnesi:

Köylü, kendi ürününü değerinde satamıyor,

Aynı ürün kentte “lüks” hale geliyor,

Maden ve enerji projeleri tarım toprağını ve zeytinliği yok ediyor,

Böylece hem üreticinin geçim hakkı hem de toplumun sağlıklı gıdaya erişim hakkı gasp ediliyor.

Bafa’da dile gelen öfke, sadece doğa tahribatına değil, ekonomik adaletsizliğe ve yoksullaşmaya karşı da yönelmiş durumda.

Akbelen: Kapanan maden sahaları, açılan yeni yaralar ve bitmeyen nöbet

Kervanın ikinci gününün son durağı, uzun süredir Türkiye’de ekoloji mücadelesinin sembollerinden biri olan Akbelen.

Muçep, Büyük Menderes İnisiyatifi ve İkizköylüler tarafından karşılanan kervan, önce alanda basın açıklamasını yapıyor, ardından Akbelen maden sahası ile kapanan Işıkdere maden sahasının görülebildiği tepeye çıkıyor.

Buradan bakınca görülen manzara iki katmanlı:

Kapanan maden sahalarının ekosistemi nasıl geri dönülmez biçimde tahrip ettiği çıplak gözle izleniyor. Rehabilitasyon ve yeniden doğaya kazandırma söylemlerinin ne kadar içi boş olduğu arazi üzerinde okunabiliyor.

Diğer yanda Akbelen maden sahasında işletmeye hazırlık faaliyetleri tüm hızıyla sürüyor. Yani bir saha kapanırken, diğeri daha büyüğü için hazırlık yapıyor; ekosistem üzerinde açılan yara derinleşerek devam ediyor.

Kervan, sahada karakolun kaldırılarak yerine şirket şantiyesinin kurulacağı bilgisini de alıyor; bu da devletin güvenlik aygıtının, nöbet alanında fiilen kamusal güvenlikten çok şirketin çıkarlarını koruduğunu bir kez daha gösteriyor.

Sonuçta Akbelen durağında tüm katılımcılar, direnişin sürdürülmesi konusunda ortaklaşıyor ve gözler 21 Kasım’daki Akbelen keşfine çevriliyor. Bu, mücadelenin yalnızca fiili değil, aynı zamanda hukuki alanda da süreceğinin işareti.

Ortak resim: Ege’de ekolojik yıkım, hukuksuzluk ve yaşam savunuculuğu

Ege Ekoloji Kervanı’nın ikinci gününün beş durağı, birbirinden bağımsız başlıklar gibi görünse de aslında ortak bir resim çiziyor:

Efes’te kültürel miras, turizm ve rant projelerine kurban edilmek isteniyor.

Söke ve Büyük Menderes havzasında su, toprak ve hava OSB’ler, madencilik ve jeotermallerle kirletiliyor; havza ölçeğinde bir ekolojik çöküş yaşanıyor.

Pınarcık ve Bafa’da zeytinlikler maden baskısı altında, köylüler hem ekolojik hem ekonomik olarak sıkıştırılıyor; gıda egemenliği zedeleniyor.

Akbelen’de orman, kömür madenciliği uğruna yok edilirken, devletin güvenlik, hukuk ve idare mekanizmaları şirket lehine konumlanıyor.

Bu tablo, Ege’yi “doğa harikası” ve “medeniyet beşiği” olarak pazarlayan resmi söylemle açık bir karşıtlık içinde. Kervanın ortaya koyduğu gerçeklik ise şöyle özetlenebilir:

Ekolojik sorunlar tek tek olaylar değil; bir rejim sorunu.

Hukuki mekanizmalar, kağıt üzerindeki anayasal ve yasal güvencelere rağmen, çoğu zaman şirketler lehine işletiliyor ya da tamamen işlevsiz bırakılıyor.

Buna karşılık yerel halkın, çevre platformlarının, meslek odalarının ve ekoloji örgütlerinin ortaklaştığı “ortak mücadele” hattı giderek güçleniyor.

EGEÇEP’in 20. yılında örgütlediği Ekoloji Kervanı, bu anlamda bir anma ya da sembolik gezi değil; Ege’de ekolojik yıkıma karşı direnen odakları birbirine bağlayan, mücadeleyi bütünleştiren politik bir hat kuruyor.

Kervanın ikinci günü, şu cümlede düğümleniyor:

Bu coğrafyada artık ekoloji mücadelesi, yalnızca doğayı koruma değil, yaşam hakkını, kültürü, tarımı, suyu, gıdayı ve geleceği savunma mücadelesi; yani açık bir varlık-yokluk meselesi.

Ege Ekoloji Kervanı: Türkiye’nin Maden Rejimi, Su Krizi ve Ekokırım Çağına Karşı Büyüyen Toplumsal Direniş

Ege Çevre ve Kültür Platformu’nun (EGEÇEP) başlattığı Ege Ekoloji Kervanı, yalnızca bir çevre farkındalık etkinliği değil; Türkiye’de son yirmi yılda kurulan “sömürge tipi madencilik rejimi”, enerji şirketlerinin yayılmacı yatırım stratejileri ve devletin ekolojik hakları sistematik biçimde ihlal eden politik  ekseni karşısında toplumsal bir itiraz hattının  yaşamın içinde görünürleşmesidir. İzmir’den başlayarak Uşak ve Manisa’ya uzanan etkinlikler, Ege’nin ve ülkenin farklı bölgelerinde uzun süredir biriken ekolojik öfkenin ortaklaşarak büyüdüğünü gösterdi.

UŞAK: Su Sefaletine Doğru İlerleyen Bir Ülkenin Anatomisi

Kervanın ilk durağı olan Uşak’ta yapılan eylem, Türkiye’nin hızla sürüklendiği su kıtlığı rejiminin toplumsal yansımalarını açığa çıkardı. “Murat Dağı Yok Olmasın” Platformu Sözcüsü Funda Öz Akçura’nın, Türkiye’nin su fakiri bile olamayacak ölçüde “su sefaleti” yaşadığını söylemesi, iklim krizi ile madencilik faaliyetlerinin kesişimindeki yapısal tahribatı çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.

Su krizi bir ‘doğal afet’ değil, sermaye birikim modelinin sonucudur

Türkiye’de su kıtlığının temel nedenleri arasında:

-Plansız maden sahası ruhsatlandırmaları,

-Yeraltı su yataklarının vahşi madencilikle tahribi,

-Jeotermal enerji projelerinin denetimsiz kullanımı,

-Devletin su politikalarını piyasa önceliklerine göre düzenlemesi bulunuyor.

Bu nedenle su krizi, meteorolojik değil politik bir krizdir. Devlet-sermaye işbirliğiyle hızlanan madencilik faaliyetleri, suyu toplumsal bir hak olmaktan çıkarıp ekonomik bir değişken haline getiriyor.

MADEN YASASI :  Türkiye’de ‘Fiili Ekokırım İmtiyazı’ nı, Akçura’nın Maden Yasası’nın şirketlere sağladığı “başla, hukuk arkadan gelir” mantığını eleştirmesi, Türkiye’de çevre hukukunun nasıl sistematik olarak işlevsizleştirildiğini gösteriyor.

Bugün Türkiye’de:

-Ruhsat verilen şirketler çalışmaya başlıyor,

-ÇED süreçleri “formaliteden ibaret” bir aşamaya indiriliyor,

-Açılan davalar sonuçlandığında doğa zaten geri dönülmez biçimde tahrip edilmiş oluyor.

Hukukun askıya alınması, ekosistemin cezalandırılması demektir

Bu model, literatürde “ekokırımın kurumsallaşması” olarak tanımlanabilecek bir yapıya karşılık geliyor. Hukuki süreç, koruma değil tahribatın hızlandırılması üzerine kuruludur. Bu nedenle Maden Yasası, Türkiye’de doğayı koruyan değil, doğa katliamını hızlandıran bir merkezi mekanizmadır.

 KIŞLA DAĞI VE İLİÇ: Türkiye Altın Madenciliğinin ‘Yapısal Felaket’ Rejimi

EGEÇEP Eşsözcüsü Arif Ali Cangı’nın Kışla Dağı’nda kullanılan yöntemleri “en vahşi madencilik modeli” olarak nitelendirmesi, Türkiye’de altın madenciliğinin geldiği noktayı gözler önüne seriyor. Açık havada siyanür püskürtülmesi, yalnızca çevre değil halk sağlığı açısından da uluslararası normlara aykırı bir teknik.

Cangı’nın hatırlattığı Erzincan İliç felaketi, bir kazadan çok daha fazlasıdır: Türkiye’de altın madenciliğinin yapısal bir felaket üretme potansiyeli taşıdığının en açık kanıtı.

Analiz: Felaketler istisna değil; Türkiye madencilik rejiminin doğal sonucudur

Altın madenciliği şirketlerinin denetimden muaf tutulduğu, devlet yetkililerinin şirketlerle organik ilişkiler kurduğu, hukukun sistematik biçimde askıya alındığı bir ülkede:

Heyelan, Zehir sızıntısı, Toprak kayması, Yeraltı suyu kirlenmesi felaket değil olağan pratikler haline gelir.

Ege Ekoloji Kervanı’nın Kışla Dağı ve İliç örneklerini öne çıkarması bu nedenle tesadüfi değildir: Türkiye bir ekolojik kırılmanın eşiğinde değil, tam ortasında.

MANİSA-SALİHLİ: JES Direnişinin Kırılma Noktası ve Ekokırımın Politikleşmesi

Manisa-Salihli buluşmasında açılan “İklimi değil yasayı değiştir” pankartı, ekoloji hareketinin politik çerçevesini net biçimde ortaya koyuyor. EGEÇEP Eşsözcüsü Derya Lim’in iklim krizini “politik bir kriz” olarak tanımlaması, Türkiye’deki ekoloji mücadelesinin artık yalnızca çevre sorunlarına değil, devletin ekonomi-politiğine yöneldiğini gösteriyor.

Ekoloji hareketi, toplumsal muhalefetin yeni politik merkezi haline geliyor

Lim’in talepleri, Türkiye’de eşi görülmemiş bir dönüşümü işaret ediyor:

Ekokırım suç olarak tanımlansın.

Fosil yakıt ve yıkıcı projeler durdurulsun.

Doğanın hakları pozitif hukukta yer alsın.

Savaş değil yaşam bütçesi isteyen bir halk hareketi inşa edilsin.

Bu talepler, artık yerel çevre mücadelesi değil; doğrudan egemenlik ilişkilerini, ekonomik modeli ve devletin önceliklerini sorgulayan bir toplumsal programdır.

Ege Ekoloji Kervanı’nın Siyasi Önemi: Dağınık Direnişlerden Bölgesel Ekoloji Cephesine

Kervanın ilk gününde görünür olan şey, yalnızca çevre örgütlerinin kararlılığı değil; Ege Bölgesi’nde yerel direnişlerin birleşerek politik bir güç odağı oluşturma potansiyelidir.

Bugün Ege’de: Murat Dağı’nın su havzaları, Gediz Ovası’nın tarım alanları, Manisa Ovası’nın JES baskısı, Kışla Dağı’nın siyanür tehdidi, aynı ekolojik ve ekonomik rejimin ürünüdür.

Ege’de birleşik bir ekoloji hattı doğuyor

Ege Ekoloji Kervanı, bu parçalı mücadelenin ortak bir söylem, ortak bir strateji ve ortak bir politik zemin etrafında buluşabileceğinin kanıtıdır.

Bu buluşmanın siyasal anlamı açıktır:

Ekoloji hareketi artık yerel tepkilerin toplamı değil,

Türkiye’de faşizmin ve sermayenin ürettiği tahribata karşı toplumsal bir karşı-hegemonya hattıdır.

Sonuç: Türkiye Ekokırım Çağında — Ege Direnişi Bu Çağın İlk Büyük Toplumsal Cevabı Olabilir

Ege Ekoloji Kervanı’nın ilk gününde ortaya çıkan tablo, Türkiye’nin ekolojik yıkımı artık “proje bazlı tepkilerle” taşıyamayacak bir aşamaya geldiğini gösteriyor. Uşak ve Manisa’da dile getirilen talepler, Ege’nin dört bir yanına yayılan ekokırım dalgasına karşı: daha örgütlü, daha politik, daha sert, daha ortaklaşmış, bir toplumsal direnç hattı doğduğunu işaret ediyor.

EGEÇEP’in yürüttüğü bu kervan, Türkiye’nin geleceğini belirleyecek mücadele hatlarından birinin ekolojik adalet mücadelesi olduğunu gösteriyor.

Seyit Rıza ve arkadaşları Karşıyaka’da anıldı: “Diz çökmediler, diz çökmeyeceğiz”

Dersim Kürtlerinin önderlerinden Seyit Rıza ve arkadaşları, idam edilişlerinin 88’inci yılında İzmir Karşıyaka Çarşı girişinde gerçekleştirilen kitlesel bir etkinlikle anıldı.

İzmir Dersim-Der, Dersim Dernekleri Federasyonu (DEDEF), Demokratik Alevi Dernekleri (DAD) İzmir Şubesi, Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) bileşenleri ve Halkların Demokratik Kongresi (HDK) İzmir bileşenleri, “İkrarımız var. Diz çökmediler, diz çökmeyeceğiz” yazılı pankart açarak Karşıyaka’da bir araya geldi.

Siyasi parti ve kurumlar anmada buluştu

Anmaya, DEM Parti İzmir İl ve Karşıyaka ilçe örgütü temsilcileri, Emek Partisi (EMEP) Karşıyaka İlçe Örgütü temsilcileri, Yeşil Sol Parti temsilcileri, Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkan Yardımcısı Melike Dersim, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) temsilcileri, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES), Eğitim Sen temsilcileri ve İmece-Der üyeleri de katıldı.

Anma, çerağların uyandırılması, mumların yakılması ve lokma dağıtımıyla başladı.

“Bir halkın kapanmayan yarası: Dersim”

Basın açıklamasını Demokratik Alevi Dernekleri adına eş başkan okudu. Açıklamada, Dersim’in yalnızca bir coğrafya adı değil, “bir halkın, bir tarih ve kültürün, bir ikrarın adı” olduğu vurgulandı:

“Bugün bir halkın, bir coğrafyanın, bir tarih ve kültürün, bir ikrarın adı olan Dersim’in kapanmayan ve sağalmayan yaralarından birinin, Seyit Rıza ve altı Dersim ileri geleninin idamlarının 88. yıldönümü nedeniyle bir kez daha alanlardayız.”

Açıklamada, iktidarların tarihsel sürekliliğine dikkat çekilerek, tahakküm ve zulüm siyasetinin devlet aklının temel omurgası haline geldiği ifade edildi:

“Muktedirlerin hem zihniyet dünyası hem de tüm fiilleri tahakküm ve zulüm üzerine kuruludur. İşledikleri insanlık suçları nedeniyle vicdani ve insani kaygıları olmadığı gibi, kendilerini var edebilmek için tahakkümlerini daha da derinleştirmek ve yeni zulümler üretmek zorunluluğu duymaktadırlar.”

“Muktedirlere değil, halkların vicdanına sesleniyoruz”

Anmada yapılan konuşma ve açıklamalarda, çağrı doğrudan iktidarlara değil, halklara yöneltildi:

“Muktedirlere değil halklarımızın vicdanına seslenmek istiyor, ortak vatanımızda rızalaşma temelli demokratik bir birliği ve geleceği inşa etmek için halklarımızı sorumluluk almaya davet ediyoruz.”

Mezopotamya ve Anadolu’nun kadim halklar coğrafyası olduğu hatırlatılarak, rızasızlık ve gaspın hüküm sürdüğü yerlerde demokratik ve eşit ilişkilenmenin mümkün olamayacağı, ancak halkların geçmişte tüm baskılara rağmen kendilerini yaşatabildiği vurgulandı.

Soykırım zinciri: İttihatçı miras ve Türk-İslam sentezi

Açıklamada, kapitalizmin merkezileşmiş tahakküm biçimlerinin, dünya ölçeğinde olduğu gibi bu coğrafyada da ağır insanlık suçlarına yol açtığı ifade edildi. Bu suçların yerel ifadesi, İttihat ve Terakki eliyle kurulan tekçi, milliyetçi devlet aklı olarak tarif edildi:

“Kapitalist vahşetin bu topraklardaki tecellisi İttihat ve Terakki Cemiyeti üzerinden gerçekleşti. Kapitalist vahşetin en katı, en merkezi ve tekçi biçimi bu cemiyet tarafından halklarımıza dayatıldı; bu toprakların daha önce şahitlik etmediği boyutlarda insanlık suçlarına imza atıldı.”

Bu tahakküm biçiminin, tarihsel toplumsal Türklüğü ve kültürel İslam’ı hakikatinden koparıp araçsallaştıran Türk-İslam sentezi ideolojisi üzerine inşa edildiği ve bunun da soykırımlar zincirinin başlatılması anlamına geldiği dile getirildi. Dersim soykırımının da bu zincirin halkalarından biri olduğu vurgulandı.

Koçgiri’den 37–38’e: Dersim’in kuşatılması

Dersim’e yönelik kuşatma ve tasfiye sürecinin, Koçgiri halk hareketi ile başlatıldığı, 1937–38 yıllarında ise zirveye ulaştığı hatırlatıldı. Açıklamada, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde Kürtlere verilen sözlerin tutulmadığına dikkat çekildi:

“Kurtuluş Savaşı sürecinde Dersim’e heyetler gelip gitti, Kürtlere vaad edilen özerklik temelinde ortak vatanda ortak yaşam olacağı söylendi. Fakat düze çıkar çıkmaz Müslüman Kürt kardeşin de diğer halkların akıbetine uğratıldığı görüldü.”

Dersim’in hem Kürt hem Alevi kimliği nedeniyle makro düzeyde planlanan bir soykırım saldırısına maruz bırakıldığı; on binlerce insanın katledildiği, sağ kalanların sürgün edildiği belirtildi. Uçak filoları, zehirli gazlar ve on binlerce askerle yürütülen saldırılarda, cenazelerin nehirlerde kaybedildiği, toplu mezarların dahi çok görülerek insan bedenlerinin “kurda kuşa bırakıldığı” vurgulandı.

Özellikle kız çocuklarının gasp edilip bilinmeyen yerlere götürüldüğü ve bir daha kendilerinden haber alınamadığı ifade edildi.

“Savunma hakkı bile tanınmadı”

Açıklamada, Sey Rıza, Resik Wusen, Wusené Seydi, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Hesené İvrayimé Qıji, Aliyé Mırzé Sıli isimleri tek tek anılarak, bu isimlerin savunma haklarının dahi olmadığı düzmece bir mahkemede idam edildikleri hatırlatıldı:

“Cenazeleri teslim edilmediği gibi bugüne kadar mezar yerleri dahi açıklanmamıştır.”

“Demokratik cumhuriyet olmadan yüzleşme mümkün değil”

Konuşmalarda, Kürt ve Alevi kimliklerine dönük tarihsel haksızlıkların, ancak rızalaşma temelli ortak yaşam, demokratik toplum ve demokratik cumhuriyet perspektifiyle aşılabileceği vurgulandı:

“Hali hazırda sürdürülen barış ve demokratik toplum sürecinden beklentimiz ve umudumuz yüksek, desteğimiz ve sahiplenme düzeyimiz tamdır. Bu sürecin başarıyla sonuçlanması her etnisite ve inançtan halklarımızı barışa taşıyacak, sağalma sürecine sokacak, demokratik cumhuriyete taşıyacaktır.”

Samimi bir yüzleşmenin, ancak demokratik cumhuriyet gerçeğinde mümkün olduğu belirtilerek, Sey Rıza ve idam edilen diğer altı can şahsında tüm Dersim mazlumları önünde “dara durulduğu” ifade edildi.

Talepler: Mezarlar açıklansın, Dersim adı iade edilsin

Anmanın sonunda, Dersim halkının ve kurumlarının yıllardır dile getirdiği somut talepler bir kez daha tekrarlandı:

  • Seyit Rıza ve diğer altı canın mezar yerleri açıklanmalı, cenazelerin Dersim’e nakli engellenmemeli.
  • Arşivler açılmalı, Dersim ismi iade edilmeli.
  • Sürgünler, kayıplar ve el konularak götürülen çocukların listesi ve akıbetleri açıklanmalı.
  • Asimilasyon, göçertme ve her türlü şiddet biçimine son verilmeli.
  • Dersim halkından resmi olarak özür dilenmeli; demokratik cumhuriyet temelinde toplumsal haklar tanınmalı ve Anayasal güvenceye kavuşturulmalı.

Açıklama, “Zaman sahipsiz, mekân rızasız, mazlum çaresiz değildir” sözleriyle son bulurken, kitle hep bir ağızdan “Diz çökmediler, diz çökmeyeceğiz!” sloganını yineledi.

 

İzmir Kadın Platformu: Kadınlar ve Çocuklar Ölüyor, Sermaye Kazanıyor..Yaşamlarımızı patronların insafına değil, örgütlü mücadelemize emanet edeceğiz

 

İzmir Kadın Platformu (İKP), Dilovası’ndaki Ravive Kozmetik’te yaşanan ve 3’ü kız çocuğu, 6 kadının hayatı elinden alan patlamanın ardından  bir basın açıklaması yaptı. Türkan Saylan Kültür Merkezi’nin önünde toplanan kadınlar, acılarını ve öfkelerini “Kaza değil katliam. Denetimsizliğe, güvencesizliğe karşı isyandayız” yazılı pankartla haykırdı.

Ellerinde “İş kazası değil, cinayet” ve “Dilovası’nda öldürülen kadınların hesabı sorulacak” dövizlerini taşıyan kadınlar, kaybettikleri kardeşlerini unutmayacaklarını, unutturmayacaklarını güçlü bir sesle ilan ettiler. Alan, sık sık yükselen“ucuz işgücü olmayacağız/ bir kişi daha eksilmeyeceğiz”, “ Kaza değil katliam, kader değil cinayet”, “Kadınlar artık susmayacakla, susmayacaklar,  susmayacaklar”, “Kaza değil bu bir katliam”, “Susmuyoruz korkmuyoruz itaat etmiyoruz”, “Koruma aklama yargıla / yaşasın örgütlü mücadelemiz” sloganları atıldı.

Basın metnini platform adına okuyan Hatice Çoruk’un sesi, hem derin bir isyanın hem de bitmeyecek bir mücadelenin sesi oldu. Bu açıklama, yalnızca yaşananlara duyulan isyanın değil, aynı zamanda kadınların birbirine kenetlendiği dayanışmanın da somut bir ifadesiydi.

Açıklamanın tam metni şöyle:

“Kadınlar ve Çocuklar Ölüyor, Sermaye Kazanıyor

Dilovası’nda bir parfüm fabrikasında meydana gelen patlamada ikisi çocuk, dördü kadın olmak üzere altı işçi hayatını kaybetti. Gelen ilk bilgiler ve aile beyanları, hayatını kaybeden kadınların kayıtsız, sigortasız ve güvencesiz koşullarda, iş yeri ruhsatı dahi olmayan bir binada çalıştırıldığını gösteriyor. Bu “kaza” değil; kadın ve çocuk emeğini ucuzlaştıran, denetimsizliği kural haline getiren, yaşamı hiçe sayan sömürü düzeninin bir iş cinayetidir.

CİMER’e yapılan şikayetlere rağmen denetim görevini yerine getirmeyen devletin tutumu, güvencesiz çalışmanın patronlar lehine nasıl örgütlendiğinin kanıtı niteliğindedir. Bu katliam, sermayenin sınırsız kâr hırsı uğruna insan yaşamının, özellikle de en güvencesiz konumdaki kadın ve çocuk işçilerin hayatının nasıl hiçe sayıldığını bir kez daha yüzümüze çarpmıştır. Kadınların yoğun olarak çalıştığı depo, tekstil, kozmetik ve temizlik sektörlerinde düşük ücret, uzun vardiya, sigortasız istihdam ve güvenlik önlemlerinin yokluğu artık olağan hale getirilmiştir. Yangın çıkışlarının kapalı olduğu, denetimlerin kâğıt üzerinde yapıldığı her işyeri bir sonraki cinayet mahallidir. Ve bu katliam “aile ile iş yaşamının uyumu” gibi söylemlerle meşrulaştırılan güvencesizliğin en ağır sonucudur. “Aile ile iş yaşamının uyumu” dedikleri şey, ya açlık sınırında, taciz, hakaret ve mobbing altında güvencesiz çalışma ya da evde ve iş yerinde bir cinayete kurban gitme ihtimalidir. Bu sistem, kadınlara sadece iki seçenek bırakmaktadır: Ya yoksulluk ya da ölüm.

Bu nedenle Dilovasında yaşananlar ne bir ihmal zinciriyle açıklanabilir ne de tekil bir kaza olarak tanımlanabilir. Apaçık politik ve sistematik bir tercihtir. Ve ilk değildir.

2005’te Bursa’da Özay Grup Tekstil Fabrikasında biri 15, diğeri 17 yaşında iki kız çocuğu ve üç kadın işçi, dışarıdan kilitli kapılar yüzünden yanarak can verdi.  Patron övüldü. 2009’da Pameks Tekstil işçileri sele kapılan kapalı kasalı “servis”te boğuldu; iktidar suçu doğaya attı. 2024’te Balıkesir ZSR Patlayıcı Fabrikasında çoğu kadın 11 işçi öldü; patronlar soruşturulmadı bile. Her seferinde tablo aynıydı: Sigortasızlık, denetimsizlik, cezasızlık. İşçiler öldü, patronlar teşvik aldı. Devlet, denetimsizlikle, teşviklerle ve işçi düşmanı tutumuyla patron sınıfını korudu, kadınlar ölürken sermaye kazandı.

Dilovası’nda yaşamını yitiren iki çocuk işçi, bu düzenin en karanlık yüzünü bir kez daha ortaya çıkardı. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre yalnızca 2024 yılında en az 62 çocuk işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.  Son 10 yılda bu sayı 600’ü aştı. TÜİK verileri ise 2023 itibariyle 720 bini aşkın çocuğun fiilen çalıştığını, bunların büyük bölümünün 15 yaşın altında olduğunu gösteriyor. Çocuklar doğrudan MEB’in kurguladığı MESEM’ler eliyle ‘staj’ adı altında sermayenin kar hırsına feda ediliyor. Bu tablo, yoksulluğun ve sermaye düzeninin çocukları nasıl sistemli biçimde ölüme sürdüğünün kanıtıdır. Yoksulluk politikalarıyla aileleri çaresiz bırakan, sosyal destekleri sadakaya indirgeyen iktidar; çocukları fabrikalara, depolara, tarlalara sürmektedir. Devlet, patronlara ucuz çocuk emeği sağlar, sonra da “kaza” der geçer.

Devletin “Soruşturma Başlattık” Rutinine Kanmıyoruz!  Her iş cinayetinden sonra Cumhurbaşkanı ve bakanlıklar yine “soruşturma başlattık” açıklamalarıyla öfkeyi bastırmaya çalışıyor. Ama biliyoruz: Bu açıklamalar, sorumluluğu gizlemenin aracıdır. Gerçek sorumlular yalnızca işyeri sahipleri değil; denetimsizliği bilerek sürdüren, iş güvenliğini kâğıt üzerinde bırakan, ucuz,  güvencesiz, esnek çalışmayı çalışma yaşamının tek kuralı haline getiren ilgili devlet yetkilileri ve siyasi iradedir.

Emeği görünmez kılınan kadınlar, güvencesiz ve denetimsiz işlerde en ağır bedeli ödüyor. Dilovası’nda yitirdiğimiz altı kadın ve çocuk, bu ülkenin dört bir yanında çalışan milyonlarca kadının ve çocuğun ortak kaderini hatırlatıyor: Bu düzen, emeğimizi sömürürken çocukların yaşamını da çalıyor.  İSİG verilerine göre 2013–2025 arasında en az 1605 kadın işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Bu kadınların sadece %3’ü sendikalıydı. Örgütsüzlük güvencesizliği, iş cinayetlerini beraberinde getiriyor. Ama kadınlar emeğini, haklarını, yaşamlarını savunmak için mücadele ettiğinde karşısında yine devletin şiddetini görüyor.

Şık Makas Tekstil işçileri gasp edilen hakları için eylem yaptıklarında polis barikatıyla karşılaştı. “Bize değil, patrona barikat kurun!” diye haykıran işçiler, “Cumhurbaşkanına hakaret” iddiasıyla ev hapsine mahkûm edildi. Gaziemir Serbest Bölgede kurulu Digel Tekstil Fabrikasında sistematik şiddete maruz kalan kadınların sesleri ise duyulmuyor. Bu ülkede patronlar işçileri öldürdüğünde serbest kalırken; hakkını arayan kadın işçiler yargılanıyor, kolluk güçleri tarafından şiddete maruz kalıyor, örgütlü mücadelesi doğrudan devlet eliyle bastırılıyor.

Biliyoruz ki nerede bir hesap sorabilmişsek, bu davaların peşini bırkmayan işçilerin, emekçilerin kadınların sayesinde oldu. Hendek’te, Bartın’da, Balıkesir’de olduğu gibi — her kazanım, direnen işçi ve emekçilerin, kadınların eseri oldu.

Dilovası’nda yaşanan patlama, yalnızca bir fabrikanın değil, tüm bir sömürü düzeninin çürümüşlüğünün sonucudur. Ve bu yangını söndürecek olan, örgütlü mücadelemizdir.

-Gerçek sorumlular hesap versin! İş yeri sahipleriyle birlikte, denetim görevini ihmal eden kamu yetkilileri hakkında da etkin ve şeffaf yargılama yapılsın. Bağımsız ve toplumsal denetim sağlansın! diye

-İş cinayetleri soruşturmaları yalnızca bakanlıklarla sınırlı kalmasın; işçi temsilcileri, kadın örgütleri, eğitimciler ve hukukçuların dahil olduğu bağımsız komisyonlar oluşturulsun diye

-Çocuk işçiliği yasaklansın, MESEM’ler kapatılsın! Çocuk emeğini “staj” adı altında meşrulaştıran tüm uygulamalara son verilsin; çocuklar eğitim hakkına ve güvenli bir yaşama kavuşsun. Kadın ve çocuklara özel iş güvenliği politikaları oluşturulsun! Taşeron ve güvencesiz çalışma sistemi son bulsun! diye

-Kadın ve çocukların yaşamını hiçe sayan bu esnek istihdam biçimleri yerine güvenceli, sendikalı, insanca çalışma koşulları sağlansın diye biz onların “kaza” dediği cinayetlerin hesabını hep birlikte soracağız!

Biz kadınlar biliyoruz: Bu düzen kadın düşmanıdır, emek düşmanıdır, çocuk düşmanıdır. Yaşamlarımızı patronların insafına değil, örgütlü mücadelemize emanet edeceğiz. Kadınlar, çocuklar yaşayacak. Biz kazanacağız. Yaşasın kadınların örgütlü mücadelesi!

Son olarak yangında yakınlarını yitiren ailelere başsağlığı dilerken, yitirdiklerimizin hesabını hep birlikte soracağımızı bir kez daha ilan ediyoruz.

İZMİR KADIN PLATFORMU”

125 Kurumdan “Doğa İçin Adalet” Çağrısı: “Çevre Davalarının Masraflarını Devlet Karşılasın”

Türkiye genelinde 125 sivil toplum kuruluşu ve meslek örgütü, kent ve çevre davalarında artan yargılama masraflarına dikkat çekmek amacıyla “Doğa İçin Adalet” kampanyası başlattı. Kampanya kapsamında İzmir’de, Konak Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde imza standı açılarak basın açıklaması yapıldı.

Basın açıklamasını Ege Çevre ve Kültür Derneği (EGEÇEP) Eş Sözcüsü ve çevre hukuku avukatı Arif Ali Cangı okudu. Cangı, kent ve çevre davalarının kamusal nitelikte olduğunu vurgulayarak, “Bu davalar bireysel değil, toplumun ve doğanın ortak çıkarı için açılıyor. Dolayısıyla dava masrafları devlet tarafından karşılanmalıdır” dedi.

Cangı, enerji ve maden şirketlerinin neden olduğu “eko kırım” suçlarının arttığını, buna karşı adalet arayışında köylüler ve yaşam savunucularının “astronomik” bilirkişi ücretleri nedeniyle zorlandığını belirtti.

Basın açıklamasına İzmir Barosu, İzmir Tabip Odası ve çok sayıda demokratik kitle örgütü de destek verdi.

İzmir Barosu Başkanı Sefa Yılmaz, çevre mücadelesinin adaletle doğrudan ilişkili olduğunu belirterek, “Ne yazık ki yurttaşlar, köylüler ve çevreciler, doğayı birilerinden korumak zorunda bırakıldı. Adalete erişim yurttaşları çöküntüye uğratacak kadar ağırlaştı” dedi.
Yılmaz, sağlıklı bir çevrede yaşamanın anayasal bir hak olduğunu hatırlatarak, çevre savunucularının “suçlu” ilan edilmesini eleştirdi: “Çevreye, ekolojiye ve kente sahip çıkmak isteyen herkes, iktidarın gözünde potansiyel suçlu haline getirildi. Ama biz, hukuksuzluğun olduğu her yerde olmaya devam edeceğiz.”

İzmir Tabip Odası Başkanı Yüce Ayhan ise doğa mücadelesinin toplum sağlığıyla doğrudan bağlantılı olduğuna dikkat çekerek, “Yaşam hakkını ve sağlıklı çevreyi savunmak aynı mücadelenin parçasıdır. Bu kampanyanın bir bileşeni olmaktan onur duyuyoruz, mücadeleyi sürdüreceğiz” ifadelerini kullandı.

Açıklamada ayrıca, yıllardır ekoloji mücadelesi yürüten ve sokak ortasında öldürülen gazeteci Hakan Tosun da anıldı.

Av. Arif Ali Cangı’nın okuduğu açıklamanın tam metni şöyle:

“DOĞAYA ADALET ÇAĞRISI

Kapitalist endüstriyel sistemin doğayı metalaştıran politikalarının sonucu olarak dünya bugün artık Antroposen (insan çağı) ya da Kapitalosen (sermaye çağı) dönemini yaşamaktadır. İklim krizi, gezegene karşı işlenen eko-kırım suçları, ekolojik yıkımlar yeryüzündeki yaşamın devamını tehlikeye atmaktadır. Kapitalizmin yarattığı çevre ve ekoloji sorunları ile baş etmek insanlığın varlık ya da yokluk meselesi durumdadır. İnsanlığın iki seçeneği bulunmaktadır; ya çevre ve ekolojiye uygun yaşayacak ya da küresel yok oluşa sebep olacak! Onun için, bugünkü ve gelecek nesillerin sağlıklı yaşam hakkını savunmak, iklimi, doğayı korumak tarihsel ve vicdani bir sorumluluk halini almıştır. Bu sorumluluk uluslararası ve ulusal hukuk normlarıyla aynı zamanda hukukilik kazanmıştır.

Bu çerçevede oluşan çevre ve  ekoloji hukukunun en önemli hukuksal normu olan 1972 Stockholm Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı Sonuç Deklarasyonunun 1.maddesiyle “İnsanın bugünkü ve gelecek nesiller için çevreyi korumak ve geliştirmek için ciddi bir sorumluluğu olduğu” kabul edilmiştir. Buna paralel olarak T.C. Anayasası’nın 56. Maddesi, herkesin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını güvence altına almanın yanında, devlete ve yurttaşa çevreyi geliştirme, çevre sağlığını koruma ve çevrenin kirlenmesini önleme ödevini yüklemiştir.

Uluslararası ve ulusal hukukun yüklediği bu ödevi yerine getirebilmek için önünde sonunda yargıya başvurmak gerekmektedir. Fakat kamusal yönü olan bu davaların mali yükü katlanılamaz hal almıştır. Milyon liralara ulaşan keşif ve bilirkişi incelemesi masrafları, her geçen gün artan harç ve diğer giderler ile davanın kaybedilmesi halinde, devlet memuru olan idare vekiline ödenmek zorunda kalınan avukatlık ücretleri ile Anayasanın yüklediği ödevi yerine getirmek imkânsız hale gelmiştir.

Çevre hakkı ve çevreyi koruma ödevinin olmazsa olmaz güvenceleri bilgiye erişim ve karar süreçlerine katılımın yanında mahkemeye başvurabilme koşullarının sağlanmasıdır. Katlanılamaz ve karşılanamaz boyutlara ulaşan yargılama giderleri, hak arama özgürlüğünü ve adalete erişimi engellemektedir. Mahkeme tarafından belirlenen yüksek yargılama giderleri adalete erişim hakkının önüne fiili bir engel olarak konmaktadır. Bu durum aynı zamanda T.C. Anayasası’nın 36. Maddesine de aykırılık teşkil etmekte ve hak ihlaline sebebiyet vermektedir. Yargılama giderlerinin yüksek olması sebebiyle ulaşılamayan adalet konusunda gerek Anayasa Mahkemesi gerekse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ihlal kararları mevcuttur.

Oysa bu sorunu bertaraf edecek, çevre hakkına ilişkin “Çevresel Bilgiye Erişim, Karar Vermede Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru” konulu Aarhus Sözleşmesi adlı uluslararası hukuk metni mevcuttur. Sözleşme, çevresel bilgiye erişimi, karar alma süreçlerine katılımı, kararların yargısal denetimini güvenceye almakta; sözleşmede kent, çevre ve ekoloji gibi tüm insanlığı ilgilendiren kamusal davaların yargılama giderlerinin devletçe karşılanması gerektiği düzenlenmiştir. Bu önemli sözleşme, ne yazık ki Türkiye tarafından bir türlü imzalanmamıştır. Sözleşme imzalanmamış olsa da sözleşme düzenlemeleri, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından uluslararası çevre hukukunun genel ilkeleri olarak değerlendirilmektedir.

İnsan ve diğer canlıların sağlıklı yaşam hakkının korunabilmesi için kapanan adalete erişim yolunun açılması gerekmektedir. Bu önemli soruna çözüm bulmak için; kenti, çevreyi ve doğayı korumakta kararlı bugün için 120 sayısına ulaşan imzacı kurum, örgüt, hareket, oluşumlar olarak Doğa İçin Adalet Kampanyasını başlatıyoruz.

TALEPLERİMİZ;

– Kent ve çevre hakkının, doğal ve kültürel varlıkların, tüm ekosistemin korunmasına ilişkin davaların harç ve masraflarıının, anayasal ödevi olan devlet tarafından adli yardım veya suçüstü ödeneğinden karşılanmasını,

-Bunun Anayasal güvence altına alınması için “Çevresel Bilgiye Erişim, Karar Vermede Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru” konulu Aarhus Sözleşmesi’nin bir an önce imzalanıp, usulüne uygun yürürlüğe konulmasını istiyoruz.

DOĞA İÇİN ADALET KAMPANYASI ÇAĞRICILARI”