“……………
Adımız halk olduğu günden beri
Bir direnç olmuştur bizde sevinçler
Şimdi acının her kuraklığında
Onlar
Yüreğimizin ovalarına çiselenirler
Boşuna değil bu ölürcesine sevmek
Ve ölürken bile yürümek
Boşuna değil !…..”
Adana’nın sarı sıcaklarının sönümlenmeye başladığı günlerden bir gün, 26 Eylül 2021 günü öğleden sonra Adana Akkapı Mezarlığı’nda yüreklerde sevgi, saygıyla harmanlanmış öfkeyle kundaklanmış yürekleriyle bir grup, devrimci komünist işçi Cafer Dağdoğan’ın başında toplandı.
Katledilişinden kırkbir yıl sonra, ailesiyle iletişim kurularak, doğrudan öz geçmişi üzerine bilgi toplanarak, dava dosyaları incelenerek yapılan çalışma Cafer Dağdoğan’la buluşma noktasına ulaşmıştı.
Grup adına Günseli Kaya söz alarak PAKTAŞ’ta işçi olarak çalışırken işçi sınıfının gerçek sendikalarını oluşturmak için mücadele eden, işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesini siyasal mücadeleyle birleştirmek üzere sabırla, kararlılıkla çalışan Cafer Dağdoğan’ın kimliğinde devrim ve sosyalizm mücadelesinde yaşamını yitiren tüm devrimciler adına, anmaya katılanları saygı duruşuna davet etti. Cafer Dağdoğan’ın işçi sınıfı içinden çıkan, sınıfıyla bütünleşen ve sınıfların, eşitsizliğin, adaletsizliğin olmadığı özgür bir ülke, kardeşçe yaşanacak bir dünya adına yaşamını feda eden Cafer Dağdoğan’ın özetlenen öz yaşam öyküsünü aktardı.
” CAFER DAĞDOĞAN
SER VERİP SIR VERMEYEN İŞÇİ SINIFI DEVRİMCİSİ (1955-12.12.1980)
Cafer Dağdoğan dokuz çocuklu ailenin sağ olarak dünyaya gözlerini açan üçüncü çocuğudur. İlk çocuğun okul çağına gelmesiyle; nüfus müdürlüğüne başvuran baba Hasan, hazır gelmişken an itibariyle yaşayan 3 çocuğun da nüfus kayıtlarını yaptırdığından doğum gününün ayı, yılı tahmini olarak yazılmıştır. Nüfus memurunun yol göstericiliğinde, yasalara uygun bir sıralama yapılmıştır. Kayıtlarda 1955 olarak görülüyor.
Babası Hasan 1914-1915 yıllarında Muş Varto ilçesi Civarik (eski ismi) köyünde doğar Babasının ailesi, hem o yıllarda yaşanan kıtlık hem de Abdülhamit dönemi Hamidiye alayları ve aynı tarihsel dönemin baskıları nedeniyle göç etmek zorunda kalan bir ailedir. Babası Hasan 10 yaşlarındayken, annesi, babası ve kız kardeşiyle birlikte aile göç etmek zorunda kalır. Ayrıca Cafer’in abisi Mehmet’in, geriye dönük yaptığı araştırmalarla, babası Hasan’ın dayısının da Abdülhamit in baskısına isyan ederek “eşkiyalık” yaptığı biliniyor. O dönemin eşkiyalarının yiğitlikleri, mertlikleriyle tanındığı, halk tarafından sahiplenildiği bugün de bilinir, anlatılır, roman ve öykülere konu olur.
Babaları Hasan on yaşlarındayken, annesi ve üvey kız kardeşiyle Adana’da son bulacak göç yoluna düşmüşlerdir. Yayan çıktıkları o zorlu göç yollarında Hasan’ın kız kardeşi ve babasının nasıl ve ne şekilde yaşamlarını yitirdikleri bilinmiyorsa da, ailenin göç travması yaşadığı, çocukların da nenelerinin, annelerinin anlatımlarıyla devletin gadrine uğradıklarını anladıkları; göç etme zorunluluğu, kıtlık ve yaşam zorluklarının, kişilik çizgilerinin belirlenmesinde etkili bir rol oynadığı anlaşılıyor. Belki de otoriteye karşı çıkmak, yoksulluğun “kader” olmadığını anlamak; adalet, eşitlik, hakkaniyet istemek, önce ailenin geçmişinde yaşanan haksızlıklara doğal bir tepki olarak ortaya çıkıyor ve sonrasında sosyo-politik çevreyle ilişkilendikçe, toplumsal üretim içinde alınan konuma uygun olarak politikleşiyor ve belirgin bir karakter kazanıyor.
Annesi Gule (Güllü) Elazığ’lı varsıl bir ailenin kızıyken, 19 yaşında kendinden en az 15 yaş büyük bir erkekle evlendirilmiştir ve bu evlilikten doğmuş bir çocuktur Cafer Dağdoğan. İlkokula Adana’da başlar ve başladığı okulda tamamlar. Eğitime başlamasıyla birlikte abisi ve diğer kardeşi Selim gibi Cafer de ailenin yaşamını sürdürebilmesi için ailenin bütçesine katkı sunmak üzere mevsimine göre simit, eskimo, çakmaklara taş- benzin, ayna, tarak, jilet gibi işporta türü ürün satışlarına başlar, böylece yaşamın zorluklarıyla daha küçük yaşta karşı karşıya kalır.
Ailenin düzenli bir geliri yoktur, yoksulluk olağandır, yaşam biçimidir. Oturdukları evde elektrik yok, soba yok. Aydınlanmak için gaz lambası; ısınmak için de gaz tenekesi veya dönemin yemeklik yağlarından (bizim kuşağın iyi bildiği) Vita adı verilen margarinin tenekesinden yapılan mangal kullanılırdı.. (Anne Gule’nin “imal” ettiği mangal, Vita tenekesinin içinin çamur ile sıvanmasıyla oluşur. Atık tren kömürü, toprak ile karıştırılıp harç edilir ve çember kalıplara dökülür; bu harç kuruduktan sonra küçük parçalar halinde dışarıda teneke mangalda yakılır ve dumanı geçtikten sonra ev içine alınarak ısınma sağlanırdı.)
Yoksulluk başa beladır; bu çok çocuklu ailenin hemen her gün yediği, bulgur pilavı ya da mercimek çorbasıdır. Anne güllü kendi sütünün bol olması, çocuğun aç kalıp ağlamaması için şekerli su içiyor. Annesi sağlıklı beslenemediğinden sütü fazla olmuyor. Şekerli su içerek, çocuğunu beslemeye çalışıyor. Büyümekte olanlar bunu görür ve anlarlar. Böylesi bir ortamda çocukların okul kitapları ve kimi zaman alınabilen okul dergileri dışında farklı kitap okuyabilme olanakları yoktur
Babası, Cafer ilkokulu bitirdikten sonra bir zenaat sahibi olsun diye önce döküm, sonra torna-tesfiye atölyesine çırak olarak gönderir. Aynı düşünce ile abisini de okulu bitirdikten sonra bir “altın bilezik sahibi olsun diye beş yıllık Erkek Sanat Enstitüsü’ne yollar. Sonraki yıllarda Cafer hem çalışır, hem ortaokulu dışarıdan bitirir, hem de Akşam Ticaret Lisesi’ne devam eder ve mezun olur. Cafer küçük yaşta çıraklıkla başladığı meslek yaşamına askere gidinceye kadar iyi bir torna-tesfiye ustası olarak devam eder.
Askere gider (o dönem 20 aydır). 1978 Temmuz ayı sonunda terhis olur. Adana’nın Ağustos sıcaklarında hemen iş aramaya başlar ve bir ay içinde Adana-Paktaş Fabrikası’nda çalışmaya başlar. Makinelerin tamir ve bakımını yapmaktadır. 1980’in ilk ayları, işçi sınıfının grev ve direnişlerinin yükseldiği; İzmir’de Tariş işçilerinin direnişinin ülke genelinde emekçilerin desteğini aldığı ve dayanışma eylemlerinin yapıldığı aylardır. Paktaş Fabrikası’nda da işçiler Tariş işçileriyle dayanışma eylemleri yaparlar. Cafer dayanışma eyleminin örgütleyicilerinden ve önderlerindendir. Gözaltına alındığında da Paktaş’da işçi olarak çalışmaktadır.
1975 yılı başında abisi askerden döner ve Ticaret Lisesi mezunu olduğu için, okuldan dönem arkadaşının aracılığıyla kısa sürede iş bulur, Sabancı Holdingin bir kuruluşu olan Sun’i ve Sentetik Elyaf Sanayii A.Ş ( SaSa) da muhasebe elemanı olarak işe başlar. Evdekiler çok mutludur, hele de anneleri! Oğullarını “everme” zamanıdır ona göre; önce ilk oğlan, sonra Cafer ve Selim.
Ancak olaylar bir annenin yüreğinden geçenler gibi seyretmez; 1978 Yılı 19-26 Aralık tarihleri arasında gerçekleşen Maraş Katliamı nedeniyle faşist saldırılar siyasi cinayetlerden katliam boyutuna sıçramış, on dokuz ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir ve Adana da bu illerin arasındadır. Bu süreçte haftalık olarak basılan ve yerellere dağıtımı yapılan Halkın Kurtuluşu gazetesi diğer devrimci, sosyalist dergiler, gazeteler gibi siyasi iktidarın hedefindedir çünkü günlük politikanın taşıyıcısı olarak gazete, girdiği tüm çevrelerde örgütleyici işlev görmekte, dönemin politik hattını, eylem çizgisini taşımaktadır. Halkın Kurtuluşu gazetesinin ya da teorik aylık dergi Parti Bayrağı’nın basım yeri, imtiyaz sahibi bellidir, her ikisi de bu anlamda yasaldır ama “devletin bekası” her şeyden önemlidir. Bu koşullarda, devlet açısından gazetenin bölgelere nereden, kentlere ulaştıktan sonra da hangi birimlere kimler tarafından dağıtımının yapıldığını bilmek, engellenebilmesi açısından önemlidir. Polis bu yayın organının Adana ve çevre illere sokulmaması için seferber olmuş ama bir türlü ilk eli bulamamaktadır. Halbuki dağıtımda gizli bir iş yapılmamakta ancak hızlı ve dikkatli çalışılmaktadır. Uçak ile gelen kargo teslim alınıyor, zaman geçirilmeden gönderilecek il ya da ilçenin, saatte bir kalkan otobüs veya minibüsüne yüklenerek ilgili yere gönderilmektedir. Hepsi budur! Cafer’in birçok kez göz altına alınma nedeni Halkın Kurtuluşu adlı bu yayın organını satmak ve dağıtmaktır; bu arada göz altına alınan sadece Cafer değildir tabii. Diğer gençler de göz altına alınmakta, kaba dayak, göz dağı, tehdit, şantajla karşılaşmakta ama sonrasında çoğunlukla serbest bırakılmaktadır. Gözaltına alınmalar sıklaşınca anne bir gün, bir gözaltı sonrasında, büyük oğlu Mehmet’e çok kaygılı olduğunu, Cafer’in başına kötü şeyler gelmesinden korktuğunu söyleyerek kardeşiyle görüşmesini ister. Kendisi de Cafer le konuşmuş, bu işlerden vaz geçmesini istemiş ama sözünü dinletememiştir. Abisi ve Cafer aynı çatı altında, aynı anne ve babanın çocuklarıdırlar ama o kez ilk defa bir araya gelip karşılıklı zıt iki düşünceye sahip bireyler olarak konuşacaklardır.
Ailenin en büyük çocuğu olarak Mehmet, kardeşine, gözaltına alınmasından dolayı annesinin yaşadığı korku ve kaygıyı, serbest bırakılıncaya çektiği ızdırabı; onları büyütmek için yaşadığı zorlukları anlatmaya çalışır. Annesine bunca zorlu bir yaşamın ardından bu ve benzeri kaygıları yaşatmaya hakkı olmadığını söyler. Cafer dikkatle abisini dinler, her zaman olduğu gibi.. O güne kadar abisine karşı hiç bir saygısızlıkta da bulunmamıştır “Bitti mi abi, biraz da beni dinler misin?.. der. Annemin de, babamın da benim için duydukları kaygıları anlıyorum. Ama sizin de şunu anlamanız gerekir. Bunlara neden olan ben değilim. Bu konuda sizlerle farklı düşünceye sahibim. Ne yazık ki sizleri kısa zaman içinde ikna etmekte başarılı olamayacağımı da biliyorum. Ne olur abi bu konuda üzerime gelmeyin,” der sonunda. Ağabeyi Mehmet, “Cafer’in itiraz ettiği karşı çıktığı kapitalist düzenin sahibi ya da koruyucusu sanki benmişim, üstelik ‘bu konuda üzerime gelmeyin, ne olur’ demesini de bir meydan okuma gibi algıladım, öfkelendim, bağırıp Cafer’e şiddet uygulamaya başladım.” Her hatırladığında hicap duyduğu, bir olaydır bu. Bilinsin, hala siyasal düşünce inancını engellemek için yakınına baskı, şiddet uygulayan varsa ibret olsun diye aktarılsın istedi ağabeyi Mehmet. Birkaç gün sonra, Cafer her zamanki saygı ve sevgi ifadesiyle abisiyle konuşmak ister, abi kendi deyişiyle kendisiyle büyük bir “kavganın” içinde, darmadağın olmuş halde.. Cafer sakin, kendine güvenli, “bir demir ustası gibi, şekil vereceği demiri tam tavına getirdikten sonra işlemeye başlayan bir “usta” gibi söze başlar. Abisine önceki güne dair hiçbir öfke, kırgınlık-kızgınlık duymadığını, sevgisinden emin olduğunu söyler… Bu konuşma sırasında anne, iki kardeşin birbirleriyle gerilmesi endişesi taşımakta; çay, ayran gibi içecek getirerek durumu kontrol etmek çabasındadır. Konuşma uzayınca da çareyi çocuklarını yemeğe, sofraya çağırmakta bulur. Bunun üzerine Cafer konuşmayı şu sözlerle bağlar: “Toplumsal varlıklarımızı belirleyen düşüncelerimiz değil; düşüncelerimizi belirleyen toplumsal varlıklarımızdır Abi.” Bu anlatım yaşam boyunca abisinin aklında olacaktır; düşüncemize uygun mu yaşıyoruz yoksa yaşadıklarımıza uygun mu düşünüyoruz; olguları diyalektik olarak irdeleyip anlayıp yorumlamadan yaşadıklarımızı teorileştirip rasyonalize edip kendimizi aklamaya mı çalışıyoruz? Bu soru hepimizedir aslında. O zamandan bu yana abi anlar ki, bu genç işçi, kardeşi, kavgada ustalaşmış ve yalnız üretimdeki çevresine değil sosyal çevresindeki, ailesindeki her kişiye de bu bilinci taşımaktadır. İşçi sınıfının ideolojisi Marksizm-Leninizmi öğrenmek için gerekli kaynak ihtiyacını, o zamandan sonra Cafer den istemeye başlar. Devlet nedir-Ne değildir? Kapitalizm-Emperyalizm, Toplumsal Mücadeleler Tarihi ve bu mücadeleler sonucu elde edilen kazanımlar, yenilgiler, nedenleri üzerine kitaplar.. Emek ve emeğin sömürülmesi, işçilerin ve emekçilerin ürettiği artı değer ve üretilen artı değere işverenlerce nasıl el konulduğu… Ağabey anlamıştır ki, mücadelenin yolunu gösteren bu bilgiler yaşadığımız toplum düzeni içinde, egemenler tarafından, işçi ve emekçilere verilmesi bir yana zaman zaman yasaklanır, algı yanılsaması oluşturularak işçilere uzak durmaları salık verilir, edinenler cezalandırılır; bu bilgiler okuyarak, tartışarak örgütlenerek edinilebilir ancak.
Cafer’i anlamak, Caferler’i anlatmak sadece övgüler içeren hamaset dolu önermeleri art arda dizmek, bir kahraman yaratmak, efsaneleştirmek olmasa gerektir. Cafer’in kısacık ömründe nasıl bir yaşam tercihini seçtiğini; savunduğu devrimci düşünce’yi nasıl özümsediğini, içselleştirdiğini, bu düşüncelerini bire-bir ilişkiye geçtiği insanlarla nasıl paylaştığını; paylaştığı insanları nasıl etkilediğini anlamak, anlatabilmek için kendi yaşamınızın bir döneminde olsun onun gibi yaşamak, hissetmek gerekir. O her yanıyla bir insandır; bir evlat, bir kardeş, ağabey, dost, arkadaş, yoldaş.. Askerden dönüşünün hemen sonrasında kız kardeşi nişanlanır. Cafer arkadaş çevresinden olsa gerek nişanlısının faşist bir çevresinin olabileceğini duyunca abisiyle konuşur. “Enişte” adayının yapısını çözmeye çalışır, onunla açıkça konuşur; suya sabuna karışmayan, “aile kurma” derdinde olan, kendi halinde, dürüst bir kişi olduğunu anlar; işçi-emekçi olarak devrimci mücadeleye saygı ve duyarlılık göstermesini ister ve öyle de olur. Kız kardeşinin eşi yaşamının sonuna dek aileye de devrimcilere de saygıda kusur etmez, kız kardeşini de üzmez.
Cafer askerlikten sonra kısa sürede Adana Karşıyaka’da Paksoy Dokuma Fabrikasında tornacı ustası olarak işe başlar; abisi de SASA’da muhasebe “memuru” olarak çalışmaktadır; artık yoldaş olmuşlardır. İşçi sınıfının ekonomik ve sendikal örgütlü mücadelesinin içinde yer alırlar.
Çalıştıkları fabrikada işçiler DİSK’te örgütlenme çabası içindedir. Dönem işçiler arasında “sınıf sendikacılığı” söyleminin yüksek sesle dillendirildiği, devrimci hareketin partileşme sürecinin başladığı yıllar. İş yerinde abi-kardeş ayrı fabrikalarda ama ikisi de Devrimci Sendikal Muhalefet (DSM) faaliyeti yürütmektedirler. Bu faaliyetler sürerken burjuvazi de boş durmaz; sınıf sendikacılığına karşı her türlü baskı ve algı yanılgısı yaratmaya çalışmaktadır. Sınıf sendikacılığı karşısında bir yandan “sarı sendikacılığı” teşvik ederken öte yandan, “çalışma barışı” adı altında işçi ve işverenin kardeşliği propagandası yapmaktadır. İşçilerle devrimcilerin buluşmasını engellemeye, bağları olanlarda güvensizlik oluşturmaya çalışmaktadır. 1977 Yılı 1 Mayıs kutlamalarında yaşanan katliamın henüz üzerinden 1 yıl geçmiştir. Ülke genelinde işçi sınıfının ve devrimci gençlik önderlerine yönelik saldırıların arttığı, sınıf hareketinin, emeğin örgütlenmesi ve kurtuluşunu savunan devrimci gençlerin, sınıf bilinçli işçilerin, gazetecilerin, öğretim üyelerinin, aydınların katledildiği bir dönem yaşanmaktadır.
1979 Yılı sonlarında abisi baba evinden ayrılıp kiraya çıkar. Ev boşalmış, Cafer Paktaş’ta çalışmaya, anne de Cafer’e “kız aramaya” devam etmektedir. Nihayet Cafer için uygun bir eş adayı bulmuştur anne ama Cafer “gönül işlerine” biraz yabancı gibidir, üstelik buna zaman da ayıramamaktadır.
Kenan Evren’in başını çektiği 12 Eylül 1980 Darbesi’nin kuvvet komutanlarından oluşan Askeri Faşist Cunta iş başındadır. Cafer’in abisi Mehmet’in anlatımıyla “4 Aralık 1980 halen SASA’da çalışmaktayım. 12 Eylül 1980 günü gece yarısı Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren ve Kuvvet komutanlarından oluşan Askeri Cunta “düdük çalarak “Rayından çıkmış olan demokrasimizi” tekrar tayına oturtmak için yönetime el koyduklarını ilan etmesinin üzerinden 82 gün geçmiş. Sabah işe gidiyorum; servisten iner inmez iki güvenlik görevlisi yanıma yaklaştı: Mehmet Bey bu gün itibari ile işinize son verilmiş, fabrika ile olan ilişiğiniz kesilmiştir. Aldığımız talimat gereği sizi fabrika içine sokamayacağız bilginiz olsun” dediler.
“Aslında benim ikinci işten çıkarılmam idi. 12 Eylülden üç gün önce işverence işten çıkarılan 6 işçi arkadaşın tekrar işe alınması konusunda sendikanın da devreye girmesine rağmen olumlu bir dönüş olmaması üzerine; sendikanın dahli dışında, işçi arkadaşların ortak kararı ile, işten çıkartılan işçiler tekrar işe başlayana kadar iş yerinde direniş başlatılacak iş durdurulacaktır. Gündüz tam gün çalışan işçiler işbaşı yapmayacak, sabah vardiyası işe başlayanlar işi durduracak ve fabrika girişindeki geniş alanda toplanılarak, işlerine son verilen arkadaşlar tekrar işe alınıncaya kadar sloganlar eşliğinde haklı direnişimizi ilan edecektik. Öyle de oldu.
“Aşağıdan direnişçilerin sloganları duyuluyor. Ben muhasebe servisinde çalışıyorum/çalışmıyorum. İşçi arkadaşlar beni çağırıyorlarcasına seslerini daha da gürleştiriyorlar. Serviste çalışanların çoğunun durumdan haberleri yok ve ne olduğunu anlamaya çalışıyor, bir tür panik havası içindeler. Kalemi defteri bıraktım. Serviste çalışan arkadaşlara durumu açıklayan bir konuşma yaptım ve bu haklı direnişi desteklemek için işçi arkadaşlarla buluşmaya gidiyorum dedim. Servisten ayrılarak işçi arkadaşlarla buluştum.
“Direnişimiz coşku ile sürüyor. Öğleden sonra saat 15.00’da işbaşı yapan vardiya işçileri fabrikaya giriş yaptı ancak onlarda işbaşı yapmayarak direnişe katıldılar. İşveren temsilcileri ve bölüm amirleri panik içindeler işçiler arasında dolaşarak buna bir son vermeleri gerektiğini telkin etmeye diğer taraftan da direnişe önderlik eden devrimci işçi arkadaşları tespit ederek işverene raporlar iletiyorlardı. Ama ne fayda! Direniş devam ediyor. SASA kurulduğundan bu güne böyle bir işçi direnişi ile ilk defa karşılaşıyordu.
“Akşama doğru fabrika önüne birkaç askeri cemse geldi. Direnişçi işçiler fabrika girişine “etten barikat kurarak” kenetlendik. Askerler öndeki direnişçileri teker teker sürükleyerek askeri araçlara bindirip polis kolejinde toplu gözaltına almaya başladılar. Bu gözaltılar da fayda etmedi kapı önündeki barikatı sökmeye çalışırken arkadan gelenler barikatı tahkim ediyorlardı. Binlerce işçiyi nereye kapatacaklardı. Akşama kadar 100-150’ye yakın direnişçi arkadaşla gözaltındayız. Ertesi sabah gözaltında bulanan tüm arkadaşların tek bir ifade vermeleri konusunda ortak karar aldık. İfademiz şöyle olacaktı: ‘Haksız bir şekilde işten çıkartılan arkadaşlarımızın işe geri alınması için haklı bir direniş başlattık ve bu direnişi arkadaşlarımız geri alınıncaya kadar sürdüreceğiz’ olacaktı. Öyle de oldu. Ertesi gün tüm ifadeler alındıktan sonra serbest bırakıldık ve tekrar direnişimizin başına döndük.” Direnişimiz her geçen gün daha da güçleniyor. İşveren tespit ettikleri direnişe öncülük eden devrimci işçileri işten çıkardığını ve bu kişilerin fotoğrafları ile işçiler arasında gezen polisler tarafından işçilerin arasından ayırmak için yeni bir hamleye girişti. Bu da fayda etmedi. işçi arkadaşlar guruplar halinde toplanarak biz devrimcileri saklamaya çalıştılar. İşverenin bu hamlesi de bir işe yaramadı. Artık direnişe önderlik eden arkadaşlar hiçbirimiz hiçbir şekilde işyerini terk etmeyeceğiz kararı aldık gece-gündüz birkaç saatlik uyku ile ‘işçilerin korumasında’ direnişin başında idik”
Türkiye genelinde büyük bir sessizlik vardır ama bu, fabrikadaki direniş için geçerli değildir. Hatırlayalım, darbe sonrası üretimin devamı gerekiyordu; 24 Ocak kararları olarak bilinen, işçilerin kazanılmış hem ekonomik hem sendikal hem sosyal haklarının geri alınması, sermayenin kâr oranlarının büyütülmesi gerekiyordu. Bir kararname ile işten çıkarılan tüm işçiler geri çağırılır. Dolayısıyla direnişin esas gerekçesi de ortadan kalkmış olur. İşveren durumu fırsata çevirerek tazminatı almak isteyen işçilere ayrılma telkininde bulunur; direnişçi işçilerin büyük çoğunluğu, tüm hakların askıya alındığı koşullarda başlarına gelecekleri yani tazminatsız olarak işten çıkarılma ihtimalinin yüksekliğini görüp tazminatlarını alıp ayrılırlar. Cafer’in abisi işten ayrılmaz ancak kısa bir süre sonra tazminatsız işine son verilir.
Askeri faşist cunta “Rayından çıkmış olan demokrasimizi yeniden rayına oturtturmak” için “canhıraş” bir şekilde çalışıyordu. Binlerce işçi ve emekçi, devrimci gençlik önderleri, aydınlar ve akademisyenler, “sivil siyasetçiler” gözaltına alınmış, işkenceye ve onur kırıcı muameleye tabi tutularak askeri mahkemelerde yargılanıp cezaevlerine kapatılmaya başlanmıştı. Tüm işçi sendikaları ve mesleki örgütlerin kapısına “kilit” vurulmuştu. Aranan kişilerin resimleri afiş gibi asılarak ilan ediliyor, kurdukları kontrol noktalarında polis ve askerler ellerindeki listelerde adı geçen ve benzer isimlerdeki kişileri yakalamak için “insan avına” çıkmışlardı.
5 Aralık 1980 günü sabaha karşı Hacı Bayram Karakolu’ndan gelerek eve baskın yapan polisler Cafer’i ifade vermesi için emniyete götürürler. Gün ışıyınca baba Cafer için iç çamaşırı, giysi ve battaniye götürür. Anne kesin bir şeyler biliyormuşçasına “Cafer’imi bu defa bu zalimler mutlaka öldürürler” demekte, durmaksızın ağlamaktadır. Öğle saatlerinde baba eve gelir. Cafer’in Hacı Bayram Karakolu’nda olmadığını, kendisini Polis Koleji’ne yönlendirdiklerini, götürdüğü eşyaları teslim ettiğini ancak Cafer’i göremeden geri döndüğünü söyler. Anne feryadı basarak; “Nasıl görmeden gelirsin?!” diye öfkelenir. Baba “Sakin ol, öğleden sonra tekrar giderim,” der ve tekrar gider. Eve geri döndüğünde, çok ısrar etmesine rağmen görüşme imkanı verilmediğini, bekleyip, bekleyip nasıl bir fırsat yakalamış ise gözaltına alınanların tutulduğu binanın üst katına çıkmayı başardığını, polisler fark edince de yaka-paça dışarı çıkarıldığını, Cafer’i görmek için ne yaptıysa da sonuç alamadığını anlatır. Üç gün boyunca Polis Koleji’ne gider gelir baba. Gözaltında alınanların aileleri her gün birbirlerini gördüğünden artık akraba gibidirler; kaygılarını, acılarını paylaşırlar. O gün diğer ailelerden biri Cafer’in ağır işkence sonucu apar topar Polis Koleji’nden götürüldüğünü öğrenir ve babaya söyler. Baba eve döner ve durumu aktarır. Ertesi gün Adana’da bulunan hastanelerin hasta kabul ve morg kayıtlarından Cafer’i aramaya başlarlar ancak izine, kaydına rastlayamazlar. Kaygıları ciddi boyuttadır ve ertesi günü mezarlık kayıtlarını araştırmaya koyulurlar. Sonunda Adana Akkapı Mezarlığı’nın kimsesizler kısmında Cafer’in defin kaydına rastlarlar. Cafer gözaltına alındığı günün akşamı, işkenceci polisler tarafından, askeri güç takviyesi ile birlikte alelacele KİMSESİZLER mezarlığına gömülmüştür, her gün kendisini arayan soran ailesine haber verilmeden, işlenen insanlık suçunun ağırlığı, faşist cuntanın kendilerine verdiği teminat ve güvenin rahatlığıyla..
Devrimcilerin kimsesiz olmadığını; ailelerinin, sevenlerinin onların arkasında olduğunu bilirler bilmesine de cinayeti, işkenceyi açıktan savunan/savunabilen var mıdır ki!.. Ancak gizlemeye çalışırlar, failleri cezasız kalabilsin diye; zaman aşımı olmayan bu insanlık suçunun, işkencenin herkese gözdağı olması için… Yanılırlar, hem de çok… Daha o günden Cafer’in ailesi ve onbeş yıl sonra Cumartesi Anneleri… Bıkmadan usanmadan, baskılardan yılmadan, ısrarla, kararlılıkla çocuklarına ölüsüne de dirisine de sahip çıkmaya devam ederler. İşkencede, yargılı-yargısız infazlarda, yeni cinayetleri durdurabilmek adına, insanlık onurunu korumak adına, karanlığı yırtmak için..
Cafer, ailesinin hukuksal girişimleriyle kimsesizler mezarlığından çıkartılır, bugün başında toplandığımız mekana getirilir. Çıkarıldığında işkence izleri açık seçik görülmektedir. Ayakları falakadan şişmiş, morarmış, bedeni sigara yanıklarıyla oyulmuş, belden aşağısı elektrik pikürleriyle kararmış, bıyıkları ve yüzünün tüylü-kıllı kısımlarında kıllar yolunmuş, derisi kabarmış ve kanlanmış, kafatası telsiz darbeleriyle künt travmayla yaralanmış kanamıştı; ayan beyan görünmektedir işkence izleri, insanlık dışı, dehşet verici, zalimcedir.
Bugün bizler, burada temsilen bulunanlar, bir kuşağın insanları; devrimcilerin unutulmadığını, unutulamayacağını, kimsesiz olmadığını bir kez daha göstermek, duyurmak, anlatmak için aradan geçen 41 yıla karşın bir araya geldik. Oysa işkenceciler, katiller, tarih boyunca insanlık suçu işlediği için lanetle anılanlar! Sizlerin mezarlarına kimler gelecek; sizleri kimler, nasıl anacaklar?
Adıyla sanıyla, onuruyla toprağa verilmesinden sonra yaşananları da özetlemekte, bilmekte yarar var. Baba, oğlunun işkenceyle öldürülmesi nedeniyle avukat tutar, suç duyurusunda bulunur. Beş ay sonra Cafer’i işkence sonucu katletmekten polisler mahkemeye çıkarılırlar. ilk duruşmanın sonunda mahkeme çıkışı abisini de darp ederek gözaltına alırlar. İlk andan itibaren suçlarının ağırlığıyla aslında bir ihtimal gerçekten yargılanmanın korkusuyla, öfkenden kudururcasına saldırılar, tehditlere başlarlar. Abisini yasa dışı örgüt üyesi olmaktan içeri tıkacaklarını söylerler. Babasını da gözaltına almışlardır; baba 15gün, abisi 56 gün göz altında kalır ancak davalarından vazgeçmezler.
Cafer’in yeni mezarına defin işlemi yapılırken mezarlığı çevreleyen duvarların etrafı birkaç cemse dolusu asker ile sarılıdır. Mezarlığa gelmek üzere erken saatlerde yola çıkan aile bireyleri, komşulardan birkaçı ve Cafer’in arkadaşları güzergah üzerindeki Hacı Bayram Karakolu önünden geçerken annenin acıyla, öfkeyle yerden aldığı birkaç taşı karakolun kapı ve pencere camlarına atarak bir camı kırdığını anlatırlar. Bunun üzerine askeri cuntanın emir erlerinin silahları tehdit ve gözdağı vermek üzere onlara çevirdiklerini… Ancak bir ananın, babanın evladını işkence sonucu kaybetmesi canını kaybetmesinden daha acıdır; anne-babanın gözünde, üzerine gelebilecek kurşunlar hiçtir!
Babanın en azından yaşarken görürüm umuduyla Cafer’i katledenler hakkında yaptığı başvuru davaya dönüşür dönüşmesine de yedi yıla yakın sürer; yargı, faşist cuntanın ve cuntacı mekanizmaların vesayeti altındadır; yargılamalar göstermeliktir, failler korunmaktadır. İşkenceciler mahkeme ifadelerinde, Cafer’in kendini merdivenden aşağı atarak, yuvarlanma sonucu kafasını çarpması üzerine öldüğü mealinde ifade verirler, Adli Tıp Kurumu da gerçek bir rapor düzenlemez. İşkence davası polislerin beraatiyle sonuçlanır. Cafer gözaltına alındığında hiç kimsenin adını vermez. Farklı bir soruşturma nedeniyle aynı dönemde göz altında olan bir kişinin anlatımından öğrenilen, sorgu sırasında ve sonrasında işkenceden et yığını bir külçe gibi koridorda bekletilen Cafer’in ağzından inilti biçiminde zar zor duyulan “bilmiyorum, bilmiyorum” sayıklamasıdır, buradan da devrimci faaliyetleri hakkında hiçbir bilgi vermediğini anlıyoruz. Cafer Dağdoğan’ın işkencede katledildiğine ilişkin işkence davası dosyasında sekiz polis yargılanmıştır aynı dosyada o dönemde gözaltında bulunan kişilerin, Cafer in işkence gördüğüne tanıklıkları da vardır.
Toplumların tarihi gösteriyor ki olgular, olaylar ne yazık ki yaşanılan dönemde açığa çıkarılmıyor, tarih hemen yazılmıyor. Ancak hepimiz biliyoruz ki tarihte, hangi devlette, hangi ulusta, hangi coğrafyada olursa olsun, haksızlıklar, sömürü, baskı, işkencenin her türü, ırkçılık, şovenizm, işgal, farklı olanı inkar ve imha hiçbir erk, tarafından savunulamıyor. Eşitlik, adalet, emeğin ve halkın özgürlüğü, ülkenin tam bağımsızlığı için verilen savaşlar, yapılan fedakarlıklar ise onurla anılıyor.
Biz de bugün Cafer yoldaşımızı saygıyla, minnetle, sevgi ve özlemle anıyor ve sınıfların olmadığı eşit ve özgür bir dünya sevdamızdan vazgeçmediğimizi bir kez daha söylüyoruz. Sürüyor sürecek bu kavga, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!..”

