Ülkemizde siyasi iktidarlar, özellikle 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü sonrasında emekçilere yönelik ekonomik, sosyal hakları elinden alınmış, sendikasız, ucuz iş gücüne dayalı bir ekonomik politika sürdürdü. Zamanla çalışma yaşamında kayıt dışı, esnek çalışma, evde parça başı üretimle maliyeti düşük, kar oranı daha yüksek ekonomik üretim biçimleri devreye girdi. Kent içindeki fabrikalar kapatıldı, ranta ve yapılaşmaya açıldı. Kamu İktisadi Teşebbüsleri özelleştirildi sonrasında tasfiye edildi. Tarımsal alanda insani çalışma ve yaşama koşullarından yoksun, yerleşim ve çalışma alanlarından uzakta kurulan mevsimlik işçi çadırları, pazarları kuruldu. Kürt sorununun çözümünde “güvenlikçi” politikalar güçlendirildi, 90’lı yıllarla birlikte bölgede binlerce köy boşaltıldı, yakıldı, çatışma koşullarında başta metropollere olmak üzere iç göç hızlandı. Yaşam ve üretim alanlarını terk etmek zorunda kalan Kürtler potansiyel suç odakları olarak görüldü, öyle muamele edilmeye başlandı. Güvenlikçi, asimilasyoncu politikalara ayrımcı, ötekileştirici politikalar eşlik etti, toplumda Kürt karşıtlığı hatta düşmanlığı kışkırtıldı. Kürtçe konuşmak, şarkı, türkü söylemek, hatta yeni doğan çocuklara Kürtçe ad vermek “suç” olarak gösterildi. Kürtlere karşı şiddet, saldırı ve linç girişimleri hızla yaygınlaştı. Medya ve siyaset bu algıyı güçlendirmek üzere kurgulandı, satın alındı ve güçlendirildi. Karadeniz’de, ya Adapazarı’nda, ya Ege’de mevsimlik Kürt işçilere karşı kitlesel linç girişimi veya fiziksel saldırılar gerçekleşti, kışkırtılan milliyetçi, ayrımcı, ırkçı söylemler nedeniyle kardeşçe bir arada yaşamak değil, nefret ve düşmanlık geliştirildi, nefret söylemleri zaman zaman kürt kimliğine sahip çıkanların yaşamını elinden aldı, cinayetler, katliamlar yaşandı. Körfez krizi, Irak savaşı ve sonrasında memleketin ekonomik sorunlarına mülteci akını, mülteci kampları ve bunlara içkin insani sorunlar eklendi.
Suriye savaşı sonrasında yaşanan mülteci, göçmen düşmanlığı ile birlikte ırkçı-şoven dalga daha da artı. Ana akım medya siyasi iktidarın politikalarının gerçekleşmesi yönünde algı operasyonlarıyla yönetildi, hala da yönetilmeye devam ediliyor. Ekonomik sorunların özellikle de işsizliğin, ücretlerin düşürülmesi, kayıt dışı üretimin yaygınlaşması, sendikasızlaştırma nedeninin Kürtler, güncel olarak ta çoğalmaya başlayan diğer mülteciler olduğu algısı yaratılarak nefret ve ayrımcı propagandalar insani değerleri yerle bir ederek, insanı köleleştiren, birbirine düşman eden politikalar emek-sermaye çatışmasının görülmesini engelledi. İç düşmanlar yaratıldı, yaratılmaya devam edilmekte. Siyasi iktidarın bu politikaları, yerel yönetimlerin demokratik ve eşit politikalar geliştirme nitelik ve yeteneğinden yoksunluğu, bağımsız, özgür medya organlarının kapatılarak yazılı ve görsel medyanın siyasi iktidarın elinde toplanmış olması nefret suçlarını, kötülükleri olağanlaştırması, sıradanlaştırılması, önemsizleştirilmesi, halkın iş ve ekmek derdine düşmesi kitlelerin duyarsızlığı ve derin sessizliğiyle sonuçlandı. Yaşam hakkının açık ve pervasız ihlali olan cinayet ve katliamlar ardı ardına geliyor. İzmir’de HDP’ye gündüz gözüyle yapılan saldırı, Deniz Poyraz’ın katli, Konya Meram’da 24 yıldır aynı mahallede yaşayan Dedeoğlu ailesinin yedi üyesinin kurşunlanarak öldürülmesi yani saldırıların yayılması yakın gelecekte de ciddi risklere işaret etmekte. Emekten, özgürlüklerden, ulusal aidiyeti, etnik kimliği, dili, dini, rengi ne olursa olsun göçmen- mülteci ve Kürt karşıtlığı, emeğin güçlerini parçalıyor, sınıf kardeşliğini ve dayanışma kültürünü yok ediyor, bizleri, halk kitlelerini kutuplaştırıyor sadece egemen sınıfların siyasi iktidarın devamını sağlıyor. Bu Türk olmayanı ötekileştirici, ayırıcı, düşman gören-gösteren nefret söylemi ve ırkçı-türk milliyetçisi dil yaşadığımız yoksulluğun, işsizliğin, güvencesizliğin, karanlığa, çaresizliğe mahkum bırakıldığımızı gözlerden saklamaktan başka bir sonuç vermiyor ki bu insanlığın yangına kurban edilmesidir. Bu ırkçı-milliyetçi dil ve politikalar, İzmir, Elazığ, Marmaris, Ferhiye HDP binalarına saldırının, Soma da katledilen 301 maden işçisinin ve diğer kömür ocaklarındaki maden işçilerinin ekonomik, sosyal haklarını yıllardır alamamasının nedenlerini gözlerden gizleyen sosyal ve siyasal zeminini oluşturuyor. İş, emek dünyasındaki tüm adaletsizlikler, kadın ve çocuklara yönelik şiddet, taciz ve tecavüz olaylarında yaşanan cezasızlık, adaletsizlik birbirinden bağımsız, ayrı ve, farklı değil. Bu haksızlıklar, adaletsizlik, katliam, cinayetler çürüyen bu sistemden kaynaklanıyor, besleniyor, o nedenle de devam ediyor. Hangi alanda olursa olsun bu olguları önlemeye yönelik etkin önlem alınmaması, kolluk güçlerinin her defasında geç müdahale etmesi ya da göz yumucu hattı ve yargı süreçlerinin etkin, tarafsız ve hukuka uygun işlememesi, faillerin cezasız bırakılması tesadüf , kader olabilir mi? Adalet, eşitlik , ezilenlerin, emekçilerin kardeşliği ve barış mücadelesinin yönü ayrımcılığa, ırkçılığa, nefret söylemine ve göçmen karşıtlığına karşı mücadele ve ezilenlerin, sermayenin insafsız iktidarına karşı mücadeleden geçmelidir.
Memleket yangın yeri, yüreklerimiz yanıyor, ormanlarımız, dağlarımız yanıyor, bağırları delik deşik oyuluyor, insanlık değerlerimiz yok sayılmak isteniyor, unutturuluyor, insanlığımız yakılmak isteniyor, yeni cinayetlerle, katliamlarla, ekonomik sosyal ve siyasal politikanın her aracıyla..
VE BİR YASA..
En özet haliyle durum buyken 28 Temmuz 2021’de Recep Tayyip Erdoğan’ın imzalamasıyla yeni bir yasa Resmî Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. Kanunun 1’inci maddesi “d” fıkrasına göre, “Kültür ve Turizm Gelişme Bölgeleri dışında kalsa bile” orman arazileri “kamu yararı” kapsamına alınarak turizm yatırımcılarına açılabilecek. “Yeri, mevkii ve sınırları Cumhurbaşkanı kararıyla tespit ve ilan” edilecek bu alanlardaki bütün devlet taşınmazları da turizm kapsamına alınabilecek, yenileri eklenebilecek.
Kanunun 6’ıncı maddesine göre Millî Parklar içinde konaklama tesisi kurma yetkisi de Kültür ve Turizm Bakanlığı’na veriliyor. Ayrıca, tarım ve hayvancılığın içinde bulunduğu sıkıntıya karşı, mera, otlak, yayla gibi alanların da turizm tesisine dönüştürülmesinin yolu yasal olarak açılmış oluyor. Yat limanı, marina gibi tesislerin ruhsatlandırma yetkileri de Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’ndan Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devrediliyor. Yatırımlar için bundan böyle “Çevresel Etki Değerlendirmesi” aranmayacak. “Kararı verilen yatırımlar hakkında, yatırımın gerçekleşmesi için alınması gereken tüm izin, onay ve ruhsatlar, ilgili kurumlarca başkaca hiçbir işleme gerek kalmaksızın on beş gün içinde” verilebilecek. Ruhsatlandırma işlemlerinde “Türkiye Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansı” ve “Akreditasyon Kurumu” söz sahibi olacak.
Yeni yasa ile halka açık alanların yandaş şirketlere, holdinglere verilmesi, yasanın hukukun üzerine çıkılarak halkın çıkarlarına karşı “kar” amaçlı kullanılması, ormanlık alanların ranta açılması, “tesis”lerle betonlaştırılması; doğal dengenin betonlaşmayla iyice bozulması yaygınlaştırılacak. Yaşam alanlarının kullanımında yöre halkının söz hakkının, bilim insanlarının, meslek kurumlarının çevre etki değerlendirmesinin, halkın söz hakkının yok edilmesi yağma ve talanın sınır tanımaması demek olacaktır. Orman yangınları kontrol altına alınamaz ve yayılırken, kıyıların ve ormanlık alanların ciğerleri boğulurken sessiz sedasız çıkarılan bu yasa, bir yandan yerel yönetimlerin son seçimlerden sonra zaten kısıtlanmış olan yetkilerini daha da tırpanlayarak bakanlıklara devrederken, girdi maliyetlerinin yükselmesi sonucu iyice gerilemekte olan hayvancılığa, tarımsal üretime de ayrı bir darbe de vurulmuş olacak.
Yaşam alanlarının korunarak geleceğe devredilebilirliği bu yasa ile yok edilmiştir. Yaşam savunucuları, muhalif partiler, çevreci topluluklar mücadeleyi yükseltip, güç birliği yaparak talepleri seslendirmez ise kıyılar, ormanlık alanlar, meralar, yaylalar ve hatta yat limanları, marinalar belli şirketlerin elinde toplanacak halkın kullanımı olanaksız hale gelecektir.
02 Ağustos 2021
