Nis 30
Pandemi Kıskacında 1 Mayıs
1 Mayıs 2021 geldi. Geçtiğimiz bir yıl içerisinde iş cinayetleri ve pandemi nedeniyle binlerce işçi emekçi yaşamını yitirdi. Pandemi koşullarında işçiler emekçiler fabrikalarda, işletmelerde, tarlalarda üretmeye devam ettiler. Her zaman ve her koşulda üretmeye devam etmelerine karşın Covid-19 aşıları yapılmadı, temaslı ve hasta olarak binlerce işçi emekçi üretmeye devam ettiler.. İşçilerin sendikal örgütlenmeleri, toplantıları ve işçi sınıfının çıkarlarını savunan emekten yana partilerin, meslek ve kitle örgütlerinin faaliyetleri yasaklanırken, emekten yana gazeteler ilan kesme cezalarıyla karşılaşırken, meslek örgütlerinin kongreleri yasaklanırken AKP-MHP faşist blokunun kongreleri leb a leb yapılırken, devrimci demokratik kurumların, meslek örgütlerinin toplantıları, konferansları, çalıştayları, etkinlikleri yasaklandı; hatta 1 Mayıs kutlamaları koronovirüs bahane edilerek yasaklandı. İşçi sınıfı ve emekçiler fabrikalarda, tarlalarda ağır koşullarda düşük ücretlerle, sendikasız hatta sigortasız, iş yasasına aykırı olarak sekiz saati aşan sürelerle çalışmaya devam ediyor. Kapitalist sömürü kesintisiz, zorlu..Pandemi koşulları sermaye sahiplerine yeni fırsatlar sunuyor, alındığı söylenen tedbirler göstermelik ve sömürü düzeni pervasızca sürüyor.
Pandemi koşullarında binlerce kişi işsiz kaldı. DİSKAR’ın verilerine göre geniş tanımlı işsiz sayısı (atıl işgücü) 10 milyon 20 bin. Siyasi iktidar sözde Haziran sonuna kadar işten çıkarmaları yasakladı ama patronların elinde de Kod-29 (İş Kanunu 25/II) korkunç bir silah olarak kullanılmakta. Sermaye, Kod-29 (İşçilerin ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranış davranış nedeniyle iş aktinin feshi) ile işten çıkarmaya başvuruyor ve binlerce işçi bu nedenle işten atılıyor; Kod 29 ile işten çıkarılan çalışanlar kıdem tazminatı ve ihbar tazminatı haklardan faydalanamıyor ayrıca işsizlik ödeneği de alamıyor. Zira, Türkiye İş Kurumu (İŞKUR)’a ödenek için başvuru yapan işsiz kişinin işten ayrılış bildirgesindeki kod numarasına bakıyor ve burada Kod 29 varsa işsizlik maaşı ödenmiyor. İçeriği nedeniyle Kod-29 ile işten çıkarılan bir kişi, yeni bir iş ararken sorun yaşıyor.
Sermaye, kendi sınıf niteliğine uygun ahlaksızlığı pandemi koşullarında da Kod-29’u haksız hukuksuz uygulayarak, kendi sınıf çıkarlarını korumaya devam ediyor İşten çıkarmaların yasaklandığı pandemi döneminde bu yönteme başvurunun arttığı görülüyor. SGK işten çıkarmaların ayrıntılarına ilişkin bilgi talebini “ticari sır” gerekçesiyle reddediyor. Sermaye, Kod-29’u bir pazarlık ve baskı aracı olarak da kullanmaya başladı. İşçiye ya ücretsiz izin ya anlaşarak işten çıkarma ya da Kod 29’u dayatıyor. Sermaye, Kod-29’u “bir damga”, “bir kara liste” durumuna getirdi. Kod 29’la gelen ‘ahlaksızlık’ damgası kadın işçilerin hayatını karartıyor.
Son bir yıllık dönemde Kod 29 ile işten atılan işçilerin sayısının yüzde 70 arttı. Son bir yıl içinde açılan işe iade davalarının yüzde 80’inin de Kod 29’la ilgili. İşçi sendikal örgütlenme mi yapıyor, sınıf çıkarlarını mı savunuyor, hak mı arıyor, patronlar hemen Kod-29 dan işlem yapıyorlar. Geçtiğimiz bir yıl içerisinde işçiler farklı yerlerde fabrikalarda ve işletmelerde Kod-29 nedeniyle işten atıldıkları için eylemler yaptılar ve çadırlar kurdular direndiler ve direnmeye devam ediyorlar. Sadece özel sektör değil kamu alanında da kod-29 uygulaması yapılıyor. Örneğin İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İZENERJİ ve İZELMAN şirketlerinde çalışan bir grup işçi, İzmir Valiliği’nin güvenlik soruşturması gerekçe gösterilerek geçtiğimiz aylarda Kod 29 ile işten çıkarılmıştı. Sermaye Kod-29’u suistimal ederek işçileri işten atıyor ve pandemi koşullarında aç ve sefil bırakıyor. Siyasi iktidar Kod-29 uygulamasını derhal kaldırmalı ve uygulanması yasaklamalıdır.
Sermaye, pandemi koşullarında işçileri çalışma yaşamı ve sağlıklı çalışma hakkından yoksun bıraktı. Güvencesiz, sağlıksız, aşısız çalıştırma tekelci burjuvazinin, patronların “alışkanlığı” oldu. İşçilerin, emekçilerin kısaca halkın sağlığını koruyacak, üretimi zorunlu işler dışında tamamen durduran bir tam kapanma gerçekleştireceklerine, kar hırsıyla, daha çok çalışma ve daha çok üretim hedeflenerek, işçi sınıfına ve emekçilere aşı yapılması öncelikli olması gerekirken aşıya işçi sınıfı ve emekçiler açısından erişilmesi ve ulaşılması neredeyse olanaksız. Sağlık Bakanlığı’nın programında işçilere ve emekçilere aşı yapılması hala planlanmış ve öncelikli değil oysa sözde “tam kapanma”da bile üretim sürüyor.
Tekelci burjuvazinin siyasi iktidarı pandeminin tüm yükünü, ekonomik krizin faturasını emekçiler ödetiyor. İşsizlik fonundan 51.5 milyar TL işçilerin birikiminden alındı, pandeminin faturası işçi sınıfına ve emekçilere kesildi. Sözde “tam kapanmada” “kapanan işyerlerine, esnafa, gündelik çalışıp yaşayanlara maddi destek yok ama “araç geçiş garantili” oto yollar, köprüleri yapan şirketlere ödeme garantisi nedeniyle milyarlarca TL ödeme yapılabiliyor. İstatisliklerde görünmeyen enflasyon ve liranın hızla değer kaybetmesiyle işçiler, emekçiler daha da yoksullaşıyor, asgari ücret, emekli maaşları değerini ve alım gücünü kaybetmeye devam ediyor.
AKP-MHP faşist iktidari tekelci burjuvaziye destek paketleri ve sermayeyi koruma- kollama önlemleri uyguluyor. İşçiye, emekçiye, küçük esnafa, gündelik çalışanlara, gençlere-öğrencilere destek ve güvence hiç yok.. Şiddet gören, evde üreten, yaşlı ve hasta bakan kadına yok, fırsat eşitsizliğinin kıydığı, ezilen üretici kadınlara, istismar edilen çocuğa yok.. Üretim araçlarını özel mülkiyetinde tutanlara vergi indirimleri var, kredi koşulları gevşetiliyor, ertelemeler var, ihaleler yandaşlara açıkça veriliyor; doğal zenginliklerimizin talanı sürüyor, su kaynaklarımız üzerine kurulan HES’ ler suyu halkın kullanımından alıyor; tarım alanlarımız jeo termal tesislerle kurutuluyor, maden ocaklarıyla toprak ve suyumuz zehirleniyor, iş makinaları, dinamitler dağların böğrünü deliyor, ormanlık alanların, doğanın kalbini deşiyor, salgının zorunlulukları talana, ranta hizmet ediyor. Rize İkizdere’de olduğu gibi ormanlarımız, yeşil alanlar, taş çıkarmak için yok edilmek isteniyor. Ülkemizin en güzel ormanları altın, maden, taş çıkarmak için yok ediliyor. İklim değişiklikleri sonucu ormanlarımızı korumamız gerekirken, su kaynaklarımızı da yok etmenin eşiğindeyiz. Birçok akarsu, göl kurumuş durumdadır. Siyasi iktidar hiçbir önlem almamakta ısrarını sürdürüyor. Tüm bilim insanlarının, hatta NASA’nı Anadolu’yu kuraklığın beklediğine işaret edip su kaynaklarının kuruyacağını belirtmesine karşın hiçbir önlem alınmadan doğayı talan politikaları sürüyor. İşçiler,emekçiler, üreticiler, köylüler, her alanda doğayı , sularımızı, ormanlarımzı koruyalım diye haykırırken, yaşam alanlarına sahip çıkarken, devletin zor organlarının baskısına, şiddetine, gazlı saldısına uğruyor. Halka pandemi koşullarında da reva görülen sömürünün devamı, doğnın katli, zulüm, şiddet ve acıdır.
Akp-MHP siyasi iktidarında geçmiş yıllara oranla kadın cinayetleri artıyor. Kadınlar, ekonomik kriz, yoksullaşma, yaşam koşularının zorluğu derinleştikçe güvensiz ve güvencesiz bir ortamda şiddetle yaşamak zorunda kalıyorlar.. İşçi ve emekçi kadınlar ağır bir sömürü ve baskı altında, ev emekçileri her tür ev işi, çocuk, yaşlı bakımı kıskacında, şiddet sarmalında yaşıyor. Kadın özgürlükleri kısıtlanarak, kız çocukları kapatılarak hatta çocuk yaşta evlilikler meşrulaştırılarak ve hatta yasallaştırılarak AKP MHP nin muhafazakar tabanında, şeriatçı çevrelerde, tarikatlarda, cemaatlerde toplumsal desteğini artırmaya yönelik uygulamaları derinleştiriyor. Toplum, gelecekte muhafazakar, mukaddesatçı, şeriat özlemli gelenekçi bir yönelişe imrendirilmeye çalışılıyor. İstanbul Sözleşmesi’nden, bir gece, bir kararla, hukuk tanımaksızın geri çekilmek, kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere; din, dil, ırk, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim gibi herhangi bir ayrım gözetmeksizin, bulunulan ülkenin vatandaşı, mülteci ya da göçmen olunduğuna bakılmaksızın her bireyi şiddetten korumak, eşit görmek,eşitsiz uygulamaları etkin soruşturmak, failleri cezalandırılarak şiddet uygulamaktan caydırmaktan vaz geçme niyetini açığa çıkarmıştır. Aynı zamanda, siyasi iktidarın şeriat kurallarına uygun bir toplum yaratma projelerini, laisizmin güdük te olsa kazanımlarının tasfiye edilmesi çabalarını, ihvan hareketinin büyütülmeye çalışılmasını ve bu yöndeki toplumsal desteğin artırılması arayışını ifade etmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki her zorun, etkinin oluşturacağı bir tepki de vardır; hiçbir iktidar sonsuza dek sürmez.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri, öğretim üyeleri direniyor. 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün tüm uygulamaları üniversitelerde sürüyor. Muhalif öğretim üyeleri, bilim insanları, öğretmenlerin büyük kısmı KHK ile işlerinden edilmiştir. Bütün sosyal güvencelerini bir gecede yitirmişlerdir. Rektörler artık liyakata uygun değil AKP ya da MHP li olmalarına bakılarak belirlenmektedir. Bilimsel araştırma, çalışma kriterleri kaldırılmıştır. Üniversiteler faşist diktatörlüğün kaleleri durmuna getirilmek istenmektedir. Öğretim üyeleriyle, öğrencileriyle tek bir muhalif sesin çıkması, duyulur olması istenmiyor. Üniversite gençliğimiz faşizme ve hertürden gericiliğe karşı dirençlidir. Boğaziçi üniversitesi öğretim üyeleri ve öğrencileri demokratik özerk üniversite mücadelelerini sürdürüyorlar. Siyasi iktidarın atadığı rektöre karşı direnişlerini, “rektör istifa” şiarıyla yükseltiyorlar. Üniversite öğrencilerinin akademisyenlerin ve çalışanların da destek verdiği direniş faşist iktidarı korkutuyor. Ülkemizin köklü üniversitelerindeki binlerce gencin demokratik özerk bilimsel üniversite ve laisizm için geleceklerine sahip çıkması, ülkemizin faşizme karşı hürriyet ve laisizm mücadelesi iktidarların korkulu rüyası olmuştur. Ülkemizin geleceği ve umudu genç kuşaklardadır.
Siyasi iktidar fezlekelerle muhalif milletvekilerini tasfiye ediyor. Meclis, AKP-MHP iktidarının yaşam alanı durumuna getirilmiştir. Milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılıyor, meclis kürsüsünden ya da seçim bölgelerinde ifade ettikleri düşünceleri ve barişçıl eylemleri nedeniyle milletvekillikleri düşürülüyor. Milletvekilerinin polis zoruyla evleri basılıyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyorlar. Seçilmiş belediye başkanları, meclis üyeleri görevlerinden alınıyor ve tutuklanıyorlar yani seçilmişlerin yerinin atanmışların aldığı, halkın, seçmenlerin iradesinin çiğnendiği bir dönemde yaşıyoruz. Cezaevleri de bu sistemin, bu dönemin aynasıdır. Göz altında ve cezaevlerinde çıplak arama, kötü muamele, zor politikaları sürmekte tutuklu ve hükümlüler ağır ve sağlıksız koşullarda yaşamaktadır. Pandemi koşullarında aşıya ve tedavi olanaklarına ulaşmaları olanaksız duruma gelmiştir. Cezaevlerindeki binlerce tutuklu ve hükümlünün sağlığa ulaşım hakkı ve can güvenliği tehdit altındadır.
Ekonomik kriz derinleşmiştir. TL, euro ve dolar karşısında her gün değer yitirmektedir. Tekelci burjuvazi, ekonomik krizin derinleşmesinden ve siyasi iktidarın bir çıkış yolu bulacak bir kapasite gösterememesinden yakınmakta ve rahatsızlığını belirtmektedir. Kapitalizmin derinleşen krizi ekonominin tüm alanlarında kapsamlı ve derin bir iflas durumunu göstermektedir. Merkez Bankası rezervleri tüketilmiştir. Öncelikle kapitalizme eklemlenmiş milyonlarca esnaf, üretici çiftci iflasın eşiğine gelmiş ya da iflas etmiştir. Siyasi iktidar ülkemizi ekonomik bir çöküşe götürmüştür. Halkın alım gücü düştü, yüksek enflasyon karşısında temel tüketim maddeleri, pahalandı. Asgari ücret ve emekli maaşlarıyla milyonlarca emekçi büyük bir kriz ve geçim derdindedir, açıkla karşı karşıyadır. İflas etmekte olan bir ekonominin bütün faturası emekçilere çıkarılmıştır. Toplumda farklı kesimlerden intihar olayları artmıştır. Yolsuzluklar artmıştır. Kamu denetlenemez durumdadır. Sayıştay raporlarını takip eden ve sonuçlandıran mekanizmalar tasfiye edilmiştir. Yolsuzluklar ve haksız kazancın prim yaptığı ve denetlenmediği yargılanmadığı kokuşmuş kapitalist düzende çürüme had safhadadır..
Siyasi iktidarın bütün politikaları iflas etmiştir. Sadece iç politikalar değil dış ilişkiler alanındaki bütün politikalar da iflas etmiştir. Siyasi iktidarın iç politikaları dış politikalarını da belirlemiştir. İç ve dış politikalar, doğal olarak olarak birbirini etkiler, kimi zaman belirler, güçlendirir. Faşist gerici siyasi iktidarlar ya da otoriter rejimler, iç siyaseti, dış politika üzerinden kurarak iktidarını pekiştirir, biat ve itaat kültürünü yaygınlaştırır, muhalifleri sindirme, etkisizleştirme politikasına meşruiyet kazandırmaya çalışırlar. Siyasi İktidarın güvenlik odaklı politikaları ve muhalifleri ezme ve sindirme politikaları ve güvenlikçi kültüre teslimiyet, ülkenin taşıdığı stratejik önem söylemleri, ülkenin çözülmeyi bekleyen iç tarihsel demokrasi sorunları karşısında ırkçı, faşist, söylemler hatta ülkenin topraklarında emeller besleyen milletler olduğu benzeri stratejik bir politika bugün başat duruma gelmiştir.
ABD, Rusya, Almanya vb tekelci kapitalist ülkelerin dış politika kulvarında denge politikaları ile oyalanmak ülkemizin çıkarına olmamıştır, artık bu anlamda da politik manevra gücü geride kalmıştır. Dış politikaları ters yüz olmuştur. Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alınması ile başlayan ABD ile müttefik krizi Türkiye’nin F-35 programından çıkarılması ile sonuçlandı. Bu durumu aşmak için Ukrayna üzerinden Rusya’ya sopa gösterip ABD’ye göz kırpan ataklarda işe yaramamış durumda. Meclis Başkanının tartışmaya açtığı Montrö Sözleşmesi ülkemizin Çanakkale, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı üzerindeki egemenlik haklarını ve Karadeniz’de kıyısı olan ülkeleri ve Rusya’yı gerdi. Soğuk savaş döneminde Türkiye’ye yükümlülükler yükleyen NATO üyeliğinin emperyalistler arasındaki çıkar kavgasında eski işlevi zayıflamış durumda, ve etkisiz. ABD Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde üsleri ve askerleri ile konuşlanmış durumda. Siyasi iktidarın ihvancı dış politikaları hiçbir ülkeye güven vermemektedir.
Suriye, Irak, İran, Libya, Mısır, Kafkasya, Kıbrıs politikaları açısından ülkelerin içişlerine karışmaksızın karşılıklı saygı temelinde politik bir hat izlenmesi, silahlı İslami örgütlerle ilişkilerden uzak durulması ve ülkelerin iç sorunlarına karışılmaması bölge halklarının barış içerisinde kardeşçe yaşaması açısından önemi açıktır. Ortadoğuda ve kafkasya’da Balkanlarda Ukrayna’da emperyalist politikaların yandaşı olmaktan kaçınmak ve bağımsız bir politika izlemek gerekir. Emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasında yandaş olmak örtülü savaşların tarafı olmak anlamına gelir ve bundan uzak durulmalıdır.
Biden’in soykırım açıklaması, Faşist gerici siyasi iktidarın muhafazakar gerici yığınlar içerisinde ırkçı şöven politikalarla etkisinin artmasını sağlayacaktır. Osmanlı-Türk gericiliğinin Ermeni halkına ve Kürt ve Türk halkları da içinde olmak üzere diğer halklara karşı işlediği suçların günümüze getirdiği sorunları çözme basireti tekelci burjuvazide bulunmamaktadır. Bu sorunlar demokrasi ve bağımsızlık sorunudur. Demokrasi ve bağımsızlık sorunları ekonomik bağımsızlıkla birlikte işçi sınıfının ve emekçilerin omuzlarında bulunmaktadır.
Siyasi iktidar 1 Mayıs’ı da yasakladı. işçi sınıfının söz, toplantı, eylem, örgütlenme vb. hakları pandemi sürecinde tasfiye edilmiştir. Fabrikalarda işletmelerde tarlalarda pandemi yasakları yoktur. İşçiler, emekçiler çalışmaya ve üretmeye mahkumdur. Sömürü çarkları kesintisiz dönüyor, krizin ve pandeminin faturasını işçi sınıfı ve emekçiler ödüyor. Bunun için de Baskı ve yasaklarla zor politikaları uygulanıyor.
Kapitalizmin barbarlığına karşı taleplerimizi yüksek sesle ifade etmek, yaşama geçirilmesi için ısrarcı olmak, örgütlü davranmak tek çaremizdir.
- COVID-19’a karşı mücadele kapsamında, güncel ihtiyaçlara cevap veren, zorunlu ve acil mal ve hizmet üretimi hariç olmak üzere, bütün fabrika, işletme, iş yerlerinde çalışma durdurulmalıdır. ; İşçilerin, emekçilerin dolayısıyla ailelerinin sağlığı korunmalı ve salgının yayılma hızı önlenmeli; bu süre içinde işçilere ücretli izin verilmelidir.
•Zorunlu çalışma alanlarında emekçilere koruyucu ekipman başta olmak üzere tüm eksiklikler giderilmeli, çalışanların hepsi düzenli olarak testten geçirilmelidir.
•Salgın boyunca özel sağlık kurumlarında, sağlık hizmetlerine erişim ön koşulsuz ve ücretsiz olmalıdır. Salgının denetimi, önlenmesi şeffaflık temelinde, Yerel yönetim kuruluşlarının, sağlık, emek ve meslek örgütlerinin de temsil edildiği bütünlüklü kurullarla sağlanmalıdır.
•Süreç boyunca halk sağlığını korumak adına dezenfektan, koruyucu maskelerin ücretsiz temini mutlaka ve gerçekten sağlanmalıdır. - Kod-29 Zulmüne son verilmelidir. Ücretsiz izin dayatması sonlandırılmalıdır. İşsizlik maaşının süresi uzatılmalı, salgın süresince işsiz yurttaşlara yaşayabilir bir ücret desteği verilmelidir.
•Ev içinde kadına yönelik artan şiddete karşı 6284 Sayılı yasa ve İstanbul Sözleşmesi etkin olarak uygulanmalı; şiddet uygulayan erkek mutlaka evden uzaklaştırılmalıdır.
•En düşük emekli aylığı asgari ücret düzeyine çıkarılmalıdır. Korona virüsle mücadele döneminde, risk grubundaki kesimlerin ücretlerine 2000 TL ek destek yapılmalıdır.
•Yoksul yurttaşların temel ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmalıdır. Sağlık yardımı almakta olan “kayıtlı yoksullara” asgari geçim endeksine uygun bir maaş ödenmelidir.
•Elektrik, su, doğalgaz, iletişim faturaları ve konut, taşıt kredileri ile kredi kartı borçları, salgın riski boyunca faizsiz olarak ertelenmelidir.
•Temel gıda, temizlik malzemelerine zam yapılmamalı; insanca yaşamanın asgari koşulları güvenceye alınmalıdır.
•Çiftçi borçları ve ihtiyaç kredileri, faizleri silinerek taksitlendirilmelidir.
•Mülteci geri gönderme merkezlerinde gerekli tedbirler maksimum düzeyde alınmalı, bu merkezlerde olmayan mültecilerin konut, hijyen ve temel gıda malzemesi temini kamu kaynaklarıyla sağlanmalıdır.
•Salgını gerekçe yapıp yurttaşlar üzerindeki gözetim ve denetim ağlarını baskıya dönüştürülmemelidir. Virüs tehlikesinin getirdiği günlük yaşamdaki bazı kısıtlamalar, güdük temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması, baskı ve bireysel özgürlüklerin, kişilik haklarının ihlaline yol açmamalıdır. Yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm uygulamalara son verilmeli, internet ortamındaki ifade ve düşünce özgürlüğü ve haber alma haklarına yönelik tüm yasaklamalar, cezalandırılmalar kaldırılmalı; infaz yasasındaki eşitsizlik giderilmelidir.
•Covid-19 koşulları da dikkate alınarak, siyasi iktidar emperyal isteklerini bir yana bırakarak, Suriye’deki askeri birlikleri geri çekmeli ve komşu ülkelerle; karşılıklı saygı, içişlerine karışmama ve barış politikası izlemelidir.
•Halkın iradesi yok sayılmamalı; belediyelere kayyım atanması uygulanmasına son verilmeli, seçilmiş irade iadesi gerçekleşmeli; yerel yönetim çalışma alanları siyasi rekabet hırsıyla daraltılmamalıdır… - 21 günlük süreçte çalışmak zorunda olacakların (hastanelerden, fırınlara kadar) haklarının fazla mesai olarak ödenmesi.
- 21 günlük süreçte elektrik, su vb. temel ihtiyaçların faturalandırılmaması.
- Aşı üretimin tüm ülkelerde yapılabilmesi için aşı patenleri derhal kaldırılmalıdır.
İşçiler, emekçiler, gençler, kadınlar,
Başka bir dünya mümkündür. Bu durumda İşçi sınıfı ve emekçiler kendileri için cehennem olan bu sistem karşısında yeni bir dünya özlemini daha çok hissedecek, isteyecek ve düşleyecektir. Kapitalizmin yerine, baskının, zulmün, sömürünün olmadığı yeni bir dünya rüya değildir. Bilime inanmayan ve onun aydınlatıcı yolundan yürümeyenlerin ömrü sonsuz olamaz.. Ancak, yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü işçiler ve emekçiler çürümüş kapitalizme darbeyi indirebilir. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü işçi sınıfı, emekçiler sahte değil, gerçek özgürlüğü kazanabilir. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü işçiler, emekçiler sermayenin ve faşizmin düzeni yerine işçi sınıfı ve emekçilerin iktidarında eşit, özgür bir Türkiye’yi kurabilir ve bu, bizler istersek mümkündür.
1 Mayısa doğru, büyük insanlığın kurtuluşu için, sermayenin boyunduruğu altında çalışan bütün halkların sağlığı, geleceği için, daha insanca çalışma ve yaşam koşullarını elde etmek için örgütlenme ve mücadele etme hakkı için yürütülen büyük mücadele ve dayanışma mutlaka kazanacak!
İşçi sınıfı ve emekçilerin zorunlu olarak çalıştıkları fabrikalar ve işyerleri başta olmak üzere bu 1 Mayıs ta haklı taleplerini haykıracaklardır! Talepleri hepimizin talepleridir; bizler de bulunduğumuz yer ve koşullara uygun olarak bu taleplere sahip çıkıyoruz, çıkacağız. Her yer, her alan, mekan 1 Mayıs!
Kapitalizme ve Faşizme Hayır!
Yaşasın İşçi sınıfı ve Emekçilerin Birliği, Mücadelesi, Dayanışması!
Yaşasın İşçilerin Birliği, Halkların Eşitliği- Kardeşliği!
Bıji 1 Gulan
Yaşasın 1 Mayıs
Nis 29
“İstanbul Sözleşmesinden Vaz geçmiyoruz” İzmir Kampanya Grubu üçüncü nöbeti Alsancak’ta Gerçekleştirdi.
Geçen hafta Karşıyaka vapur iskelesi karşısı, Çarşı girişinde “İstanbul Sözleşmesinden Vaz geçmiyoruz” talebiyle ikinci nöbet eylemini gerçekleştiren İzmir Kampanya Grubu, bu hafta üçüncü nöbet eylemini Alsancak’ta Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde gerçekleştirdi.
İktidarın pandemi gerekçesiyle ilan ettiği 17 günlük ” tam kapanma” başlamadan iki saat önce yapılan nöbet eyleminde, önce çalıştığı işyerindeki bir erkek tarafından katledilen bir kadın emekçi kadın, Fatma Şengül’ün öyküsü anlatıldı.
İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkan, fesih kararını kabul etmeyen Kampanya Grubu’ndan kadınlar 1 Mayıs öncesi olmasını göz önüne alarak düşük ücretle, sendikasız ve uzun sürelerle çalıştırılan mevsimlik kadın işçilerin öyküsünü dile getirdiler.
Kadınların Öykülerinin anlatılması aralarında “Erkek Adalet Değil Gerçek Adalet”, “Yaşamak İstiyoruz”, “İstanbul Sözleşmesinden Vaz geçmiyoruz”, “Kadın Cinayetleri Politiktir”, “Yaşasın Kadın Dayanışması”, “Erkek vuruyor, Devlet Koruyor”, “Gelsin Baba Gelsin koca, Gelsin Devlet , Gelsin Cop, İnadına İsyan İnadına isyan, inadına Özgürlük” , “Dünya yeriden oynar kadınlar özgür olsa” sloganlarını atarak, Sözleşmeye kararlılıkla sahip çıkacaklarını ifade ettiler.
Etkinlikte okunan mevsimlik kadın işçilerinin öyküsü şöyle;
“Biz mevsimlik tarım işçisi kadınlarız. Adımız yoktur bizim, patronun gözünde hepimiz aynı kişiyiz; ameleyiz, gündelikçiyiz, yevmiyeciyiz. Bir sayımızı bilirler, bir de ellerimizi. Ellerimiz çalışkandır; uğraştığı toprağa benzer, yol yoldur, çatlaktır ama beceriklidir ellerimiz.
Nerede kızardıysa domates, kayısı nerede ballandıysa, nerede açtıysa pamuk beyaz çiçeklerini, üzüm suyunu nerede topladıysa biz oraya gideriz. ince bir şilte, zayıf bir bohça ve uykulu çocuklar vardır kolumuzun altında. Tepemizdeyse yakıcı güneş, buyurgan bir erkek sesi kulağımızda, üzerimizde eprimiş esvaplar, kafamızda küçük hesaplar, içimizde sessiz öfke yüzümüzde donuk bir ifade ne derlerse onu yapar, nereyi gösterirlerse orada yatarız.
Bu kimi zaman rutubetli bir depo olur, kimi zaman naylon çadır kimi zaman kuru toprak kimi zaman küçük mezar.
Biz mevsimlik tarım işçisi kadınlarız. Yaşarken değil ama ölünce anılır adımız. 25 kişilik yaşlı ve köhne minibüslere 40 kişi doluşup işe giderken bir trafik kazasında apansız ölüveririz, isimleri şöyle deyip adımızı yazar gazeteler, sağ kalanlarımız o gazete üstlerinde azığını yer, hadi sallanmayın der sonra o buyurgan erkek sesi. Ölen de kalan da biziz ama pazarlığımızı yapan o, emeğimizi satan o. Kim o? O erkek. O güçlü, onun aklı var, onun adı var. Çavuş o, dayı başı o. O işveren. Küçük patron, patroncuk.
Elektrik ve su varsa gittiğimiz yerde şanslıyız. Bu bize bir lütuf gibi sunulur. 200 yılı aşkındır kullanılan o elektrik, o çıplak ampül, o sallantılı gölge bir lütuf gibi sunulur bize. yalan yok biz de boş bulunur, gülümseriz. Yorgun gece de bir kaç cümle bir kaç bardak çay iyi hissettirir kendimizi bize. isimlerimizi unutmamak için ara sıra birbirimize sesleniriz.
Güneş doğarken uyanırız. Gök maviye dönmeden, mora çalarken hala. Köstebeklerden ve solucanlardan önce ama kuşlarla beraber. Mevsim ne olursa olsun serindir sabahlar, tazedir kokusu, yaşama sevincine benzer bir yürek kıpırtısı insanın içinde, bir çiy tanesi gözüne ilişir, bir asma yaprağında güneş parlar, bir yeşil erik başını uzatır saklandığı yerden, yaşı kaç olursa olsun zeytin ağaçları gençleşir, hayat hayata benzer bazen, hepsi yine o sesle yıkılır: sallanma!
Çalış! hep çalış, tarlada çalış, evde çalış, pişir taşır, doğur, bak, büyüt, çalış! Yıka, temizle, ütüle, durula, sallanma çalış!
Sağa sola bakma çalış!, ağlama, gülme, sohbet etme, durma, dinlenme, ağzını açma, tek laf etme çalış!
Patronun gözünü dilip her yerine baksa da çalış, oğlu yanından geçse de çalış, geçerken eli memene değse de çalış! kafanı kaldırma, sesini duyurma, itiraz etme, cevap verme, fazla uzatma çalış!
Erkekler ne derse onu yap, uslu ol ve arada bacaklarını açmayı unutma. Çünkü eksik eteksin, kıt kafalısın, beceriksizsin, laf anlamazsın. Kadınsın ya gündüz patronun gece kocanın malısın.
Bizler işçiyiz, mevsimlik tarım işçisi, güzel değilsen şairin şiirine alma gereği bile görmediği. Sofradaki yeri öküzünüzden sonra gelenler hani. Buradayız. Yok artık öyle sandığınız gibi değiliz. Tavındaki toprak, mevsimindeki fide kadar bereketliyiz. Çiçeğe yürüyen su gibi azimli öğlen güneş gibi kızgın ve öfkeliyiz. Geri istiyoruz, çaldığınız ne varsa geri istiyoruz. , zamanımızı, emeğimizi, bedenimizi, ismimizi, sesimizi geri istiyoruz. Şimdi hepsi bize lazım, şimdi isyandayız. şimdi hepimiz buradayız.”
“Ben FATMA ŞENGÜL. 1965 kışında Foça’da doğdum, 12 şubatta. 7 kardeştik, iki de ana-baba 9 kişi. evimiz küçüktü, geçim derdimiz büyük ,kalktık İstanbul’a göçtük. Evdeki herkes bir işe koştu, ben ayakkabı fabrikasında işçiydim.
19 yaşındaydım Ülgen ile evlendiğimde. İyi insandı Ülgen, hakkaniyetliydi, bir bakkal işletmeye birlikte. 20sinde Koray’ı, 22’sinde Gökay’ı doğurdum.
Hiç unutmam, 1989 senesiydi, yıkım kararı geldi bizim bölgeye, Gülsuyu mahallesinde oturuyorduk. Kentsel dönüşüm deyip evlerimizden atmak istediler bizi. Gidecek yerimiz yoktu. Yoksul bir mahalleydi zaten, aç yatan var mıydı bilmiyorum ama öyle çok doyan da yoktu. Yıkıma geldiklerinde en önde koştu Ülgen, olmaz dedi, bu kadar insan evsiz mi kalacak dedi? Zavallı bir kaplumbağa bulmuş, kabuğunu taşlıyorlardı sanki. can havliyle itiraz ediyordu Ülgen. kendini yakacak kadar büyüktü itirazı, o direğin dibinde alevler içinde bağırıyordu; Yoksul halk nereye gidecek?
6 ay komada kaldı Ülgen. Yaraları zor iyileşti. Hastaneden çıkınca o küçük hayatımıza kaldığımız yerden devam ederiz sandım, olmadı. Kısa bir süre sonra trafik kazasında öldü Ülgen. 3 çocuğumla yapayalnız kaldım o yoksul mahallede, en küçüğü 5 yaşındaydı. Okumaları lazımdı, doymaları lazımdı, oyuncak, kitap, kıyafet, ayakkabı lazımdı. Demek benim daha çok çalışmam lazımdı. Olsun, dedim-bilmediğim şey değildi. aşçılık yapmaya başladım ben de, izin günlerimde de gündeliğe gittim. yemekler pişirdim, evler temizledim ve bir gün bile yıldım demedim. Kanser etti bu hayat beni sonunda, yine pes etmedim. Bir küçük pasta aldım ve 3. evredeki kanserimi güler yüzle karşıladım.
Ben Fatma Altıntaş, kendimi bildim bileli severim gülmeyi. Başımdan acıyı eksik etmeyen allah içimi neşeli yaratmış ben ne yapayım? Kemoterapi, ışın tedavisi, ameliyat derken iyileştim. Doktorlarıma ayıp olmasın ama o dans kursu ve örgü örmek hepsinden iyi bana. Öylesine değil, doya doya yaşamayı seçtim.
Artık yorulmayacaktım, yoktu artık koştura koştura iki işte çalışmak. Bir bankanın emekliler lokaline girdim. Sakindi, iyiydi derken Zeynel’in, iş arkadaşım olurdu, hiç çalışmadığını fark ettim. Kendini kovdurup tazminat alma peşindeydi, onun iş yükünü de mecburen taşıyordum ama bu durumdan rahatsızdım. Çocuklarım vardı düşüneceğim, elimden kayıp giden ve bin bir zorlukla ger gelen sağlım vardı, hem ne münasebet bir başka erkeğin işini yapacaktım? Gittim bunları Zeynel’e söyledim. senin işini yapmak istemiyorum ve buna mecbur değilim dedim. Dinlemedi müdüre şikayet ettim. Kolay mıydı öyle gerine gerine gezip bir kadını ezmek? Hatta kızıma da dedim bunu, olmazsa işi bırakacaktım, bırakamadım.
Bir bahar sabahı Melisam’ ı öpüp çıktım evden. İki el silah sesi duydum. Melisa’da duymuştu, camdan görmüştü düştüğümü, öyle uzaktı ki ölüm bize, melisa korkudan bayıldım sanmıştı, canım yavrum. evden çıkıp yanıma koşarken Zeynel’in başıma iki kurşun daha sıktığını görmedi. Yüzümü yüzüne çevirince gördü beni, ben onu görmedim. Ben oracıkta öldüm.
Cinayeti Melisa gördü, “Ben gördüm kulaklarım gördü”
İlk ifadesinde silahı satın aldığını, ikincisinde babasından miras kaldığını söyledi. Tutuklandıktan tam 7 ay sonra görüldü mahkemesi. Boş durmadı, oturdu dersine çalıştı Zeynel. Çalışkan katil, akıllı katil, iyi katil Zeynel. “ tansiyon hastasıyım çabuk sinirlenirim, hem Fatma da bana hakaret etti, ağır tahrik altındaydım, ne yaptığımı bilmeden öldürüvermişim” dedi mahkeme de. Kör kayıkçı dahil gören yoktu tartıştığımızı ama erkekti ya Zeynel, takım elbisesi vardı, kravat bile takmıştı üstelik, hem nasıl da pişmandı, adalet ondan yanaydı. Müebbet cezasını bozup 18 yıla indirdiler.
Ben Fatma Şengül, iş arkadaşım tarafından katledildim. Yaşasaydım, e ama siz de hayatınızdaki erkekleri iyi seçin diyenlere, iş arkadaşımı nasıl seçeyim, özgeçmişinde katil mi yazıyor diyecektim. Ben Fatma Şengül, beni Zeynel Akbaş öldürdü. Yaşasaydım sizinle burada yan yana duracak, erkek adalet değil gerçek adalet diye bağıracaktım. İşimden, evimden, hasta yatağımdan, çocuklarımın yanından çıkıp ben de sokaklara dökülecek ve vazgeçmiyoruz diyecektim. Ben Fatma Şengül, buradayım, unutmayın beni.”
Nis 29
İzmir’de 1 Mayıs DİSK, KESK Tabip Odası,TMMOB ve İzmir Barosu’nun çağrısı, Emek ve Demokrasi Güçlerinin katılımıyla kutlandı; insanlık için yeni bir başlangıç yapmak, eşitliğin, özgürlüğün, adaletin, demokrasinin egemen olduğu, kardeşçe, barış içerisinde yaşayacağımız yeni bir toplumsal düzen kurmak ellerimizdedir. Umudumuz birliğimizde, mücadelemizde ve dayanışmamızdadır!
İzmir’de DİSK, KESK Tabip Odası,TMMOB ve İzmir Barosu’nun çağrısıyla Kemeraltı Çarşı girişinde yapılan eylem olaylı başladı. 1 Mayıs için yapılan eyleme DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve İzmir Barosu’nun katılımıyla yapılacak basın açıklamasına ‘TKP, EMEP, HDP, DİP, TÖP, TİP, SYKP , Emekli-Sen, Ses, Tümbel-Sen gibi birçok sendika, İmece-Der, Mücadele Birliği, Kaldıraç, Kızılbayrak Dergi çevreleri de katıldı.
Konak Alanı’nda çok sayıda sivil ve resmi polis ile çevik kuvvet alana girenleri çember içerisine aldı. Basın açıklaması başlamadan önce polis ve katılımcılar arasında olaylar, gergin zamanlar yaşandı. Konak vapur iskelesi yönünden alana giriş yapan Mücadele Birliği, Kaldıraç ve TÖP’ ün pankart ve flamalarla slogan atarak alana gelmesi üzerine polis müdahale etti. Polis pankartların ve flamaların toplanmasını ve slogan atılmamasını, bu eylemin basın açıklaması olduğunu belirterek, 1 Mayıs Birlik Mücadele ve Dayanışma Gününü yasaklama politikasını sürdürmek istedi. Katılımcıların önünü keserek etrafını çembere alan polis Ali Fuat Eroğlu, Erkan Gökber, Emre Özüm adlı kişileri gözaltına aldı. Durumun gerginleşmesi üzerine gerek basın açıklamasını düzenleyen kurumların temsilcilerinin gerekse de diğer katılımcıların göz altına alınan yöne yığılması ve protestosu sonucu gerginlik yatıştırıldı ve göz altına alınanların serbest bırakılacağının söylenmesi üzerine basın açıklaması yapılacak alana dönüldü.
Güvenlik Güçleri kişilere göz altına alma sırasında şiddet kullandı. Emre Özüm adlı kişiyi gözaltına alış biçimi, ABD’de polisin boğazına diziyle bastırması sonucu hayatını yitiren George Floyd’u hatırlattı.. Müdahale sonrası gözaltına alınanlar sağlık kontrolü için hastaneye götürüldü ve ardından Güvenlik Şube’de ifadeleri alınarak serbest bırakıldı. Alanda “Faşizme Karşı Omuz Omuza”, “Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Sosyalizm”, “İstanbul sözleşmesi bizimdir Vazgeçmiyoruz”, “Faşizme Ölüm Halka Hürriyet”, “ İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “İş Ekmek Özgürlük”, “Yaşasın 1 Mayıs Biji Yek Gulan”, “ İşte 1 Mayıs Alanlardayız”, “ Gözaltılar serbest bırakılsın” sloganları atıldı..
DİSK, KESK Tabip Odası, TMMOB’un düzenlediği 1 Mayıs açıklaması öncesi Disk Ege Bölge Temsilcisi Memiş Sarı sosyalizm mücadelesinde ,1 Mayıs alanlarında yitirdiklerimiz için katılımcıları saygı duruşuna davet etti. Saygı duruşundan sonra, birlikte okunan 1 Mayıs Marşından sonra Disk Ege Bölge Temsilcisi Memiş Sarı basın açıklamasını okudu.
Açıklama şöyle;
“Bugün Türkiye’nin dört bir yanında 1 Mayıs Birlik Mücadele ve Dayanışma Günü için yan yanayız. Yasaklara rağmen, baskılara rağmen umudu büyütüyoruz. Her gün 1 Mayıs her yer 1 Mayıs diyoruz.
Şu çürümüş düzene karşı yeni bir düzen için, yeni bir başlangıç için yan yanayız.
On yıllardır dünya halklarına sınırsız bir emek ve doğa sömürüsü, savaşlar, ekonomik kriz, artan eşitsizlik, yoksulluk, işsizlik dışında hiçbir şey sunmayan bu düzen COVID-19 salgınıyla insanlığın geleceğini tehdit ediyor.
Dünya kapitalist sisteminin yarattığı eşitsizliklerin ağır sonuçlarını her gün yaşıyoruz. Sağlık hizmetlerinin ve güncel olarak da COVID-19 aşısının bir ticari meta haline gelmesinin bedelini insanlık ağır biçimde ödüyor. Bu koşullar altında Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu 1 Mayıs 2021’de “Yeni bir toplumsal sözleşme ve herkese aşı hakkı” mücadelesini büyütme çağırısı yapıyor.
Bizler, bu topraklarda yaşayanlar, aklı, bilimi, emeği ve insan yaşamını öncelemeyen bir anlayışla yönetilenler, daha ağır bedeller ödüyoruz. COVID-19 salgınıyla mücadelede dünyanın en başarısız ülkelerinden birinde hayatta kalmaya çalışıyoruz. Sermayenin ve patronların çıkarları için, akıl, bilim ve milyonların sağlığı yok sayılıyor. Buradan bir kere daha haykırıyoruz: Çarklar dursun, ölümler bitsin!
Bugün “tam kapanma” diye sundukları önlem paketinde de işçi sınıfının ve halkın sağlığını ve gelirini değil sermayenin çıkarlarını korumaya çalışıyorlar. Çarklar dönmeye, çalışanların çoğunluğunun işe gitmeye, insanlarımız ölmeye, sağlık emekçilerimiz tükenmeye devam ediyor. Tam kapanma dedikleri önlemlerde biz yokuz: Çalışanlar hastalanmaya, çalışmayanlar da açlığa mahkum ediliyor.
Açık alanlarda nefes almamız yasaklanıp kapalı ortamlarda çalışmaya zorlanıyoruz. Ne pahasına olursa olsun “çarklar dönecek” inadıyla, insan yaşamı piyasaya kurban ediliyor. Yeterli aşı tedarik edilemiyor. Göz göre göre hastalanıyoruz, ölüyoruz ve tükeniyoruz! “Böyle salgın mücadelesi olmaz” diyor ve yaşam hakkımızdan vazgeçmiyoruz.
Sadece sağlığımız değil; işimiz, aşımız ve geçimimiz de tehdit altında. Pandemide yurttaşlarına en az nakdi destek veren iki ülkeden biri Türkiye oldu. İşsizlik her gün yeni rekorlar kırıyor. Kod 29 ile tazminat bile alamadan işimizi kaybediyoruz. Milyonlarca çalışan ve ailesi ücretsiz izin dayatmasıyla günde 50 liraya yaşamaya mahkum ediliyor. Gıda enflasyonu ile milyonlar açlık sınırının altına itiliyor. Evimize gelen faturalar kabarıyor, çarşı pazar alışverişi her gün bir öncekinden daha pahalı oluyor.
Salgın koşullarında bile ülkenin tüm kaynakları bir avuç şirkete peşkeş çekiliyor. Halk yaşam mücadelesi verirken, şirketler pandemide kârlarını artırıyor. “Geçinemiyoruz” çığlıkları yükselen ülkemizde 26 dolar milyarderinin serveti son bir yılda 38 milyar dolardan 53 milyar dolara yükseliyor. Bir yanda açlık, yoksulluk ve işsizlik; diğer yanda servetler birikiyor. Ekonomik kriz ve pandemi koşullarında, adaletsizliğin en çirkin yüzü karşımıza çıkıyor.
Pandemi sürecinde sınıfsal eşitsizliklerin yanında toplumsal cinsiyet eşitsizliği de derinleşiyor. Salgında kadınların omuzlarına yıkılan hane içi iş ve bakım yükü artıyor. Kadına yönelik şiddet tırmanıyor. Kadınlar bir yandan işsizliğin, bir yandan pandemide yaygınlaşan esnek çalışma biçimlerinin ve güvencesizliğin hedefi haline geliyor. Pandemi koşullarında kadınların güçlendirilmesi gerekirken, İstanbul Sözleşmesi gibi kazanımlar iktidarın hedefi oluyor.
Bu koşullar altında işimiz, aşımız ve sağlığımız için söyleyecek çok şeyimiz var. Taleplerimiz ve öfkemiz var. Emekçilerin umutlarını ifade edeceğimiz 1 Mayısımız var.
Sağlıklı, güvenceli ve insanca yaşama hakkımız için yan yanayız. Umutlarımız büyütmek için bugün Türkiye’nin dört bir yanında mücadelemizle yan yanayız.
Taleplerimizi ve hedeflerimizi 1 Mayıs’ta bir kere daha yan yana haykırıyoruz:
- Herkese aşı, herkese gelir desteği sağlansın, acil ve zorunlu işler dışında 4 hafta çarklar durdurulsun!
- Çalışırken hastalanan emekçiler için COVID-19 iş kazası ve meslek hastalığı olarak kabul edilsin!
- Kod 29 ve ücretsiz izin zulmüne son verilsin!
- İşsizlik Sigortası Fonu kaynakları patronlara değil işçilere ve işsizlere destek için kullanılsın!
- Asgari ücret üzerindeki tüm vergi ve kesintiler sıfırlansın!
- İşsizliğe karşı kamu istihdamı artırılsın, hukuksuz biçimde işten çıkarılan kamu emekçileri işlerine iade edilsin, çalışma süreleri azaltılsın.
- Doğa katili projelere, Kanal İstanbul’a, betona, savaşa, silahlanmaya, sermayeye değil aşıya ve sosyal desteklere ayrılsın.
- Az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınsın! Zorunlu mallarda ve elektrik, su, doğalgaz, iletişim faturalarında dolaylı vergiler sıfırlansın, fatura borçları faizsiz ertelensin.
- Örgütlenme, özgür toplu sözleşme ve grev hakkı önündeki tüm engeller kaldırılsın!
- İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasa etkin şekilde uygulansın, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün İşyerinde Şiddete Karşı 190 sayılı sözleşmesi onaylansın!
2020 1 Mayıs’ında ifade ettiğimiz gerçek, 2021’de çok daha net bir biçimde ortadadır. Bu düzen yaşamı ve gezegeni tehdit eden büyük bir felakete dönüşmüştür. Felakete dönen bu düzen, baskılarla, yasaklarla, yalanlarla, sansürle, kışkırtılan ırkçılık ve ayrımcılıkla, toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle, kısacası zulümle ayakta tutulmak istenmektedir.
Bu felakete son vermek, insanlık için yeni bir başlangıç yapmak, eşitliğin, özgürlüğün, adaletin, demokrasinin egemen olduğu, kardeşçe, barış içerisinde yaşayacağımız yeni bir toplumsal düzen kurmak ellerimizdedir.
Umudumuz birliğimizde, mücadelemizde ve dayanışmamızdadır!
Yaşasın 1 MAYIS!
DİSK, KESK, TMMOB ve TTB”
Nis 28
KHK ile ihraç edilen emekçiler 170. hafta oturma eylemini yaptı. KHK’ler ile işlerinden ihraç edilen kamu emekçilerinin direnişi de 1 Mayıs coşkusu da dört duvar arasına sıkıştırılamaz. Meydanlar emek, barış ve demokrasi mücadelemizde bir yöntemdir. Mücadele irademizdir, yasaklamalarla yok edemezsiniz.Yaşasın 1 Mayıs
KHK eliyle bir gecede çalışma hakkından, işinden, ekmeğinden edilen kamu emekçileri Karşıyaka Çarşı girişinde 170. hafta oturma eylemini yaptı. KHK’li emekçiler, 1 Mayıs İşçi sınıfının Birlik Dayanışma ve Mücadele gününe gidilirken, işçi sınıfının ve emekçilerin 1 Mayıs bayramının yasaklandığı, yoksulluğun, işsizliğin, Kod-29’dan işten atmaların, savaşın, militarizmin, gericiliğin, şiddetin, güvencesizliğin, kadına yönelik şiddetin ivme kazanarak arttığı koşulları değiştirmek için 170. oturma eylemini yaptılar. Emekçiler haklarını ve taleplerini haykırdılar.
Oturma eylemine HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni, HDP, Emek Partisi, Yeşiller ve Sol gelecek Partisi, Disk Genel-İş Sendikası 8 Nolu şube, İmece Dostluk Dayanışma Derneği temsilcileri de katıldı. HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni, KHK ile çalışma hakkından olan emekçileri selamlayarak siyasi iktidara karşı mücadelenin her alanda sürdüğünü “Rize İkizdere’deki İşkencedere Vadisi’ne yapılmak istenen taş ocağına karşı köylülerin ve çevre halkının direnişi sürüyor. Dün, jandarma korumasında iş makineleriyle ağaçlar sökülürken, köylüler, doğaseverler ağaç katliamını engellemek için mücadele ediyor…1 Mayıs işçilerin emekçilerin ve ezilen halkların birlik ve mücadele günü yaklaşıyor selam olsun direnenlere..” dedi. Genel-İş Sendikası 8 No’lu şube Başkanı ” Bir gecede İstanbul Sözleşmesini geri çekenler 1 Mayıs’ı da yasakladılar. pandemiyi işçi ve emekçilere karşı kullandılar. İşçi sınıfı ve emekçiler mücadele ile engelleri aşacak” diye konuştu. Eğitim-Sen 2 No’lu Şube Temsilcisi, 29 Nisan Perşembe günü saat onbirde Kemeraltı girişinde, herkesi 1 Mayıs İşçi sınıfının Birlik Mücadele ve dayanışma günü için toplanmaya çağırdı..
Basın açıklamasını KESK İzmir Şubeler Platformu dönem sözcüsü Nursel Yücesoy yaptı. Açıklama şöyle
“Dünya, yüzyılımızda önemli değişimler yaşarken ülke tarihi açısından da dikkate eğer gelişmelerin yaşandığına tanıklık ediyoruz. Türkiye demokrasi tarihi içerisinde zaman zaman aksaklıklar yaşansa da çağın özellikleri içerisinde iyiye doğru bir yönelmeyi bekliyorduk. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında ülkede yaşanılanlar tarihi, hukuki, sosyolojik ve siyaset bilimi açısından ibretlik sonuçlar ortaya koymuştur. Modern toplumların sivil ve ortak akılla kendini var etmeye çalıştığı günümüzde darbe mekaniği insanlık önünde engeldir. Çağdaş yönetim anlayışı, halkların iradesine yapılan her türlü saldırıyı lanetlemelidir. Siyasetten beklenen budur. Ancak ne yazık ki söz konusu darbe girişimi sonrası yönetenlerin icraatları darbe sonuçlarına adeta rahmet okutacak cinstendir. Bireyin ve toplumun tüm yönleriyle varlığını demir yumrukla ezmeye çalışan iktidarların o toplumda geleceği olamaz. Tekçi, gerici, totaliter yaklaşım günlük siyasette iktidarlara kazandırabilir ama nihayetinde kendisini de yutacak bir değirmene dönüşür. Unutulmamalıdır ki rüzgar eken fırtına biçer. Toplumu barış içerisinde, demokratik bir ortamda, eşitlikçi yaklaşımla ve insanlık onuruna yaraşacak biçimde yönetmeye çalışması gerekenler güzellik adına ne varsa önünü tıkayamazlar. Anadolu coğrafyasının kadim halkları nihayetinde varlıklarına ve bedeller ödeyerek kazandığı değerlerine sahip çıkacaktır. Bu ülke insanına dair umudumuz tamdır. İşçisi ve köylüsüyle, kamu emekçisi ve esnafıyla, genciyle ve yaşlısıyla kendi geleceğine sahip çıkacaktır. İktidarlar geçici, halklar kalıcıdır. Tüm bileşenleriyle bu toplum basiretini gösterecek ve kendisini yıkıma götürenlerden hesabını soracaktır.
Kamu Emekçileri Konfederasyonu’na bağlı sendikalarımızın üyelerine yönelik iktidarın tutumunu aslında anlıyoruz. Çünkü biz her zaman kamunun ortak çıkarlarını sahiplendik. Çünkü biz haksızlığa ve hukuksuzluğa her daim sesimizi yükselttik. Çünkü biz emekten, barıştan ve demokrasiden yana durduk. İnsanlığın tüm ilerici değerlerine sahip çıktık. Yakın geçmişte konfederasyonumuza bağlı sendikalara yönelik baskı ve dayatmaların yegane amacı budur. Bizler her zaman kamunun aleyhine tutum takınanlara direneceğiz. Bizler haksızlıklara ve hukuksuzluklara karşı her zaman direneceğiz. Bizlerin size feda edeceği hiçbir arkadaşımız da yoktur. Bilesiniz ki hiçbir ihraç arkadaşımız bu onurlu mücadelesinde yalnız değildir.
Türkiye demokrasi sayfalarına atılan en büyük lekelerden biri de kuşkusuz KHK hukuksuzluğudur. Bugün değilse bile en kısa zamanda bu hukuksuzluğun sızısını tüm toplum vicdanının en derin yerinde hissedecektir. Zulüm ile anılacak karar alıcıların torunları bile bu utancı hissedecektir. Gün yüzü görmesinler diye adeta ölümleri istenen ihraçlar karşısında yönetenler insan yüzüne bakamayacaklardır. Türkiye demokrasi mücadelesinde tarihe şimdiden adını kazıyan KHK’li ihraç arkadaşlarımız bu toplumun asıl değerleridir. Kamudan uzaklaştırılan arkadaşlarımızın bu topluma kattığı değerleri anlamayanlar, yetişmiş insan gücü değil kendisine kulluk edecek parti memuru arayanlar bu ülke insanın en ağır darbeyi vuranlar geleceğin karanlık sayfalarında anılacaksınız. Oysa bizler ihraç arkadaşlarımızla birlikte ve çocuklarımızla birlikte geleceği kuracağız.
İftira, kurum kanaati ve uyduruk istihbarat verileriyle işlerinden ihraç ettiğiniz arkadaşlarımızla ilgili adalet arayışımız her platformda devam ediyor ve edecektir. Darbe girişimi sonrasında hukuki temeli olmayan kerameti kendinden menkul adına OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu dediğiniz yapı adeta ikinci bir cezalandırma aracı olarak kullanılıyor. Darbe girişimi sonrasında yaklaşık 150 bin kamu emekçisi işlerinden ihraç edildi. İdari tasarrufla ihraç ettiklerinizin hukukunu yok saydınız. Adalet mekanizmalarının işleyişini engellemek için komisyonu kullanıyorsunuz. Bir kez de buradan teşhir ediyoruz. Uyarıyoruz, suç işliyorsunuz. Adeta oyalama komisyonu faaliyeti yürütüyorsunuz. İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri bileşeni olarak sileri bir kez de bu alandan uyarıyoruz. Suç işliyorsunuz. OHAL komisyonunu aldığı ret kararlarıyla birlikte lağvedin. Arkadaşlarımız bir an önce işlerine iade edin.
KHK’ler ile işlerinden ihraç edilen kamu emekçilerinin direnişi de 1 Mayıs coşkusu da dört duvar arasına sıkıştırılamaz. Meydanlar emek, barış ve demokrasi mücadelemizde bir yöntemdir. Mücadele irademizdir, yasaklamalarla yok edemezsiniz.
Yaşasın haklı mücadelemiz, yaşasın 1 Mayıs! ”
Nis 27
İzmir Tabip Odası Yönetim Kurulu, ‘Brezilya Donanmasına ait NAe SãoPaulo’ isimli uçak gemisinin gövdesinin Aliağa’da sökülmesini istemiyoruz.İzmir dünyanın çöplüğü değildir..
İzmir Tabip Odası Yönetim Kurulu ‘Brezilya Donanmasına ait NAe SãoPaulo’ isimli uçak gemisinin sökülmek üzere Türkiye’ye getirilmek istenmesine halk sağlığı açısından karşı olduklarını belirten bir basın toplantısı gerçekleştirdi. Açıklamayı İzmir Tabip Odası Başkanı Lütfi Çamlı okudu. Ayrıca açıklamaya TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, İmece Dostluk Dayanışma Derneği, Yeşiller ve Sol gelecek partisi, Yaşam alanlarını koruma Platformu temsilcileri de katıldı.
Açıklama şöyle;
“Brezilya Donanması’na ait ‘NAe SãoPaulo’ isimli uçak gemisinin gövdesinin Aliağa’da bulunan 22 adet gemi söküm tersanelerinden birine satıldığı ve halen Brezilya’da olduğu bilinen geminin birkaç aya kadar sökülmek üzere Aliağa’ya getirileceği kamuoyuna yansıyan haberlerden öğrenilmiştir. Aliağa ilçemizde 1980’li yıllardan bu yana yaşanan ve yıldan yıla ağırlaşan çevre ve halk sağlığına yönelik olumsuzluklar İzmir Tabip Odası tarafından yakından izlenmekte, bilimsel doğrular doğrultusunda hukuksal açıdan bu olumsuzluklarla mücadele edilerek; gerek Aliağa’daki mevcut durum, gerekse odamızın kararlı mücadelesinin sonuçları kamuoyu ile paylaşılmaktadır.
Kamuoyuna yansıyan son durum ise yıllardır bu ilçemizde yaşanan bir başka çevre ve insan sağlığı sorununu yeniden kentimizin gündemine getirmiştir. Bilindiği gibi Aliağa ilçelimizin Nemrut körfezinde yaklaşık 380 000 m² arazi üzerinde kurulu 22 adet gemi söküm tesisi vardır ve bu tesislerde özellikle 2010 yılından sonra yıldan yıla artan miktarlarda dünyanın her tarafından getirilen hurda gemiler sökülmektedir. Bu artan gemi söküm trafiği Aliağa ve İzmir için büyük bir çevre kirliliği kaynağı oluşturmakta, bu tesislerin çevresinde yaşayanlar ve çalışan işçilerin sağlığı için büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Gemi söküm işlemleri; sökümün yapıldığı yere, geminin sınıfına (savaş gemisi, tanker, kuru yük, konteyner vb), geminin inşasında kullanılan malzemelere ve hurda gemide bulunan katı, sıvı ve gaz atık ve tehlikeli atıklara bağlı; çevre ve insan sağlığı açısından çok riskli bir işlemdir. 2000’li yılların başına kadar imal edilmiş gemilerin yapımında yalıtkan maddesi olarak yoğun kullanılan asbestin sökülmesi, geçici ve kesin depolanması, hurda gemilerde faaliyet türlerine göre farklı türde atıkların, ağır metallerin, madensel yağların, petrol kalıntılarının, poliaromatik hidrokarbonların (PAH), poliklorlübifenillerin (PCB), tehlikeli atıkların önemli ölçüde çevre kirliliği oluşturma riski bulunmaktadır.
Her yıl dünyada kanser yapıcı maddeleri düzenli olarak özelliklerine göre gruplara ayıran ve Dünya Sağlık Örgütüne bağlı bir kuruluş olan Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC), insanlar için kanserojen maddeler listesinde asbesti uzun yıllardan bu yana “kesin kanserojen” tanımlanması ile 1. grupta sınıflandırıyor. Kısa süre içinde Aliağa’daki gemi söküm tesislerinde olması beklenen Brezilya Donanması’na ait ‘NAe SãoPaulo’ isimli uçak gemisinin 900 tondan fazla asbest barındırdığı iddia edilmektedir.
Yine IARC tarafından insanlar için muhtemel kanser yapıcı kimyasal maddeler içinde kabul edilen PAH’ların çevresel ortamda dolaşımı suda kolay çözünebilmeleri ve havada buharlaşabilmeleri nedeniyle kolaydır ve çok uzak mesafelere taşınabilir.
Sentetik organik kimyasallar olan PCB’ler ise havada on günden fazla kalabilmekte ve atmosferik hareketlerle kaynağından çok uzaklara taşınabilmekte, başta sucul canlılarda birikime uğrayarak insanların besin zincirine de girebilmektedir. Cilt lezyonlarına, nörolojik ve sindirim sistemi etkilerine de neden olan PCB’lerin yanma yan ürünü olan dioxin ve furanlarda insanda kanserlere neden olur.
Ayrıca farklı türlerde tehlikeli maddeler içeren bu gemilerin denizin içerisinde ve karada sökülmek suretiyle gerçekleştirilen sökme işleminin karada ve denizde yarattığı çevre kirliliğinin yanı sıra binlerce ton metal içeren gemileri denizde ve/veya kumsalda oksijen kaynağı ile kesme yöntemi ile yürütülen çalışmalarda hava kirletici bileşenleri atmosfere verildiği de unutulmamalıdır. Aliağalılar bu sökümlerin yapıldığı, tehlikeli maddelerin çevresel ortama yayıldığı kumsalların birkaç yüz metre ötesinde denizde yüzmekte ve bu bölgeden avlanan deniz ürünlerini tüketmektedir. Çevre kirliliği aynı zamanda bir işçi sağlığı sorunudur. Çok tehlikeli sınıfta yer alan gemi sökümü sektöründe çalışan işçilerin söz konusu tehlikeli kimyasal maddelere maruziyetlerden korunması zorunludur. Söküm alanlarında endüstriyel hijyen önlemlerinin alınması, kişisel koruyucuların temini ve işçilerin sağlık kontrollerinin usulüne uygun yapılmasının her zaman takipçisi olacağız.
Gemi sökümü gelişmiş ülkelerin üzerlerinden atmak istedikleri; yoğun olarak tehlikeli atıkları barındıran çevre ve insan sağlığı açısından yukarıda küçük bir kısmı özetlediğimiz bir sektör olduğundan bu sektör de ‘öncü’ olmakla öğünmemiz trajiktir. Hatırlayalım; ülkemizle birlikte bu sektörün diğer büyük ülkeleri Pakistan, Hindistan ve Bangladeş gibi ülkelerdir. Çevre Kanunu’nun 13. Maddesine göre tehlikeli atıkların ithalatı yasaktır. Aynı şekilde, 1992 yılında imzalanan ülkemizin de taraf olduğu Tehlikeli Atıkların Sınır Aşırı Taşınması ve Bertaraf Edilmesinin Kontrolüne İlişkin Basel Sözleşmesi de tehlikeli atık ithalatını yasaklamaktadır. 31 Mart 2017 tarihinde ise gemilerin güvenli ve çevreye duyarlı geri dönüşümü hakkında Hong Kong Uluslararası Sözleşmesi imzalanmıştır. Her iki sözleşme de TBMM tarafından onaylanmıştır. Bu sözleşmelerin amacı, tehlikeli atıkların siyası sınırların ötesine geçen ticaretini yasaklamak ve gemi söküm tesisleri için insan sağlığına, güvenliğine ve çevreye karşı bir risk oluşturmayacak şekilde faaliyet göstermelerini sağlamak amacıyla standartları belirlemektir. Bu uluslararası antlaşmalara göre söküme gönderilen gemilerin her türlü tehlikeli maddeden arındırılması ve detaylı söküm planlarının olması şarttır. Ancak yaşanan süreçler gemi söküm işlemlerinin ulusal ve uluslararası mevzuata uygun ve şeffaf bir şekilde yürütülmediğini göstermektedir.
Aliağa’ya getirilmek istenen uçak gemisinin ikizi olan Clemenceau uçak gemisinin İngiltere’de özel koşullarda ve kuru havuz içinde yapılan sökümünde 02.02.2006 tarihli 2006-1010 numaralı Greenpeace raporuna göre söküm öncesitehlikeli madde raporlarına göre 760 ton asbest, 165 ton PCB, PCTs ve PPB, 475 ton da asbestve PCB’lerle temas ettiği için tehlikeli madde sınıfına geçen olmak üzere 1500 tona yakın kanser yapıcı tehlikeli madde tespit edilmiştir. Bu tek örnek bile gemi söküm ticaretiyle ülkemizin giderek ne kadar büyük çevre ve insan sağlığı tehditlerinin altına sokulduğunun bir göstergesidir. Üzüntü ile belirmek isteriz ki; ülkemiz yıldan yıla artan atık ithalatı ile dünyanın atık çöplüğü olma politikası yürütmektedir.
Uluslararası sözleşmeler ve ulusal mevzuatı dikkate almadan yapılan gemi sökümü ticaretiyle içeriğinde sağlığa ve çevreye zararlı maddeler ve atık içeren gemiler bir kısım yollar ile karasularımıza getirilmekte ve bu atık ticaretini gözlerden kaçırmak için büyük bir hızla bu tehlikeli atık dolu gemiler söküme alınmaktadır.
İzmir Tabip Odası ülkemizin ve kentimizin dünyanın tehlikeli atık çöplüğü haline getirilmesine karşı kararlı mücadelesini sürdürecektir. Bu mücadelenin bir parçası olarak Brezilya Donanması’na ait ‘NAe SãoPaulo’ isimli uçak gemisinin gövdesinin ülkemiz karasularına sokulmaması için gerekli hukuksal girişimler odamız tarafından başlatılacaktır. Ayrıca odamız her ülkenin ekonomik ömrünü dolduran sadece kendine ait gemilerin sökülmesinden yanadır ve siyasi sınırları aşan hurda gemi ticaretine karşıdır. Son yıllarda Aliağa’da sökülen gemilerin yıllık 1 200 000 groston’u aştığı unutulmamalıdır. Uluslararası hurda gemi ticareti sürdükçe daha önceki yıllarda da bol bol örneklerini yaşadığımız havamızı, suyumuzu, toprağımızı zehirleyen yeni tehlikeli atık dolu hurda gemilerle karşılaşmamız kaçınılmazdır.
Diğer ülkelere ait hurda gemilerin ve başta tehlikeli atıklar olmak üzere tüm atıkların ülkemize ve kentimize getirilmesi bir an önce yasaklanmalıdır.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
İZMİR TABİP ODASI YÖNETİM KURULU”
Nis 22
İzmir’li Kadınlar İstanbul Sözleşmesi İçin Karşıyaka Çarşı girişinde nöbet eylemi Yaptı
Geçen hafta Konak vapur iskelesi önünde , “İstanbul Sözleşmesinden Vaz geçmiyoruz” talebiyle ilk nöbet eylemini gerçekleştiren İzmir Kampanya Grubu, bu hafta Karşıyaka’daydı.
Karşıyaka vapur iskelesi karşısında, çarşı girişinde saat 17.00 de başlayan nöbet eyleminde Ülkemizde İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlanması sürecinde etkili olan ve AİHM’de ilk kez kadına yönelik şiddet uygulanmasında devleti sorumlu gören Nahide Opuz’un ve töre nedeniyle katledilen Güldünya Tören’in öyküsüne yer verildi.
N.Opuz’un mücadele öyküsü anlatılırken kadınlar, “Erkek Adalet Değil Gerçek Adalet”, “Yaşamak İstiyoruz”, “İstanbul Sözleşmesinden Vaz geçmiyoruz”, “Kadın Cinayetleri Politiktir”, “Yaşasın Kadın Dayanışması”, “Erkek vuruyor, Devlet Koruyor”, “Gelsin Baba Gelsin koca, Gelsin Devlet , Gelsin Cop, İnadına İsyan İnadına isyan, inadına Özgürlük” sloganlarını attılar.
Etkinlikte okunan Nahide Opuz’un öyküsü şöyle;
“Ben Nahide Akgün, siz beni Nahide Opuz olarak tanıyorsunuz. 1972’de doğdum, Diyarbakırlıyım. Hüseyin ile birlikte yaşamaya başladığımızda henüz 17 yaşındaydım. Annemin dini nikahlı eşinin oğluydu. 1993’te, 21 yaşındaydım o zamanlar, ilk çocuğumu doğurdum, 94’te ikincisini. 1995 ‘te evlendik, 1996’da bir çocuğumuz daha oldu.
Hüseyin ile hiç mutlu olmadım. İlişkimizin en başından beri şiddet gördüm. Dayağa, hakarete, tehditlere maruz kaldım, dayanamadım. Ayrılmak istedim ondan, her gün yaşadığım işkence bitsin, çocuklarım mutlu büyüsün, bizim de sıradan bir hayatımız olsun istedim.
1995 Nisanında, 1996 Nisanında ve 1998 Şubatında tam üç kez polise gittim, şikayetçi oldum, evi terk ettim, annemin yanına yerleştim ama değişen hiçbir şey olmadı. Polise göre bir dilekçe numarası, bir kayıt dosyasıydım sadece ve her seferinde eve geri döndüm çünkü mecburdum, çünkü Hüseyin’in tehditlerinden korktum, bizi öldürmesinden korktum, çocuklarımı kaçırmasından korktum. Yoksa siz de bilirsiniz, cehennemini seven yoktur aslında.
1998’in mart ayında, yani eve dönüşümün hemen ertesi ayında yine terk ettim onu, bu kez kararlıydım, sonunda boşanacaktım… tabi yine olmadı. Bir gün annemle yürürken arabasını üzerimize sürdü, yetmedi bize bıçakla saldırdı. hastaneye gittik. “iki kadının bedeninde de yaşamlarını tehlikeye düşüren yaralar vardır” yazan bir darp raporu verdi doktor. Olsun varsın dedik sonunda kurtulacağız, hakkında cezai işlem başlatıldı nasıl olsa… olmadı. iki kez tutukladılar, ikisinde de salıverdiler. yargılama devam ediyor dediler ve sonunda annemin yaraları ağır diye 3 ay hapis verdiler, o üçü ayı da paraya çevirdiler, bize ölün der gibi. Ölmedik. Ölmedik ama kurtulamadık da. Davadan çekilmezsen çocukları kaçırırım dedi, çekildik; öldürürüm dedi, çekildik. Yoksa biz de biliyoruz geri çekilmenin sonu yoktur aslında.
Sonu yoktu gerçekten; durmuyordu Hüseyin, annem ve ben birer öldürme denemesiydik onun için. Zaten bizi korusun diye gittiğimiz polis her seferinde Hüseyin’i koruyor, Hüseyin korundukça güçleniyor, güçlendikçe saldırıyordu. Ekim 2001 de bıçaklandım. Beni hastaneye kaldırdılar, Hüseyin’i karakola aldılar. Bu kez tamam dedim, bitti dedim. 7 uzun yıl boyunca şikayet ettim, 7 koca bıçak darbesi yedim, az buz değil dedim. Hüseyin hapisteyken boşanırız, yeni bir hayat kurarız dedim, yine olmadı. 840 lira para cezası verdiler Hüseyin’e, onu da 8 taksit böldüler. Ben tanesi 120 liradan yediğim bıçak darbeleriyle kaldım. Yoksa herkes bilir, hayat öyle ucuz değildir aslında.
Eğer bu ülkenin kanunları beni korusaydı, ben de şimdi burada, sizin aranızda olacaktım. Hiç unutmuyorum 2002 yılının 11 Martıydı. Yola çıkmıştık, buraya geliyorduk annemle, İzmir’e. Her şeye rağmen yeni bir hayat kuracaktık, bunu başarabilirdik, buna inanıyorduk, artık Hüseyin olmayacaktı hayatımızda, onu geride bırakacaktık… bırakamadık. Peşimizden geldi Hüseyin, nakliye kamyonunu durdurdu, o an yüzünü görmedim; gözünü kırptı mı kırpmadı mı bilmiyorum ama annemi vurdu. Oracıkta öldü annem. Sonunda Hüseyin tutuklandı ve yaşam boyu hapse mahkum edildi ve boşandık. Ama yine olmadı. Annemin peşin peşin hayatıyla ödediği bu müebbette devlet, hayatını taksit taksit geri verdi Hüseyin’e. Cinayeti işlerken ağır tahrik altında olduğuna hükmetti, cezasını 15 yıla indirdi ve 6 yıl sonra Hüseyin’i salıverdi. Yoksa ben, rağmenli de olsa yeni bir hayat kuracak ve bugün aranızda olacaktım aslında.
Ben Nahide Akgün, siz beni Nahide Opuz olarak tanıyorsunuz. Hüseyin ile evlendiğim ilk günden, annemin katledişine kadar geçen 6 yılda tam 36 kez şikayetçi oldum Hüseyin’den, devlet Hüseyin’i aklamaktan yılmadı. Hüseyin bize zulmetmekten yılmadı, ben mi yılacaktım, ben de yılmadım.
15 Temmuz 2002’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) dava açtım ve mahkeme 7 yılın sonunda, 9 Haziran 2009’da kararını verdi ve AİHM, tarihinde ilk defa, ev içi şiddette bir tarafın kadın olduğu için ayrımcılığa uğradığı gerekçesiyle bir devleti 36.500.-Euro tazminat ödemeye mahkûm etti.
Ben Nahide Akgün, siz beni Nahide Opuz olarak tanıyorsunuz, bu hikaye benim hikayemdir. Bu hikaye, devletin yok saydığı hayatımı dirençli bir ilhama çeviren İstanbul Sözleşmesi’nin hikayesidir. İstanbul Sözleşmesi, yaşamakta ısrar eden kadınların hayat hikayesidir. İstanbul Sözleşmesi, erkek şiddetine direnenlerin inat hikayesidir. Bu hikaye bizim hikayemizdir. Ben Nahide, yaşamaktan da haklarımdan da İstanbul sözleşmesinden vazgeçemiyorum. Buradayım!”
Etkinlikte okunan Güldünya Tören’in öyküsü şöyle;
“Ben Güldünya Tören, gecekondu semtlerinin adına benzetirim hep adımı; söyleyince kulağa hoş gelir ama içine bir bakarsın dertten, kederden, zulümden başka hiçbir şey görünmez.
Bitlis’te doğdum ben, 1982’de. Ailem Şego aşiretine bağlıydı, adı batsın aşiret gibi, hayatımı çaldı benden.
Servet Taş bana tecavüz ettiğinde 20 yaşındaydım. Halamın kızıyla evliydi Servet; o çok kutsal aile var ya hah işte o ailenin bir parçasıydı işte. Hamile kalmışım tecavüzden sonra, hiç haberim yok. Sonradan fark ettim. Fark ettim ama kimselere bir şey diyemedim korkumdan, epey bir süre sakladım hamile olduğumu ama korkum büyüdü, kaygım büyüdü, bebeğim büyüdü, karnım büyüdü, anladılar. Sorguya çektiler, söyledim. Servet Taş yaptı dedim, bana tecavüz etti dedim. Servet’e sordular, yaptım dedi servet. böyle göğsünü gere gere, hiç korkmadan yaptım dedi.
Al bunu götür o zaman dedi babam, bunu kuma yap kendine dedi, temizle bunun namusunu dedi. Bunu dediği benim ha, benim, Güldünya. İstemedim. Kimsenin namusu, kapatması, kulu, kölesi, kuması olmak istemedim.
Bebekle bir olay da duyulunca, olay dediğim de işte Servet’in bana tecavüz ettiği yani, arkasına bakmadan kaçtı köyden servet. Beni bir odaya kapattılar; sevdiğim ne varsa; ağaçlar, yollar, gökyüzü, taşlar, çiçekler kuzular odanın dışında kaldı. Bir parça kuru ekmek ve bir bardak durgun suya hayat dediler.
Sonra o küçücük odadan çıkarıp, kocaman bir şehre yolladılar beni. İstanbul’a, amcam Mehmet’in yanına. Fatih denen bir semtte otururdu amcam. Bitlis’ten İstanbul’a giden o uzun yol boyu hiçbir şey düşünmedim, ölümden başka. O içine kapattıkları küçük oda var ya, onu bile çok görmüşlerdi bana, biliyordum. Daha da küçük bir odaya, daha karanlık bir odaya, böyle tabut gibi bir odaya sokacaklardı beni. Ölmeye gittiğimi biliyordum.Bilmediğim ise iki kişi mi ölecektim, yoksa tek başıma mı? Karnımdaki bebek bir avazda çıkıp, avazı çıktığı kadar bağırabilecek miydi acaba?
Amcamın yanına yerleştikten bir vakit sonra abim İrfan geldi Bitlis’ten. Aşiret toplanmış, beni öldürmeye karar vermişti demek. Ama yapamadı İrfan, öldüremedi beni, eli varmadı. Bana kıyamadı sandım ama elime bir ip verip, al as kendini Güldünya deyince, bana değil, kendine kıyamadığını anladım. Ben de kıyamadım kendime. Camdan atlayıp evden kaçtım. Gördüğüm ilk polis merkezine dar attım kendimi, başıma geleni anlattım. Öldürecekler beni dedim, yaşatmayacaklar dedim, yaşamak istiyorum dedim. Amcam Mehmet’e telefon ettiler karakoldan, Şehremini polis merkezine gelin dediler. Amcamla abim geldi, olur mu öyle komiserim dedi, öldürmeyiz dedi, yemin etti ikisi de, Allah’ı şahit gösterdi. Polisler inandı, ben de inandım. İnamayıp ne yapacaktım. Alaattin abi geldi aklıma o an. Bizim Bitlis’teki köyde imamlık etmişti uzunca bir süre. Ona götürün beni dedim, götürdüler.
2003 yılının 1 aralığında doğum yaptım. Umut koydum bebemin adını, kızım Güldünya, kendine Umut doğurdun dedim ama büyütemedim umudumu, bir arkadaşıma emanet ettim. Ne olursa olsun, Umut’u korumalıydı değil mi insan?
Bebeğim güvendeydi, bir zamandır arayıp sormuyordu ailem, hafifler gibi oldum biraz. Çalışayım dedim, elim iş tutsun, karnım ekmek görsün hele, yavrumu da alırım dedim. İzin vermediler. Çalışan kadın makbul değilmiş, adı kötüye çıkarmış, aşirete zeval gelirmiş, adı batsın şiret gibi, çaldılar benden hayatımı.
2004 Şubatında babam geldi Alaattin abilerin evine. Bir zaman kaldı ama benimle hiç konuşmadı, tek laf etmedi, duvar gibi baktı durdu öyle. İrfan geldi sonra, seni götürmeye geldik dedi. Bursa’ya teyzenin yanına gideceksin dedi, çalışacaksan orada çalış dedi. İtiraz etmedim, birkaç parça eşyam vardı, onları toplamaya koyuldum. Gerek yok, dedi abim, o an alaattin abinin gözlerini gördüm. Demek eşyaya hiç ihtiyaç duyulmayan, dönüşsüz bir yola götürüyorlardı beni, yine de sağolsun otogara kadar ben de geleyim dedi alaattin abi.
Evden çıktık, 100 metre ya gittik ya gitmedik, kardeşim Ferit’i gördüm, Güvercin caddesinin köşesinde bekliyordu. Yanına varınca çekti silahını, ateş etti bana, bir filmde olsak güvercinler havalanırdı güvercin caddesinde ama tek hissettiğim kalçamdaki o ılık ve keskin acıydı. İrfan’a ve Ferit’e baktım, koşarak kaçıyorlardı. En yakın hastaneye yetiştirdi beni Alaattin abi, oradan Bakırköy devlet hastanesine sevk ettiler. Ameliyattan çıkınca polisleri gördüm, şikayetçi olmadım. Sabaha karşı kardeşlerimden biri girdi odaya,alacakaranlıktı, tam seçemedim, zannederim Ferit’ti. Neden geldiğini anlamıştım, geçmiş olsun diyecek hali yoktu tabi. Silahını kafama doğrulttu. Kaça kaça kaça buraya kadar kaçabilmiştim ölümden ve ölüm işte burada, bir şubat sonu,sabaha karşı bulmuştu beni, buraya kadarmış Güldünya dedim kendime, gülmeden gideceksin bu dünyadan.
Ölümü alıp uzun konvoyla Bingöle götürdüler, anlı şanlı bir cenaze töreni yaptılar bana, namusları temiz, vicdanları rahat toprağa verdiler bedenimi.
Ben Güldünya Tören, gecekondu semtlerinin adına benzetirim hep adımı; söyleyince kulağa hoş gelir ama içime dertten, kederden, zulümden başka hiçbir şey görünmez. Çükü ben namusunu cinayetle temizlemeye karar veren töreler yüzünden öldüm. ben erkekler tarafından öldürüldüm. Unutmayın beni”
”
Nis 16
Disk Emekli-Sen ülke düzeyinde sokağa çıktı. İzmir Emekli-Sen Şubeleri; İkramiyenin “ bayram ikramiyesi ” değil “ emekli ikramiyesi ” adı altında değiştirilmesini ve asgari ücretin altına düşmeyecek şekilde yılda 4 ikramiye olarak güncellenmesini talep etti.
Disk-Emekli-Sen İzmir Şubeleri Türkiye genelinde eşzamanlı olarak düzenlenen ve taleplerini dile getirdikleri eylemlerini Konak- Eski Sümerbak önünde toplanarak yaptı. Emekliler “ Emekliyiz Haklıyız söke söke alırız, Sadaka değil hakkımızı isteriz, Saraya değil emekliye bütçe” sloganlarını haykırdı.. Açıklamayı Disk Emekli-Sen Genel Merkez Yöneticisi Ercan Çınarlı yaptı.
Açıklama şöyle
“İktidar 13,5 milyon emekliye topyekün saldırmaya, emeklileri ötekileştirmeye bizleri açlığa ve yoksulluğa terk etmeye devam ediyor.
Emeklilerin en temel insan haklarından biri olan sendikal örgütlenme hakkını engellemek için her yolu deneyen iktidar yine bizlerin en insani taleplerine; en düşük emekli ücretinin asgari ücret seviyesine yükseltilmesine, emekli ücretleri arasındaki dengesizliğin giderilmesi için intibak yasasının hayata geçirilmesine, sağlıkta katkı payının kaldırılmasına ve sendikal mücadelemizin temellerini oluşturan bütün diğer taleplerimize kulaklarını tıkamayı sürdürüyor.
Taleplerimiz karşısında üç maymunu oynayan iktidar bugün de emeklilere “ bayram ikramiyesi ” adı altında yapılan 3 Kuruşluk ödemelere göz dikiyor.
Yıllarca sendikamızın emekli ücretlerinin düşürülmesine ve asgari ücretin gerisinde kalmasına karşı yükselttiği mücadele ve ısrarcı taleplerimiz sonucu 2018 yılında yılda iki kez verilmeye başlanan ve o tarihten itibaren güncellenmeyerek 1000 TL olarak verilmeye devam edilen emekli ikramiyeleri bugün anlam ve önemini çoktan yitirmiş bulunuyor.
Bizler, emeklilere yapılan her ödemeyi sadaka olarak gören bu anlayışı ve ” bayram ikramiyesi ” adı altında yapılan bu ödemeyi şiddetle kınıyor ve kabul etmiyoruz
İktidarın uzun yıllardır uygulamaya koyduğu ekonomik politikalar nedeniyle biz emekliler zaten bayramları bayram tadında geçirmiyorken; önümüzdeki bayrama halihazırdaki salgın koşulları nedeniyle çok daha zor koşullar altında gireceğiz.
Bizler, hem asgari ücret hem de enflasyon karşısında eriyen emekli bayram ikramiyelerinin belli bir noktada sabitlenip, enflasyondan etkilenmeden 1000 lira olarak ödenmeye devam edilmesini kabul etmediğimizi bildiriyorduk.
Bugün geldiğimiz noktada, günlük ortalama masrafı 10 milyon lira olan saraydan bildiriyorlar: Emeklilerin bayram ikramiyesine enflasyon oranında artış yapılacak (!)
Bizlere müjde olarak sunulan bu sadakayı Disk Emekli-Sen olarak kabul etmeyecek; özellikle geçen bayramda yaşadığımız olumsuzlukları da göz önünde bulundurarak, bundan sonraki bayramları bayram tadında geçirebilmek için taleplerimizi dillendirmeyi sürdüreceğiz.
Bu anlamda acilen bu ikramiyenin “ bayram ikramiyesi ” değil “ emekli ikramiyesi ” adı altında değiştirilmesini ve asgari ücretin altına düşmeyecek şekilde yılda 4 ikramiye olarak güncellenmesini talep ediyoruz.
Ve bir kez daha bildiriyoruz:
Onur kırıcı uygulamalara ve hak ihlallerine karşı emekliler, yaşamın ekonomik, toplumsal, kültürel her alanında söz söylemeye, mücadele etmeye devam edecek!
Bayramların bayram tadında kutlanacağı günler gelecek!
Dayatma değil toplu sözleşme;
Sadaka değil alınteri!”
Nis 15
İzmir Kampanya Grubu; İSTANBUL SÖZLEŞMESİ, 81 maddesi ile fiili olarak uygulanıncaya kadar mücadeleye devam edeceğiz. Bunun için nöbetteyiz. Korkmuyoruz, susmuyoruz, itaat etmiyoruz. İstanbul Sözleşmesinden Vazgeçmiyoruz.
İstanbul Sözleşmesinden Vazgeçmiyoruz, İzmir Kampanya Grubu Konak Vapur İskelesi önünde açıklama yaptı ve açıklama sonrası oturarak sembolik olarak nöbet eylemi gerçekleştirdi.
Açıklama şöyle;
“İSTANBUL SÖZLEŞMESİ kadın mücadelesinin hak edilmiş kazanımı ve tarihi bir metindir. 1 Ağustos 2014 yılında TBMM tarafından oylanarak yürürlüğe giren sözleşmenin amacı, şiddete yol açan eşitsizlikleri ortadan kaldırmak, kadına, çocuğa, LGBTİ+ lara yönelik şiddeti ve aile içi şiddeti engellemek, şiddete uğrayanı korumak ve güçlendirmektir. Devletin varlık nedeni olan, her vatandaşını koruma, kollama ve güvenliğini sağlama görevini, anayasa birçok maddesiyle teminat altına almıştır.
İstanbul Sözleşmesi ırk, renk, dil, din, statü, cinsel yönelim, medeni hal, göçmen, mülteci gibi hiçbir ayrımcılık yapılmaksızın kadın, çocuk ve LGBTİ+ların anayasal haklarını, uğradıkları erkek şiddeti karşısında devletin koruma görevini pekiştirmektedir. Aslında iddia edildiği gibi, “eski köye, yeni adet getirmek” gibi bir muradı yoktur. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası ve uluslararası birçok alanda imzaladığı başka sözleşmeler vasıtasıyla sağlanmış olan birey haklarının, fiili çerçevesini çizmektedir.
12. Cumhurbaşkanının “kağıt üzerinde değil, vicdanlarda” bir adaletten bahsederek, sözleşmeden çekilmeyi savunmasını sağlayan gücün kaynağı, tek adam iktidarının meşru olmayan “kağıtlara yazdığı” gece yarısı kararnameleridir. Oysa İSTANBUL SÖZLEŞMESİ, milyonlarca kadının ve LGBTİ+ların yüzlerce yıldır verdiği büyük mücadelenin ürünüdür ve yaşama hakkından aldığı kuvvetle meşrudur.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ, onlarca başvuru, koruma kararına rağmen engellenmemiş erkek şiddeti sonucu annesini kaybeden, kendisi de defalarca ağır şiddete maruz kalan ama asla mücadeleden vazgeçmeyen NAHİDE OPUZ’un öyküsüne de selam gönderir. Bu selam, bugün mücadeleye devam eden bizlere ilham verir. İçerdiği 81 madde, tek tek yaşanmış bir öyküyle temellendirilebilir. İSTANBUL SÖZLEŞMESİ, ataerkil sistemin aracı olan erkek şiddetine karşı kalkanımızdır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, erkek lehine kurduğu tüm yapılara itiraz metnidir. Bugün kağıtlara yazdığımız 81 maddenin her biri hayatlarımızla bedellenmiştir ve kimsenin vicdanına bırakabileceğimiz konular değildir. Hayatlarımızı ve haklarımızı, bize bağışlanmış armağanlar olarak görmenize izin vermeyeceğiz. İSTANBUL SÖZLEŞMESİ BİZİMDİR.
AKP iktidarının, toplumu temelden sarsan her sorunu, fırsata çevirme politikası, dünyayı yerinden oynatan salgın koşullarında bile işlemeye devam etmiştir. Salgınla mücadele yöntemi olarak, eve kapanmayı öneren iktidar, kadın, çocuk ve LGBTİ+ların uğradığı şiddeti katbekat artıran bu uygulamanın zararlarını engelleyecek İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’nden çekildiğini söyleyerek, bizden vazgeçtiğini ilan etmekten çekinmemiştir. Salgın bahanesiyle eve kapatıldığı için okula gönderilmemesi fiili meşruiyet kazanmış kız ve erkek çocuklarının yaşadığı istismarı gizlemek bir diğer hedefidir. Salgın koşullarında giderek artan yoksulluğun neden olacağı öfkenin önüne kadınları ve LGBTİ+ları atarak, kendisine yönelecek toplumsal itirazın önünü kesmeyi planlamakta, bize “kum torbası” muamelesini fıtrat olarak dayatmaktadır. Ev içi şiddetin nedeni olarak, cinsiyet eşitsizliğini değil de alkol kullanımını bahane eden “Aile” bakanı vasıtasıyla hedef şaşırtıp, hem toplumsal gerçekliği yanlış algılatmak hem de özgürlükleri kısıtlamak istemektedir. Hiçbir hukuk devletinde, “istediğimizi yaparız” gibi bir cümlenin kurulamayacağını bilmelerine rağmen, sözleşmenin ne uluslararası hukuk prosedürüne ne de iç hukuk kurallarına uygun olmayan feshini aklamaya çalışmaktadır. Şiddete ve ayrımcılığa maruz kaldığımızda yanımızda durmayan kolluk kuvvetlerinin, anayasal hakkımıza uygun eylemlerimize uyguladığı orantısız şiddetin de kaynağı olan baskı siyasetini normalleştirmek istemektedirler. AKP iktidarının, her konuda yöntem olarak benimsediği gibi, İSTANBUL SÖZLEŞMESİ için de yalanlarla örülmüş safsataları ana akım medya ve diğer araçları kullanarak ortalığa saçmak gündelik siyasetinin bir parçası olmuştur. Bayi toplantısı gibi üç-beş erkeğin, tükürükler saçarak hönkürdüğü konuların hepsi ya sözleşme içeriğinde asla yer almamaktadır ya da, bağlamından kopuk anlatılmaktadır.
Ne yaparsanız yapın! Bizi, yani kadim bir mücadele tarihinin özneleri olan kadınları korkutamayacak, sindiremeyecek ve kandıramayacaksınız. Sizi görüyor, tanıyor ve biliyoruz. Kadına şiddetin katlanarak arttığını, çocuk istismarının gizleyemediğiniz yükselişini ve LGBTİ+lara uygulanan ağır baskının sıradanlaştırılmasına izin vermeyeceğiz. İSTANBUL SÖZLEŞMESİ eylemlerine destek verdikleri bahanesiyle sınırdışı etmek için uğraştığınız 4 İranlı kadının da hakkını koruyan sözleşme bizimdir, VAZGEÇMEYECEĞİZ. Erkek egemen düzenin, dezavantajlı hale getirdiği hiçbir bireyin haklarını gasp etmenize izin vermeyeceğiz.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’nin mağduru koruyan içeriğinin “Toplum düzenini bozduğunu” söyleyerek, toplumu zorba olmakla suçlamış olacağınızı ilan ediyoruz. Sözleşmeyi “geleneklerimize saldırı” olarak itham ederek, şiddeti geleneğimizmiş gibi sunduğunuzu ifşaa ediyoruz. LGBTİ+ların görünür olmalarının ve haklarının korunmasının, toplumu eşcinsel olmaya özendirdiğini iddia ederek, yalan söylüyorsunuz.
12.Cumhurbaşkanını ve AKP iktidarının sözleşmeyi fesheden kararnameyi tanımıyoruz ve İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’ni uygulamaya çağırıyoruz. Kadın, çocuk ve LGBTİ+ların hayatları ve hakları sizin gerici siyasetinizin oyuncağı değildir. İSTANBUL SÖZLEŞMESİ, 81 maddesi ile fiili olarak uygulanıncaya kadar mücadeleye devam edeceğiz. Bunun için nöbetteyiz. Korkmuyoruz, susmuyoruz, itaat etmiyoruz. İstanbul Sözleşmesinden Vazgeçmiyoruz.”






















