Maraş Katliamını unutmadık unutturmayacağız..Katliam İzmir’de lanetlendi..

Maraş katliamının 42.yılında Alevi Bektaşi Federasyonu İzmir Bileşenleri Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde açıklama yaptı. ‘İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri’ de açıklamaya destek verdi.
Açıklamayı Alevi Bektaşi Federasyonu İzmir Bileşenleri adına Mustafa Aslan yaptı

“1978 yılında Kahramanmaraş’ta yaşanan 500’den fazla kişinin hayatını kaybettiği, yüzlerce kişininse yaralandığı Maraş Katliamının üzerinden 42 yıl geçti. Yaşanan bu katliam, basit bir Alevi Sünni düşmanlığı ile açıklanamayacak kadar alçakca yapıldı. Noktasına, virgülüne kadar hesaplanmış, planlı ve örgütlü bir saldırıydı ve 7 gün süren katliama hiçbir müdahalede bulunulmadı.

Peki ne değişti o günden bugüne? Hakkını arayanlara ve adalet isteyenlere yönelik, yok etme ve öldürme arzusunun, insanlık dışı bir hırsla devam ettiği topraklarda yaşıyoruz. Maraş katliamının faillerinin cezalandırılmaması Çorum’a yaşattı. Ardından bu topraklar Sivas’ı Gazi’yi 19 Aralık Hayata Dönüş’ü, Roboski’yi, Geziyi, Surucu, Ankara’yı gördü. Bu saldırılar faili meçhul kaldığı sürece bir yenisi eklenmeye devam edecek. Mafyalar etrafa tehditler savururken, hakkını arayan madenciler yerlerde sürüklendiği sürece bu topraklara adalet gelmeyecek. ”Oruç tutmak, namaz kılmakla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır” diyen Bağlarbaşı Camii imamı Mustafa Yıldız zihniyeti, hala aramızda gezdikçe bu topraklar huzur gelmeyecek. Çocuklara oyuncak götüren gençleri katledenlere ”öfkeli gençler” dendiği sürece bu ülkeye umut gelmeyecek.

Laik demokratik, özgür bir ülkede eşit haklarla, eşit koşullarda, barış içinde, birlikte, bir arada yaşama inadından vazgeçmeyen bizler; demokrasinin, insan haklarının, özgürlüklerin, hukukun üstünlüğünün yeşermesini istediğimiz bu coğrafyada katliamlarla yüzleşmenin şart olduğunu düşünüyoruz,

Bizler Maraş’ta kocasına “ beni sen öldür, onların eline bırakma” diyen Ümmühan Doğan’ı, parçalandıktan sonra kazanı atılıp yakılan 14 yaşındaki Ali Tıraşı, Karnında 8 aylık bebeği ile katledilen Esma Suna’yı, kendi düğün gününde öldürülen Mehmet Ali’yi, Sivas’a türküleri ve semahlarından başka bir şey götürmedikleri halde yakılarak katledilen 33 canımızı, Ankara’da barış istedikleri için katledilen canları da, katledenleri de, bu katliamlara seyirci kalanları da unutmadık.

Akıtılan bunca kanın hesabı sorularına kadar, her alanda var olacağız. Bu ülkedeki farklı inanç ve kültürlere mesafe koymadan, ötekileştirmeden, bu kan gölüne çevrilmiş topraklara barış eşitlik ve adalet gelene kadar mücadelemize devam edeceğiz.

Maraş Katliamını unutmadık, unutturmayacağız!”

KESK İzmir Şubeler Platformu; Halktan-Emekten Yana Mücadelemizi Sürdüreceğiz. İnsanca yaşama Yetecek Ücret ve Güvenceli Çalışma İstiyoruz.

Kesk izmir ŞUbeler platformu sokağa çıktı ve halktan-emekten yana bütçe mücadelelerini sürdüreceklerini açıkladı.
Açıklamayı Kesk dönem sözcüsü Necip Vardal yaptı.
Açıklama şöyle:

“Bu ülkenin alın teri ile geçim mücadelesi veren, hayatı emeği ile var eden tüm emekçi kesimleri, yoksulları olarak çok zor bir süreçten geçiyoruz.

Tüm dünyayı saran pandemi her gün aramızdan yüzlerce can koparıyor. Vaka sayılarına her gün on binlerce vatandaşımız ekleniyor.

Sağlık Bakanlığı’nın Turkaz renkli tablolarına yansımasa da güneş balçıkla sıvanmıyor.

İşçiler, emekçiler, işsizler, emekliler, küçük esnaf kısacası ülkenin tüm  yoksulları pandemi ve pandemi ile gittikçe derinleşen kriz koşullarında hem sağlıklarını hem de  işlerini ve gelirlerini kaybediyor.

Buna rağmen ülkeyi yönetenler pandemi tehdidi karşısında tüm sorumluluğu vatandaşlara yıkmaya devam ediyor.

Bir taraftan “Maske, Mesafe, Hijyen” nakaratları, ’evde kalın’ çağrıları, “evde hayat var” kampanyaları tam gaz sürdürülüyor.

Diğer taraftan binlerce kişinin çalıştığı fabrikalarda, iş yerlerinde ter döken işçilere, emekçilere ‘Siz evde değil, işte kalın. Fiziksel mesafeyi korumanız imkansız da olsa otobüsle, minibüsle, metroyla her koşulda işe gidin. Çalışmasanız size hayat yok’ deniliyor.

Pandemiye ilişkin alınacak önlemlerin açıklanacağı söylenen canlı yayınlar adeta Cumhurbaşkanı’nın seçim mitingi konuşmalarına çevriliyor.

Büyük şirketlerin vergi borçlarını sıfırlayanların açtığı her paketten bizim payımıza sadece borç yükümüzü daha da ağırlaştıracak krediler düşüyor.

İşçilerin, emekçilerin, dar gelirlilerin “salgından veya açlıktan ölme” tercihine mahkum bırakıldığı bu ağır koşullarda 83 milyon olarak hepimizin geleceğini yakından ilgilendiren bütçenin parlamentodaki görüşmeleri devam ediyor.

Hem bütçe yasa tasarısının içeriği hem de şu ana kadar kamuoyuna yansıyan tablo ülkeyi yönetenlerin pandemi koşullarında bile sermayenin çıkarlarını halkın sağlığının, emekçilerin haklarının önüne koyduğunu göstermektedir.

Sadece bütçe görüşmelerinde iktidar kanadından sarf edilen kimi sözler bile tek başına bu durumu ispatlamaya yetmektedir.

Ülkede yoksulluk, işsizlik, çaresizlik hat safhada. Milyonlar işsizlikten, hayat pahalılığından intiharın eşiğine sürükleniyor.

Her altı çalışandan biri asgari ücretin bile altında bir ücrete mahkumken, her iki çalışandan biri asgari ücret ile geçim savaşı veriyor.

Milyonlarca çalışana ‘ücretsiz izin desteği’ adı altında günlük 39 aylık 1.167 TL’nin reva görülüyor. Kişi başına gelir on yıl önceki rakamların altına düşmüş, açlık sınırı 3 bin, yoksulluk sınırı 8 bin TL’ye dayanmış bulunuyor. Halk ekmek kuyrukları her gün biraz daha uzuyor.

Tüm bunlara rağmen bu ülkenin Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Türkiye’de yoksulluğun sorun olmaktan çıktığını söyleyebiliyor. Hızını alamayan bir başka iktidar milletvekili ise “Millet kuru ekmek yiyorsa demek ki aç değil” diyebiliyor.

Aklımızla dalga geçen bu sözler ülkeyi yönetenlerin halkın, emekçilerin sorunlarına ne kadar yabancılaştığını tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır.

Bundan önceki süreçlerde olduğu gibi 2021 bütçe sürecinde de halkın bütçe hakkı yok sayılmaktadır.

Maaşlarımızdan, ücretlerimizden kesilen, attığımız her adımda ödediğimiz vergilerin nereye, kime harcanacağına dair bize hiçbir söz hakkı tanınmamıştır.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da bütçe kamuoyuna ‘eğitime, sağlığa, sosyal yardımlara en çok pay ayrılan bütçe’ olarak sunulmuştur.

Oysa 2021 yılı bütçesi emekçi kesimler ve dar gelirliler için bir acı reçete, kuru ekmek bütçesidir.

Bütçenin tüm yükü her 100 TL’nin 65 TL’si dolaylı vergilerden karşılanacak olan adaletsiz vergi sistemiyle yine ücretli kesimlere yıkılmıştır.

Buna karşın bütçenin asıl kaynağı olan işçi ve emekçiler olarak bizlerin yaşadığı iş ve gelir kaybını giderecek, acil ekonomik ve toplumsal ihtiyaçları karşılayacak tek bir önleme yer verilmemiştir.

Salgın ve ekonomik kriz ile sağlık, beslenme, barınma, eğitim gibi temel acil ihtiyaçlara ulaşmakta çok daha zorlanan dar gelirliler, yoksullar bir kez daha görmezden gelinmiştir. Ülkenin kaynaklarını yağmalayan yerli ve yabancı sermayeye, rantiyecilere, güvenlik adı altında savaş harcamalarına öncelik verilmiştir.

Yükü maaşlarımızdan-ücretlerimizden kaynakta kesilen Gelir Vergisi ile KDV ve ÖTV başta olmak üzere harcamalarımızdan alınan dolaylı vergilerle omuzlarımıza yıkılan yükten  patronlara destek için 50.6 milyar lira kaynak ayrılmıştır. İşverenler tarafından SGK’ye ödenmesi gereken  27.7 milyar lira tutarındaki prim için İşsizlik Sigortası Fonu’na yani işçilerin cebine el uzatılmıştır.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi asgari ücretliler kadar bile vergi ödemeyen servet sahipleri, büyük holdingler kurumlar vergisinde indirim ile ödüllendirilmek istenmektedir.

Siyasal iktidar emekçilerin taleplerine karşı o kadar duyarsızlaşmıştır ki COVİD-19’un sağlık emekçileri için meslek hastalığı kabul edilmesine bile kulaklarını tıkamıştır.

Salgına karşı canı pahasına mücadele edenlerin bu haklı talebi ‘maliyet’ olarak görülürken Milli Piyango’nun ve At Yarışlarının KDV’si sıfıra indirilmektedir. Böylece buraları devralanlara halkın cebinden 65 Milyar TL servet transfer edilmektedir.

83 milyonun sağlığı için bütçeden ayrılan tutar, 77 Milyar lirada kalırken, savunma ve güvenlik harcamaları adı altında savaş bütçesine bu tutarın yaklaşık iki katı, 148 milyar TL, ayrılmaktadır.

Üstelik bu rakamın içinde Cumhurbaşkanlığına bağlı tüm örtülü ve yedek ödenekler, Savunma Sanayii Destekleme Fonu kaynakları, iç ve dış güvenliğe ilişkin bazı kalemler ve kayıtlara geçmeyen tüm gizli harcamalar yoktur.

Son açıklanan esnaf paketi ile 1 milyon 200 bin esnafa sadece 5 Milyar TL verilmesi hedeflenirken, 2021’de Cumhurbaşkanı tarafından kimseye hesap vermeden kullanılacak örtülü ödenek 16 milyar TL’ye ulaşmıştır.

Geçsek de geçmesek de, hizmet alsak da almasak da parası bizim cebimizden çıkacak olan şehir hastanelerine, otoyollara, köprü ve tünellere bütçeden 35 Milyar TL ayrılmıştır.

Yoksulluğu kader olarak gören, her türlü haksızlık karşısında susan, iktidara biat eden bir toplum yaratmanın araç haline getirilen Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi ise geçen yıla göre yüzde 23 artırılarak 13 Milyar TL’ye çıkarılmıştır. Böylece Diyanete bütçeden ayrılan pay 7 Bakanlılığa ayrılan payın toplamının üzerine çıkarılmıştır.

Öte yandan sıraladığımız bu rakamlar açık bütçede öne çıkan temel başlıklardan ibarettir. Siyasal iktidarın buna ek olarak bir de Varlık Fonu ile kurduğu paralel bütçesi-hazinesi, nereye, kime, ne kadar kaynak aktarıldığı ‘devlet sırrı’ gerekçesi ile denetlenemeyen kapalı bütçesi olduğunu bilmeyen yoktur.

Pandemi ile derinleşen işsizlik, hayat pahalılığı, yoksulluk cenderesinde sıkışan emekçilerin, halkın sırtına yıkılan yükü daha fazla büyüten bu sermaye, rant, savaş ve yağma bütçesi bizim bütçemiz değildir.

Toplumun %99’na karşı %1’nin çıkarlarını, ihtiyaçlarını temel alan bu bütçe bizim bütçemiz değildir.

TBMM genel kurulunda görüşülen  emekçilerin, dar gelirlilerin ihtiyaçlarını gidermekten uzak, toplumsal eşitsizlikleri derinleştiren bu bütçe  geri çekilmelidir.

Kamusal hizmetleri geliştirecek, salgın süresince iş ve gelir kaybına uğrayan kesimleri destekleyecek halktan, emekten yana bir bütçe oluşturulmalıdır.

Salgın hızla devam ettiği koşullarda bütçe kaynakları halkın sağlığı ve geçimi için kullanılmalı, sosyal devlet uygulamaları için şirketler ve büyük servetler vergilendirilmeli, dolaylı vergilerin vergi gelirleri içindeki payı azaltılmalıdır.

KESK olarak Halktan-Emekten Yana Bütçe mücadelemizi her şart altında sürdürmeye devam edeceğiz.

Pandemi koşullarında bile işsizliğe, yoksulluğa, hayat pahalılığına terk edilen, eğitim- sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinden yararlanma hakkı piyasalaştırma ile engellenmek istenen toplumun %99’unu oluşturan milyonları bir kez bütçe hakkına sahip çıkmaya çağırıyoruz.
Kesk izmir Şubeler platformu”

KÜRESEL SALGIN VE OLAĞANÜSTÜ HAL KOŞULLARINDA İNSAN HAKLARINI SAVUNUYORUZ

İzmir’de İnsan Hakları haftasında hak örgütleri Konak-Eski Sümerbak önünde basın açıklaması yaptı.
Basın açıklamasını Türkiye İnsan hakları Vakfı Genel Sekreteri Çoşkun Üsterci okudu.
Açıklama şöyle;

“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilişinin 72. yılındayız. Tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 pandemisinin yol açtığı siyasal, sosyal, ekonomik, etik vb. boyutları olan küresel kriz koşullarında haklarımıza sahip çıkıyoruz. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde belirtildiği gibi barış, adalet, eşitlik, özgürlük ve insan onurunun korunmasını ve bunları güvence altına alacak demokrasi mücadelesinin verilmesini savunmaya devam ediyoruz. Çünkü insanlığın varoluşunu tehdit eden bu küresel krizden çıkışın tek yolu söz konusu değerlere sahip çıkmaktır.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin hazırlanması, Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde, 29 Nisan 1946 tarihinde, İnsan Hakları Komisyonu’nun kurulmasıyla başlamıştır. Komisyonca hazırlanan bir Giriş ve 30 maddeden oluşan İnsan hakları Evrensel Bildirgesi, 10 Aralık 1948 günü Fransa’nın başkenti Paris’te toplanan BM Genel Kurulu’nda kabul ve ilan edilmiştir. Türkiye, Evrensel Bildirge’yi, 27 Mayıs 1949 tarihli Resmi Gazete’de yayınlayarak yürürlüğe koymuştur. Evrensel Bildirge 500’den fazla dile çevrilmiştir. Bu özelliği ile de en çok dile çevrilen insan hakları belgesi olma özelliğini taşır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 4 Aralık 1950 tarihinde gerçekleştirdiği toplantıda, 423 (V) sayılı kararıyla “10 Aralık” gününü, “İnsan Hakları Günü” olarak ilan etmiştir.

BM’nin İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı ağır insani yıkımın bir daha asla yaşanmaması için, barış, insan hakları ve demokrasi ideallerine dayalı uluslararası bir sistem oluşturma hedefiyle inşa edilmiştir. Bugün gelinen noktada maalesef bu ideallerin çok gerisinde kalınmıştır. Evrensel Bildirge’de yer alan hak ve özgürlüklere dayalı uluslararası bir düzen hâlâ kurulamamıştır. BM de, varoluş gerekçesiyle çelişir biçimde, hak ihlallerinin başlıca sebebi olan savaşları ve iç savaşları önlemede/sonlandırmada, mülteci krizlerine müdahalede, küresel çapta doğal ve kültürel mirasın korunmasında, yoksullukla ve adaletsizlikle mücadelede, başta kadınlara yönelik olmak üzere her türlü ayrımcılığı sonlandırmada yeterince etkin olamamaktadır. Gelinen aşamada güçlü devletlerin bir araya gelerek oluşturduğu çıkar ilişkileri, askeri ve ekonomik birliktelikler, insanların hak ve özgürlüklerini kullanmalarının önünde birer engele dönüşmüştür. Özellikle devletlerin demokrasi ve hukuk taahhüdünden giderek uzaklaşmaları insanlığın en önemli kazanımlarından birisi olan insan haklarının, hem bir referans sistemi hem de bir denetim mekanizması olarak zayıflamasına yol açmıştır. 2020 yılında küresel çapta yaşanan salgın, uluslararası sitemin tüm zaaf ve yetersizliklerini tüm çıplaklığı ortaya koyarken aynı zamanda bu kaygı verici gidişatın nereye doğru evrilebileceğini de göstermektedir.

Tüm bu olumsuzlukların karşısında dünyanın her yerinde halklar özgürlük, adalet, eşitlik ve insan hakları talepleriyle itirazlarını yükseltmektedirler. Devletlerin ve hükümetlerin bu itirazlara yanıtı ise şiddetin her türünü sistematikleştirip yaygınlaştırma ve hayatın tek gerçeği olarak toplumlara dayatma şeklinde olmaktadır. Bugün tüm dünyanın yaşamakta olduğu bu ağır kriz karşısında insan haklarını savunmak ve kurucu rolünü canlandırmak en asli görevimizdir.

Küresel salgının daha da derinleştirdiği bu kriz hali, maalesef Türkiye’de de tüm yoğunluğu ve ağırlığı ile yaşanmaktadır. Ülke, 2016 yılından bu yana önce doğrudan, 19 Temmuz 2018 tarihinden itibaren de resmen kaldırıldığı söylense de yapılan pek çok düzenleme ile kalıcılık/süreklilik kazandırılan bir OHAL rejimi ile yönetilmektedir. Bu durum/süreç, siyasal iktidarın gücünü sınırlandıran anayasacılık ilkesinin terkedilmesine, böylece hem hukukun hem de kurumların baskıcı rejimin birer “aracı” haline getirilerek keyfiyetin ve bilhassa da belirsizliğin kamusal alana hakim kılınmasına yol açmıştır. Özellikle bir yönetim tekniği olarak başvurduğu belirsizlik yaratma gücü, siyasal iktidara salgın koşullarını bir fırsata çevirme imkanı vermektedir. Salgının olağanüstü niteliği ile OHAL’i birbiriyle ilişkilendirerek erkini daha da merkezileştirip toplum üzerindeki baskı ve kontrolünü arttırmaktadır. Salgınla mücadeleyi bir önleme ve koruma eylemi olarak değil de bir güvenlik sorunu olarak ele alan siyasal iktidar, böylesi durumlarda hep yaptığı üzere öncelikle insan haklarını iptal etmeye yönelmiştir. Sonuç ise başta bilgi edinme hakkı, yaşam hakkı, sağlığa erişim hakkı, çalışma hakkı, ifade özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü olmak üzere tüm temel hak ve özgürlüklerin sistematik olarak ihlal edilmesi olmaktadır.

Siyasal iktidarın ekonomiden toplum sağlığına kadar ülkenin tüm meselelerini güvenlik sorunu haline getiren, toplumu kutuplaştıran, ülke içinde ve dışında şiddeti esas alan, bilhassa da Kürt sorununun ve uluslararası sorunların çözümünde çatışma ve savaşı tek yöntem haline getiren politikaları sonucunda 2020 yılında ülkede yüksek sayılarda yaşam hakkı ihlalleri yaşanmıştır. Çok faklı toplumsal kesimlerden insanlar ya doğrudan kolluk güçlerinin şiddeti ya da devletin, “önleme ve koruma” yükümlülüğünü yerine getirmemesi sonucu yapısal şiddetin ve/veya üçüncü kişiler tarafından gerçekleştirilen şiddetin sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir.

Burada en başından beri salgını kontrol altına almak ve halkın sağlığını korumak için olağanüstü bir çaba harcayan ve gerekli önlemlerin yeterince alınmaması sonucu yaşamını yitiren sağlık çalışanlarını özellikle anmak isteriz. Sağlık çalışanlarının Covid-19’un iş kazası ve meslek hastalığı olarak kabul edilmesi talebi derhal yerine getirilmelidir.

Anayasa’nın ve Türkiye’nin de bir parçası olduğu evrensel hukukun mutlak olarak yasaklamasına ve insanlığa karşı bir suç olma vasfına rağmen işkence olgusu 2020 yılında da Türkiye’nin en başat insan hakları sorunu olmuştur. Resmi gözaltı merkezlerinin yanı sıra kolluk güçlerinin barışçıl toplanma ve gösterilere müdahalesi sırasında, sokak ve açık alanlarda ya da ev ve iş yeri gibi mekânlarda, yani resmi olmayan gözaltı yerlerinde ve gözaltı dışındaki ortamlarda yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları, yeni bir boyut ve yoğunluk kazanmıştır. Denilebilir ki siyasal iktidarın baskı ve kontrole dayalı yönetme tarzı sonucu günümüzde tüm ülke adeta işkence mekânı haline gelmiştir.

Yakın tarihimizin en utanç verici insan hakları ihlallerinden biri olan insanlığa karşı suç niteliğindeki zorla kaçırma/kaybetme vakalarında OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından bu yana yeniden bir artış görülmesi ve bu tür vakaların 2020’de de yaşanması son derece endişe vericidir.

evletlerin insan haklarına yönelik saygısının dolayımsız göstergesi olan hapishaneler, bugün Türkiye’de siyasal iktidarın hukuku bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanmasının sonucunda tıka basa dolu durumdadırlar. Yaşam hakkı ihlalinden işkenceye, sağlık hakkına erişime kadar ağır ve ciddi ihlallerinin yaşandığı yerlerdir. Covid-19 salgını açısından en riskli yerlerin başında hapishaneler gelmektedir. Salgın gerekçe gösterilerek mahpusların zaten kısıtlanmış olan hakları daha da kısıtlanarak yeni bir “normal” yaratılmak istenmektedir. Uluslararası insan hakları otoritelerinin evrensel standart ve normları hatırlatarak yaptığı uyarı ve çağrılara karşın ‘7242 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’da yapılan son değişiklikten sadece eleştirel veya muhalif görüşlerini ifade edenler de dahil olmak üzere yeterli yasal dayanak olmadan alıkonulan gazeteciler, akademisyenler, insan hakları savunucuları, avukatlar, seçilmiş siyasiler ve özellikle Covid-19’a karşı savunmasız olan yaşlı ve ağır hasta mahpuslar Terörle Mücadele Kanunu gerekçe gösterilmesi nedeniyle yararlanamamıştır. Salgının ulaştığı boyut göz önüne alındığında yeni kayıplar ve hak ihlalleri yaşanmadan derhal söz konusu otoritelerin uyarı ve çağrılarına uygun yeni düzenlemeler yapılmalıdır.

OHAL ilanıyla birlikte siyasal iktidarın düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları, özellikle de basın üzerindeki kaygı verici boyutta artan baskı ve kontrolü 2020 yılında da sürmüştür. Türkiye ’de ifade özgürlüğünün kullanımı siyasi, sanatsal, ticari, akademik, dini ve ahlaki hemen her ifade biçimi bakımından sorunlu olmakla birlikte kısıtlama ve ihlaller asli olarak siyasal nitelikli eleştirilere yöneliktir. Siyasal iktidarın icraatlarına yönelik her türlü eleştiri ya da denetleme talebi bastırılmaya çalışılmakta, soruşturma ve dava konusu olmaktadır. Özellikle 2020 yılında Covid-19 salgınına karşı mücadele sırasında alınan önlemleri eksik ve yetersiz bulan, vaka ve ölüm sayılarına dair paylaşılan bilgilerin gerçeği yansıtmadığını düşünen, bu nedenle daha fazla bilgi ve şeffaflık talep eden, eleştiri ve itirazda bulunan pek çok kişi ve kuruluş hakkında soruşturma ve davalar açılmıştır.

2020 de bir önceki yıl gibi toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü açısından kısıtlama ve ihlallerin kural, özgürlüklerin kullanımının ise istisna olduğu bir yıl olmuştur. Yıl içinde siyasi parti üyeleri, işçiler, köylüler, öğrenciler, avukatlar, kadınlar, LGBTİQ+ bireyler ve hak savunucuları başta olmak üzere hemen her toplumsal kesimden kişi ve gruplar toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini mülki amirlerin yasakları ve/veya kolluk güçlerinin fiili müdahaleleri sonucunda kullanamamışlardır. Van’da valilikçe art arda alınan eylem ve etkinlik yasaklarının süresinin kesintisiz olarak 1474 güne (4 yıla) varması ya da HDP’lilerin, baro başkanlarının, kadınların ve maden işçilerinin maruz kaldığı zalimane ve utanç verici kolluk şiddeti bu durumun somut örneklerini oluşturmaktadır.

Türkiye’de yurttaşlar, toplu olarak bir araya gelip eyleyemedikleri ve düşüncelerini açıklayamadıkları için örgütlenme özgürlüklerini de kullanamamakta, müşterek geleceklerini şekillendirmek üzere sivil ve kamusal alana örgütlü olarak katılamamaktadırlar. 2020 yılında insan hakları örgütlerinin, dernek, vakıf, emek ve meslek örgütleri ile siyasi partilerin çok sayıda üye ve yöneticisi gözaltına alınmış, tutuklanmış, haklarında açılan davalar ile üzerlerinde baskı oluşturulmaya çalışılmıştır. Belediye eşbaşkanları, belediye meclis üyeleri görevden alınmış, yerlerine kayyım atanmıştır. Dokunulmazlıkları kaldırılan milletvekilleri tutuklanmıştır. Siyasi partilerin ve sivil toplum örgütlerinin binalarına saldırılar olmuştur.

Kürt sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en temel engellerden bir olarak varlığını korumaktadır. Sorunun barışçıl, demokratik ve adil çözümüne yönelik esas olarak iktidar tarafından içtenlikli, bütünlüklü adımların atılmaması, yanı sıra Ortadoğu’daki gelişmelerin de etkisi ile 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinin hemen ardından başlayan silahlı çatışma ortamı halen sürmekte ve başta yaşam hakkı olmak üzere ağır ve ciddi insan hakları ihlallerine yol açmaktadır.

Hak savunucuları olarak bizler, Kürt sorununun her zaman demokratik, barışçıl ve adil çözümünü savunduk. Bunda ısrarlıyız. O nedenle, çatışmaların hemen şimdi durmasını istiyoruz. Çatışmasızlık ortamının tesisi ile birlikte çatışmasızlık halinin yaşanan olumsuzluklardan da hareketle tahkim edilmiş bir hale getirilerek güçlendirilmesi, izlenmesi ve toplumsal barışın sağlanabilmesi için tüm tarafların içtenlikli, etkin programlar geliştirmesi gerekmektedir.

2020 yılında kadına yönelik erkek şiddetinde maalesef bir gerileme, olumlu denebilecek bir gelişme yaşanmadı. Buna karşın siyasal iktidar, “Türk aile yapısını bozduğu”, “eşcinselliğe yasal zemin hazırladığı” vb. gerekçeler ile kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve bununla mücadelede temel standartları ve devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen İstanbul Sözleşmesi’ni hedef haline getirdi. Öte yandan Covid-19 salgının çok sayıda insanı işsiz bırakan ya da eve kapatan şartları, kadınlar için çok daha ağır bir tabloyu beraberinde getirdi. Dünyanın neredeyse bütün ülkelerinde karantina koşulları kadınların cinsel, ekonomik, fiziksel şiddetle çok daha fazla karşılaşması anlamına geldi, Türkiye’de de şiddete ilişkin gözlem raporları benzer bir duruma işaret ediyor. Tüm bunlar İstanbul Sözleşmesi’nin kadınlar için nedenli yaşamsal olduğunu bir kez daha açıkça göstermektedir.

Artık Türkiye toplumunun bir parçası, asli unsuru haline gelen sığınmacı/mülteci/göçmenler, hala her türlü ayrımcılığa ve istismara, nefret söylemine ve ekonomik sömürüye yoğun bir şekilde maruz kalıyorlar. 2020 yılında kolluk güçlerinin, sivil kişilerin ırkçı ve nefret içerikli şiddetine maruz kalan sığınmacı ve mülteciler yaşamlarını yitirdiler. İnsan kaçakçıları tarafından ölüme sürüklendiler. Salgının fiziksel, ruhsal, sosyal ve ekonomik tüm sonuçlarını en ağır bir şekilde yaşayan sığınmacılar/mülteciler/göçmenler, ne yazık ki toplumumuz açısından görünmez kılınan, hatta gözden çıkarılan hayatlar oldular.

Türkiye son kırk yılın en ağır ekonomik krizlerinden birini yaşıyor. Yıllardır uygulanan borçlanmaya dayalı neoliberal ekonomi politikalarının sebep olduğu yoksullaşma, güvencesizleşme ve örgütsüzleşme, OHAL uygulamaları ile daha da derinleşmiş ve süreklilik kazanmıştır. Covid-19 salgını ile birlikte bu tablo daha vahim bir görünüm kazanmıştır. Bugün ülkede hem biyolojik hem de sosyal yaşamını sürdürülebilmesi için salgın koşullarında çalışmak zorunda olan milyonlarca kişi bulunmaktadır. Evlerde kalma şansına sahip olmayan, şantiyelerde, fabrikalarda, marketlerde yeterli önlemlerin alınmadığı koşullarda çalışmak zorunda kalan/bırakılan bu kişilerin maruz kaldığı hak ihlalleri büyük bir çeşitlilik göstermektedir. Bu ihlallerin en başında ise iş cinayetleri gelmektedir. Yıl içinde yaşanan iş cinayetlerinin toplam sayısı içinde, tüm tespit zorluklarına karşın, Covid-19 nedeniyle yaşamını yitiren işçilerin sayısı azımsanmayacak bir orandadır. İşsizlik ve yoksulluk en çok kadınları, çocukları ve mülteci ve sığınmacıları etkilemektedir.

Son söz olarak; kurumlarımızın var oluş nedeni olan, adalet, barış ve demokrasinin tesis edildiği, insan hakları ihlallerinin son bulduğu bir ülke ve dünyaya ulaşmak ideali için dün olduğu gibi bundan sonra da tüm zorluklara ve engellere karşın ihlalleri önlemeye, cezasızlıkla mücadele etmeye ve insan haklarına saygıyı yükseltmeye devam edeceğimizi bir kez daha belirtmek isteriz.
İnsan Haklarıyla İnsandır… Herkes Farklı, Herkes Eşit …
Küresel Salgın ve Olağanüstü Hal Koşullarında İnsan Hakları Nefes Aldırır.

ÇAĞDAŞ HUKUKÇULAR DERNEĞİ İZMİR ŞUBESİ
EGE TUHADFED
HAK İNİSİYATİFİ
HALKLAR ARASI DAYANIŞMA KÖPRÜSÜ DERNEĞİ
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ İZMİR ŞUBESİ
İNSAN HAKLARI GÜNDEMİ DERNEĞİ
ÖZGÜRLÜK İÇİN HUKUKÇULAR DERNEĞİ İZMİR ŞUBESİ
TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI İZMİR TEMSİLCİLİĞİ

İzmir Kadın Platformu 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’nde yürüdü, şiddeti, cinayetleri lanetledi, taleplerini haykırdı.

İzmir’de Kıbrıs Şehitleri Caddesi HalkBank önünde buluşan kadınlar, Türkan Saylan Kültür merkezi önüne yürüdü. Kadına yönelik şiddeti, cinayetleri lanetledi, taleplerini haykırdı. Kadınlar “istanbul sözleşmesi’nden vazgeçmeyeceğiz, yaşasın kadın dayanışması, krizin yükü patronlara, kadınlar artık susmayacaklar susmayacaklar susmayacaklar, kadın cinayetleri politiktir” sloganlarını haykırdı. Kadınlar Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde açıklama yaptı.

Açıklama şöyle;

“Dominik’te eşitsizliğe, yoksulluğa, işsizliğe, sömürüye, baskılara ve Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele eden Mirabel kız kardeşlerin, devlet güçlerince tecavüze uğrayarak katledildiği gün olan 25 Kasım’ın üzerinden tam 60 yıl geçti. Mirabel kız kardeşlerin katledilmesine yol açan mücadeleyi dünyanın dört bir yanından kadınlar olarak mücadele ve dayanışma günü olarak sürdürüyoruz. Sürdürüyoruz çünkü hala kadına yönelik şiddet devam ediyor.

Türkiye’de kadınların şiddete uğramadığı, vahşice katledilmediği, evde, işyerlerinde, sokakta şiddet görmediği, çocukların istismara maruz kalmadığı tek bir gün bile yok. Ekonomik kriz, savaş, pandemi ve deprem her yeni gelişmeyle kadına yönelik şiddet katlanarak artıyor.

2020 yılının 10 aylık zaman diliminde en az 256 kadın, cinayet sonucu yaşamını yitirirken, en az 197 kadının ölümü ‘şüpheli’ olarak kabul edildi. Şüpheli olarak kayda geçen ölümlerle beraber 2020 yılının ilk 10 ayında toplam 453 kadın yaşamını yitirdi. Bu süre içerisinde İzmir’de ise 19 kadın cinayeti yaşandı. İpek Er’in, Aleyna Çakır’ın ve Nadira Kadirova’nın katilleri hala sokaklarda ellerini kolları sallayarak geziyor. Biz biliyoruz ki kadın cinayetlerini asıl failli erkek egemen kapitalist sistemdir.

Kadınlar boşanmak istediği, “hayır” dediği, şiddetten kaçmak için kalacak sığınak bulamadığı, aynı erkek için onlarca koruma ve uzaklaştırma kararı alınmasına karşın korunmadığı, erkekler şiddet uyguladıklarında hatta kadınları katlettiklerinde cezasız bırakıldıkları için öldürülüyor. Kadınlar yaşam tarzları, giyim kuşamları, haklarına saygı gösterilmediği için; kazanılmış hakları her gün ama her gün yeniden tartışmaya açıldığı için öldürülüyor. Mülteci ve göçmen kadınlar, uğradıkları ayrımcılık bir yana, dil bilmedikleri için, yasal haklarını arayamadıkları için öldürülüyor. LGBTQ+ bireyleri cinsel yönelimleri yüzünden şiddet görüyor, öldürülüyor. Kadınlara ve çocuklara yönelik işlenen tüm suçlarda her gün karşımıza çıkan adaletsiz yargı kararları bir diğerini aratır hale geliyor. Haksız tahrik indirimleri, iyi hal indirimleri hakim inisiyatifleri failleri cesaretlendiriyor. Kadın cinayetleri artıyor, şiddet vahşileşiyor, bu şiddeti önlemek için devlet nezdinde tek bir somut adım bile atılmıyor.

Tersine, kazanılmış haklarımıza göz dikiliyor. Bu şiddeti önleyecek mekanizmaları oluşturacak İstanbul Sözleşmesi, 6284 sayılı yasa, nafaka hakkı tartışmaya açılıyor.

Kadına yönelik şiddetin karşısında olmak sadece yılın belli günlerinde kadınlara kırmızı bir gül vererek, samimiyetsiz demeçlerle, sözlerle olmaz. O kırmızı güller kız kardeşlerimizin mezarlarına kırmızı bir karanfil olarak dönmektedir. Bu şiddet önlenmek isteniyorsa İstanbul Sözleşmesi, 6284 gibi yasalar etkin olarak uygulanmalıdır.
Bugün İstanbul Sözleşmesi’ni pazarlık konusu haline getirmeye çalışmak, Türkiye’de kadınların en önemli kazanımlarından birini yok saymaya çalışmaktır. Bugün İstanbul Sözleşmesi’ni savunan kadınlara saldırmak yaşamın ta kendisine saldırmak, çocukların özgürlüklerine yani bu ülkenin geleceğine saldırmaktır. Bahsedilen bizim haklarımız, bizim yaşamlarımızdır. Yaşamımızı ve haklarımızı her yerde, her koşulda savunacağız.

Biz kadınlar özgürlük ve eşitlik mücadelesinde en önde yer alıyoruz. Haklarımızı korumak için sokaklara çıktığımızda doğrudan devlet şiddeti karşımıza çıkıyor. Bazı arkadaşlarımızın Las Tesis performansına katıldıkları içi yargılanması hala devam ediyor. Daha birkaç ay önce İstanbul Sözleşmesi’ni savunduğumuz eylemde onlarca arkadaşımız yerlerde sürüklenerek, darp edilerek gözaltına alındı. İmza altına alınan uluslar arası sözleşmeler ve anayasal ve yasal haklarımıza karşın bizi korumayan devlet, yasamıza sahip çıktığımız için bizlere şiddet uyguladı. Şimdi pandemi önlemleri adı altında eylemlerimiz kısıtlanıyor, yasaklanıyor. Ancak bunların hiçbiri biz kadınları mücadeleden geriye düşüremeyecek. Biz kadınlar bugün olduğu gibi mücadele etmeye devam edeceğiz. Buradan tüm İzmirli kadınları mücadeleyi büyütmeye çağırıyoruz.

Ülke ekonomisinde yaşanan krizin yükü en çok biz kadınların omuzlarına yüklenirken, pandemi nedeniyle artan işsizlik ve ev içi bakım yükü yaşamlarımızı katlanılamaz hale getiriyor. Kadınlar ya krizin getirdiği artan işsizlik ve güvencesizlikle, aile içindeki şiddetten uzaklaşacak geçim kaynağı ve gelecek güvencesi olmadığı için erkek şiddetine mahkûm ediliyor ya da aynı işi yapmasına rağmen erkeklerden daha düşük ücret almaya, ucuz iş gücü olarak kayıt dışı güvencesiz, esnek çalışmaya zorlanıyor. Tüm bunlar yaşanırken kadınları daha çok işsizliğe, sigortasızlığa, kayıt dışı ve sendikasız çalışmaya ve ücretsiz izinlere mahkum eden istihdam paketleri açıklanıyor. Patronlara vergi indirimi, teşvik paketlerini açıklayanlar, işçi ve emekçilere “acı reçete” yazıyor, kadınların korunması için kişi başı 3 TL’yi reva görüyor. Vaka ve ölüm sayıları hızla artarken, yüzde 70’i kadın olan sağlık işçi ve emekçilerinin “tükeniyoruz” feryatlarını duymayan iktidar, salgın önlemleri adı altında İşsizlik Fonunu, deprem vergilerini patronların yağmasına açıp, göstermelik kararlara imza atıyor.
Kadınları giderek daha fazla oranda güvencesiz ve niteliksiz işlere mahkûm eden, bakım yüklerini arttıran, şiddeti derinleştiren, kadınları çaresizleştiren bu sömürü düzenini kabul etmiyoruz. Ya açlıktan ya salgından ya da cinayet sonucu ölmek istemiyoruz!

Devlet kadın düşmanı politikalarına günbegün devam ederken, zorunlu eğitimin içini boşaltıp küçük yaştan itibaren çocuklara din üzerinden, toplumsal konumlar, ruhsal biçimlenmeler, erkeğe itaatkar, “ram eden” karakterler kazandırmaya çalışıyor; meslekler üzerinden de cinsiyetçiliği, ayrımcılığı öğretiyor. Ensar ve benzeri, yandaş görüşlü vakıflar devlet eliyle destekleniyor. Müfredatlarda yer alan içeriklerde tacizi normal gören, pedagojik problemlere sebep olabilecek içerikler yerleştiriyorlar. 4+4+4 eğitim sistemiyle çocuklar evliliğe ve ucuz işçiliğe itiliyor. Baskıyla yetişen çocukların geleceği de ucuz işçiliğe; cinsel, psikolojik, ekonomik, fiziksel istismara hapsoluyor. Yıllardır “pempe otobüs” şarlatanlığı ile kadınları belli alanlara hapsetmeye çalışanlar bugün “Kadın üniversitelerini” gündeme getiriyor. Evlerde, işyerlerinde, okullarda, kampüslerde, fabrikalarda bizleri hapsetmeye çalıştığınız karanlığa karşı mücadelemizi büyüteceğiz!
Eğitim alanında dinselleştirme politikalarından vazgeçin, toplumsal cinsiyet eşitliğini, kadın özgürlüğünün önemli dayanaklarından birisi olan laiklik ilkesini esas alan bir eğitim istiyoruz!

30 Ekim’de Ege denizinde meydana gelen depremde alınmayan önlemler, denetimsizlik ve rant uğruna 115 insanı kaybettik. Yüzlerce insan yaralandı, 15 bin kişi evsiz kaldı, binlerce insan yerinden yurdundan oldu. Deprem arkasında büyük bir enkaz, birçok acı ve çözülmesi gereken pek çok problemi bıraktı. Depremden en çok etkilenenler yine kadınlar ve çocuklar oldu. Kadınlar toplumsal rolleri gereği “aileyi toparlama”, “hayatı yeniden kurma”, “çocuğun güvenliğini sağlama” ve tabii ki kendi fiziksel, sosyal ve ekonomik güvenliğini sağlama sorumlulukları altında ezildi. Birçoğu zaten işsiz olan kadınlar, çocuklarını bırakabilecekleri güvenli yerlerin olmaması ve açıklanan yardımların sadece evi yıkılan ve ağır hasarlı olanları kapsadığı için tüm kaygılarıyla beraber evlerine geri dönmek zorunda kaldı. Depreme bir AVM’nin içinde giyinme kabininde yakalanan bir kadın, depremden kaçarken denemek için üzerine giydiği kıyafet üzerinden çıkarılmak istendi. Biz kez daha bu erkek egemen sistemde, biz kadınların canının bir elbise kadar bile değer olmadığını gördük. Öte yandan devletin yapamadığını yaparak, büyük bir dayanışma örneği sergileyen siyasi parti, dernek, oda ve sendikalar ise çadır kentlerden apar topar çıkarıldı. İzmirliler de çadır kentlerde kalmaya devam eden vatandaşlar da bilsin ki dayanışmaya engel olamayacaklar. Olası depremlere karşı uyarılara rağmen, gerekli önlemleri almayan, risk analizi yapmayan, sağlıklı kentleşme için gerekli adımları atmayan yerel mülki amirlikten merkezi idareye kadar sorumlu herkesin hesap vermesini istiyoruz. Toplanan deprem vergilerinin nerelere harcandığını açıklayın. Deprem mağduru İzmirlilerin tüm kayıplarını derhal karşılayın.. Okulları, iş yerlerini ve devlet kurumlarına ait binaları denetleyin. Biz biliyoruz ki deprem öldürmüyor sizin kar hırsınız öldürüyor. Tıpkı depremde yıkılan binalar gibi AKP’nin iktidar, sermayenin kar hırsı yüzünden ülke, tepemize çöken bir enkaz yığını. Biz kadınlar bu enkazı kaldırıp, yerine eşit, özgür, insanca yaşayacağımız bir dünya kuracağız. Yaşasın örgütlü mücadele, yaşasın kadın dayanışması!
İzmir Kadın Platformu”

İzmir Kadın Platformu aşağıdaki talepleri de dile getirdi.

 İstanbul Sözleşmesi’nin iptali şiddetin önünü açmaktır: Sözleşme uygulansın!
 İyi hal indirimi kaldırılsın!
 Denetimli serbestlik uygulamasından kadınlara karşı suç işlemiş olanların faydalanması engellensin!
 Kadınların korunmasının önündeki tüm bürokratik ve fiili engeller kaldırılsın!
 Yeterli sayıda ve kadınların yönetiminde olan, kamu tarafından finanse edilen kadın sığınma evi açılsın!
 Korunma ve sığınma talep edenler öncelikli olmak üzere her kadına iş ve sosyal güvence sağlansın!

 Kadına yönelik her türlü şiddeti önleyen ve kadınları koruyan yasal düzenlemeler acilen yapılsın!
 İşyerinde şiddeti, ayrımcılığı ve mobbingi önleyen düzenlemeler yapılsın!
 Kadın istihdamında tek seçenekmiş gibi sunulan esnek-güvencesiz-kayıt dışı ve taşeron çalıştırmaya, kiralık
işçilik uygulamasına son verilsin!
 Bütçede, eğitimde ve her türlü yasa ve uygulamada toplumsal cinsiyet eşitliği esas alınsın!
 7/24 açık, ana dilde hizmet veren kreşler açılsın, kadın veya erkek olduğuna bakılmaksızın en az 50 çalışanın
bulunduğu iş yerlerinde gündüz bakım evi ve kreşler açılsın!
 Eşit işe eşit ücret sağlansın!
 Kadınlar için daha fazla yoksulluk, şiddet, göç ve ayrımcılık anlamına gelen savaş politikaları son bulsun. Eşit
ve özgür biçimde bir arada yaşamın sağlanacağı demokratik koşulların oluşması sağlansın,
 KHK’ler iptal edilerek haksız hukuksuz yere işten çıkarılan tüm emekçiler görevlerine iade edilsin!

İZMİR TABİP ODASI, “SALGIN YAYILIYOR! “TOPLUMSAL HAREKETLİLİK” DERHAL EN ETKİN BİÇİMDE KISITLANMALIDIR!”

İzmir Tabip Odası Yönetim Kurulu, 17 Kasım 2020 tarihinde İzmir Tabip Odası konferans salonunda basın açıklaması yaptı.
Basın açıklaması, 16 Kasım da Urla’da Covid-19 nedeniyle yaşamını yitiren Dr. Cengiz Çil’in anısına 1 dakikalık saygı duruşu ile başladı..
Basın açıklamasını İzmir Tabip Odası Başkanı Lütfi Çamlı okudu.
Açıklama şöyle;
“COVID-19 pandemisi sadece 3 hafta gibi kısa bir süre içerisinde küresel olgu sayısının 40 milyondan 50 milyona ulaşan seyriyle dünyada yakıcılığını sürdürmektedir. Türkiye’de ise ilk vakayı takiben hızla yükselip pik yaptığı Mart-Nisan 2020 dönemine göre bugün çok daha fazla zor ve yaşantımızı tehdit eden bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bilindiği gibi İzmir çok daha özel bir zorluğu da yaşamaktadır: Kısa süre önce yaşadığımız deprem salgına “eklenmiştir”. Resmi makamlarca deprem’i izleyen 10. günde olgu sayısının depremin başladığı güne göre iki katına çıktığı açıklanmıştır. Bu durum doğru karar verme, doğru yöntem uygulamanın önemini çok daha yaşamsal yapmaktadır. Ancak en az bunlar kadar önemli olan bir şey de zamanlamadır, vakti geçmiş ve uygulanmamış kararların bir değeri olmayacaktır. Bilinmektedir ki bugün atılan adımların sonucunu 2-3 hafta sonra görmeye başlayacağız. O nedenle bu basın açıklamamızın halkımız kadar karar verme ve uygulama sorumluluğu taşıyanlarca da ön yargısız olarak değerlendirilmesini diliyoruz.

İlk adım bugünkü tabloya yönelik gerçeği yansıtan bir tanıda bulunmaktır. Bu açıklamayı rakamlara/tablolara boğmak istemiyoruz ve diyoruz ki Sağlık Bakanlığı’nın güvenilirliği kamuoyunca tartışılan verilerinin bile gösterdiği gerçek şudur:
• Salgın şu anda bütün Türkiye’ye yayılmış ve kontrolden çıkmıştır.
• Sağlık Bakanlığı’nın pandemi sürecini şeffaf bir biçimde yönetmemesi yüzünden gerçek olgu ve ölüm sayıları konusunda yeterli bilgimiz yoktur.
• Ancak bilim insanlarının saha gözlemleri ve çeşitli kaynaklara dayanarak yaptığı epidemiyolojik tahminler, bugünlerde salgın eğrisinin ilk tepe noktasına ulaştığı Nisan ayına benzer ve belki de daha fazla olgu sayısıyla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.
• Entübe edilen hasta ve ağır hasta sayısındaki artış özellikle Ekim ayının üçüncü haftasından sonra gözlenen yükselme eğilimi endişe vericidir.

Ölüm sayılarındaki artış da endişe vermektedir. Sağlık Bakanlığı’nın bildirimlerine göre COVID-19 hastalığına bağlı olarak kayıtlara geçen ölümler Ekim’in ikinci haftasından sonra artış eğilimine girmiştir.

Geldiğimiz noktada İzmir’de günlük test pozitiflik oranları duyumlarımıza göre % 30 lar düzeyine ulaşmıştır. 3000-3500 kişide test pozitif saptanabilmektedir. Ambulanslar olguları taşımakta zorlanmaktadır. Hastanelerde mevcut servisler, yoğun bakımlar yetmiyor, yeni COVID19 servisleri ve yoğun bakımlar açılıyor. Serviste ya da yoğun bakımda yatması gereken birçok hasta acillerde ya da servislerde bekletilip yatırılacakları yatakların “boşalması” bekleniyor. Sadece COVID-19 hastaları değil, diğer hastalar da servis, yatak, yoğun bakım sıkıntısı yüzünden kamusal sağlık hizmetine ulaşmakta güçlük çekiyor. Hızlı tanı ve tedavinin hayati önem taşıdığı birçok hastalığın taraması yapılamıyor. İlçe Sağlık Müdürlükleri’nin ve TSM’lerin üzerine yıkılmış olan filyasyon çalışmalarında olgulara yetişilemiyor. Günlerce ilacına ulaşamayan hastaların sayısı giderek artıyor. Hastalara oldukça özellikli ve yan etkileri olan ilaçların dağıtımda ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Aile hekimleri de isyan halinde. Giderek artan sayıda pozitif ve temaslı olgu izlemine yetişemiyorlar. Kısacası İzmir’de de salgının kontrolden çıktığını söyleyebiliriz.

Veriler en fazla bulaşın ev içi, çalışma ortamı ve toplu ulaşımdan olduğunu göstermektedir.

Öte yandan şehrimizde günlük hayat olağan akışında seyretmekte, insanlar sokaklarda, toplu yerlerde, alışveriş merkezlerinde, kafe ve restoranlarda, kıraathanelerde fiziksel mesafe kuralına yeterince uymadan, maskesiz ya da uygunsuz takılmış maskelerle dolaşabilmektedir. Toplu taşımalarda özellikle işe gidiş dönüş saatlerinde yoğun sıkışıklıklarla devam etmektedir. Okullar açıldı, açılmayan sınıfların da açılması düşünülmektedir.

Salgının kontrolden çıktığı bir dönemde artık maske, mesafe, hijyen’ demenin bu sorunu çözmediğini anlamalıyız. Salgınla mücadelenin sorumluluğu yalnızca yurttaşa, bireye indirgeyerek bu sorunla baş edilemez. Sağlık sistemimizin yanıt verme kapasitesini çok zorlayan bir noktadayız. Salgının böyle devam etmesi, hasta sayılarının böyle artması durumunda hiçbir sağlık sisteminin yeterli olamayacağı, çökeceği göz önüne alınmalıdır.

Bu amaçla:
1) Genelde Türkiye, özel olarak İzmir’e ait tüm veriler kamuoyu ile şeffaf ve ayrıntılı biçimde paylaşılmalıdır. İl Umumi Hıfzıssıhha Kurulları etkinleştirilmeli ve Tabip Odaları bu kurula dahil edilmelidirler

2) Bu verilerin ışığında olgu artışını engellemeye yönelik epidemiyolojik çalışmalarla gerekli tedbirler bir an önce alınmalı ve ilk adım olarak “toplumsal hareketlilik” derhal en etkin biçimde kısıtlanmalıdır. Sahadan alınan verilerin ışığında yapılacak kısıtlama temel, zorunlu ve acil hizmet üreten sektörler dışında çalışma hayatının durdurulması da olmak üzere virüsün yayılmasını azaltacak gerekli bütün önlemler hızla hayata geçirilmelidir. Alınacak önlemler en fazla zarar gören ve görecek dezavantajlı kesimlerin (çalışanlar/dar gelirli, işsiz, yoksullar, kadınlar, çocuklar, engelliler, 65 yaş üstü, sığınmacılar …vd) ekonomik ve sosyal olarak olumsuz etkilenmelerden korunmasını sağlayacak ekonomik ve sosyal destek mekanizmalarının oluşturulmasıyla birlikte/eş zamanlı yürürlüğe konmalı ve denetlenmelidir.

3) Salgın mücadelesinde koruyucu sağlık hizmetleri güçlendirilmeli, birinci basamak sağlık hizmetlerinin etkinliğini artıracak şekilde organizasyonu gerçekleştirilmelidir. Filyasyon çalışmaları epidemiyoloji bilimi ışında gerçekleştirilmelidir. Bu mücadelede kamunun diğer kaynaklarının da (araç, personel) etkin kullanımı sağlanmalıdır.

4) Salgınla mücadele edebilmek için daha çok merkezde, daha çok sayıda test yapılmalı; pozitif vakaların erken tanınması, etkin biçimde izole edilmesi, temaslıların karantinaya alınması sağlanmalıdır.

5) Hastanede tedavisi gerekmeyen kişilerin izolasyon ve takibi için kullanıma uygun kamu pansiyon, yurt vb. ortamlar ayarlanmalı, bu konuda yerel yönetimlerle iş birliğine gidilmeli, hane içi yayılımın önüne geçilmelidir.

6) Salgın ile mücadelede tüm olanaklar toplum sağlığı yararına kullanılmalı, kamu sağlık kurumlarının ihtiyaca cevap veremediği her durumda özel hastaneler Sağlık Bakanlığı’nın kontrolüne geçirilmeli, yurttaşların sağlık hizmetlerine erişimi istisnasız ve ön koşulsuz bütünüyle parasız olmalıdır.

7) COVID-19 dışı hastaların aylardır ertelemek zorunda kaldıkları sağlık sorunları ve bu konuda yaşanan sorunlar dikkate alınarak “pandemi dışı hastaneler” belirlenmeli, pandemi dışı sağlık sorunları için başvurulabilecek güvenli alanlar yaratılmalıdır.

8) Sağlık çalışanları yorgundur. Salgın ile en önde, özveri ile mücadele eden sağlık çalışanlarını korumayı öncelemeyen hiçbir ülke salgınla baş edemez. Salgının başından beri yöneticiler tarafından yapılan eşit ve adil olmayan görev dağılımı, eşitsiz ek ödemeler, sosyal ve ekonomik kısıtlılıkların yanında bir de hergün meslektaşlarının ölümüyle moral ve motivasyonu bozulan sağlık çalışanları tükenmiştir. Nitelikli ve yeterli koruyucu ekipmana ulaşmakta zorlanan, gelecek kaygısı taşıyan sağlık çalışanları büyük sıkıntılar yaşamalarına karşın özveri ile çalışmaktadır. Sağlık çalışanlarının çalışma koşulları ve özlük hakları hızla düzeltilmelidir. Pandemide en az 10 kat daha yüksek bulaş riski taşıyan, hastalanan ve şimdiye kadar 160’ a yakın kayıp veren sağlık çalışanlarının desteklenmesi ve bu olayın “meslek hastalığı” olarak yasalarda yer alması sağlanmalıdır

İzmir Tabip Odası olarak hem hekim hem yurttaş kimliğimizle, toplum sağlığını en yüksek “ulusal çıkar” ve insani değer olarak görüyoruz. Nihayetinde acilen aklın ve bilimin ışığında açık, şeffaf, güvenilir, toplumun bütün kesimlerinin katılımına açık, salgın mücadelesini bütüncül olarak ele alan yeni bir salgın politikası oluşturulmasını, geciktirilmemesi gereken, ertelenemez bir görev olarak tespit ediyoruz ve yetkilileri ivedi olarak önlem almaya, sorumluluklarına uygun adımlar atmaya, başta siyasi partiler, milletvekilleri olmak üzere bütün İzmir örgütlü yapılarını (meslek örgütü, sendika, dernek vb) yetkililer üzerinde basınç oluşturmaya, girişimde bulunmaya, çağırıyoruz”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri depremle ilgili gözlemlerini ve görüşlerini açıkladı.Afet bölgesi mutlaka ilan edilmeli, hasarlı binaları yıkıp acele kamulaştırma kararlarıyla yeni “Kulelerin” yapılmasının zemini hazırlanmaktadır.Buna izin vermeyeceğiz.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri İçişleri Bakanlığı-İzmir Valiliği’nin İzmir’de 30 Ekim’de yaşanan deprem sonrası kitle ve meslek örgütleri, sosyalist partilerin dayanışma ağına- alanlarına yönelik engelleme-müdahalesi ve deprem gönüllülerinin gözaltına alınması, dayanışma alanlarının dağıtılması ve deprem felaketin yaşandığı andan itibaren felakete ilişkin gözlemlerini ve bundan sonraki sürece ilişkin görüşlerini paylaşan bir açıklama yaptı.
Açıklamayı, Mimarlar Odası İzmir Şubesi Mimarlık Merkezinde yaptı.
Açıklamayı, DİSK Ege Bölge Temsilcisi Memiş Sarı okudu. Açıklama Şöyle;

“30 Ekim 2020 günü saat 14.51’de, Kandilli Rasathanesine göre 6.9 şiddetinde olan depremde Bayraklı’da 17 apartman yıkıldı. Bu binalar 115 yurttaşımıza mezar oldu. Binin üzerinde yurttaşımız yaralandı. On binlerce yurttaşımız evsiz kaldı. Adliye, sağlık kurumları, okullar başta olmak üzere çok sayıda kamu binası ve işyeri kullanılamaz duruma geldi.

Acımız büyük. Yakınlarını kaybeden yurttaşlarımızın acısını paylaşıyor, yaralılara acil şifalar diliyoruz. Seferihisar açıklarında, İzmir’e 70 km. uzaklıkta gerçekleşen bu depremin sonuçları bir kez daha “deprem değil bina öldürür” gerçeğini gözler önüne serdi. Bayraklı’ nın depremden bu derece etkilenmesinin, depremin can ve mal kayıplarını artıran bir felakete dönüşmesinin , ranta dayalı imar politikaları, imar affı gibi kaçak yapılaşmayı olağan hale getiren politikaların yanında bölgenin zemini ve bu zemine uygun bina yapılmaması olduğunu, konu ile ilgili bileşenimiz olan kurum yetkilileri açıkladı. Şu an itibariyle Şu an itibariyle 7 müteahhit tutuklanmış durumda ancak, sorumluluk sadece bu kişilerle sınırlı değil elbette. Şimdi, bir yaşam alanından toz yığınına dönüşen, insanlarımıza mezar olan binaları yapan 3-5 müteahhitin bileğine kelepçe takarak bu büyük felaketin sorumlularından hesap sorulabilir mi?

Soruyoruz: 115 kişinin hayatını çalan, on binlerce yurttaşı sokakta yaşamaya iten sorumluluk zinciri 3-5 müteahhitten mi ibarettir? Bu ölümcül hırsızlığa göz yuman, binaların temel kamusal denetimlerini gerçekleştirmeyenler neden yargılanmıyor? Ülkemizin acil ve yaşamsal sorunu olan depremlerden kaynaklanan tahribatların üstü kolayca örtülemez.

Felaketin yaşandığı andan itibaren çok sayıda kurum ve gönüllüler ile birlikte bileşenimiz olan emek, meslek örgütleri ve siyasi partiler olarak alanda idik. Bu felakete ilişkin gözlemlerimizi ve bundan sonraki sürece ilişkin görüşlerimizi paylaşmak istiyoruz.

Öncelikle görece planlı, geniş caddelerin, parkların bulunduğu deprem alanında, 99 depremini de yaşamış bir ülke olmamıza rağmen ilk göze çarpan yine plansızlık ve koordinasyonsuzluk oldu. Arama kurtarma ekipleri can kurtarma derdinde iken, kendilerini göstermeye çalışan bakanları gördük enkaz üzerinde. Çadırların kurulması, yardımların toplanması ve ulaştırılması noktasında da iktidar partizanlıkta sınır tanımadı. Yerel yönetimleri, meslek örgütlerini süreçten dışlamaya çalıştı. İktidar yanlısı her türlü oluşum her türlü serbestlik içinde hareket ederken halkın yardımlarını depremzedelere ulaştırmaya çalışan, sadece maddi olarak değil ruhsal olarak da depremden zarar görenlere moral destek sunmaya çalışanlar çadır alanlarından çıkarıldı. Engellenmek istenen İzmir halkının dayanışmasıdır. Bundan sonra da İzmir halkının dayanışma konusunda sergilediği örnek tutumun sürmesi için İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri elinden geleni yapacaktır.

Dayanışmayı engellemeye çalışan iktidar, STK’ları ve diğer gönüllüleri sahadan çıkarırken gerekçe olarak sağlık koşullarını ve pandemiyi gerekçe gösterdi. Ancak Pandemi koşullarında yaşanan depremde, pozitif olan ve karantinada bulunan depremzedeler için bir çözüm üretilmedi. Çadır alanlarında semptom taraması, gerektiğinde test yapılması, izolasyon alanlarının oluşturulması gibi talepler yerine getirilmedi. Pandemi bir sağlık sorunu olmaktan çıkarılıp hükümetin elinde siyasi bir enstrüman haline getirildi. Bu hususta , Sağlık Bakanlığı gerçek bir sağlık sorunu olan salgın ile mücadelede tam olarak yetersiz kalmış , bilimsel gerçeklerden kopmuş , birinci basamakta salgın yönetimi tam bir kaos haline gelmiştir. Salgın mücadelesi tümüyle hastanelere ve üçüncü bsamak sağlık sisteminin üzerine yıkılmıştır. Salgın yakında , ülkemizi ve halkımızı çok ağır bir şekilde yıkıma uğratacak ve ülkemizi esir alacaktır.

Depremin yaralarını sarmak uzun bir süreç gerektiriyor. Binlerce kişi bu kışı konteynırlarda geçirmek zorunda kalacak. Geçici barınma alanlarının yeri bir an önce belirlenmeli, gerekli altyapıya bir an önce kavuşturulmalıdır. Depremden etkilenen halkın eğitim ve sağlık sorunlarının çözümünün yanısıra psikolojik destek ihtiyacı da bulunmaktadır. Binaların gerçek anlamda hasarlarının ne durumda olduğunun tespiti gereklidir. Deprem bir felaket ve bağlı sorunlar kümesi olmaktan çıkarılıp hükümet için bir şov enstrümanı haline getirilmektedir. Bu alanda yeni rant alanları yaratma çabalarının ilk belirtileri uç vermektedir.. Bu konuda kısa , orta ve uzun vadeli gerçekçi programlar ile ele alınmak zorundadır. Zira deprem de bir çok yönüyle sağlık sorunudur…

Geçmişte yaşadığımız pek çok deneyim hasarlı binaların artçı depremde felakete yol açtığı yönünde. Bu nedenle, TMMOB ve İzmir Tabip Odası başta olmak üzere ilgili kurumlar doğrudan sürece dahil edilmelidir.

Hasarlı kamu binaları ve işyerlerinde çalışmaya izin verilmemelidir.

Herkesin güvenli konutlarda yaşama hakkı vardır ve İzmir bir deprem kentidir. İzmir’deki tüm binaların depreme dayanıklılık envanteri çıkarılmalıdır. Deprem vergilerinin nasıl kullanıldığı halka açıklanmalıdır.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri olarak depremden etkilenen halkın yanında olmaya, dayanışmaya, yaraları birlikte sarmaya devam edeceğimizi ve yaşanan tüm mağduriyetlerin giderilmesinin, sorumlularının açığa çıkarılmasının takipçisi olacağımızı kamuoyuna duyururuz.

Rant için değil, bilim ve emeğin ışığında kurulacak sağlıklı ve güvenli bir yaşam için mücadelemizi sürdüreceğiz.

Dayanışmayı değil, depremin felakete dönüşmesini engelleyin.
1.İzmir’den giden aylık verginin %12’si yardım amaçlı gönderiliyor.
2.Belediyelerin iller bankası payının yaralar sarılana kadar kesintiye uğramamasını talep ediyoruz.
3.Afet bölgesi mutlaka ilan edilmeli.
4.Soruyoruz: Deprem vergileri nerede?

● Geçici barınma alanlarının yerleri bir an önce belirlenmeli, önümüzdeki kış koşulları da dikkate alınarak bu alanlar sağlıklı ve güvenli yaşam için gerekli alt yapıya kavuşturulmalıdır.
● Pandemi koşullarında sağlık ve hijyen şartlarının sağlanması yaşamsal önem taşımaktadır. Alanda çalışan görevli personel ve yurttaşlarımızın salgından korunma açısından güvenliği sağlanmalıdır. Kişisel korunma araçlarının temini, maske kullanımının teşvik edilmesi ve denetimi, sosyal mesafe kuralının uygulanmasının, korunmasının sağlanması ile yeterli ve düzenli dezenfektan ihtiyacının giderilmesi gerekmektedir.
● Hasar görmüş veya boşaltılmış binaların yarattığı risklere karşı öncelikle yurttaşların can güvenliği sağlanmalıdır. Aynı zamanda yurttaşlarımızın bu binalarda bulunan eşyaları güvence altına alınarak bir an önce kurtarılması için gerekli tedbirler alınmalıdır.
● Geçici barınma alanlarında birinci basamak sağlık hizmetleri sağlanmalı, Covid testlerinin alanda yaygın olarak yapılması, izolasyon ve karantina koşullarının oluşturulması, mevsimsel grip aşılarının yapılması hayati öneme sahiptir.
● Her türlü olağandışı durumdan eşitsiz biçimde daha fazla etkilenen dezavantajlı gruplar olan kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler daha fazla korunmalıdır.
● Zarar gören herkesin, hizmet verenlerin psikolojik destek ve travma değerlendirmesinin sadece kamu eliyle yönetilmesi mümkün değildir. Uzman gönüllülüğün İzmir Tabip Odası aracılığı ile sağlanması oldukça önemlidir.

30 Ekim’de meydana gelen deprem ne ilk ne de son büyük depremdi. İzmir ve çevresi tarih boyunca birçok şiddetli depreme sahne olmuştur. Çok önemli yıkımlara ve can kayıplarına yol açan bazılarını sizlere hatırlatmak istiyoruz:
 178 – 6,5 büyüklüğünde
 688 – 6,5 büyüklüğünde, tahminen 20 bin can kaybı
 1039 – 6,8 büyüklüğünde
 1688 – 6,8 büyüklüğünde, tahminen 5 bin ölü
 1778 – 6,5 büyüklüğünde, yüzlerce can kaybı
 1883 – 6,8 büyüklüğünde, tahminen 15 bin can kaybı
 1928 – 6,5 büyüklüğünde
 1949 – 6,7 büyüklüğünde
 2017 – 6,2 büyüklüğünde

İzmir bir deprem kentidir. Buna rağmen ne merkezî hükümetler ne de yerel yönetimler maalesef önlemler ve planlamalar konusunda yeterli çabayı bugüne kadar göstermemiştir. Ve 2020 yılında, yani inşaat teknolojisinin (Japonya’da görüldüğü gibi) çok ileri bir seviyede olduğu günümüzde ne yazık ki 115 hemşehrimizi kaybettik; yüzlercemiz yaralandı; binlercemiz evsiz kaldı.

Üstelik 6,9 büyüklüğündeki bu depremin merkezinden, yani Sisam Adası’ndan onlarca km. uzaklıkta Bayraklı’da yıkımlar meydana geldi. Kentin diğer bölgelerinde de hasarlar olmuş olsa da kayıplarımız Bayraklı’da yıkılan binalardan kaynaklanmıştır.

Bayraklı, özellikle Manavkuyu ve Mansuroğlu mahalleleri, dere yatağına kurulmuş yerleşimlerdir. Biri Yamanlar tarafından gelen ve birçok derenin suyunun birleştiği Laka Deresi, diğeri Pınarbaşı tarafından gelen ve yine birçok derenin suyunun birleştiği Manda Çayı Bayraklı’dan Körfez’e akmaktadır. Böylece burası yüzlerce yılda alüvyonların birikmesi ile oluşmuş bir ovadır. Hatta denize daha yakın kısımları bataklık bölgesidir.

Bu bölgede yapılaşma 1980’den önce gecekondu tarzındaydı. 1978’de İzmir Belediyesi hazırladığı nazım Planı ile bu bölgenin yeni kent merkezi olması yönünde ilk adımı atmıştır. 1980’den sonra imar afları ile gecekondulara yasallık kazandırılmış ve böylece de çok katkı binaların yapımına başlanmıştır. Ama asıl büyük kusur, 2001 yılında Liman ile Turan arasındaki bölgenin Yeni Kent Merkezi olması için açılan planlama yarışması ile başlamıştır. 2003 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin hazırladığı ve onayı alınan İzmir Yeni Kent Merkezi Nazım İmar Planı, burasının ticaret merkezi olmasını hedeflemektedir.

2004 yılında tamamlanan Yeni Adliye Binası, iş merkezlerinin yapımını hızlandırmıştır. Odaların ve İzmir halkının tüm itirazlarına rağmen hükümetin 2008 yılında aldığı kararla yapımına başlanan bölgenin ucube simgeleri olan Folkart Kuleleri, Bayraklı’yı geri dönülmez bir yola sürüklemektedir.

Bataklık ve alüvyon üzerine iş merkezlerini dikerseniz, olası daha büyük bir depremde çok daha korkunç bir felakete de kapı açarsınız. Hükümetin desteğini arkasına alan sermaye grupları ortaya çıkan yüksek rant uğruna insan hayatını hiçe saymaktan geri durmamaktadırlar. Şimdi de hasarlı binaları yıkıp acele kamulaştırma kararlarıyla yeni “Kulelerin” yapılmasının zemini hazırlanmaktadır. Bu bölgede her türlü yapılaşmanın tehlikeli olduğu aşikârken depremzede halkımızın üzerinden yeni rantlar sağlanmasına İzmir halkı ve İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri asla izin vermeyecektir.”

İzmir Kadın Platformu kadınlara yönelik şiddete, cinayetlere karşı, alanlarda ifade özgürlüklerini kullandıkları için açılan ceza davaları ve ’25 Kasım Kadına Yönelik şiddetle Mücadele Günü’ etkinliklerini açıkladı.

Covid-19 koşullarında kadınlara yönelik ev içi şiddetin ve kadın cinayetlerinin arttığı ve İstanbul Sözleşmesinin uygulanmadığı, kadınların şiddete ve cinayetelere karşı sokakta haykırdıkları için ceza davaları açıldığı süreçte, ’25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ yaklaşırken İzmir Kadın Platformu, kadına yönelik şiddetle mücadele kapsamında yapacakları etkinlikleri Eğitim-Sen 1 No’lu Şube salonunda basın toplantısı ile duyurdu.

Basın açıklaması metni şöyle

“Herkesin bildiği üzere hayatın pek çok akışını tersine çeviren küresel bir salgın sürecinden geçiyoruz. Bu salgın koşullarında iktidarın ve buna bağlı olarak iş sahiplerinin pandemi sürecini fırsata çevirerek, kadın emeği sömürüsünü daha meşru hale getirmeye çalışıldığı bir dönem yaşamaktayız. Bu pandemi sürecinde kadınlar eve hapsedilirken ev içi görünmeyen emek omuzlarımıza yüklenmiş durumdadır. Derinleşen ekonomik krizle birlikte işten çıkarmalarda ilk hedef kadınlar olmuştur. Krizi bahane eden işverenlerin kadınlara uyguladığı mobinglerin ardı arkası kesilmemiştir. Pandemi nedeniyle ailelerinin yanlarına dönen üniversiteli kadınlar ucuz iş gücü olarak görülmeye devam edilmiş, alansızlaştırılarak eve hapsedilen bu üniversiteli kadınlar evde baba, abi şiddetiyle karşı karşıya bırakılmış yani hayat yine sığmamıştır.

Artan bu yükle birlikte hane içinde psikolojik, ekonomik ve fiziksel şiddet artış gösterdi. İktidarın kadın düşmanı politikaları infaz yasasıyla birlikte kadınları ve çocukları hedef haline getirmeye devam etti. Gaziantep’te eşine şiddet gösterdiği için cezaevinde olan bir erkek infaz yasasıyla tahliye edildikten sonra evine tekrar döndü ve kızını katletti. Devlet kadınların katledilmesine seyirci kalırken, temel yaşam haklarımızı koruma altına alan İstanbul Sözleşmesi pazarlık konusu edilmeye çalışıldı. Biz kadınlar buna karşı sokaklarda, meydanlarda bu sözleşmeden vazgeçmeyeceğimizi haykırdık ve vahşi bir polis şiddetiyle karşı karşıya kaldık. Bu şiddet hiçbir zaman olmadığı gibi şimdi de kadınları yıldırmadı, biz bütün yaşam alanlarımızda bu mücadeleye devam ettik ve devlet bu pazarlıktan vazgeçmek zorunda kaldı. Bizler İstanbul Sözleşmesini yani yaşamı savunan kadınlar olarak kadın katillerine iyi hal indirimi verip serbest bırakan ve kendi yaşamlarını savunanlara müebbet hapis gibi yüksek cezaların verildiği bu kararları kabul etmiyoruz. Bu noktada belirtmemiz gerekir ki Musa Orhan, Ümit Can Uygun, Şirin Ünal gibi failler bir an önce yargılanmalı ve Nevin Yıldırım, Hülya Halaçkay gibi yaşamlarını savunan kadınlar serbest bırakılmalıdır. Kanunlar sadece erkekleri koruyan şekilde işlediğinde örneğin; Gülay Mübarek’in bütün şikayetlerine rağmen tutuklanmayan Erdoğan Küpeli’nin bu süreçte taciz ettiği başka bir kadın olan Tuğba Keleş’i katlettiğini gördük. Burada tekrar söylemek istiyoruz; İstanbul Sözleşmesi ivedilikle uygulanmak zorundadır.

İstanbul Sözleşmesi gibi hayati bir uygulamayı bile yürürlüğe koymaktan imtina eden iktidar Şili’den tüm dünyaya yayılan ve İzmir’de de haykırılan Las Tesis dansını engelleyemeyip, daha sonrasında kadınlar hakkında dava açan devlete karşı 10 Kasım’da faiileri, iş birlikçileri parmaklarıyla gösteren kadınları savunmak için adliye önünde olacağız.

Bizler her türlü şiddetin yaşamımızın bir parçası olması için çabalayan iktidara sözümüzü 25 Kasım’da da söyleceğiz. Sadece bu günle kalmayıp İzmir Kadın Platformu olarak 25 Kasım Kadına yönelik Şiddetle Mücadele gününü İzmir’de bütün bir aya yayıyoruz. Kasım ayının ilk haftasından başlayarak, film gösterimi, sergi ve çeşitli atölyeler gibi etkinliklerle 25 Kasım’a gideceğiz. İlerleyen günlerde sosyal medya gibi çeşitli yayın organlarından tarihlerini de duyuracağımız bu etkinliklere İzmirli tüm kadınları davet ediyoruz.
Yaşasın Kadın Dayanışması!
İzmir Kadın Platformu”

İzmir Valiliği İzmir Büyükşehir Belediyesi İZENERJİ ve İZELMAN’da çalışan 15 işçiyi, güvenlik soruşturması bahanesiyle covid-19 koşullarında işsiz bıraktı. Yargı kararı olmaksızın, istihbari bilgilerle insanları işinden edemezsiniz! Cezalar şahsidir..

İçişleri Bakanlığı-İzmir Valiliği’nin İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İZENERJİ ve İZELMAN’da çalışan DİSK/Genel-İş İzmir 2 ve 3 No’lu şube üyesi 17 işçinin güvenlik soruşturması gerekçesi ile işten çıkartılmasına karşı İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri ve işine son verilen işçiler Konak eski Sümerbank önünde basın açıklaması yaptı.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri ile işçiler; “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek”, “Direne direne kazanacağız”, “İşçiyiz haklıyız kazanacağız”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganlarını attı.

İşine son verilen bir kadın işçi açıklamayı yaptı. Açıklama şöyle;

“ÇALIŞMA HAKKININ GASPINA HAYIR!

Bu ülkenin yurttaşları olarak temel insan haklarımıza, çalışma hakkımıza dün de sahip çıktık bugün de sahip çıkacağız. Bu hukuksuzluğa her türlü koşulda ses çıkaracağız. Çalışma hakkımızın gaspına izin vermeyeceğiz.

Anayasanın 127. maddesine göre, Mahallî idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkilerinin yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenmiştir, yerinden yönetim ilkesine uygun düzenlenen yerel yönetimlerde çalışan personelin Vali’nin başkanlığında toplanan kurulun teklifi ve İçişleri Bakanı’nın onayı ile kamu görevinden çıkartılması Anayasanın 127. maddesine aykırıdır. Diğer yandan bu yasal düzenleme ile masumiyet karinesinin de göz ardı edilmiştir.

696 sayılı KHK ile taşeronlarda çalıştırılan işçilerde bir sürü diğer koşul yanında devlet memurları için aranan koşullar da aranmaya başlamıştı. Merkezi idareye kadrolu geçişte 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun atama şartlarını aramak bile tartışmalıyken 657 sayılı kanun içinde tanınmamış ve tanımlanmamış belediye şirketlerine geçiş için 657 koşullarını aramanın hukuki temeli olmayan bir keyfiyet olduğunu daha önce ifade etmiştik ve demiştik ki; yıllardır kamu idareleri için çalışan ve aslında kamu idarelerinin işçisi oldukları hukuken tescil edilmiş olan işçilerin karşısına güvenlik soruşturması koşulunu dikmek hukuk dışıdır ve işçileri eleme amacını taşımaktadır.

AYM’nin güvenlik soruşturması şartını kaldıran kararına rağmen AKP’nin hukuksuzluğu sürdürdüğü bilinmektedir. İktidarın onlarca konuda olduğu gibi bu konuda da evrensel hukuk ilkelerini esas almak yerine ”ikinci sınıf vatandaş” yaratma ve kendi yurttaşları arasında en büyük ayrımcılığı kanun yoluyla yasalaştırma girişiminden hala vazgeçmemiştir.
Siyasi iktidar bir kez daha hukukun arkasından dolanmakta, sadece adayı değil birinci hatta ikinci derece yakınlarını da kapsayan fişlemeleri kapsamını daha da genişleterek sürdürmek istemektedir, kamu görevleri yönünden güvenlik soruşturması/arşiv araştırması uygulamasına gidilmesinin, demokrasi olduğu iddia edilen bir ülkede hiçbir şekilde kabul edilemez.

Şu anda da İzmir Büyükşehir Belediyesi İZENERJİ ve İZELMAN’da çalışan 15 üyemiz, hukuk dışı bir şekilde, güvenlik soruşturması bahanesiyle işinden aşından edilmiştir. Güvenlik soruşturmalarında yargı kararı ile mahkûm olup olmamalarına bakılmaksızın kişiler hakkında sübjektif değerlendirmelerde bulunulmaktadır. Yargı kararı olmaksızın, keyfi olarak doğruluğu tartışılır istihbarata dayalı bilgilerle insanları işinden edemezsiniz! Cezalar şahsidir kimse yakınının veya bir akrabasının işlediği suçtan dolayı cezalandırılamaz. Kimse cezasını çektiği bir suçtan dolayı ayrımcılığa uğratılamaz. Suç işlemiş ve cezasını çekmiş olanların da çalışma hakkı gasp edilemez.
Zaten güvenlik soruşturmaları kamu görevlileri için 4045 sayılı güvenlik soruşturması kanununda düzenlenmiştir. Kendi çıkardıkları kanunu çiğneyen bir düzen içerisindeyiz. İşten atmaların yasak olduğu pandemi sürecinde kanunu çıkaranlar işten atmaları resmileştiriyor.

Güvenlik soruşturması bahanesiyle yapılan hukuksuz ve keyfi işçi kıyımına son verilsin.
Her türlü hukuksal ve demokratik mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğiz. İşten atılan tüm işçilerin yanında olmaya devam edeceğiz.
İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri”

‘İzmir Kadınlar Birlikte Güçlü’ platformu, Karşıyaka Çarşı girişinde kadın cinayetlerine, şiddete, adaletsizliğe, hukuksuzluğa, haksızlığa, karşı sokağa çıktı, açıklama yaptı.

‘İzmir Kadınlar Birlikte Güçlü’ platformu, İpek Er’e tecavüz ederek intihara sürükleyen Eski Uzman Çavuş Musa Orhan hakkında “Nitelikli cinsel saldırı” suçundan açılan davada tutuklanmaması ve tutuksuz olarak yargılanmasının devam edilmesi ve her geçen gün artan kadın cinayetlerini ve kadına şiddet uygulanırken müdahale eden ve istemediği bir ölüm sonucu tutuklanan Kadir Şeker’in serbest bırakılmasını istedi. Kadınlar; Didim’de ayrılmak istediği erkek arkadaşı tarafından boğularak öldürülen ve bataklığa gömülen emekli hemşire Hatice Tusu’yu da anarak, artık yeter dedi.
Karşıyaka Çarşı girişinde yapılan eylemde kadınlar, “Akp elini kadınlardan çek”, “erkek adalet degil, gerçek adalet”, “Musa Orhan tutuklansin”, “yaşasın kadın dayanışmamız”, “Gelsin baba gelsin koca gelsin devlet gelsin cop, inadına isyan inadına isyan inadına özgürlük”, “ Koruma, aklama yargıla”, “ Kadir Şeker serbest bırakılsın” sloganlarını attı.

‘Kadınlar Birlikte Güçlü’ platformu adına yapılan açıklama şöyle;

“Bugün öğleden sonra Siirt’te , önce tecavüze uğrayıp sonra intihara sürüklenen kızkardeşimiz İpek Er’in davası görüldü .Failin adı belli Musa Orhan ve ısrarla tutuksuz yargılanıyor. Katilin tutuksuz yargılanması devletin biz kadınların yaşamını ne kadar önemsediğinin açık göstergesi. Sırtını erkek egemen devlete yaslayan “daha önce de yaptım,bana bişey olmaz” diyen Musa Orhan adlı şahıs pek de haksız sayılmaz. Gerçekten de yüce devlet onu korumak için elinden geleni ardına koymuyor çünkü tam da istediğini yaptırıyor. Kadınları itibarsızlaştırarak toplumda çürümeyi, biat etme kültürünü, inançsız iradesiz bir toplum yaratmayı önüne koyan erkek egemen zihniyet; zor ve baskıyla sindiremediği, korkutamadığı bir toplumu; özel savaş teknikleriyle, kadının ruhunu, bedenini, onurunu gasp ederek çökertmeyi koymuş önüne. Mücadele her yerde diyen biz kadınlar bu akıl ve vicdan dışı kötülükler karşısında asla susmayacağız. Kadın kimliğimiz kimsenin kirli oyunlarının malzemesi yapılamaz.Buna izin vermeyiz. O yüzden tekrar ediyoruz;
#KorumaAklamaYargıla #MusaOrhanTutuklansın!
Musa Orhan’ı koruyan erkek devlet iki gün önce kadına şiddet uygulayan Özgür Duran’ı engellemek isterken öldürdüğü için yargılanan Kadir Şeker’e 12 buçuk yıl hapis cezası verdi. Ne olmuştu tam olarak?
Konya’da Özgür Duran isimli erkek, 5 Şubat’ta birlikte olduğu kadını parkta darp ederken, Kadir Şeker tarafından engellenmek istenmişti. Bu esnada çıkan arbedede kendini korumak isteyen Kadir Şeker, Duran’ın ölümüne sebep olmuş ancak ‘kasten öldürme’ suçundan tutuklanmıştı. Oysa insan olan herkesin yapması gerekeni yapmıştı Kadir.
Verilen ceza erkek devletin yaşamlarımızı ne kadar ciddiye aldığının açık kanıtı.
#KadirŞekerSerbestBırakılsın!
Yargıda durum buyken medyanın dili de resmen kadın düşmanı söylemlerle dolu. Medya aygıtları, toplumun zihniyetini biçimlendiren en etkili araçlardan birisidir. Erkeklik ve şiddeti bu biçimde büyüme zeminini sağlamlaştırıyor ve meşrulaşıyor.
Bir gazete ” Kızlık (bekâret) zarı dikilir ama bozulan anayasal düzen tamir edilemez!” biçiminde cinsiyetçi söyleme yer verilen yazıyı rahatlıkla yayınlayacak gücü alabiliyor verili düzenden. Ya da yaşamak için öz savunmasını yapan bir kadını rahatlıkla katil olarak sunabiliyor topluma. Kadınlık rollerini yeniden yeniden üretebiliyor. Kahkaha atmasından tutalım ne giyeceğine, nasıl düşüneceğine, ne zaman dışarı çıkacağına, hangi mesleği seçeceğine, kaç çocuk yapacağına kadar.
Yapılmak istenenlerin, bizim üzerimizden oynanan oyunların, geliştirilen stratejilerin hepsinin farkındayız. Farkındalığımızla karşınızda durmaya, dayanışmayla mücadele etmeye devam edeceğiz.
Kadın cinayetleri ve erkek şiddeti her boyutuyla meslek, yaş, statü dinlemiyor. Erkek, sermaye, devlet işbirliğiyle desteklenen failler her yerdeler. İlk saldırdıkları kesimin biz kadınlar olduğu da ortada. İktidarını ve gücünü kaybetmemek adına her şeyi yapmaya hazırlar. Ellerini kollarını sallayarak suç işliyorlar. Kimi zaman evimizin içinde kimi zaman sokakta kimi zaman işyerlerimizde çıkıyorlar karşımıza. Önceki gün Didim’de ayrılmak istediği erkek arkadaşı tarafından boğularak öldürülen ve bataklığa gömülen emekli hemşire Hatice Tusu’yu da unutmuyoruz. Sevginiz de erkekliğiniz de yerin dibine batsın kadınlar yaşasın.
Artık yeter diyoruz.
Bir kişi daha eksilmeyeceğiz!
Her yeni güne bir, bazen de birden fazla kız kardeşimizin ölüm haberiyle uyanmaktan bıktık usandık. Bu durumu normalleştirmiyoruz, normalleştirmeyeceğiz de. Yaşadıklarımız, bize yaşatılanlar öfkemizi de isyanımızı da direncimizi de gün be gün arttırıyor. Artık susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz.
Erkek egemen zihniyetin tüm kurumlarının bu cinayetlere önlem almak şurda dursun failleri güçlendiren uygulamalarına boyun eğmiyoruz, eğmeyeceğiz de.
Kadın cinayetlerinin politik olduğunun, erkek aklının ürünü olduğunun farkındayız. Bu farkındalıkla alanları da meydanları da gasp ettiğiniz yaşam alanlarımızı da boş bırakmıyoruz, her yerdeyiz.
Haklarımızdan da kazanımlarımızdan da yaratımlarımızdan da yaşamlarımızdan da vazgeçmiyoruz. Bu yüzden bizi koruyan #İstanbulSözleşmesiUygulansın diyoruz.
Bize dayattığınız kölece bir yaşamı reddediyoruz, yaşamlarımız hakkında kendimiz karar veriyoruz. Bizim olan bizimdir, ve bizler seslerimizi de güçlerimizi de ruhlarımızı da birleştirerek birlikte kazanacağımızı biliyoruz.
Birlikte güçlüyüz.
Gasp ettiklerinizi tek tek sizden alacağız. Kendimizi öz gücümüzle savunmaktan asla vazgeçmeyeceğiz.
Biz kadınlar kimsenin üzerinden kendini var ettiği, güçlendirdiği nesneler değiliz olmayacağız da. Yaşamın özneleri, hayatın sürekliliğinin garantisi, insanlığın devamının vazgeçilemeyeceklerindeniz. Bizzat yaşamın kendisiyiz.
Patriyarkanın bizleri değersizleştiren, emeğimizi sömüren ve yaratımlarımızı görünmez kılan, bedenimizi metalaştıran, duygu ve düşüncelerimizi hiçleştiren, yerimize karar vermeyi kendinde hak gören hiçbir yaklaşımına da uygulamasına da müsade etmiyoruz. Öz gücümüzle kendimizi savunuyoruz.
Bizler varız ve var olmaya da, kendimiz olarak yaşamaya da kararlıyız.
Vardık varız var olacağız!
KADINLAR BİRLİKTE GÜÇLÜ İZMİR”

103 KARANFİLİMİZE SÖZÜMÜZ VAR: EMEK BARIŞ ve DEMOKRASİ MÜCADELESİ KAZANACAK!

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, 10 Ekim Ankara Katliamı’nın 5.yılında Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde anma düzenlendi. Açıklamaya Kesk Eş Genel Başkanı Aysun Gezen ve Emek Partisi Genel Başkanı Selma Gürkan da katıldı.

İlk konuşmayı 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği İzmir Temsilcisi Mustafa Özdağ yaptı, konuşmasının başında yitirdiğimiz 103 canın isimlerini tek tek okudu. Katılımcılar her can için “yaşıyor” dedi.
Mustafa özdağ’ın yaptığı konuşma şöyle;

“Bundan Tam beş yıl önce 10 Ekim 2015 tarihinde KESK, DİSK, TMMOB, TTB tarafından düzenlenen ‘Emek, Demokrasi, Barış’ mitinginde, bu ülkenin dört bir yanından gelip bu ülkede askeri, polisi, sivil halkı ölmesin analarımızın “tabutlara değil evlatlarımıza sarılmak istiyoruz” taleplerini emekten, hukuktan, özgürlükten, barış ve kardeşlikten yana olan taleplerimizi haykırmak için ellerinde sadece pankartları ve dövizleri olan bizleri kalleşçe tetikçi taşeron Işidli katiller tarafından Cumhuriyet tarihinin en kanlı katliamıyla katlederek kandan kına yaktınız.
Bu ülkenin başkenti ve biz, unuttuk o günden beri ağız dolusu gülmeyi.

Ancak hiçbir zaman unutmadık, unutturmayacağız yitirdiğimiz canları ve kalleşçe katliamlarınızı!

Hep Onur’la ve gururla haykıracağız yitirdiğimiz her bir canımızın adını.

Yitirdiğimiz 103 can sayı değil, İnsan.

Tarifi mümkün olmayan acılarla yaşamaya çalışan bizlerin bir daha geri gelmeyecek hayatlarını çaldınız.

Bilir misiniz her yıl 10 Ekim geldiğinde burnunda kan, biber gazı kokusu hissederek yaşamayı.

Bilir misiniz böylesi vahşi bir katliamdan sonra yaralarımızı sarmaya çalışırken, yitirdiğimiz canlarımızın ardından “ben niye ölmedim” diyerek acı içerisinde suçlu gibi yaşamayı.

Hissedebilir misiniz cansız bedenlerimiz üzerinden geçen polis araçlarının canımızı ne kadar acıttığını ?

Bilir misiniz babasını, annesini soran her bir çocuğa gözlerini para ve kazanç hırsı bürümüş muktedirlerin kirli savaş ve katliamlarıyla bir daha geriye gelmeyeceklerini anlatmayı.

Anlatabilir miyiz çocuklarımıza sekiz yaşındaki ve Veysel’in babasıyla birlikte özgürlük ve barış taleplerini haykırırken haince katledilmesini.

Bilir misiniz tarifi mümkünsüz acılarla bu acılara alışamadan, katlanıp yaşamasını?

Bilirmisiniz çok şey anlatmak isteyip te boğazınızın düğümlenerek kelimelerin kifayetsiz kalmasını?

Bizler biliyoruz! Yaşadık, yaşıyoruz.

Onun için bu katliamın 5. Yılında ilk günkü gibi öfkeliyiz, yastayız, kararlıyız, korkmuyoruz, yılmadık ve vazgeçmeyeceğiz emek, demokrasi, özgürlük ve barışı avazımız çıktığı kadar haykırarak savunmaktan.

10 Ekim tarifi mümkün olmayan acılarımızın ve hiçbir zaman iyileşmeyecek yürek yaralarımızın adıdır.

10 Ekim, üzerinde barış yazan pankartlarımızın parçalanmış bedenlerimize sarılmasının adıdır.

10 Ekim emekten yana olmanın adıdır.

10 Ekim kadına ve çocuğa karşı istismar ve şiddete karşı olmanın adıdır

10 Ekim yaşam alanlarımızın savunulmasının adıdır.

10 Ekim baskı zor ve hukuksuzluğa karşı demokrasi ve özgürlüklerin savunulmasının adıdır.

10 Ekim savaşa karşı barışın ve kardeşliğin savunulmasının adıdır.

10 Ekim insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur.

Bizler katillerimizi tanıyoruz. Bizlerin katilleri bu ülkede Sabahattin Ali’den Uğur Mumcu’ya, Turan Dursun’dan Hrant Dink’e, 1977 1 Mayıs’ın dan 16 Mart Beyazıt Kampüsü katliamına, 8 Ekim Ankara Bahçelievler katliamından Çorum, Kahramanmaraş, Sivas, Diyarbakır, Suruç olmak üzere birçok katliamda; kandan ve yaratmaya çalıştıkları korku ikliminden beslenen emek ve barış düşmanlarıdır.

Bizler katillerimizi tanıyoruz. Bu katliamdan sonra kameralar karşısında sırıtarak poz verenler, bu katliamından sonra “oylarımız arttı” deyip, şimdiyse “o dönemi anlatırsam kimse insan içine çıkamaz” diyenler, bu katliamın kırmızı bültenle aranan bir numaralı sanığını Ankara’da ağırlayanlar, “verin 400 milletvekilini” bu iş bitsin diyenler.

Bu ülkede barış isteyen akademisyenlerin barış taleplerine bile tahammül edemeyerek, bu ülkenin yetişmiş en güzel değerlerini açlığa mahkum etmeye çalışanlar.

Ancak er yada geç hakikatler ortaya çıkar.

Bizler bir daha böylesi katliamlar yaşanmaması için, bu katliamla ilgili birkaç tetikçi değil bütün failler yargılanıncaya kadar, adalet arayışımızı sürdüreceğiz.

Ülkemizde yargı, hukuk ve adalet kavramları yerine talimatlarla yürüse bile, gerçekler ortaya çıkıp bütün failler yargılandığında yürek sızılarımız biraz olsun hafifleyecek ve bu ülkede barışı ve kardeşliği savunduğu için yaşamlarını feda edenler tarihte onurla, sizler ise katiller olarak yer alacaksınız.

Son söz olarak; haksızlıktan yüce, sevgi nefretten üstün, aydınlık karanlıktan güçlü ise çaresi yok dostlar biz kazanacağız, biz kazanacağız.

Emekten, demokrasiden, özgürlüklerden, barıştan yana olanlar kazanacak.

Emek, demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesinde yitirdiğimiz bütün canlar yolumuza ışık olsun.”

Emek ve Demokrasi Güçleri adına basın açıklamasını DİSK 3. Bölge Temsilcisi Memiş Sarı yaptı. Açıklama şöyle;

“10 Ekim katliamının üzerinden beş yıl geçti…
“Savaşa İnat, Barış Hemen Şimdi” diyenlere düşmanca saldırdılar. Türkiye’nin dört bir yanından gelen on binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşen Emek, Barış ve Demokrasi Mitingimize savaştan, gerilimden, kaostan, kutuplaşmadan beslenen karanlık odaklar katliamla cevap verdiler.

103 insanımızı yitirdiğimiz, yüzlerce insanımızın fiziksel, yüzbinlerce insanımızın ruhsal olarak yaralandığı 10 Ekim katliamı, emek, barış ve demokrasi uğruna ödenen ağır bedellerden sadece biridir.

10 Ekim katliamı, 6 Haziran Diyarbakır ve 20 Temmuz 2015 Suruç katliamlarıyla başlayan ve ardı ardına gelen IŞİD saldırılarının bir parçasıdır. Başta 10 Ekim katliamı olmak üzere 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015 seçimleri arasında bunca katliamın neden yaşandığının cevabı verilmeden 10 Ekim katliamının arka planı aydınlatılamayacaktır.

Katliam sonrası anket yapıp oylarının ne kadar arttığını araştıranların, “Kokteyl örgüt” diyerek davayı sulandıranların, yol kontrollerini kaldırarak katillere adeta koridor açanların, saldırı olacağı istihbaratını tertip komitesinden gizleyenlerin, patlamaların ardından birçok kişinin yaşamını yitirmesine neden olan gaz sıkma emri verenlerin, ambulansların geç gelmesinin sorumlusu olanların, güvenlik tedbiri almayanların katliamdaki rolü ortaya çıkarılmadıkça, asıl failler yargılanmadıkça 10 Ekim dosyası kapanmayacaktır.

1 Mayıs katliamından Maraş katliamına, Bahçelievler katliamından Sivas katliamına, bu ülkenin katliamları ile hesaplaşmak için mücadele verenlerin karşısına çıkarılan duvarları ve engelleri biliyoruz. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne duvarlar örerlerse örsünler, o duvarı yıkacak tuğlaları çekip çıkaracağımızdan kimse kuşku duymamalıdır.

10 Ekim katliamında rolü olan, görevini ihmal eden, katliama yol veren ve emir veren tüm sorumlular yargılanana ve hak ettikleri cezayı alana kadar öfkemizi diri tutacağız. Katliamın unutturulmak istenmesine izin vermeyeceğiz. Katledilen arkadaşlarımızın hesabını mutlaka soracağız.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri olarak, 10 Ekim Ankara katliamının beşinci yıldönümünde sözümüzü bir kez daha yineliyoruz: Bu toprakları katliamlarla, faili meçhul cinayetlerle anılmaktan çıkararak barış ve demokrasiyle taçlandıracak, emeğin ve bir arada yaşama iradesinin egemen olduğu Türkiye’yi yitirdiğimiz canlarımıza, yoldaşlarımıza, 103 karanfilimize armağan edeceğiz.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri”

İzmir Emek Demokrasi Güçleri açıklamadan sonra Gündoğdu Meydanı’na yürüdü ve Ankara Katliamında yitirdiğimiz 103 direnç çiçeği adına denize 103 karanfil bıraktı.

İzmir Emek Demokrasi Güçleri Gündoğdu Meydanından araçla Doğançay mezarlığına gitti. Direnç çiçeklerimizden Berna Koç ve Ayşe Kılıç’ı ziyaret etti.