Faşizme İnat Öfkeyle, Özlemle Buradayız Ahparig! 14 yıl önce kaybettiğimiz Hrant Dink`i tüm mücadele azmimizle bir kez daha saygı ve özlemle anıyoruz!

İzmir Emek ve Demokrasi güçleri Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde toplanarak Hrant Dink’i katledilişinin 14.yılında “Faşizme İnat Öfkeyle Özlemle Buradayız Ahparig” diye andı..
Açıklamayı KESK Dönem Sözcüsü Necip Vardal yaptı.
Açıklama şöyle;

“Faşizme İnat Öfkeyle, Özlemle Buradayız Ahparig!

Tüm katliamlara, büyük acılara, sürgünlere, yıkımlara rağmen, halkların eşitliğine ve kardeşliğine inanan, bir sosyalist olarak eşitlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesine hayatını adayan Hrant Dink, 14 yıl önce bugün, katledildi, aramızdan alındı!. Irkçı ve şoven, insanlık düşmanı zihniyetin yönlendirmesiyle, güpegündüz, yıllardır emek verdiği Agos gazetesinin kapısının önünde onca kamera, onca göz, onca görgü tanığının önünde…
Tetikçi, devletin kolluk güçleriyle kutlama yaparken, işbirlikçi tembihlenmiş olarak yakalandı. Arkasındaki güçler “devlet sırrı” sayılarak korundu, deliller karartılıp, gerçekler gizlendi. Gerçek suçluların açığa çıkarılmasının ve yargılanmasının engellendiği dava sürecinde verilen karar, Türkiye’nin sicili son derece bozuk olan demokrasi tarihine kara bir leke olarak geçmiştir.

Hrant’ın ardından 14 yıldır inatla aynı sözü söylüyor, bu davanın takipçisi olduğumuzu ifade ediyoruz!

Bu davada gelecek adalet basit bir ceza kararı olmayacaktır! Beklediğimiz adalet, halkların eşitliğini ve kardeşliğini, demokrasiyi, özgürlüğü bu topraklarda yeniden yeşertecektir! Dolayısıyla bu davanın 14 yıldır sürüncemede kalmasının nedeni, gelecek olan adaletin, muktedirleri yerinden edecek güce sahip olmasında yatmaktadır!

Hrant Dink’in dediği gibi “Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardanız”! Tam da bu nedenle tüm Türkiye halkları gibi biz de “Hepimiz Hrant‘ız, Hepimiz Ermeni‘yiz” diyerek bu katliamın karşısına dikiliyoruz!

Hak ve hakikat arayışında geçen 14 yılda katillerin eline silah veren, onları cesaretlendiren, cinayeti örgütleyen, soruşturmayı karartan devlet içindeki yapı yargı önüne çıkarılmadı, verilen sözler tutulmadı. Tam tersine Hrant Dink’i ölüme götüren neredeyse tüm resmi görevliler el üstünde tutuldu, terfi ettirildi. Bu karartma, unutturma, üstünü örtme, örgüt bulamama operasyonunda 14 yıldır adalet can çekişiyor.

Uğur Mumcu, Hrant Dink, Musa Anter, Metin Göktepe gibi onlarca cinayetin arkasındaki güçler açığa çıkarılmadan, bu konuda samimi bir hesaplaşma ve yüzleşme yaşanmadan bu kara leke tarihimizden asla silinmeyecektir.

Halkların bir arada kardeşçe yaşamasına yönelik ırkçı ve faşist yönelimlerin devrede olduğu böyle bir dönemde bizler hak ve hakikat arayışında Hrant için, adalet için mücadeleyi yükseltmeye devam edeceğiz.

Bu ülkenin barış, kardeşlik ve demokrasiden yana güçleri, halkları birbirine düşürmeyi hedefleyen güçleri özenle koruyanların bu utancının peşini asla bırakmayacaktır. Barış ve kardeşlik elçisi, halkların kardeşliği için mücadele eden bir bilgeyi katlederek amaçlarına ulaşacaklarını zannedenler bilmelidir ki; halklar, inançlar, kültürler zengini bu topraklarda ırkçı zihniyetin hâkim olmasına asla izin vermeyeceğiz. “ Hiçbir güvercinin tedirginlik duymayacağı” bir Türkiye mücadelesini sürdürmeye devam edeceğiz.

İzmir Emek ve Demokrası Güçleri olarak belirtmek isteriz ki içinde olduğumuz bu karanlığı, Hrant`a verdiğimiz sözümüzle bozacağız! Eşitlik, özgürlük ve demokrasi bu topraklarda yeşerene kadar ve gerçek adalet tecelli edene kadar, mücadelemizi sürdüreceğiz! Hrant`ı unutturmaya çalışanlara inat, faşizme inat Türkiye’nin dört bir yanında sokaklarda, meydanlarda bu katliamı ve ardındakileri teşhir etmeye devam edeceğiz!

14 yıl önce kaybettiğimiz ‘Hrant Dink`i tüm mücadele azmimizle bir kez daha saygı ve özlemle anıyoruz!”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri; Boğaziçi Üniversitesi Bileşenlerinin Yanındayız, Birlikte Güçlüyüz! Üniversitelere Vurulan Kelepçelere, Atanan Kayyımlara Karşı Herkesi Demokratik Mücadeleye Davet Ediyoruz!

İzmir emek ve Demokrasi Güçleri Türkan Saylan Kültür merkezi önünde açıklama yaparak, Üniversitelere atanan kayyımlara, kelepçelere, gözaltılara karşı herkesi istibdat yönetimine karşı özgürlük mücadelesine çağırdı.
Açıklamaya HDP Milletvekilleri Murat Çepni, Serpil Kemalbay ve KESK Eş Genel Başkanı Aysun Gezen de katıldı.

Açıklamayı Eğitim Sen İzmir 3 No’lu Şube Başkanı Ulaş Yasa okudu.
Açıklama şöyle;

“Bilindiği üzere, Cumhurbaşkanı Erdoğan Boğaziçi Üniversitesi’ne AKP’ye sadakati ile bilinen eski bir AKP milletvekili aday adayını rektör olarak atadı. Söz konusu atamayı kayyım olarak niteleyen Boğaziçi Üniversitesi bileşenlerinin demokratik tepkisine polisin sert müdahalesi gecikmedi. Atanan rektör Melih Bulu ve polisin ilk icraatı ise kampüse girmek isteyen öğrencileri engellemek amacıyla(!) kampüs kapılarına kelepçe vurmak oldu.

Belirtmek isteriz ki, söz konusu rektör tercihleri, üniversiteler açısından buzdağının sadece görünen yüzüdür. Akademi uzun süredir hukuksuz ihraçlarla, emekliye zorlama pratikleriyle çoraklaştırılmıştır. Bünyesinden atamadıkları üzerinde de, yoğun baskı ve denetim mekanizmaları devreye sokulmuştur. İktidar partisinin üniversitelerdeki kontrol ve denetim seviyesi, kadrolaşma politikası öyle bir düzeye getirilmiştir ki üniversitelerin varlık nedenleri olan bilim, sanat ve felsefe üretmek ya da hakikati aramak oldukça güç kılınmıştır. Haliyle yeni rejime sadakatle itaat eden rektörler, kendilerini söz konusu baskı rejiminin koruyucuları olarak görmekte, üniversite bileşenlerini ve üniversiteyi temsil etmek yerine kendilerini oraya getiren gücü temsil etmek gayesine düşmektedirler.

Rektörlerin üniversite bileşenlerince seçilmesi yerine, üniversiteye kayyım atanmasını tercih eden ve bu tercihinde ısrarcı olan siyasi iktidar, üniversitelerdeki demokratik, muhalif, eleştirel düşünceye karşı tavrını dün tüm açıklığıyla gözler önüne sermiştir. Bugün de erken saatlerde çok sayıda öğrenci gözaltına alınmıştır.

Hatırlanacak olursa, 2018 yılının Mart ayında Boğaziçi Üniversitesi’nde hükümetin politikalarına destek veren ve bu politikaları eleştiren öğrenciler arasında yaşanan gerginliğe Cumhurbaşkanı Erdoğan “Meydanı teröristlere bırakmayacağız!” açıklamasıyla müdahil olmuş ve muhalif öğrenciler hızla gözaltına alınmıştı.

Dolayısıyla bugün öğrencilerin gözaltına alınması, siyasi iktidarın üniversitelerde özgür düşünceyi, bilimi, demokrasiyi, laikliği, barışı, eşitliği ve özgürlüğü savunan öğrencileri susturmak için yürüttüğü politikaların bir sonucu olarak görülmelidir.
Türkiye üniversiteleri AKP elinde cübbeleri polis postallarıyla ezilen, kapılarına kelepçe vurulan, siyasi iktidar karşısında el pençe durmaya zorlanan, akademisyenleri ihraç edilen, emekçileri güvencesiz çalışmaya mahkum edilen, öğrencileri gözaltına alınan yerlere dönüştürülmüştür. İşte, tek adam rejiminin ve rektörlerinin üniversite tahayyülü budur!

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri olarak, rejimin ve rejime sadakatle itaat eden rektörlerin üniversitelere biçtiği kaftanı hep birlikte demokratik mücadele ile yırtabileceğimizi biliyoruz. Akademisyeni, öğrencisi, idari ve teknik personeli ve taşeron işçisiyle üniversite bileşenlerinin demokratik talepler etrafında yan yana gelmesinin umudu nasıl çoğalttığını görüyoruz. Umudumuz arttıkça, korkuya hükmettiğini sananların iktidarlarını yitirme korkularına da daha fazla tanık oluyoruz.

Bu nedenle herkesi atanan kayyımı kabul etmeyen Boğaziçi Üniversitesi bileşenleriyle dayanışmaya çağırıyor, insan, toplum ve doğa yararına üniversite mücadelesine destek olmaya davet ediyoruz. Demokratik haklarını kullandıkları için gözaltına alınan tüm öğrencilerin derhal serbest bırakılmasını istiyoruz.

Tüm örgütlü gücümüzle sesimizi çoğaltıyoruz. Karanlığınıza, şiddetinize, kayırmacılığınıza, dayatmalarınıza alışmıyoruz, itiraz ediyoruz. Öğrencilere şiddeti, üniversite kapılarına kelepçeyi, kampüse polis çağırmayı üniversiteyi yönetmek sanan kayyımları üniversitelerimizde istemiyoruz.”

2021 işçilere, emekçilere, ezilenlere örgütlü bir mücadele azmi getirsin; hep birlikte eşit ve özgür bir dünyanın birleşik, örgütlü gücümüzle ellerimiz üzerinde kurulacağı günlere..

Dünya emekçileri 2020 yılını derinleşen ekonomik kriz ve Covid-19 bulaşıyla geçirdi. Bütün ülkelerde tekelci kapitalizm ve iktidarları salgınla “mücadele”yi kapitalist düzenlerini ve tekelci burjuvaziyi kurtarmaya ve korumaya yönelik tedbirlerle yaptı.

Gerek kriz gerekse Covid-19 tedbirleri içinde işçi sınıfı ve emekçileri korumak, çalışma koşullarını düzenlemek yoktu. Bütün fabrikalar, işletmeler çalışmaya devam etti. Bütün değerleri yaratan, oturduğumuz binaları, ulaşım araçlarını, gıdaları, iğneden ipliğe her şeyi üreten işçi sınıfı ve emekçiler çalışmaya devam ettiler. Bütün fabrikaların, işletmelerin, çiftliklerin, toprağın işçileri Covid-19 bulaşığından korunmak için hiçbir tedbir alınmadan sadece maske ile çalışmaya zorlandılar. Sağlıklarından, canlarından oldular..

Hastanelerin neredeyse hepsi, covid üniteleri baştan ayrılmadığı için hastalığı yayan merkezler haline geldi; kronik ya da başka nedenlerle rahatsız olanlar, akut durumlar da dahil, sağlık sorunu yaşayanlar ya randevu alamadılar ya da corona bulaşması kaygısıyla sağlık merkezlerine gidemediler; başta büyük hastaneler,her kademeki sağlık merkezlerinde sağlık çalışanları, hekiminden, hemşiresine, teknisyelerden hasta bakıcısına, temizlik elemanına, işçisine dek virüs bulaştı. Sağlık emekçileri, virüsü bulaştırma riskiyle evlerine gidemez oldular, gidenlerin aileleri, hane halkı risk altında kaldı, salgın dalgaları sıklaştı ve yüksek ivmeler kazandı. Uzun saatler boyu çalışma, izne çıkamama, korunma ekipmanlarından yoksunluk sağlık emekçilerini tüketir hale geldi. Covid-19 sürecinde bugüne kadar 310 sağlık çalışanı başkalarının canını kurtarmaya çalışırken kendi canından oldu.

İşçiler Covid-19 bulaşı koşullarında çalıştırıldı. Patronlar işyerlerinde basit hijyen tedbirleri alınmadığı, mesafe ayarları yapılmaması, servis azlığı ya da yokluğu nedeniyle hastalandılar, canlarından oldular. Hatta, semptom göstermeyen ya da hastalığı hafif geçiren işçiler çalışmak zorunda bırakıldı. Seslerini duyan olmadı. Kriz bahanesiyle işlerini kaybedenler, esnek çalıştırılanlar, zorunlu izne çıkarılıp günde 39 TL ye mahkum edilenler.. Sendikalaştıkları için, örgütlenme hakkını kullandıkları için işten atılanlar oldu. Örgütlenen işçilerin işveren tarafından işten atıldığını beyan eden ve firmayı teşhir eden sendika yöneticilerine ve eylemdeki işçilere “haksız rekabete” neden oldukları için tazminat davaları açıldı; sendikal örgütlülüğü engellemeye, işçileri yıldırmaya yönelik baskılar, salgın hastalıkla maskelendi, görünmez kılındı.

Nitelikli, birikimli akademisyenler KHK lerle üniversitelerden atıldılar, haklarında soruşturmalar, davalar açıldı, özel üniversitelerde çalışmaları engellendi
pasaportlarına el konuldu, “sivil ölü”lere dönüştürülmeye çalışıldılar. Liyakat yok edildi, kamusal alanlara niteliklerine bakılmaksızın siyasi iktidar yandaşları yerleştirildi.

Halkın iradesi yok sayıldı; idari ve mülki yöneticiliklere seçilmişler değil atanmışlar getirildi. Yerel yönetimler kıskaca alındı; yerel yöneticiler neredeyse iç düşman ilan edildi, cezaevlerine kapatıldılar, haklarında ağır ceza davaları açıldı. HDP yöneticilerinin geçmiş eş başkanları başta olmak üzere il ve ilçe yöneticileri kriminalize edildi, kamu oyunda suçlu oldukları algısı yaratılmaya, düşmanlaştırılmaya çalışıldılar; birçoğu etkisizleştirilmek üzere cezaevlerine konuldular.İşsizlik ve özellikle de genç işsiz oranı inanılmaz oranda yükseldi. Kadınlar istihdam dışı kaldı ya da güvencesiz ağır işlerde ucuz ve geçici işgücü olarak yer buldu.

Dinci gericilik, erkek egemen kültürü besleyen, güç ve cesaret veren diyanet kararları, fetvaları, yasal-hukuksal platforma taşınabilen dosyalarda erkeğin cezasız bırakılması ya da verilen cüz i cezalar kadın cinayetlerinin artmasına neden oldu.

Çocuk istismarları da ona keza.. Basına yansıyan çocuk taciz ve tecavüzleri bile olgunun ne kadar yaygın olduğunu gösteriyor.,Faillerin çoğunun konu örtbas edilerek yargı önüne çıkarılmaması, yargılamaların uzun vadeye yayılarak unutturulma yoluna gidilmesi, sonuçlanan davalarda erkeğin cezasız bırakılması ise duruma vehamet kazandırmakta. Yine özellikle Diyanet aracılığıyla farklı cinsel yönelimi olanlara yönelik kullanıan nefret söylemi de cinayetlerle sonuçlamakta, toplumda ötekileştirilenlerin sayısı artmaktadır. Mültecilerin yaşadığı sorunlar da öyle. Sadece Suriyeli olduğu için yaşamını yitiren, darp edilenlerin sayısı azımsanmayacak rakamlarda. Ötekileştirme, dışarıda bırakma; ekonomik ve sosyal sorunların nedeni mültecilermiş gibi algı yanılması oluşturma insanlı dışı uygulamalara yol açıyor.

Dünyada tekelci kapitalist devletlerde de eğitim görme hakkı kademelendiriliyor. Genelde “yabancı” işçilerin, ekonomik göçmenlerin çocukları işçi ya da teknik eleman olacak kurumlara devam edebiliyor, ülke “sahip”lerinin çocukları ise yönetici, üst düzey eleman olarak yetişecekleri üniversitelere devam ediyorlar. Güncel anlamda bizim ülkemizde, pandemi koşullarında, eşit olanaklara sahip olamadıkları için uzaktan eğitime katılamayan öğrenci sayısı ne yazık ki bilinemiyor ya da açıklanmıyor. Çocuklarını ihtiyaç kredisi çekerek okutan ya da kiradan kurtulmak, konut sahibi olmak için kredi kullanan emekçilerin, kredileri ödeyemediği için konutsuz kalmaları, maaşlarına ya da günlük kullanımdaki ev eşyalarına haciz gelmesi sır değil. Milyonlarca emekçinin, küçük esnafın da haciz dosya sayısı oldukça kabarık.

Durum böyleyken siyasi iktidar, tekelci çok uluslu şirketleri kurtarmaya, yandaş şirketlerin vergilerini silmeye, düşürmeye, yapılandırmaya odaklandı. İşçi sınıfını, emekçileri, küçük esnafı destekleyici değil kapitalist düzeni koruyucu önlemler aldılar.

24 Ocak kararlarından bu yana kırk yıl geçti. Kırk yıl içerisinde, özellikle AKP döneminde özelleştirilmeyen veya satılmayan “kamu iktisadi teşebbüsü/ KİT kalmadı. İşçiler özelleştirmelere karşı çıktı, direnişler yaptı, mücadele etti ancak işçiler işsiz memleket fabrikasız kaldı. Fabrikalar kapatılınca istihdam düştü, üretim geriledi, ithalat arttı.Kapitalist devlet bütün direnişleri zor kullanarak bastırdı. Tekelci kapitalistler ve onların iktidarları piyasanın kurallarına göre oynamak gerektiğini ve devletlerin ekonomiye müdahale etme hakkı olmadığını savunarak, özelleştirmeleri gerçekleştirdi. Siyasi iktidar, holdingleri, şirketleri ve bankaları krizden kurtarmak için kurtarma paketleri açıkladı. İşçilerin, emekçilerin, yoksulların yaşamına destek verecek hiçbir “paket” açıklanmadı.

Kriz ve salgın koşullarında, dünyada milyonlarca işçi, emekçi işini kaybetmişken, birçok küçük ve orta boy işletmeler iflas ederken, esnaf dükkan kapatırken dünya servetine el koyan dev, çokuluslu şirketlerin patronları salgında da kazanmayı sürdürdü. Tekelci kapitalist şirketler sermayelerini büyüttü, karlarını arttırdılar. Türkiye’de de tekelci burjuvazinin ve yandaşlarının karlarını artırdığı ve servetlerine servet kattığı bir sır değil. Dünyada ve ülkemizde salgınla geçen on ay, kaynakların üretime, sağlığa, sosyal güvenliğe, toplumsal desteğe kullanılmadığı açıktır.

Salgın, iklim krizi, kuraklık ve gıda krizi ile birlikte işçiler, emekçiler zor zamanlarda yaşamakta. Gelecek her gün açlık sınırında ücret vererek üretim maliyetini düşüren, kar ve sermaye birikimini büyüten milyonlarca işçiyi ve ailelerini, sayıları her geçen gün artan işsizleri ve yine sayıları her geçen gün artan yoksulları daha da zor günler beklemektedir. Özellikle tarımın ülke bazında bitirilmesi ile gıda krizini de yaşayan ülkemiz, kuraklık ve iklim krizi ile sorunların katmerleştiği pandemi koşullarında, emekçiler ve yoksullar kendilerini yalnızlaşmış, terk edilmiş ve çaresiz hissetmektedirler.

Tüm canlıların ve çocuklarımızın geleceğini karartanlar, doğa ve çevre savunucularının yolunu kesmekte, bu alanlara girmelerini, halkla bütünleşerek sorunların saptanmasını, çözüm yollarının birlikte üretilmesini engellemektedirler.

İşçilerin emekçilerin, bu alanda çalışan meslek odalarının, bu memleketin aydınlarının doğal ve kültürel değerlerimizi korumaya yönelik ortak mücadelesi her alanda sürmektedir. Bu salgın, ekolojik dengenin, tüm çeşitliliği, canlılarıyla sürdürülebilir ve geleceğe devredilebilir doğanın var edilmesinin, korunmasının önemini bir daha göstermektedir.

Kuraklık ise ne kaderdir ne de tesadüf. Tekelci kapitalizm toprağı, suyu, havayı kirletti, doğal dengeyi bozdu, ekolojik dengeyi sağlayan türleri yok etti. Maden ve altın şirketleri, her geçen gün ormanlarımızı yok etmekte ve doğal yaşamı bozmakta. Siyasi iktidar maden yasalarıyla tekelci kapitalist şirketlere büyük avantajlar sağlamıştır. Toprağını, suyunu, yaşam alanlarını korumak isteyenler aynı araçlarla karşılık veremedikleri devlet zoruyla karşı karşıya gelmekte. Siyasi iktidarın ve sermayenin aşırı sıcaklara, aşırı kuraklığa, susuzluğa, hortumlara, kasırgalara, sellere, tayfunlara ya da “olağanüstü” hava olaylarına, hatta depremlere karşı önlem aldığını, hazırlandığını göremiyoruz, sorunu dualarla geçiştirmeye, zihinlerde bilim dışı algılar oluşturmaya çalışılmakta.

Tarım alanlarımızın üçte ikisinde yağışa bağlı üretim yapılmaktadır. Dolayısıyla yağış miktarı tarımsal üretimi doğrudan etkilemektedir. Aynı zamanda ağır sanayide ve maden sektöründe enerji üretiminde yer altı ve üstü su rezervlerinin kullanıldığını dikkate alınacak olursak, su kaynaklarının tarımda kullanımının engellendiği yanı sıra denetimsiz üretim nedeniyle sularımızın kirletildiği de daha anlaşılır olacaktır. Tarımsal üretimde gerileme, tohum, gübre, mazot fiyatlarındaki girdi artışları ve dışa bağımlılık sorunun ciddiyetini arttırmaktadır. Bilindiği üzere, ülkemizde önemli tarım ürünleri dışarıdan ithal edilir duruma geldi. Bunun yanı sıra kuraklığa bağlı tarımsal üretimdeki düşüş, fiyatlarda artışa neden olmaktadır. Yeni belirlenen asgari ücretin açlık sınırını altında olduğu ülkemizde gıdaya ulaşmak, sağlıklı beslenmek ve yaşamak işçiler ve yoksullar için ciddi bir sorun olmaya artarak devam edecektir.

Dinci-gericilik ile şoven-milliyetçiliğin birlikte faşizmi güçlendirdikleri, kazanılmış demokratik hakların tartışıldığı, geri alınmaya çalışıldığı, iç hukukunun ve uluslar arası sözleşmelerin uygulanmadığı, yok hükmünde sayıldığı “Tek adam rejimi” olarak adlandırılan bir düzende, sermayenin temsilcileri “Türkiye’de yoksulluk sorun olmaktan çıktı”, “Ekmek yiyorlarsa aç değildirler” diyebiliyorlar. Tekelci burjuvazinin gündeminde yoksullukla, işsizlikle, açlıkla, kuraklıkla, doğal yaşam alanlarını korumakla ilgili çalışma, mücadele yok, sermaye ve karlarını arttırmak için dünyanın yer altı yerüstü kaynaklarını en ucuza nasıl kullanıcağının, işçi-emekçi işgücünün nasıl en ucuza satın alabileceğinin hesabı vardır.
Virüs ve bakterilerin neden olabilecekleri salgınları durdurmanın yolu kapitalist düzenden kurtulmaktan geçmektedir. Üretimin kar için değil, toplumsal gereksinmeler ve yaşayanlar için yapıldığı, sosyal yaşamda insanı merkeze alan mekanizmaların kurulduğu, işletildiği, paylaşmacı, ortaklaşmacı ve dayanışmacı bir sosyalist düzen kurmak mümkündür.

Savaşa ve askeri yatırımlara harcanan kaynaklar, üretime, eğitime, sağlık sistemini güçlendirmeye kullanılırsa, hem salgınla hem de milyonlarca yoksulun boğuştuğu hastalıklarla mücadelede çok önemli bir kaynak elde edilmiş olur. Savaş koşullarında Covid-19’un küresel ölçekte daha da artacağı düşünülmeli, halkın çıkarları merkeze alınmalıdır. Suriye’deki ve Libya’daki askeri birlikleri geri çekilmeli ve komşu ülkelerle; karşılıklı saygı, içişlerine karışmama ve barış politikası izlemelidir

Devlet bugün salgını, kimi zaman yürüttüğü dış politika nedeniyle savaşı öne çıkararak, gerekçe göstererek yurttaşlar üzerindeki gözetim ve denetim ağlarını baskıya dönüştürülmemelidir. Virüs tehlikesinin getirdiği günlük yaşamdaki kısıtlamalar, güdük temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması, baskı ve bireysel özgürlüklerin, kişilik haklarının ihlaline yol açmamalıdır. Yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayan uygulamalara son verilmeli, internet ortamındaki ifade ve düşünce özgürlüğü ve haber alma ve iletişim haklarına yönelik yasaklamalar kaldırılmalı, hukuki olmayan, siyasi nitelikli cezalandırılmalar son bulmalıdır.

Cezaevlerindeki hasta tutukluların hızla tahliyesi sağlanmalı; yaşam hakkı ve ifade özgürlüğü esas alınarak siyasi tutuklular, gazeteciler, yaşlılar ve küçük çocuklu anneler tahliye edilmeli, infazlar ertelenmelidir.

Tekelci burjuvazi ve temsilcileri bütün bu talepleri kuşkusuz gerçekleştirmeyecektir. Burjuvazi kendi sınıf çıkarları dışında işçi sınıfının ve emekçilerin taleplerini gerçek anlamda ele alarak çözmez. İşçi sınıfı ve emekçiler iktidar olmadan düzeni değiştiremez. İşçi sınıfı ve emekçilerin sorunlarını emekçi iktidarı çözecektir. Sorun iktidar sorunudur. İşçiler emekçiler ve yoksullar eşit ve özgür bir dünya için her alanda örgütlenmeli ve iktidara talip olmalıdır. Bunun için kitlesel ve birleşik bir emek-demokrasi hareketine ihtiyacımız var. Her bir talep için daha fazla işçinin-emekçinin haklarında ısrarlı olduğu, uzun erimli mücadele ettiği; her alanda çalışan ücretlilerin ekonomik, sosyal hakları temelinde örgütlendiği, örgütlenmelerini güçlendirdiği; emek, demokrasi örgütlerinin birbirleriyle koordinasyon içinde güçlerini birleştirdikleri bir sürecin sonunda hukuksal ve yasal kazanımların yaşama geçirileceği bir toplumsal sistem hayal değildir. Kapitalizmin yok ediciliğini durdurmadan yani ortak mücadeleyi yükseltmeden hiçbir kazanım sağlanamayacağını tarihsel deneyimlerden ve kendi mücadele pratiğimizden biliyoruz.

Düş görmüyoruz, istiyoruz, ne istediğimizi biliyoruz.

2021 işçilere, emekçilere, ezilenlere örgütlü bir mücadele azmi getirsin; hep birlikte eşit ve özgür bir dünyanın birleşik, örgütlü gücümüzle ellerimiz üzerinde kurulacağı günlere..

İstanbul Sözleşmesi Yaşatır -İzmir Kampanya Grubu ; Kadın Cinayetlerin önle, İstanbul Sözleşmesini Uygula

İstanbul Sözleşmesi Yaşatır -İzmir Kampanya Grubu izmir-Karşıyaka Çarşı girişinde açıklama yaptı.
Açıklama şöyle;

“Kadınların eşit, özgür ve adil bir yaşam mücadelesi büyüdükçe, erkek egemen sistemin saldırıları da kendisini örgütlemekte.

Her gün artan kadın cinayetleri haberleri ile uyanırken, erkeğe cesaret veren erkek devlet İstanbul Sözleşmesini uygulatmak bir yana, İstanbul Sözleşmesinden geri çekilmeyi tartışmaya devam ediyor.

Cezasızlık politikalarının, İstanbul Sözleşmesinin uygulanmamasının bedelini kadınlar yaşamlarıyla ödüyor. Sadece dün 4 kadın katledildi. Maltepe’de Kemal Delbe adlı erkek tarafından kendi evinde yakılarak katledilen Aylin Sözer, Malatya’da evli olduğu erkek Mehmet Taş tarafından vurularak katledilen Selda Taş, Antep’te oğlu tarafından vurularak öldürülen Vesile Dönmez, İzmir’de oğlu tarafından öldürülen Betül Tuğluk.

Katiller bazen baba bazen oğul bazen eski sevgili sıfatını taşırken esas katillerin kadını koruyamayan devletin ve yargının olduğunu çok iyi biliyoruz. Adaleti sağlayamayan saraylara isyan ateşi Arjantin’den Polonya’ya Türkiye’den Meksika’ya yükselmeye devam edecek.

Kazanımlarımıza saldırmaya devam eden erkek egemen sisteme onun tüm aygıtlarına bir kez daha sesleniyoruz. Katilleri tanıyoruz!

Haklarımız ve yaşamlarımız için alanlarda mücadele etmeye devam edeceğiz!
Eril zihniyetin ve cinsiyetçiliğin mevcut politikalarla beslenerek kadın cinayetlerini cesaretlendirdiği, taciz ve tecavüz kültürünü yaygınlaştırdığını görüyoruz.

Yargıdan ve onun cezalandırma sisteminden korkmayan erkekler artan bireysel silahlanma ile kadınları katletmekten çekinmiyor. Bu ülkede kadınlar öldürülüyor, bu ülkede kadınlar kadın katilleri ve şiddet faili erkekler tutuklansın diye sosyal medyadan adalet arıyor, bu ülkede kadınlar her gün yaşamak ve yaşatmak için mücadele ediyor. Peki ilk imzacısı olmakla övünen devlet neden İstanbul Sözleşmesini etkin uygulamıyor? uygulamakla sorumlu olduğunuz sözleşmeden vazgeçerek kadınların yaşam güvencesini nasıl ortadan kaldırırsınız? Sayısal verilerle kadına yönelik şiddeti manipüle etmekten vazgeçin, ‘’aile düzeni’’ adı altında kadınlara rol biçmekten vazgeçin, erkekleri kışkırtmaktan ve yanlarında durmaktan vazgeçin. 6284 ve İstanbul Sözleşmesini etkin uygulatarak yükümlü olduğunuz sorumlulukları yerine getirin.

Çünkü kadınlar vazgeçmeyecek. Evde, sokakta, fabrikada, avm de, okulda, yaşamın her alanında yaşamak ve yaşatmak, bir kişi daha eksilmemek için mücadele etmeye devam edecek.

Çünkü kadınlar haklarını ve hayatlarını sizin insafınıza bırakmayacak,
Çünkü kadınların taşan sabrı ve direnişteki ısrarı uykularınızı kaçıracak!

YAŞASIN KADIN DAYANIŞMASI
JIN JIYAN AZADI”


..

Sağlık emek ve meslek örgütleri, tüm sağlık çalışanları adına, İzmir’de sokağa çıktı; “Artık yeter daha fazla eksilmek istemiyoruz. Bizler yaşamak, yaşatmak istiyoruz!”

İzmir’de Sağlık emek ve meslek örgütleri Konak Eski Sümerbank önünde ortak açıklama yaptı. Açıklamayı İzmir Tabip Odası Başkanı Lütfi Çamlı okudu.
Açıklama Şöyle

“Öfkeliyiz;
Çünkü Tükendik!
Çünkü, Ölüyoruz!

Ülkemizde ilk vakanın görüldüğü tarihten çok önce, sağlık emek ve meslek örgütleri olarak halkımızın sağlığı için, sağlık çalışanlarının sağlığı için size uyarılarda bulunduk. Bilimin, aklın yolunu gösterdik. Bizleri dinleyin dedik. Ama siz aklı, bilimi ve bizleri dinlemeyerek hem halkımızın hem de sağlık çalışanlarının hayatını tehlikeye attınız. Siyasi ve ekonomik kaygılarla aldığınız kararlar, ötesinde alamadığınız kararlar yüzünden binlerce insanımızı, yüzlerce sağlık çalışanımızı kaybettik. Kaybetmeye de devam ediyoruz.

Her gün açıkladığınız sayıların her biri bir candı; anneydi, babaydı, çocuktu, eşti, dosttu. Bu canlarımızı sizin yanlış pandemi yönetiminiz nedeniyle kaybettik. Bu ölümlerin önemli bir bölümü önlenebilir ölümlerdi ve siz önlemediniz, önleyemediniz. En temel hakkımız olan “yaşam hakkımızı” ihlal ettiniz.

Salgının başından beri sürekli şeffaflık istedik ama hiçbir bilgiyi bizlerle paylaşmadınız. Halkın sağlığını değil, ekonomik çıkarları öncelediniz. Bilim insanlarının önerilerine ve kararlarına kulaklarınızı tıkadınız. Salgından politik başarı hikayesi çıkarmaya çalıştınız. Salgın konusunda doğruları söyleyen kim varsa terörist ilan ettiniz. Geldiğimiz noktada maalesef haklı çıkmanın üzüntüsünü yaşıyoruz. Ekonomik ve siyasi kaygılarla aldığınız kararlardan dolayı yitirdiğimiz binlerce canın, yüzlerce sağlık çalışanının hesabını kim verecek?

Kişisel koruyucu malzeme herkes için ücretsiz ve adil olarak karşılanmalı, dağıtılmalıdır dedik ama ne yurttaşlarımız ne de sağlık çalışanları maskeye ulaşabildi. Beş maskeyi dağıtamadınız, yurttaşlarımız ve sağlık çalışanları kişisel koruyucu malzemeleri çok daha yüksek fiyatlarla, yarattığınız karaborsadan temin etmek zorunda kaldılar. Yaşanan kaos bizleri maalesef haklı çıkardı.

Sağlık çalışanları her zamankinden daha ağır koşullarda, korunmasız ve sağlıksız koşullarda çalışmaya mecbur bırakılmış , yasal izin , istirahat, yer değişikliği ve emeklilik hakları ellerinden alınmıştır. Ya çalışacaksın, ya öleceksin seçenekleri arasında bırakılmışlar ve büyük bir sağlık ordusu tüketilmiştir.

Aylar öncesinden grip aşısı konusunda uyardık, gerekli çalışmaları yapın dedik. Grip salgınıyla birlikte COVID-19 yıkıcı bir etki yapar dedik. Tüm toplumun aşılanması gerekirken, temin edilen aşı sayısı risk gruplarının hemen hiçbirine yetmedi. Sağlık çalışanlarını bile risk grubunda saymadınız. Yurttaşlarımız, yaşanan bu kaosun içinde aşı bulabilmek için ASM’ler, eczaneler, hastaneler arasında dolaştı durdu. Yarattığınız bu kaos yurttaşlarımıza sağlık sorunu, sağlık çalışanlarına da şiddet olarak döndü. Aşının bizler için bir hak, sizler için bir ödev olduğunu söyledik ama siz ödevinizi yapmadınız.

COVID-19 sağlık çalışanları için bir meslek hastalığı sayılmalıdır dedik. Siz samimiyetsiz, ciddiyetsiz şekilde konuyu bulandırdınız. Biz yasa istiyoruz dedik, siz sağlık çalışanlarıyla alay edercesine, bir sayfalık yazıyla kamuoyunu yanıltmayı seçtiniz. Bizlerin, hukukçuların, milletvekillerinin anlattıklarını dinlemeyip sağlık çalışanlarını oyaladınız.

2020 yılını geride bıraktığımız bu günlerde sizleri tekrar ve daha güçlü uyarıyoruz. Ekonomik çıkarları ve siyasi kaygılarınızı değil halkımızın ve bizlerin sağlığını önceleyin. Salgın yönetiminde aklı, bilimi ve bizleri dinleyin. Önlenebilir her ölümün sorumlusu sizsiniz. Yaşam hakkımızın ihlaline karşı sessiz kalmayacağız.

Pandeminin başından bu yana yaşamını kaybeden yurttaşlarımızın yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Yitirdiğimiz tüm sağlık çalışanlarını bir kez daha saygıyla anıyoruz. Onlar hastalarının sağlığı için kendi canlarını hiçe saydılar ama sizin yönetememeniz yüzünden hayatlarını kaybettiler. Sağlık çalışanlarını ve vatandaşlarımızı kaybettiğimiz, yanlış sağlık politikaları sonucu ölümlerle ve tükenmişlikle geçen bir yılı geride bırakıyoruz ama tükenmememiz için, ölmememiz için yılın değil sizin zihniyetinizin değişmesi gerektiğini biliyoruz.

Sağlık emek, meslek örgütleri ve tüm sağlık çalışanları adına, size “Artık yeter daha fazla eksilmek istemiyoruz” diyoruz. Bizler yaşamak, yaşatmak istiyoruz!

İZMİR DİŞ HEKİMLERİ ODASI
İZMİR ECZACI ODASI
İZMİR TABİP ODASI
BİRİNCİ BASAMAK SAĞLIK ÇALIŞANLARI BİRLİK-DAYANIŞMA SENDİKASI
GENEL SAĞLIK-İŞ SENDİKASI
SAĞLIK VE SOSYAL HİZMET EMEKÇİLERİ SENDİKASI (SES)
TÜRKİYE SAĞLIK İŞÇİLERİ SENDİKASI
İZMİR AİLE HEKİMLERİ DERNEĞİ (İZAHED)
SOSYAL HİZMET UZMANLARI DERNEĞİ (SHUDER)
TÜM RADYOLOJİ TEKNİSYENLERİ VE TEKNİKERLERİ DERNEĞİ (TÜMRAD)
TÜRK PSİKOLOGLAR DERNEĞİ
TÜRKİYE AİLE HEKİMLERİ UZMANLIK DERNEĞİ (TAHUD)
İZMİR AİLE SAĞLIĞI ÇALIŞANLARI DERNEĞİ (İZASED)”

Kadın işçiler kadın cinayetlerini lanetledi ve İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istedi

DİSK Genel-İş Sendikası 2 Nolu Şube Kadın Komisyonu İzmir’de eski Sümerbank önünde Kadın cinayetlerini lanetleyen ve İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını isteyen bir açıklama yaptı.

Açıklama şöyle;

“BİR KADIN, BİR ANNE, BİR İNSAN!!
Daha dün İstanbul’da Dr. Aylin Sözer’in, eski erkek arkadaşı olduğu iddia edilen Kemal Delbe tarafından evinde yakılarak, İzmir’de Betül TUĞLUK oğlu Berk tarafından bıçaklanarak, Malatya’da Selda Taş’ın evli olduğu Mehmet Taş tarafından vurularak ve Gaziantep’ de Vesile Dönmez’in oğlu tarafından vurularak öldürülmesi kadınlar olarak isyanımızı büyüttü. Bunlar sadece duyduklarımız.

Hükümetin muhafazakârlık tutumuyla kadınlarımızı eve kapatama arzusu, erkek egemen bir ülke inşa etme çabası, kadına yönelik şiddete göz yuması, failleri aklaması ve şiddete teşvik eden tutumu, kadına zulmün hız kesmeden devam etmesine sebep olmakta.

Hükümetin görevi Kadına yönelik şiddetle mücadele etmek, bunu örtbas etmek değil!. Önlemlerin alınmadığı her gün, kadınlarımız töredir, gelenektir, görenektir söylemleri ile dövülmeye, yakılmaya ve öldürülmeye devam edecektir.

İstanbul Sözleşmesinin iç hukuktaki yansıması olan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Engellenmesine dair Kanunun uygulanması bakımından karşılaşılan sorunlar hala mevcuyetini korumaktadır. Kadınlar kanun kapsamında alınan koruma kararlarına, tedbirlere rağmen şiddete uğramaya, öldürülmeye devam etmektedir. 6284 sayılı kanun, uygulayıcılarının pasif ve özensizliği ile işlevsiz ve kâğıt üstü bir kanun haline getirilmek istenmektedir. Nasıl mücadele edilmesi gerektiğine dair sözleşmeden çekilmek, kadınlardan yana olunmadığını açıkça ilan etmek demektir. Yaşam hakkımızın bir cani tarafından elimizden alınmaması için, Hükümetin derhal 6284 Sayılı
Yasayı ve İstanbul Sözleşmesini uygulanmasını istiyoruz.

#Kadıncinayetleriönlenebilir
#Kadıncinayetleripolitiktir
Yaşasın Disk Yaşasın Genel-iş
2 Nolu Şube Kadın Komisyonu.”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri; “Roboski Adalet Bekliyor! Roboski Katliamını Unutmadık, Unutturmayacağız”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde Roboski katliamının sorumlularının yargı önüne çıkarılmasını, insanlık suçunun hesabının sorulması gerektiğini ve Roboski katliamını unutmadığını unutturmayacağını bir kez daha belirtti. Açıklamaya HDP izmir Milletvekili Musa Piroğlu’da katıldı.

Açıklamayı KESK dönem sözcüsü Necip Vardal okudu.
Açıklama şöyle;

“Hayattayken nereye gitsem o götürüyordu. Gözlerim gibiydi. 7 yıldır gözlerimi arıyorum” ( Roboski’de oğlunu kaybeden babanın sözü )

Tam dokuz yıl geçti… dokuz yıl önce, Roboski’de çoğu 15-20 yaşları arasındaki 34 yurttaşımız savaş uçakları ile katledildi!

Katliamın sorumlularının açığa çıkarılıp yargılanması için aradan geçen dokuz yılda bir arpa boyu yol alınmadı. Katliamın dosyasının kapağı açılmadan, elden ele dolaştırılarak zamana yayılmaya çalışıyor. Söz konusu iktidara yönelik herhangi bir açıklama olunca mesaiyi bile beklemeden, Pazar günü hızla harekete geçen yargının Roboski, 10 Ekim gibi katliamlarda yerinde sayması suçluların korunduğunu düşündürüyor.

Bırakalım suçluların açığa çıkarılıp yargılanmasını, özür bile dilemeyen iktidar katliama katliam denmesi yasaklamaya, toplumsal hafızadan silmeye çalışıyor.

Roboski utancıyla yüzleşmek yerine inkârı yüceltenler, sorumlularından hesap sormak yerine üstünü kapatanlar yeni katliamlara ve cinayetlere de davetiye çıkarıyor.

Eldeki mevcut günah keçilerini her türlü suçun üstünü örtmek için kullanan iktidara buradan sesleniyoruz: Eğer samimi iseniz, 28 Aralık 2011 sonrasında katliamın arkasında duranları, onları ödüllendirenleri de soruşturma kapsamına alın. Dönemin Genelkurmay Başkanını, yine o dönemin Genelkurmay İstihbarat Başkanını, o günün Genelkurmay ikinci Başkanının katliamı meşrulaştırmaya çalışan dönemin İçişleri Bakanının ifadelerine başvurun, sorumluluklarını sorgulayın. Tüm bu isimler katliam konusunda da muhtemelen “kandırıldıklarını” öne sürecekler, sorumluluklarını örtbas edeceklerdir. O gün Roboski’de yoksul Kürt köylülerini katledenler, bugün geride kalanları şiddetle, baskılarla, tutuklamalarla terbiye etmeye çalışıyor. İktidar, katliamın sorumlularını değil, bu sorumluları ortaya çıkarmak için çabalayan kesimleri hedefe koymaktadır.

Bu ülkedeki darbelerin, savaşların ve ekonomik krizlerin bedeli her zaman yoksullaştırılmış halka ve emekçilere ödetildi. Savaş naraları atanların çocukları zenginliklerine zenginlik katarken, yoksul halkımızın çocuklarının kanı akıtıldı.

Eğer bu gidişata dur demezsek, savaşa karşı barıştan şovenizme, ırkçılığa karşı halkların kardeşliliğinden yana saf tutmazsak, herkes için en kutsal hak olan yaşam hakkını bugün yüksek sesle savunmazsak yarın omuzlarımızda korkularımızdan daha ağır bir yükü taşımamız kaçınılmaz olacak.

Bunun için halklar çatışma, savaş değil, barış ve kardeşlik istiyor.

Roboski katliamının üzerinden dokuz yıl geçmişken yapılması gereken açıktır. Komuta kademesinden bakanlara, bürokratlara dek, katliamda payı olabilecek herkesin soruşturulması, sorumluların yargı önüne çıkarılması, halka karşı işledikleri bu insanlık suçunun hesabının sorulması gerekmektedir. Ancak AKP iktidarının böyle bir niyetinin olmadığını biliyoruz. İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri olarak, Roboski katliamını unutmayacağımızı, unutturmayacağımızı ve her fırsatta sorumlulara dikkat çekeceğimizi buradan bir kez daha kamuoyuyla paylaşıyor

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri olarak insanlık suçu olan başta Maraş ve Roboski olmak üzere tüm katliamları bir kez daha lanetliyor, kınıyoruz.

Halkların birlikte yaşama umudunu yok etmeye çalışanlara karşı ortak ve birlikte mücadele çağrımızı yineliyoruz.”

Kadınlar Birlikte Güçlü hareketi; Kadınlar ne erkek şiddetine ne de devlet şiddetine susmayacak!

İzmir’de Kadınlar Birlikte Güçlü Hareketi, Karşıyaka iskelede açıklama yaptı.
Açıklama şöyle;

“Biz kadınlar erkekler tarafından her gün çeşitli biçimlerde tacize ve şiddete maruz bırakılıyoruz. Çalıştığımız işyerlerinde iş arkadaşlarımız ya da patronlarımız, okullarda öğretmenlerimiz ve arkadaşlarımız, evlerimizde sevgililerimiz ve kocalarımızın her türlü tacizine ve şiddetine uğruyoruz.

Bunun karşısında ise kadınlar artık sessiz kalmıyor. Kadınların, sosyal medya üzerinden tanınmış yazar, sanatçı, fotoğrafçı ve kendini solcu-sosyalist olarak tanımlayan erkeklerin işlediği taciz suçlarına karşı “uykularınız kaçsın” diyerek başlattığı ifşa hareketi toplumsal yaşamın her alanındaki erkek iktidarını sarstı. Kadın hareketinin özneleri ,ifşa-teşhir hareketinin ortaya çıkardığı olanakları erkek şiddeti ve tahakkümünün geriletilmesiyle kadın mücadelesinin gelişimi için daha büyük mevzilere dönüştürmenin yol ve yöntem arayışı içinde.

Memleketin MeToo’su olarak toplumsal erkeklikten beslenen, tek tek erkeklerin işlediği cinsel suçlara karşı açığa çıkan birikmiş öfkeyi; söz konusu toplumsal erkekliğin sırtını dayadığı ataerkil devletin tüm kurum ve dayanaklarına karşı örgütlüyoruz.

Sömürgeci faşizmin erkek karakteri, kadın ve LGBTİ+’lara en azından son beş yılda şunu çok net gösterdi; O’nu yenmediğimiz sürece şiddet sarmalına mahkum edileceğiz. Biz kadınlar bu düzeni yenmeye, cins eşitlikçi bir toplum yaratmaya kararlıyız.

Elbette bu durumda patriyarkal devlet kadınlara ve LGBTİ+lara savaş açmış durumda. Bunun bir aracı da son günlerde tekrar gündeme gelen çıplak arama işkencesidir. HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun tekrar gündemleştirdiği çıplak arama işkencesinin ardından önce AKP Milletvekili Özlem Zengin, ardından İçişleri bakanı Süleyman Soylu çıplak arama işkencesi olmadığını iddia etti.

Bunun ardından kadınlar bu defa erkek egemen devletin kendisini teşhir etti. Hem muhalif kadınlar hem de 15 Temmuz sonrası gözaltına alınan ve/veya tutuklanan çoğu başörtülü kadın, sayısız gözaltı ve tutuklama sırasında kendilerine uygulanan çıplak arama işkencelerini açıkladı

Kız kardeşlerimize yaşatılan bu travmalar, insan hakları ihlalidir.
Hiçbirinin yalnız olmadığını kadınlar birlikte güçlü İzmir olarak buradan bir kez daha haykırmak istiyoruz. Asla yalnız yürümeyeceksiniz.
Çıplak arama suçtur, işkencedir, insan haklarını ayaklar altına almaktır

Kadın özgürlük hareketinin gelişen her nüvesi kadınlara umut veren, güç veren bir yerde duruyor. İfşa hareketi de hem tek tek kadınlara hem de kadın özgürlük hareketine umut veriyor. Kadınlar ne erkek şiddetine ne devlet şiddetine susmayacak.


Faşizmin ve sermayenin ifade ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik yasa tasarısı ile muhalif dernekleri ve vakıfları tek imza ile tasfiye etmek istemesine karşı İzmir’de kitle örgütü temsilcileri sokağa çıktı açıklama yaptı..

Siyasi iktidarın, ‘kitle imha silahlarının yayılmasının finansmanının önlenmesine ilişkin kanun’ teklifini anayasaya, Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmelere, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne aykırı olduğunu söyleyen 20 kitle örgütü temsilcisi İzmir-Konakta sokağa çıkarak açıklama yaptı.
Açıklamayı Türkiye İnsan Hakları Vakfı Genel Sekreteri Çoşkun Üsterci okudu.

Açıklama şöyle;

“19 Aralık 2020 tarihinde TBMM Adalet Komisyonunda görüşülerek TBMM Genel Kuruluna sevk edilen ve 6 kanunda değişiklik öngören 43 maddelik “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi”, başta Anayasa olmak üzere bağlı olduğumuz uluslararası insan hakları sözleşmelerine ve başta ifade ve örgütlenme özgürlüğü olmak üzere edinilmiş müktesep haklara tümüyle aykırıdır.

Teklifin genel gerekçesi, Mali Eylem Görev Gücü (FATF) tarafından 2019 yılında hazırlanan rapor ile Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi kararları göz önünde bulundurularak; terörizm finansmanı ve aklama suçları ile mücadelede uluslararası standardı yakalamak olarak belirtilmiştir. Ancak yasa teklifinde yer alan maddeler incelendiğinde, son iki maddenin yürürlük ve yürütme olduğu ve amaca yönelik yalnızca altı maddenin bulunduğu görülmektedir. Geriye kalan 35 maddenin ise temel gerekçe ile doğrudan ilgisi olmadığı görülmektedir. Kısacası yasa teklifi, amacı ve ismi ile hiç ilgisi olmadığı halde, Yardım Toplama ve Dernekler Kanunlarında yapılan değişiklikler ile mevcut dernek ve vakıfların yardım toplama faaliyetleri ve örgütlenme özgürlüğü, dolayısıyla da ifade özgürlüğü ciddi şekilde kısıtlanmakta ve İçişleri Bakanlığı’nın dernekler üzerindeki siyasi vesayetini sağlayacak yeni düzenlemeler içermektedir.

Teklifte, İçişleri Bakanına, hakkında Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun kapsamında yer alan suçlar ile Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) yer alan uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti veya suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama suçlarından soruşturma açılan dernek yöneticilerini görevden uzaklaştırma veya dernek faaliyetini durdurma yetkisi düzenlenmektedir. İlk bakışta sorunsuz ve BM Güvenlik Konseyi kararları kapsamında gibi görülen bu yasa teklifi, aslında çok ciddi insan hakları ihlallerine yol açma potansiyelini taşımaktadır.

Teklif içeriği, uluslararası antlaşmalar yanında 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında terör suçu olarak kabul edilen fiilleri de kapsamaktadır. Yasalaşması durumunda TMK uyarınca hakkında soruşturma açılan bir kişi nedeniyle bir derneğin yönetimine el konulması söz konusu olabilecektir. Türkiye’de sadece örgüt üyeliği suçundan yılda 300.000’den fazla kişinin soruşturulduğu ve başta insan hakları alanında faaliyet gösteren derneklerin yöneticileri olmak üzere binlerce sivil toplum aktivistinin, gazetecinin, siyasetçinin, meslek örgütü mensubunun hakkında asılsız birtakım suçlamalarla TMK kapsamında soruşturma ve davalar açıldığı düşünülürse çıkarılmak istenen bu yasa neredeyse tüm muhalif dernekleri hedef alacağı çok açıktır. Kaldı ki soruşturma, bir şüphenin varlığı halinde savcılık makamınca yürütülen bir işlemdir. Kesin bir hüküm değildir. Dernek yöneticilerinin mahkeme kararı olmadan suçluymuş gibi işlem görmeleri masumiyet karinesine ve Anayasaya aykırıdır. Ayrıca İçişleri Bakanı bir kişi hakkında soruşturma açıldığı gerekçesiyle bir derneğin faaliyetlerini durduracak, bu kararı inceleyen hâkim de bu ara kararı esasa girmeksizin inceleyecektir. Bir başka deyişle, hâkim uygulamada sadece İçişleri Bakanının kararının gerçekten bir adli soruşturmaya dayanıp dayanmadığına karar verecektir. Böylece belki de yıllarca sürecek bir soruşturma nedeniyle, derneğin faaliyet göstermesi mümkün olmayacaktır. Bu teklif yasalaşırsa dernek yöneticilerinin seçme ve seçilme yoluyla güvencede olan örgütlenme özgürlükleri de İçişleri Bakanlığı’nın siyasi vesayeti altına alınmış olacaktır.

Yasa teklifine göre gerek görüldüğü hallerde dernek veya vakıfların mal varlığının dondurulmasına Cumhurbaşkanı karar verebilecektir. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile bu karar Resmî Gazetede yayınlanır yayınlanmaz gecikmeksizin uygulanacaktır. Hiçbir yargısal denetime tabi olmaksızın dernek faaliyetinin bu şekilde engellenebilmesi, örgütlenme özgürlüğü ile mülkiyet hakları bakımından anayasal ve uluslararası sözleşmelerde düzenlenen güvencelerin yok edilmesi anlamına gelecektir.

Yine yasa teklifinde, dernekler açısından İçişleri Bakanlığı, Maliye ve Hazine Bakanlığı’nın oluşturduğu komisyonca görevlendirilen denetçilerin yanı sıra İçişleri Bakanının gerekli gördüğünde denetim yetkisi verdiği kamu görevlilerinin de her an denetleme yapma yetkisi oluşturulmaktadır. Ancak, bu kişilerin niteliklerine dair somut kriterler getirilmemiştir. Denetimin kapsamı da tamamen belirsizdir. Halen bir şikâyet üzerine yapılan denetimler böylece süreklilik arz eden işlemler haline getirilmiş olacaktır. Hele mevcut uygulamalarda kimi zaman aylarca süren denetimlerin olduğu düşünüldüğünde genişletilen bu yetki, her bakımdan kaygı vericidir.

İçişleri Bakanlığı Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre Türkiye’de halen faal durumda 121,689 dernek bulunmaktadır. Bu derneklere üye olan, çalışmalarında gönüllü ve/veya profesyonel olarak yer alan kişi sayısı ise en az 1,5 milyon civarındadır. Söz konusu kişiler aileleri ile birlikte düşünüldüğünde, ifade ve örgütlenme özgürlüğü üzerinde oldukça büyük sınırlamalar getirecek bu yasa teklifi, en az 10 milyon yurttaşı doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyecektir. Hal böyleyken sivil toplumun hiç bir şekilde görüşü alınmadan böyle bir yasa teklifinin hazırlanması demokratik toplumun temel norm ve değerlerine tümüyle aykırıdır.

Sonuç olarak adeta oldubittiye getirilerek TBMM Genel Kuruluna getirilen bu teklifin aynen yasalaşması durumunda, başta insan hakları dernekleri olmak üzere, kadın hakları, mülteci hakları, çocuk hakları ve LGBTİ+ hakları alanında faaliyet gösteren dernek ve vakıflar, çeşitli hukuk dernekleri, sosyal mücadele yürüten dernekler ile sosyal yardım için fon kaynakları kullanan dernekleri, hemşeri dernekleri, spor kulüpleri, farklı inanç gruplarının dernek ve vakıflarının tümü tek imza ile kapatılma riskiyle karşılaşacak, bu konuda açılacak idari davalar yıllarca süreceği için pratikte “hızlı kapatma” prosedürü yaratılmış olacaktır. Bu aslında sivil toplumun tümüyle kapatılması ve yurttaş haklarının top yekûn ilgası anlamına gelmektedir.

Aşağıda imzası bulunan sivil toplum örgütleri olarak kısaca değinmeye çalıştığımız bu itiraz gerekçeleri nedeniyle söz konusu tekliften dernekler, vakıflar ve yardım toplama ile ilgili maddeler derhal geri çekilmelidir. Sivil toplumun ifade ve örgütlenme özgürlüğü hakkında, bizzat sivil toplumun görüşleri alınmadan bu tarz yasa tekliflerin yapılması demokratik toplumun temellerinin tümüyle yok edilmesinden başka bir şey değildir.

İzmir’den TBMM’nin değerli üyelerine sesleniyoruz: Akıl ve vicdanınızın sesini dinleyin, demokrasiye ve temel hak ve özgürlüklere duyduğunuz saygının gereği olarak bu teklifin yasalaşmasına izin vermeyin.

Kitle imha silahlarının yayılmasının finansmanının önlenmesine ilişkin kanun teklifi anayasaya, Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmelere, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne aykırıdır.
Sivil Toplum Susturulamaz…

1. Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi
2. Demokrasi Dostluk Dayanışma Derneği
3. Demokratik Alevi Derneği İzmir Şubesi (İ-DAD)
4. Ege Tuhay-Der
5. Eşit Yaşam Derneği
6. Genç LGBTİ+ Derneği
7. Hak İnisiyatifi Derneği İzmir Temsilciliği
8. Halklar Arası Dayanışma Köprüsü Derneği
9. İmece Dostluk ve Dayanışma Derneği
10. İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi
11. İnsan Hakları Gündemi Derneği
12. İzmir Dayanışma ve Bilimsel Araştırma Derneği (İDA)
13. İzmir Dersim Kültür ve Dayanışma Derneği
14. İzmir Kent Konseyi
15. İzmir Müzisyenler Derneği
16. İzmir Suruçlular Kültür ve Dayanışma Derneği
17. Karabağlar Kent Konseyi
18. Konak Kent Konseyi
19. Özgürlük İçin Hukukçular Derneği İzmir Şubesi
20. Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği”

Disk Ege Bölge Temsilciliği İzmir-Konak SGK önünde SEFALET ÜCRETİNE HAYIR! İNSAN ONURUNA YARAŞIR ASGARİ ÜCRET İSTEDİ


Disk Ege Bölge Temsilciliği Sosyal Güvenlik Kurumu İl Müdürlüğü önünde açıklama yaparak, insanca yaşanacak asgari ücret istedi. Açıklamayı Disk Ege Bölge Temsilcisi Memiş Sarı yaptı.
Açıklama şöyle;

“2021 asgari ücretinin belirlenme sürecinde Asgari Ücret Tespit Komisyonu üçüncü toplantısını yaptı. En baştan beri asgari ücretin sadece adil olmayan bir masa başı pazarlığında belirlenemeyeceğini söyleyen DİSK, bugün Türkiye’nin dört bir yanında yine meydanlarda, sokaklarda.

Bir yandan ekonomik kriz bir yandan da Covid-19 salgınının yarattığı ağır bedellere karşı ülkeyi yönetenlere çağrımızdır: Bugün göreviniz geliri ve alımgücü düşen milyonları korumaktır. Sosyal devleti hatırlamaktır. Sosyal politikalar ile emekçi sınıfları korumaktır. Bugün yapacağınız en önemli iş, salgının ve ekonomik krizin yarattığı yoksullaşmaya karşı asgari ücreti insan onuruna yaraşır bir düzeye çekmektir. İnsan onuruna yaraşır bir asgari ücret salgının yarattığı kayıplara ve ekonomik krize karşı çalışanları korumanın en önemli aracıdır.

2003 yılında asgari ücretin yıllık tutarı ile 25 altın alınabilirken 2020’de yıllık net asgari ücretle sadece 10 Cumhuriyet altını alınabilmektedir. 2016’da 430 ABD doları olan asgari ücret, güncel kurlara göre 300 doların altına düşmüştür. Kurlardaki artış ile beraber iğneden ipliğe her şeye zam gelmekte, işçiler yoksullaşmaktadır. Türkiye uluslararası sermaye için ucuz emek cenneti haline getirilirken, Türkiye işçi sınıfı ağır bedeller ödemektedir.

2020 asgari ücreti daha yılın ikinci ayında açlık sınırının altına düşmüştür. Pandemi sürecinde milyonlar daha da yoksullaşırken bir avuç sermaye sahibi ise karlarını katlamıştır. TÜİK verilerine göre 2020 yılında işgücü ödemelerinin katma değer içindeki oranı yaklaşık 3 puan gerilerken sermaye gelirleri 5 puan yükselmiştir. Yani çarklar dönerken, işçiler sağlıklarını ve yaşamlarını kaybederken patronlar zenginleşmiştir. Bu adaletsizliği gidermek için insan onuruna yaraşır bir asgari ücret belirlemek şarttır.

40 yılı aşkın bir süredir uygulanan saldırgan sermaye yanlısı politikalar nedeniyle gelir dağılımı işçilerin aleyhine bozulmaktadır. 1978’de kişi başına milli gelirin yüzde 3,4 üzerinde olan asgari ücret, aradan geçen 42 yılda kişi başına milli gelirin yüzde 40 altına düştü. Bu adaletsizliğe son vermek şarttır; özellikle de pandemi koşullarında bu adaletsizliği gidermek milyonlarca işçi ve ailesi için yaşamsal bir önemdedir.

Türkiye’de asgari ücretin tespitinde uluslararası standartlar; BM, ILO ve Avrupa Konseyi standartları dikkate alınmamaktadır. 2020 asgari ücreti, evrensel kabul görmüş kurallara ve ilkelere göre hesaplanmalıdır. Asgari ücret tespitinde işçinin sadece kendisi değil ailesi de hesaba katılmalıdır.

Ülkemizde asgari ücret antidemokratik bir biçimde belirlenmektedir. Çoğunluğu hükümet ve işveren temsilcilerinin oluşturduğu Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda karar oyçokluğu ile alınıyor ve kesin nitelik taşıyor. Asgari ücret tespit süreci Türkiye’nin en büyük ücret pazarlığı olmasına karşın bu pazarlıkta işçilerin ve sendikaların elinde grev hakkı yoktur.

Tüm bu antidemokratik sürece rağmen bizler, DİSK olarak, sendikalı sendikasız tüm işçilerle işyerlerinde, sokaklarda, meydanlarda mücadelemizi büyütmeye kararlıyız.

Bugün Türkiye’nin dört bir yanında, 2021 asgari ücretine dair taleplerimizi bir kez daha tekrarlıyoruz:
•Salgın döneminde asgari ücret farklı hesaplanmalıdır. Brüt asgari ücret net olarak ödenmelidir!
•2021 asgari ücreti Covid-19 salgınının hanelere getirdiği yeni yükler dikkate alınarak hesaplanmalıdır.
•Bütçeden asgari ücrete nakit desteği sağlanmalıdır.
•Asgari ücret tümüyle vergi dışı bırakılmalı, tüm ücretlilerin asgari ücret kadar gelirinden vergi alınmamalıdır.
•Salgın döneminde asgari ücret SGK işçi primleri bütçeden karşılanmalıdır.
•Asgari ücret hesabında sadece işçinin kendisi değil, ailesi de esas alınmalıdır.
•Asgari ücret tespitinde geçim koşulları ve milli gelir artışı dikkate alınmalıdır.
•Asgari ücret bütün işçi ve memurlar için ortak saptanmalıdır.
•2021 asgari ücreti net 3.800 TL olarak saptanmalıdır.
Not: Asgari ücretle çalışanlar pandemi koşullarında yan yana, dip dibe çalışırken; asgari ücreti belirleyecekler asgari ücret görüşmelerini zoom üzerinden yapıyor.”