Çevre örgütleri ve yurttaşlar ; Türkiye Avrupa’nın,  Aliağa Türkiye’nin çöplüğü değildir.  Başka bir Türkiye, başka bir Aliağa yoktur. Çevremizden, ormanlarımızdan,  Tarım alanlarımızdan  ve kıyılarımızdan kirli ellerinizi çekin.

“Aliağa dünyanın çöplüğü değildir” sloganıyla  Alçep,  EGEÇEP  , zehir saçan  Brezilya Nae Sao Paulo Uçak Gemisinin  gelmesini ve sökülmesini istemediklerini haykırmak için,  Aliağa  Demokrasi Meydanında, 5 Haziran Dünya Çevre Günü nedeniyle,  basın açıklaması düzenlediler.   Açıklamaya  Foçep, Yeni Foça Forumu, İzçep, İzmir Yaşam Alanları, Salihli Çevre Derneği, Aliağa Forum,  Konak Kent Konseyi, Karşıyaka Kent Konseyi Çalışma Grubu,  İzmir Tabip Odası,  İzmir Barosu, TMMOB İl Koordinasyon Kurulu, Doğanın Çocukları, Halkların Demokratik Kongresi, Öğrenci Kollektifi, İmece Dostluk ,  duyarlı yurttaşlar  ve  HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni  katıldı.

Açıklamada “Aliağa dünyanın çöplüğü değildir” ,  “Asbest solumak istemiyoruz”, “Aliağa asbest çöplüğü değildir” sloganları atıldı.

Katılımcı olan HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni  söz alarak; “Dört bir yanda sermaye iktidarının yarattığı sömürü düzenine karşı mücadele ettiklerini” ve “ekoloji mücadelesinin de bu anlamda kıymetli olduğunu” belirtti, “Doğamıza yaşam alanlarımıza sahip çıkmaya devam edeceğiz. Sizin şirketlerinizin de talan düzeninin de sonunu getireceğiz” dedi.

ALÇEP  ve Egecep  adına açıklamayı Özgül Çağlar okudu.

Açıklama Şöyle;

“1972 yılında düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve insan Konferansı’nda 5 Haziran tarihinin Dünya Çevre Günü olması oybirliği ile kabul edilmiştir.

 

Sanayi devrimi ile başlayan daha fazla kar hırsı, 21. yüzyılda dağ çevre katliamları ile son hızla devam etmektedir. duamız kirlilik özümseme kapasitesini açmış, ekolojik denge geri dönüşü zor, neredeyse imkansız bir şekilde  yıpratılmıştır. bu durum Aliağa’da canlı hayatını tehdit eder boyuta ulaşmış, doğamız Can çekişmeye başlamıştır Bu çevre, bu hayat hepimizindir

2012 yılında TMMOB İzmir İl koordinasyon kurulu raporuna göre Alihan’ın artık bir çivi çakılmayan dahi tahammül yokken, etrafımız ekolojik katliamlarla doludur. Taşocakları rafineriler, ağır benim Demir Çelik sanayi, enerji dönüşüm Tesisleri, gemi söküm Tesisleri ile Aliağa’ya kıyılıyor; çevremiz karlı yatırım alanı olarak görülüyor. tarım alanları, doğal kaynaklar, ormanlar, hazine arazileri, kıyılar, yeraltı ve yerüstü su kaynakları  kirletilerek, çevrenin yok edilmesi  yönünde aliağa’nın geleceği karartılmak  isteniyor.

Bizler yaşamı seviyoruz, zehir solumak istemiyoruz ve gelecek kuşaklara yaşanabilir bir Aliağa bırakmak istiyoruz. Bu ülke bizim, Aliağa bizim, bu yaşam bizimdir. Fakat yeni bir kirlilik ile karşı karşıyayız.” Nae Sao Paulo”  adında, 32.800 ton  ağırlığında bir uçak gemisi Aliağa’ya getirilmek üzere. IHM  envanter raporu hazırlanmadan satın alındı.  51 yaşındaki Bu gemi, Fransa’da birçok savaşa katılıyor, nükleer denemeler de kullanılıyor.Nae SAo Paulo’nun  kardeş gemisi olan, 760 ton asbest; 635 asbest ve çeşitli kirleticilerle temaslı madde barındıran Clamenceau’nun  da  yıllar önce Hindistan’da sökülmek istendiği,  Çevre aktivistlerinin  Fransa’da ciddi tepkiler göstermeleri üzerine İngiltere’de kapalı havuz sistemlerinde döküldüğü  biliniyor.  Bu nedenleSao Paulo,  Türk şirketi tarafından satın alındı ve önümüzdeki günlerde İzmir Aliağa’ya giriş yapması bekleniyor. Bu gemide birçoğu 1. derece kanser listesinde bulunan madeni yağ, ağır metal, poliklorürler, zehirli gazlar, radyasyon, bifeniller, organotinler  yani bizleri, yani canlı sağlığını ölümcül derecede de etkileyecek Tonlarca malzeme var.   Bunun anlamı açık,  zehir soluyacağız,  sağlığımız, hayatımız hiçe  sayılacaktır.İşte bunu kabul etmemiz  asla mümkün değildir. Yeter artık diyoruz. Sesimize ses olun. Havama suyuma toprağıma Dokunma!

 Dünya Sağlık Örgütü tarafından insan sağlığına, doğaya son derece zarar veren ve bu nedenle pek çok ülke tarafından kullanımı yasaklanan asbestli araçların söküm işlemi gelişmiş kapitalist ülkelerde yapılmıyor. Onlar ekolojik yaşama, vatandaşlarının sağlığına değer veriyor. Peki biz, neden vatandaşlarımızın sağlığını hiçe sayıyoruz. Oysa gelişmiş ve demokratik bir ülkenin en büyük zenginliği vatandaşlarının sağlığı değil midir?

Ülkemiz bugüne kadar 30 uluslararası sözleşme, 29 Bildirge, 15  ikili anlaşmaya  imza koydu. Tehlikeli atıkların sınırlar ötesi  taşınmasını  yasaklayan “ Basel Sözleşmesi”, tehlikeli atıkların ihracatını yasaklayan “ İzmir Protokolü ( Barselona Sözleşmesi)” “ ciddi çevresel bozulmaya neden olan veya insan sağlığına zararlı olduğu tespit edilen  maddenin diğer devletlere taşınmasını önleyen “ Rio Çevre ve Kalkınma Bildirgesi” ,”Herkes, Sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.”  diyen ve bizi koruyacak olan Anayasamız (Madde 56)  var ama uygulama yok.  Sözde vaat değil,  özde koruma istiyoruz.

Şu sorularınızın yanıtını istiyoruz

-Sao Paulo  gemisini Asud’un  denetimine açacak mısınız?

-Nae Sao Paulo  Gemisinin, Gas free raporu  alınmışmıdır?

– Aliağa  Gemi Söküm tesislerinde  şimdiye kadar kaç gemi söküm işi yapılmıştır?

-Nae Sao Paulo Gemisinin, Deretizasyon İstisna Belgesi var mıdır?

–  sökülecek olanNae SAo Paulo Gemisi  ile  ilgili atık ve tehlikeli atık kapsamında değerlendirilen maddelerin bertarafı  için neler yapılmıştır?

– TMMOB  İzmir İl koordinasyon Kurulu  2012 tarihli raporunda “ Aliağa’ya bir çivi bile  çakıl maması gerekir.”  kararına rağmen bu geminin tarla getirilmesine göz yummak,  burada yaşayan halkı gözden çıkardığınız anlamına mı gelmektedir?

 Bu ilk değil. Ancak biz istersek son olabilir.

Aliağalılar  olarak taleplerimiz açık ve nettir; ismi geçen geminin  Aliağa’ya gelmesini kesinlikle istemiyoruz.

Burada çalışan emekçi sınıfının  ölümle yüz yüze,   açlıkla tehdit edilerek, iş güvenlik kurallarına uyulmadan çalıştırılmasını istemiyoruz.

Şu unutulmamalıdır: Türkiye Avrupa’nın,  Aliağa Türkiye’nin çöplüğü değildir.  Başka bir Türkiye, başka bir Aliağa yoktur. çocuklarımıza yaşanabilir bir kent ülke bırakmak bizlerin tarihsel ve  insani sorumluluğudur,  Vicdan borcumuzdur.

Çevremizden, ormanlarımızdan,  Tarım alanlarımızdan  ve kıyılarımızdan kirli ellerinizi çekin.

Saygılarımızla

Alçep-Egeçep”


Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanı; dünden bugüne mücadelemizde ekolojik yıkıma karşı, yaşamın, doğanın, emeğin yanındayız..

Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanı Helin İnay Kınay, 5 Haziran Çevre Günü kapsamında basın toplantısı düzenledi. Çevre Günü’nü kutlama olarak görmediklerini, ‘ekolojik yıkıma dikkat çektiğimiz, kamuoyunu bilgilendirdiğimiz mücadele çağrısı yaptığımız, Ekolojik Yıkımla Mücadele Haftası olarak değerlendiriyoruz ‘ dedi.   Çevre Bakanının, çevre mühendislerinin diplomasını yok saydığını belirten Kınay,  Homeros`un “Gök kubbenin altındaki en güzel şehir” olarak tanımladığı İzmir’de de birçok sorun yaşandığını ve bu kapsamda İzmir Çevre Durum Raporu hazırladıklarını söyledi.

Kınay’ın açıklaması şöyle;

“Birleşmiş Milletler tarafından 5-16 Haziran 1972 tarihlerinde, Stockholm‘de 113 ülkenin katılımı ile düzenlenen Çevre Konferansında dile getirilen dünyanın doğal dengesinin korunması için insan ve doğal varlıklara öncelik veren bir anlayışın egemen olması gereği ile ortaya konan “Dünya Çevre Günü”, süreç içerisinde çevrenin 1 güne indirgendiği “Kutlama” ile tüketimin bir parçası olmuştur.

Her yıl ayrı bir tema ile çevre sorunlarının çeşitli yönlerine dikkat çekmek amacıyla Çölleşme, Yeşil Kentler, Dünyaya Bir Şans Ver, Birçok Tür Tek Gezegen Tek Gelecek ve Küresel Isınma, Yeşil Ekonomi, Doğa ile Temasta Ol gibi farklı temaların işlendiği 5 Haziran Çevre Günü 49. Yılını yaşamımızı kasıp kavuran Covid 19 pandemisi ile geride bırakırken, geldiğimiz noktada Ekolojik Yıkım kabul edilmiş ve 2021 Yılı Teması “ Ekosistem Restorasyonu” olarak belirlenmiştir.

Sanayileşme, kentleşme, nüfus artışı ile birlikte çevre sorunları da geçmişten günümüze artarak devam ederken, kar hırsına dayanan ve tüketimi sürekli destekleyen yönlendiren yönetim anlayışı doğanın varlıklarını ortadan kaldırıyor. İnsan eli ile yürütülen tüm faaliyetler küresel ölçekte felaketler yaratmaya devam ederken Ekolojik Yıkımı yaşadığımız süreç geri dönüşü olmayan yaşamsal bir sorun olarak büyüyerek devam ediyor. Çevre Gününde mesajlar yok ettiğimiz Ekosistemi iyileştirebilmek, geri döndürebilmek için veriliyor.

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası olarak; 5 Haziran Dünya Çevre Gününü kutlama değil, 31 Mayıs-5 Haziran tarihlerini çevre sorunları, ekolojik yıkıma dikkat çektiğimiz, kamuoyunu bilgilendirdiğimiz mücadele çağrısı yaptığımız, Ekolojik Yıkımla Mücadele Haftası olarak değerlendiriyoruz.

Ekolojik yıkımı dünyada olduğu gibi ülkemizin doğal varlıklarında, biyolojik çeşitliliğinde havası, suyu, toprağında yaşıyoruz. Ülkemizin her köşesinde yürütülen çevre mücadelelerini değerlendirdiğimizde; 30 Yılı aşkın Çevre Kanunu ve Çevre Bakanlığı geçmişine sahip ülkemizin, çevre kalitesinin korunup geliştirildiğini, ülke yönetiminde ekonomik kalkınma ile doğal varlıkların korunmasını esas alan yönetim politikalarının etkin olduğunu söyleyemiyoruz.

Kentleşme, sanayileşme, tarım, madencilik ve diğer tüm sektörlerin yarattığı çevresel risklerin planlanması, doğru yönetilmesi ve çevresel yüklerinin bütünsel bir planlama anlayışı ile değerlendirilmesi gerekmektedir. Çevre Mühendisliği meslek disiplininin de var olma nedeni ve ana uzmanlık alanı olan tüm bu süreçlerde planlama ve denetim çok önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sağlıklı Çevrede Yaşama yönelik çalışmalarının en önemli parçası olan çevresel altyapı süreçleri ve çevre yönetimi; kentlerin planlanması ve yönetimi süreçlerinin tüm aşamalarında çevre boyutunun değerlendirilmesi, doğru yönetilmesi ve bu noktada da konu ile ilgili uzman meslek disiplini olan çevre mühendislerinin bakış açısı ve yaklaşımının zorunlu ve yaşamsal olduğunu söylemeye devam ediyoruz.

Merkezi ve Yerel Yönetimlere baktığımızda ise; su temini, atıksu, atık yönetimi, hava kalitesi, iklim değişikliği, gürültü, enerji ve planlamanın diğer çevresel süreçlerini yürütecek çevre mühendisi istihdamının yetersiz olduğunu, çevre mühendisi istihdamı arttırmak yerine ise Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından çevre görevlisi gibi tanımlar ile farklı disiplinlere birkaç günlük eğitim ve uygulamalar altında verildiği uygulamalar ile çevre mühendisliği diplomasının yok sayılması, çevre mühendisliği çalışma alanlarında ise çevre yönetim süreçlerinin etkisizleştirilmesi devam ediyor…

Bugün su kaynaklarımız, yer altı sularımız, toprağımız havamız kirlenmiş durumda. Yapılan bilimsel araştırmalar, İlgili Kamu Kuruluşları değerlendirmeleri ve TUIK İstatistikleri bu gerçeği önümüze koyuyor. Yüzey sularımızın %80 i, yeraltı sularımızın büyük kısmı kirlenmiş durumda; vatandaşlarımızın % 50 si sağlıklı içme suyuna ulaşamıyor. Kentlerimizde hava kirliliği boyutları artıyor. Yeşil alanlarımız yok denecek kadar az.. Tarım alanlarımız, meralarımız yapılaşma, sanayi , enerji vb. yatırımlarla amaç dışı kullanılıyor.

Orman Alanlarımız, tarım alanlarımız, meralar, doğal karakteri korunması gereken alanlar mevzuatlar eli ile madencilik, sanayi, enerji turizm, konut vb. faaliyetlere açılarak kaybediliyor. Bir taraftan yangınlarla kaybettiğimiz orman alanlarımız en büyük tahribatı Orman Mevzuatı kapsamında verilen izinlerle yaşıyor.

Özellikle son yıllarda gerçekleşen faaliyetler, çılgın projeler, izinler ile ülkemizin her yerinde doğa ve yaşam talanı ile karşı karşıyayız. Bütün bunlara ek olarak Nükleer Santral Macerasına sürükleniyoruz.

Geçtiğimiz yıllarda Kaz Dağları, Salda, Akkuyu, Sinop, İğneada, Kuzey Ormanları ,Aliağa ,Bergama, Trakya, Alakır Vadisi, Alpu Ovası, Gediz Ovası, Gördes ,Menderes, Murat Dağı ,Munzur Dağı, Çataltepe, Karadeniz ,Aydın, Karaburun, Yarımada ,Ovacık, Soma, Yatağan gibi ülkemizin her köşesinde yürütülen Ekolojik Yıkım projeleri Kanal İstanbul, Çeşme, İkizdere adını buraya sığdıramadığımız pek çok yerde artarak devam ediyor…

Bölgemizde Bergama Altın Madeninin yarattığı yaratacağı çevresel risklerle ilgili hukuki ve toplumsal mücadele devam ederken; Efemçukuru Altın Madeninin İzmir’in Su kaynağı olan Çamlı Baraj Havzasında , Çukuralan Altın Madeninin Balıkesir’in Su kaynağı olan Madra Barajı Havzasında, Gördes Nikel Madeninin İzmir ve Manisa’nın Su Kaynağı olan Gördes Havzasında , Çaldağ’da İşletilmesi Planlanan Nikel Madeninin Gediz Havzasında, Kışladağ Altın Madeninin Uşak’ta yarattığı çevresel riskler ve bu projelere verilen ÇED Olumlu kararları ile ilgili Odamızın da içerisinde bulunduğu hukuki süreçler devam ediyor, diğer taraftan işletmelerin yarattığı olumsuz etkileri de yaşıyor ve görüyoruz..

Ülkemizin her yanında yaşanan kent ve doğa talanı ve çevre sorunlarının bir çok örneğini Homeros`un “Gök kubbenin altındaki en güzel şehir” olarak tanımladığı İzmir`de de yaşamaya devam ediyoruz.

Doğa İle Uyumlu, Yaşanabilir Kent hedefini ortaya koyan İzmir ne yazık ki bu hedeften uzaklaşarak, her tarafında kuşatıldığı çevre problemleri ile boğuşmaya devam ediyor. Her yıl yaptığımız Çevre Durum Raporu değerlendirmelerinde iyileşme görmek bir yana tüm sorunların çözülmeden büyüyerek devam ettiğini, üzerine yeni çevre mücadeleleri ve sorunları eklendiğini görüyoruz.

• İzmir Kentinin İçme, Kullanma ve Tarımsal Sulama amaçlı Su Kaynakları olan Gediz, Küçük Menderes, Kuzey Ege Havzalarında su kalitesi en kötü seviyede ve kirlenmeye devam ediyor. Planlanan önlemlerin uygulanması halinde bile kısa ve orta vadede etkili sonuç alınamayacağı öngörülüyor. Benzer süreç Yeraltı Sularımız için de geçerli.. Kalite, miktar ve Yönetim sorunları yaşam kalitemizi etkilemeye devam ediyor.

• Kentleşme, artan kentsel göç ve nüfus ile yapılaşmanın getirdiği altyapı yetersizlikleri, su kayıpları,seller, körfezde koku problemi olarak karşımıza çıkıyor. Kentleşme ve Sanayileşme sorunlarından birisi olan Hava Kalitesi ve Atık Yönetiminde de karnemiz iyi değil.. İzmir Kenti bir taraftan Aliağa ve Sanayi tesislerinden kaynaklanan, plansız kentleşmesinin de getirdiği hava kalitesi problemleri ile boğuşurken, bölgemizde termik santral projeleri bütünsel yaklaşımdan uzak planlama süreçleri ile devam ediyor.

• Bir taraftan ülkemizin ilk düzenli depolama tesisi olan ve son günlerde İBŞB nin Atıktan Enerji eldesine yönelik projesi ile doğru bir yaklaşım yürüttüğü Harmandalı Depolama alanının yıllar içerisinde plansız kentleşme ile yapılaşmanın ortasında kalmış olmasının yarattığı problemlerle uğraşıyor, diğer taraftan atık değil kaynak olarak görülmesi gereken günlük 3500 ton çöpünü kaynak olarak değerlendirecek ve bertarafına yönelik gerçekleştirmeyi planladığı entegre katı atık bertaraf tesisine yönelik yer seçiminine yönelik süreçleri tamamlamaya çalışıyor.

• İzmir Kenti; bütünsel planlama ilkeleri hiçe sayılarak yaşadığı “GELİŞİM” sürecinde; kentin her yerinde karşımıza çıkan kentsel dönüşüm adı altında kontrolsüz yapılaşmalar, gökdelenler, AVM ler ile altyapı eksiklikleri, trafik, gürültü ile boğuşan Egenin İncisi olmaktan çok uzakta bir geleceğe doğru hızla yol alıyor…

• Kentin planlanması ve gelişimi adı altında sadece ekonomik kaygı odaklı, ekolojiyi, çevresel yaşam kalitesini dikkate almayan, bölgenin yaşam kalitesini olumsuz etkileyecek tüm projelerin ÇED süreçlerinde ortak senaryonun tekrarlandığını görüyoruz. ÇED adı altında içi boşaltılmış Onay belgeleri ile yürütülen çalışmalara ilişkin açılan davalar, bilirkişi raporları ile ÇED süreçlerinin yetersizliğinin ispatlanması, kazanılan davalar ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından bu süreçler hiç yaşanmamışçasına aynı projelere yeniden ÇED belgeleri düzenlenmesi artık alıştığımız yöntemler haline geldi. ÇED oyunu aynı yöntemle her projede devam ediyor..

• “ Turizm Projesi”, “Planlama” adı altında kalkınma, istihdam gibi sihirli kavramlar ile kentin ekolojik, doğal özellikleri korunması gereken alanları ranta kurban ediliyor..

• Gemi Söküm tesislerinde yapılan işlemlerin nasıl kontrol edilemediği KUITO ve ETHANE Gemileri ile yaşamıştık. Bugün Aliağa’da Söküm için geleceği iddia edilen Fransız Donanmasına ait savaş gemisi ile süreç yeniden bir kez daha karşımıza çıktı. Gemi Söküm Tesislerinin yarattığı kirlilik devam ediyor.

• Gaziemir`de 2007 Yılında tespit edildiği ortaya çıkan radyoaktif atıklarla ilgili süreç hala devam ediyor. Ülkemize girişi yasak olan nükleer atıkların oraya nasıl geldiği, kimler tarafından getirildiği hala bilinmiyor, Hukuki süreçler devam ediyor, Acil Müdahale çalışması yapılması gereken Gaziemir Nükleer Atıkla yaşamaya devam ediyor.

Doğanın ve emeğin sömürülmesi süreçleri bu dönemde tüm yıkıcı etkileri ile karşımızda durmaktadır.
Ülkemizde ve kentimizde yurttaşlarımızın yaşam alanlarını ranta ve talana karşı korumak adına yaptığı mücadeleler; çevre sorunları ile toplumsal sorunlar arasında ayrılmaz bir ilişki olduğunu, çevrenin korunmadığı bir demokrasi olamayacağı gibi, demokrasinin olmadığı bir ülkede de çevrenin korunamayacağını göstermiştir.

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi olarak dünden bugüne yarına sözümüzü tekrarlıyoruz; ülkemizde ve kentlerimizde doğal varlıklarımızın korunarak geliştirilmesini yaşamsal bir olgu olarak değerlendiriyoruz. Çevre korumanın en kalıcı teminatı olarak sosyal gelişimin sürekli kılınması ve katılımcı çağdaş bir yönetim anlayışının hayata geçirilmesinin önemini bir kez daha vurgulamaktadır. Bu anlayış ve inançla, 5 Haziran Dünya Çevre Günü`nde, Mersin Akkuyu ve Sinop`ta nükleer santrallara, Aliağa`da, Soma, Yatağan’da Kömürlü Termik Santrallere, Gaziemir`de Nükleer atıklara, Bergama ve Eşme`de siyanürlü altın madenciliğine, Gördes ve Turgutlu Çaldağ`da nikel madenciliğine, İkizdere’de, Kanal İstanbul’da, ülkemizin her köşesinde ekolojik yıkıma karşı mücadele yürüten toplum kesimleri ile dayanışma kararlılığımızı dile getiriyor, Bu süreçte taraf olduğumuzu; Yaşamın ve Kamu Yararı tarafında olduğumuzu tekrarlıyor; yurttaşlarımızın esenliği ve doğal varlıkların korunmasını esas alan yönetim ve çevre politikalarının hayata geçirilmesi konusundaki kararlılığımızı; örgütlü birliğimizi güçlendirerek, ülkemizi adalet, eşitlik, barış ve bilim temelinde yeniden kurmak, insanımıza, doğamıza, yaşamımıza sahip çıkma inancımız ve kararlılığımızı kamuoyu ile paylaşıyoruz.

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri “Umut Bitmez Karanlık Gider Gezi kalır”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri Gezi Parkı eylemlerinin 8. yıldönümünde sokağa çıktı.  Türkan Saylan Kültür merkezi önünde ‘Umut Bitmez Karanlık Gider Gezi Kalır’  pankartı  arkasında  toplanan  kitle  polis çemberine  alındı. Geziciler  Gezi Parkı eylemlerinde yitirdiğimiz,  Mehmet Ayvalıtaş,  Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük,  Ali İsmail Korkmaz,  Ahmet Atakan,  Berkin Elvan,  Burak Can Karamanoğlu, Mehmet İstif ve Elif Çermik  alkışlarla anıldı.   Katılımcılar “Her yer taksim her yer direniş” , “AKP gider gezi kalır”,  “Umut bitmez karanlık gider”,  ” Kurtuluş yok tek başına,  ya hep beraber ya hiçbirimiz” , “Faşizme karşı omuz omuza”,  “Çeteler halka hesap verecek” sloganlarını attı.

Açıklamayı Disk Ege bölge Temsilcisi  Memiş Sarı yaptı. Açıklama  şöyle;

“Bundan 8 sene önce, bu iktidar insanlık onurumuza dokunduğu için, haklarımızı gasp ettiği için, kentsel hafızamızı yok ettiği için, doğayı ranta kurban ettiği için, bize yaşam alanı bırakmadığı için Gezi’de buluşmuş, bir arada olmanın coşkusunu, gerçeği haykırmanın gururunu, direnmenin onurunu yaşamıştık.

Biz Gezi’de söylemiştik:

Pandemi süreci bir kez daha gösterdi ki bu iktidar halkına yabancıdır. Yasaklar, cezalar hep halka, tüm imtiyazlar ise bir avuç muktedirden yanadır. Ne halkın sağlığı, ne yoksulluğu, açlığı, işsizliği ne de gençlerin geleceksizliği umurlarındadır.

O kürsülerden çekilen azarlar, savrulan tehditler, hukuksuz yargılamalar, siyasi tutuklamalar hepsi korku salmak için, çünkü iktidarlarını ayakta tutabilmenin tek yolu bu.

Gezi’yi yargılamaya kalktılar. Bir, iki yetmedi üçüncü kez torba dava ile adını kirletmeye çalışıyorlar. Değil üç; beş, on, bin kere de yargılasanız Gezi’nin haklılığı ve gerçekliği karşısında her seferinde yenileceksiniz.

Gezi, defalarca ortaya saçılan mafya-devlet-sermaye-çete ilişkilerine benzemez. Onlar çetelerle, mafyayla rant peşinde koşarlar, biz bir fidana su vermek için.

Biz, ağaçları yerinde tutmak için, dereler kurumasın diye, ekmeğini kazanırken bir can daha göz göre göre gitmesin diye, kimse ayrımcılığa uğramasın diye, bu ülkenin neredeyse yarısı açlık sınırındayken yüzde biri daha da palazlanmasın diye uğraşırız.

Biz direnişin adıyız onlar saldırının. Bu iktidar karanlık ilişkileri yüzünden yarattığı pislikle boğuşurken biz tarihin sayfalarında tertemiz, alnı açık bir halk hareketi olarak anılacağız.

Umudumuzu yitirelim istediler. Bunca hukuksuz yargılama, cezalar, şiddet, gözaltı, göz göre göre talan…

Ama bir şeyi unutuyorlar: Gezi başlı başına bu halkın eşitlik, özgürlük, adalet umududur. Gezi yurttaşların kendi kaderini tayin etme iradesi ve kararlılığıdır. Bir kez yaşayan ömrünce unutamaz, Gezi unutturulamaz!

Gezi ruhu Boğaziçi’ndeki gençlerdedir,  142 gündür her hava koşulunda rektörlüğe sırtını dönerek bekleyen akademidedir. Gezi direnişi İstanbul Sözleşmesi için tüm yurtta sokaklara çıkan, kolluk şiddetine rağmen pes etmeyen kadınlardadır, İkizdere’de yolları kesilse de dik yamaçlardan, sarp yollardan iş makinaları önüne çıkmayı başaran, Van Gürpınar’da üzerlerine ateş açılsa da haklarını savunmaya devam eden köylülerdedir. Biz size yalvarmayacağız, çayımızı satacağız diyen ve geri çekilmeyi reddeden Hopa’nın, emeğine sahip çıkışındadır Gezi.

1 Mayıs alanlarında saldırıp gözaltına aldığınızda, kolları arkadan kelepçelenmiş, başı asfalta yapıştırılmış olsa da kameralara gülümsemeyi başaran gözlerdedir Gezi.

Soma’da, Çorlu’da, Hendek’te, Aladağ’da ve ülkeye yayılmış tüm kadın cinayetleri davalarında yükselen adalet taleplerindedir Gezi.

Gezi’de söylemiştik;

Parayı ve rantı tek değer olarak kabul edenlerin karşısında paylaşımın, tüketimin karşısında üretimin, yozlaşmanın karşısında aydınlanmanın direnişidir Gezi!

Bugün de aynı taleplerimizi bir kez daha yükseltiyoruz:

Acil demokrasi istiyoruz. Bu halk, adil, özgür ve eşit bir ülkede yaşamayı hak ediyor.

Haklarımızı istiyoruz, alana kadar direneceğiz!

Gezi’de canlarımızı bıraktık. Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Hasan Ferit Gedik, Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan, Ali İsmail Korkmaz ve Berkin Elvan için direneceğiz! Düşlerdeki özgür dünyayı kuracağız. Onlara sözümüzdür.

Gezi bizim dünümüz değil geleceğimizdir. Kayyumlarla, kararnamelerle gasp edilen demokrasinin parlak ve temiz geleceği için en somut dayanağımızdır. Mazide kalmayacak kadar büyük ve hayatidir.

Gezi burada, Gezi biziz!

 Hala bir aradayız, her yerdeyiz.

 Karanlık gider, Gezi kalır!

 Yaşasın eşitlik, Yaşasın özgürlük Yaşasın adalet!

 Yaşasın Gezi Direnişi!

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri “

 

İşçiler, emekçiler, üreticiler demokrasi ve emeğin iktidar mücadelesini büyütmeli

İşbirlikçi tekelci kapitalist düzen derin bir ekonomik kriz yaşıyor. Krizin yanı sıra da salgın üretiyor.  Covid-19 ve mutasyonları  kokuşmuş  düzende  artıyor.  Emperyalizm dünyayı kirletti.  Tekelci burjuvazi, dünyada ve ülkemizin  her yanında yaşama, doğaya düşman projeler uyguluyor.  Ekonomik  Kriz ve  pandemi,   sermaye ile  işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki çelişkiyi derinleştirdi.  Egemen sınıfların  ve partilerinin  iç çelişkileri ve çıkar kavgaları da derinleşiyor  ve büyüyor.  İşsizlik, düşük ücretler, sigortasız çalıştırma, sendikal örgütlenmeye saldırı ve işten çıkarmalar, pandemi koşullarında yoğunlaştı.  İşçiler emekçiler, emekliler çıkış yolu arıyor.  Emekçilerden yana konuşlanmış  siyasi güçler, sendikalar,  zayıf, dağınık ve bir araya  gelme basiretini gösteremiyor..

Gün geçmiyor ki   güdük laikliğe, temel hak ve özgürlüklere yeni bir sınırlandırma getirilmesin…Halk pandemi gerekçesiyle yasaklamalara alıştırılıyor.  Birincisi, içki yasağı genelgesi. İkincisi toplumsal olaylarda polisin hareketlerini kayıt altına almayı yasaklayan genelge. Üçüncüsü  birçok il ve ilçede açık ve kapalı miting ile toplantılar, gösteri yürüyüşleri, basın açıklamaları, imza kampanyaları, broşür dağıtma, anma töreni gibi etkinlikler  süreli de olsa  yasaklanmış  durumda..

Ülkemiz günlerdir,  akademisyenlere ‘kan banyoları” yaptıran  Peker’in açıklamalarını tartışıyor.  Mafya ekonomisinde  rant savaşı, kara para trafiği başta olmak üzere krizi çatışmayı körüklüyor.  Ekonomi küçüldükçe paylaşım kavgası da büyüyor. 1990 lı yıllarda derin devlet dehlizlerinde büyütülen ve kullanılan  Sedat Peker, AKP döneminde de muhaliflere ve AKP karşıtı partilere, halka  yıllarca terör estirdi.  Düzen o kadar mafyatikleşti ki Alaattin çakıcı gibi organize bir suç örgütü liderini özel yasayla cezaevinden çıkardı. Derin devletin ve çürümüş düzenin aktörleri  ve siyasal cinayetlerin sorumluları Bodrum Marina önünde fotoğrafı vermekten çekinmediler. İktidar ortağı Bahçeli, Çakıcı’ya “dava arkadaşım” diyerek sahip çıktı; AKP’liler Sedat Peker”e “hayırsever iş adamı” ödülü verdi.  Peker dizileri kontrgerillanın gerçekleştirdiği ‘bin operasyonun’ bir kısmının deşifresidir. Kirli savaş konseptinin izlendiğinin itirafıdır. Çetelerin “vatan-millet” edebiyatı gerçekte çürümüş kapitalist düzenden nemalanma kavgasıdır. Tek birleştikleri nokta bu çürümüş düzeni korumaktır. Ona bekçilik yapmaktır. Cumhuriyetin savcıları,  derin çeteler karşısında etkin ve belirleyici aktör değiller. Hiçbir zamanda olmadılar, faili meçhul cinayetleri, kayıpları gerçek anlamda soruşturmadılar, açılan soruşturmalar takipsizlik ya da zaman aşımına uğratıldı. Peker’in Kutlu Adalı ve Uğur Mumcu cinayetleri ve diğer itirafları karşısında Mehmet Ağar, Korkut Eken gibi “derinler” e yönelik savcılar üç maymunu oynuyor.. medyanın derin tetikçileri siyasi konsepte uygun iş başında..

Siyasi iktidar  ve kapitalist devlet   hukuk ilkelerini  bir tarafa bırakmıştır.  Hukuk ilkeleri uygulanmıyor.   AKP destekçileri,  AB hayranları, demokrasinin AB den geleceğini varsayanlar,  şaşkınlık içindedir. Şaşırmayınız,  burjuva demokrasisi AB ülkelerinde de tasfiye sürecindedir.  AB ülkelerinde de siyasi gericilik rejimin ekseni olmuştur. Ülkemiz ise faşizmin cenderesi içindedir.  Siyasi tarihi kırımlar ve  katliamlara dolu ve yenilerine gebedir.  Demokrasinin ve özgürlüklerin, laikliğin  tüm kazanımlarının tasfiye edilmesi, Kürt sorununda çözümsüzlük,  kamuya ait bütün  birikimlerin,  yağma edilmesi,  doğanın  talanı ve  tekellerin doğayı  yağmasına bekçilik etme,  kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz ve kadın cinayetleri, yolsuzluk ve rüşvet   adaletsizlik, hukuksuzluk, tarikatçılık,  düzenin ekseni. Burjuva muhalefetine  bile katlanamayan iktidar, “Bu daha bir. Daha neler olacak neler. Daha dur bakalım bunlar iyi günler.”  diyecek kadar faşist-kapitalist düzenin bile güvensizlik ve pasifikasyon  kaynağı..

İşçiler ve emekçiler  şalterleri indirmedikçe, emekçiler  kitlesel tepkilerini  sokakta, sandıkta ortaya koymadıkça,   faşist uygulamalar daha da yoğunlaşacak.  Emeğin iktidarı kurulmadan demokrasi ve sosyal kurtuluş gerçekleşemez.

 

İstanbul Sözleşmesinden Vazgeçmiyoruz İzmir Kampanya Grubu 5. nöbetini gerçekleştirdi. Ben Fatma Altınmakas’ın-Ez Fatma  Altinmeqes’ın cinayet öyküsü Kürtçe olarak da okundu

İzmir Kampanya Grubu “İstanbul Sözleşmesinden Vaz geçmiyoruz” talebiyle  5. nöbet eylemini Alsancak Türkan Saylan Kültür merkezi önünde gerçekleştirdi. Saat 18.00 de başlayan nöbet eyleminde kampanya grubu adına yapılan konuşmalarda, şiddet kullanan erkeğin devlet mekanizmalarınca korunduğu, cezasız kaldığı, bunun kadın cinayetlerinin devamına yol açtığı belirtildi.

Beşinci nöbet olan etkinlikte , Fatma Altınmakas’ın cinayet öyküsüne yer verildi.

İzmir Kampanya  Grubu 5. Nöbet eyleminde “Erkek Adalet Değil Gerçek Adalet”, “Yaşamak İstiyoruz”, “İstanbul Sözleşmesinden Vaz geçmiyoruz”, “Kadın Cinayetleri Politiktir”, “Yaşasın Kadın Dayanışması”, “Erkek vuruyor, Devlet Koruyor”,  “Gelsin Baba Gelsin koca,  Gelsin Devlet ,  Gelsin Cop,  İnadına İsyan İnadına isyan, İnadına Özgürlük” , “Dünya Yeriden Oynar Kadınlar Özgür Olsa”, “Susmuyoruz korkmuyoruz itaat etmiyoruz” sloganlarını  atarak, Sözleşmeye kararlılıkla sahip çıkacaklarını ifade ettiler  Etkinlikte okunan  Fatma Altınmakas’ın cinayet  öyküsü şöyle;

Ben Fatma Altınmakas;

başımda, alnıma oyaları düşmüş bir yazma;

elimde bir yavru kedi,

belli belirsiz gülümsediğim o fotoğraftan tanıyorsunuz beni,

Ha bir de katledişimden sahi.

Ben Fatma Altınmakas; 32 yaşında, 2 kurşunla

Geride kalan 6 çocukla ve kimsenin dinlemediği bir dertle öldüm.

Ölüm de benim değildi gerçi,

yaşarken olduğu gibi giderken de ne olacağıma başkası karar verdi,

ölmedim, öldürüldüm.

Çok çektim Sinan’dan.

Aylarca tecavüz etti bana,

Ben Sinan’ın zorbalığından öldüm.

İstismar mı ne yazmış sonradan gazeteler, ben bilmiyorum o kadar anlamını,

İstemiyorum dedikçe üzerime gelen neyse o,

benim bedenimi benden rızasız alan neyse o,

Kadınım diye beni yok sayarken,

kendini arkasına saklandığı erkeklikle var eden neyse o

Yapma dedikçe durmayan, gelme dedikçe gitmeyen neyse o.

İstediğimi yapmazsan, kocanı vururum diyen,

çocuklarını öldürürüm diyen neyse  0.

O, Sinan Altınmakas. Kaynım,

kocamın kardeşi yani.

Uçsuz bucaksız bir korku gibi her yanımı saran Sinan,

Öz kardeşinin katili, mümkünü yok rahat bırakmazdı beni.

Temmuzun 12’siydi,

Sıcaktan ayrı, Sinan’dan ayrı bunalmıştım.

Gölağılı köyü büyüyüp büyüyüp üzerime geliyor,

dağlar, taşlar içime oturuyordu sanki, öyle bir ağırlık ki anlatamam.

Anlattım. Önce Kazım’a anlattım,

Kazım, kocam; hani şu beni vurup yere seren iki kurşunla.

Kader de şahit kazım dedim, yeğenleri olur kader.

sonra Kazım’ı da aldım yanıma Konakkuran Jandarma karakoluna gittim.

Bir seferde onlara anlattım.

Ne olduysa anlattım,

Sinan’ı anlattım,

yaptıklarını anlattım

tehditlerini, dayaklarını,

karşı koyuşlarımı ve  yenilişlerimi anlattım.

Anlattım, anlattım, anladılar sandım.

Konuştum, konuştum, Dinlediler sandım

meğer sadece yüzüme bakıyorlarmış.

Şikayetten sonra gözaltına aldılar Sinan’ı. Mahkemeye çıkacak dediler.

Sinan tutuklanır, rahat ederim sandım ama salıverdiler. Delilleri karartma şüphesi yok dediler.

Delil dedikleri bendim galiba, geceden beter kararmıştım.

Benim sözüme karşılık Sinan’ın sözü. Bana tecavüz eden Sinan.

Benim sözüme karşılık Sinan’ın sözü, katil Sinan, kardeşini öldürmüştü 2005’te.

Sinan salıverilince, ne yaptı, ne etti kime ne dedi bilmem, Kazım ne duydu, ne düşündü, ne anladı bilmem;

şikayetten hemen iki gün sonra, İki el silah sesi  duydum,  Malazgirt’in Gölağılısında, son duyduğum ses

olacakmış, ben bu sesle öldüm.

Ben derdimi anadilimde  anlatmaya çalışırken kovuldum bu dünyadan.

Ben Fatma Altınmakas, derdimi aynı böyle anlattım jandarmaya, beni anlamadılar. Ben bu yüzden öldüm. İstanbul Sözleşmesi Madde 19 uygulanmadığı için, kürtçe tercüman olmadığı için, kimse beni dinlemediği için, sinan 2 günle salıverildiği için öldüm ben kazım beni kurşunladı diye öldüm.

Ben o namus, ben o erkeklik yaşasın diye öldüm.

32 yaşımda Kazım Altınmakas tarafından katledildim.

failim Kazım’dır, failim Sinan’dır,

failim dilimi anlamayanlar,

failim Kürtçe tercüman sağlamayanlardır.

Failim erkeği kayıran yargıdır.

Failim bu kahrolası erkek egemen devlettir.

Ben Fatma Altınmakas unutmayın beni.

 Metin Kürtçe olarak da okundu.

Ez Fatma  Altinmeqes;

Li serê min çarik û destmalek ku çînên xemlên wê xwe ser eniya min ve berdayî;

Di destê min çêlikek pisîkê,

Hun min ji wêneyê ku ez tê de nîvdiyar dikenim dinasin,

Yek jî hun bi rastî ji qetilkirina min dinasin.

Ez Fatma Altinmeqes; 32 salî,bi dudo guleyan

Bi şeş zarokên li pey xwe hiştî û bi derdekî ji aliyê kesî ve nehatî guhdarkirî ve mirim.

Ya rastî mirin jî ne ya min bû,

Çawa gava ku dijîm, gava ku ez çûm jî hineke din biryar da bê ez bibim çi. Ez nemirim, hatim kuştin.

Min pir kişand ji destê Sînan,

Bi mehan destdirêjî li min kir,

Ez ji ver zordestiya Sînan mirim.

Îstîsmar, rojnameya çi nivîsî,

Ez ewqas wateya wê nizanim,

Êdî çi be ew ê her ku min digot ez naxwazim, bi ser min de dihat.

Ew ê ku bedena min bêxwesteka min ji min distand, her çi be,

Ew ê ku ez ji ber ku jin im tune dihesiband

Û xwe bi zilamtiya ku xwe dixiste pişt ava dikir, her çi be

Ew ê her ku min digot neke, ranediwestiya û her ku min digot newe, nediçû êdî her çi be.

Ew ê digot ku ger tu bi ya min nekî, ez ê hevjînê te bikujim,

Ew ê digot ku ez ê zarokên te bikujim, her çi be.

Ew, Sînan Altinmeqes,

Tiyê min,

Ango birayê hevjînê min.

Sînanê ku wekî tirseke bêser û binî ez dorpêç dikirim.

Kujerê xwîşka xwe ya rast, ne gengaz e ku wê ez rihet neberneda.

12’ê Tîrmehê bû,

Ez ji germê cuda, ji Sînan cuda diltengav bûbûm.

Gundê Golaxili mezin dibû û bi ser min de dihat,

Te digot qey çiya û kevir diketin ser dilê min. Giraniyek wisa ku ez nikarim bînim ziman.

Min bilêv kir. Min destpêkê ji keça xwe re vegot.

Keça min, hevjînê min; te dît ew ê ku ez bi dudo guleyan li erdê rast kirim.

Qeder jî şahîd e, min got Kazim; Qeder û Kazim û biraziyê wî ne.

Pişt re min Kazim jî min da kêleka xwe û ez çûm qereqola jenderma ya Qonaqqûran.

Min carekê jî ji wan vegot.

Min her tiştê qewimî ji wan re vegot.

Min Sînan vegot.

Min kirinên wî vegotin,

Min gefên wî, lêdanên wî, li dij derketinên xwe û têkçûnên xwe vegotin.

Min vegot, vegot û min got qey fam kirin.

Ez axivîm, axivîm û min got qey guhdar kirin.

Tu nabêjî ew tenê li rûyê me temaşe dikin.

Piştî gilî, Sînan hildan binçav. Gotin ku wê derkeve dadgehê.

Min digot qey dê Sînan were girtin û ez ê jî rihet bikim.

Lê wî serbest berdan. Gotin ku gumana reşkirina bersucan tune ye.

Herhal ya ku jê re digotin bersuc, ez bûm.

Ez ji şevê reştir bûbûm.

Li beramberî gotina min gotina Sînan. Sînanê ku destdirêjî li min kir.

Li beramberî gotina min gotina Sînan. Sînan ê kujer, di 2005’an de xwîşka xwe kuştibû.

Gava ku Sînan serbest hate berdan, çi kir û jî kî re çi got, ez nizanim.

Kazim çi bihîst, çi fikirî û çi fam kir, ez nizanim; piştî gilî bi dudo rojan, min dengê dudo guleyan bihîst, li gundê Melezgirtê yê Golaxili, dê bûbûya dengê dawî ku ez bibihîzim. Ez bi vî dengî mirim.

Ez jî gava min hewl dida ku derdê xwe bi zimanê xwe yê dayîkê bînim ziman, ji vê dinyayê hatim qewirandin.

 

 

 

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri; İfade özgürlüğü, temel hak ve özgürlükler yasaklanamaz.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri Yürütme Kurulu  (DİSK,  KESK, TMMOB, İzmir Tabip Odası ve İzmir Barosu)  İzmir Valiliği’nin temel hak ve özgürlükleri yasaklama kararına karşı İzmir Barosu konferans salonunda açıklama yaptı.

Açıklama şöyle

“İzmir Valiliği tarafından 26 Mayıs tarihinde il sınırları içinde tüm toplantı ve gösteriler bir kez daha yasaklanmıştır. Açıklamada valilik ve kaymakamlıklar tarafından uygun görülecek etkinliklerin bu yasağın kapsamı dışında kaldığı görülmektedir.

İl genelinde açık ve kapalı miting ile toplantılar, gösteri yürüyüşleri, basın açıklamaları, imza kampanyaları, broşür dağıtma, anma töreni gibi etkinliklerin tamamı 1 Haziran tarihine kadar yasaklanmış bulunmaktadır.

Söz konusu yasağın Anayasamızın 34. Maddesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere ülkemizin tarafı olduğu uluslararası sözleşmelerde yer alan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkına aykırı olduğu açıktır.

Barışçıl toplantı ve gösteri hakkının kullanılması, yasayla öngörülen ve demokratik bir
toplum içinde ulusal güvenliğin, kamu güvenliğinin korunması,
kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için
gerekli olanlar dışındaki sınırlamalara tabi tutulamaz.

Bugün İzmir Valiliği tarafından açıklanmış bulunan yasağın söz konusu istisnalar dahilinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü, valilik açıklamasından da açıkça görüleceği üzere yasağa her ne kadar Kovid salgını bahane gösterilmiş olsa da söz konusu kararda seçilmiş gruplara keyfi şekilde uygulanan yaptırımlar söz konusudur.

İzmir Valiliği kararına göre ekonomiyle ilgili toplantılar yapılabilmekte, spor faaliyetleri devam etmekte, ticari toplantılara izin verilmektedir. Buna karşın basın açıklaması, miting ve oturma eylemi gibi muhalefetin sesini duyurma araçları olan etkinlikler tümüyle yasak kapsamında bulunmaktadır.

Söz konusu yasağın yasayla düzenlendiği şekilde, demokratik bir toplumun gereği olarak sağlığı korumak amacıyla getirildiğini söylemek mümkün değildir. İzmir Valiliğinin yasağı, toplumun bir kısmını söz söylemekten alıkoyan, anayasa ve uluslararası sözleşmelerde yer alan istisnai halleri kötüye kullanan, evrensel kurallara aykırı ve keyfi bir yasaktır.

Bu yasağın temel hak ve özgürlüklerin sürekli surette sınırlandırıldığı, halkın söz söyleme hakkının tamamen ortadan kaldırıldığı bir ülke tahayyülünde olanların kendi zihinlerindeki karanlık ülkeyi yaratmak için ortaya konulduğunu biliyoruz. Pandemiyi bahane göstererek alkolü yasaklayanlar, barışçıl gösterileri engelleyenler, yaş gruplarına özel sokağa çıkma yasakları ilan edenler bir taraftan fabrikalarda yüzlerce insanı bir arada çalıştıran, otobüsleri tıka basa dolduran, lebaleb kongreler yapılmasına izin verenlerdir.

İşçiye ve emekçiye reva görülen pandemi cezaları orta yerdeyken aynı cezaları AKP kongrelerine uygulayamayanların salgınla mücadele ettikleri iddiası safsatadan ibarettir.
Mafya siyaset ilişkilerinin orta yere döküldüğü, yurttaşların maruz bırakıldıkları açlığa isyan ettiği günlerde İzmir Valiliğinin aldığı kararın yurttaşların sesini kısmak için alındığının farkındayız. Bu haksız, hukuksuz, taraflı ve ayrımcı kararı kabul etmiyoruz. Anayasal haklarımıza sahip çıkmaya dün olduğu gibi bugün de devam edeceğiz.

Kamuoyuna saygılarımızla duyururuz.”

İstanbul Sözleşmesinden Vazgeçmiyoruz İzmir Kampanya Grubu 4. nöbetini gerçekleştirdi.

İzmir Kampanya Grubu “İstanbul Sözleşmesinden Vaz geçmiyoruz” talebiyle  nöbet eylemini Alsancak Türkan Saylan Kültür merkezi önünde gerçekleştirdi. Saat 18.30 da başlayan nöbet eyleminde kampanya grubu adına yapılan konuşmalarda erkek egemen sistem içinde şiddet kullanan erkeğin devlet mekanizmalarınca korunduğu, cezasız kaldığı, bunun kadın cinayetlerinin devamına yol açtığı belirtildi.

Her gün en az bir kadının, bazen birkaç kadının katledildiği ülkemizde, İstanbul Sözleşmesi’nin şiddet gören tüm bireyleri koruyan hukuk şemsiyesi işlevi gördüğü belirtilen konuşmalarda, nöbete katılanlar, bir gecede, bir tek kişinin tasarrufuyla bu sözleşmeden çekilmeyi kabul etmeyeceklerini belirttiler.

Katledilen kadınların isimleri okunduğunda “katledilen kadınlar isyanımızdır” sloganı atan grup katılımcıları kadın katliamlarının da trans cinayetlerinin de politik olduğunu haykırdılar.

Dördüncü nöbet olan etkinlikte , Arzu Odabaş ve Edibe Göçer’in cinayet ve yaşam öykülerine de yer verildi.

Kadınların Öykülerinin  anlatılması  aralarında “Erkek Adalet Değil Gerçek Adalet”, “Yaşamak İstiyoruz”, “İstanbul Sözleşmesinden Vaz geçmiyoruz”, “Kadın Cinayetleri Politiktir”, “Yaşasın Kadın Dayanışması”, “Erkek vuruyor, Devlet Koruyor”,  “Gelsin Baba Gelsin koca,  Gelsin Devlet ,  Gelsin Cop,  İnadına İsyan İnadına isyan, İnadına Özgürlük” , “Dünya Yeriden Oynar Kadınlar Özgür Olsa” sloganlarını  atarak, Sözleşmeye kararlılıkla sahip çıkacaklarını ifade ettiler  Etkinlikte okunan  Arzu Odabaş’ın  öyküsü şöyle;

“Arzu Odabaş  (C.T 25.02.2011)

Ben Arzu Odabaş, yaşasaydım 53 yaşında olacaktım bugün. Çocuklarımın en küçüğü 21, en büyüğü 32 olacaktı. Hayatım, gelecek zamanın hikayesi ile biten fiillere asılı kaldı.

19 yaşındaydım Mustafa ile evlendiğimde,  ilk çocuğumu doğurduğumda ise 21. Yedi yaş büyüktü benden Mustafa, gemilerde çalışırdı makinist olarak. Huysuz, sinirli, aksi adamın tekiydi. Tam 24 yıl katlandım ona. 4 çocuk doğurdum, dört çocuk, bir arzu ve sayısız dert büyüttüm o 24 yılda.

Bundan 5 yıl önce, bundan dediğim ben katledilmeden önce yani, boşanma davası açtım çünkü  Mustafa dayanılacak gibi değildi artık. Hakaretinden, küfüründen, tehditlerinden içim, dayağından etim çürümüştü. Kötülerin hadsiz, iyilerin sessiz kaldığı korkunç bir hikayede büyüyordu çocuklarım. Mutlu olmak başkalarının işiydi sanki, zalim bir Mustafa düşmüştü bizim payımıza. Kurtulduk, kurtuluyoruz derken, Mustafa boşanmaktan vazgeçti, kaldığımız yerden devam ettik o berbat hikayeye. Biraz zaman geçti üzerinden, baktım olmayacak, tekrar boşanma davası açtım. Çünkü Mustafa’ya katlanmak, kendimden vazgeçmekti, Mustafa’ya katlanmak şiddetin ortasında çocuk büyütmekti, aşağılanmak, ezilmek, sömürülmek, dövülmekti Mustafa’ya katlanmak. Katlanamıyordum. Bu kez de uzak yakın akrabalar, aileler, analar, babalar girdi araya. “Yuvanı yıkma dediler, aileni bozma” dediler. Onlara hiç söylemedim ama o yuva çoktan yıkılmıştı benim başıma, o aile psikolojimi bozmuştu, kimsenin umurunda değildi bunlar, herkes kendi rahatına zeval gelmesin istiyordu. Dedim ya, uğraşmak zordu Mustafa’yla. Değil aynı evde yaşamak, aynı kaldırımda denk gelmek bile istemezdiniz.

Oluru yoktu, artık katlanamıyordum. Katlana katlana küçücük kalmıştım çünkü, aynada kendimi göremiyordum.  aldım çocuklarımı, evi  terk ettim. Dayak yemeden ve hakarete uğramadan yaşamak için kimseden izin alacak değildim; ne aileden ne devletten. Bir süre sakinledi hayatımız, babam Ümraniye’den ev aldı bize, demek anlamıştı sonunda içinde yaşadığım cehennemi, demek artık yanık et kokuyordu her yanım.

Evimiz vardı, çalışıp bakabilirdim çocuklarıma, ne biz kimseye yük olurduk böylece ne de hayat bize. Anaokullarında çalıştım, işyerlerinde, ofislerde. Yemek yapıyordum. fırsat buldukça temizliğe gidiyordum. Kimseye muhtaç değildik. Kimseye boyun eğmiyorduk. Kurbanın kurtarıcıya dönüştüğü bir hikayede mutlu bile sayılırdık, yalan yok.

Uzun sürmedi tabi, Mustafa çıktı geldi, işe gidip gelirken takip etmeye başladı beni, yine başladı hakaretleri, küfürler, en sonunda silah çekti, yaşatmam seni dedi bana. Zulümsüz bir hayat kurmamızı istemiyordu, kölesini kaybeden bir efendi gibi. Hadi kendimi geçtim, çocuklarının bile mutlu olmasını istemiyordu Mustafa.

O zaman doğruca polise gittim, şikayetçi oldum, Şikayet konusu ‘Silahla tehdit, hakaret ve şiddet’ yazan bir kağıda imza attım, suç duyurusuna bulundum. Devlete şikayet etmiştim artık Mustafa’yı. Ben uğraşamıyordum, ben hakkından gelemiyorum, ben böyle bir hayat istemiyordum. İstediğim gibisini de kurmuştum çok şükür, Mustafa gölge etmesin, ederse de devlet kolundan tutup onu güneşimden çeksin istiyordum.

Önce 9 ay hapis cezası aldı Mustafa, kararı duyunca az da olsa rahata ereriz gibi geldi ama hemen para hapis cezasını hemen paraya  çeviriverdi mahkeme; “ ne kadar safsın kızım Arzu” dedim hatta kendime, devlet Mustafaların devleti, arzulara rahat verir mi?  Vermedi, bir türlü boşanamadık mesela, onca dayak, onca şiddet, onca işkence o çok sağlam aileyi devirmeye bir türlü yetmedi. Hala, her davada ölüm tehditleri savurmaya devam ediyordu Mustafa, biz yine de kaldığımız yerden, kaldığımız kadar devam ediyorduk yaşamaya.

Yağmurlu gecenin rüzgarlı sabahıydı o gün. Her detayını çok iyi hatırlıyorum, Fırtına uyarısı yapmıştı bir adam televizyonda, arkasında her yerinden oklar geçen bir harita, 8 derece demişti sıcaklık için, Emirhan’a bakmıştım, acaba üstü biraz ince miydi?

Evden çıktık, çocuğu okula bıraktım, öptüm, sarıldım ayrılırken, çıkışta gelir alır dedim, yalan söylediğimi bilmeden. O gün bir şarjör kurşunla öldürdü beni mustafa. Öldürdü ve koşarak kaçmaya başladı, beni hastaneye kaldırdılar boş bir umutla. Artık çarem yoktu, doktorlar ne yaparsa yapsın ölecektim. defalarca karakola gittiğimde, şikayet ettiğimde, dava açtığımda vardı mesela çarem, çare olan olmamıştı ama.

Ben Arzu Odabaş, boşanmak istediğim Mustafa Odabaş tarafından 25 Şubat 2011 de Kısıklı’da, sokak ortasında katledildim. Hava 8 dereceydi o gün, Emirhan’ın üstü biraz ince gibiydi, onu okuldan kim aldı bilmiyorum.

Yaşasaydım ben alırdım. Yaşasaydım,  “Yılların birikimi vardı içimde. Karşıma çıktı. Küfür etti. Zaten çocuklarımı da göremiyordum. O sinirle vurdum” diyen Mustafa’ya gözlerimden belli olan bir mide bulantısıyla bakar, yalancı derdim. Yaşasaydım, ama İstanbul’da ama burada,  şimdi sizin aranızda olurdum, erkek adalet değil gerçek adalet diye bağırırdım  kız kardeşlerim, dostlarım.

Yaşasaydım, hayatım Mustafalardan ve Mustafaların devletinden değerlidir derdim.

Ben  Arzu Odabaş, bir erkek tarafından katledildim, unutmayın beni “

“Ben Edibe Göçer

“MERSİN’in Tarsus İlçesi’nde, 47 yaşındaki Mustafa Göçer, tarlada çalışıp aile bütçesine katkıda bulunmak isteyen eşi Edibe Göçer’i ve  ile annesini korumak için araya giren oğlu Remzi Göçer’i tabancayla vurarak öldürdü.”

Böyle yazdı bizi gazeteler. Yine böyle bir mayıs ayıydı, sıcak inmemişti henüz, neredeyse sabah seriniydi sokak. 39 Yaşındaydım öldürüldüğümde; öyle o mayıs gibi güzel, yaz gibi sıcak. Oğlum Remzi 16’ydı henüz; tıpkı o sabah gibi taze. Yaşatmadı Mustafa bizi, bir günü, bir mevsimi, bir ömrü çok gördü.

Tarımda çalışırdık Mustafa’yla. Meyveye giderdik daha çok. Muza limona, çileğe bademe… ne denk gelirse ona koşardık. Zordu hayat, hayat hep zordur zaten.  4 çocuğumuz vardı, 4 aç ağız, 4 boş mide, 4 hayat vardı doyurulması gereken, çalışmayıp ne yapacaktım?

Tarladan tarlaya gitmekle, mevsimden mevsime biçmekle geçti ömrümüz, benim ömrüm yarıda kalacakmış, Remzi’mim ki başlamadan bitecekmiş meğer, bilemedim.

Bir kamyon alalım demişti Mustafa, tarlaya işçi götürüm, eve ekmek getiririm, nefesimizi daha geniş alırız demişti,  doğruydu da dediği. Mersin’in sıcağından değilse de ateş pahası hayattan dardı nefesimiz. Sonunda aldık kamyonu. Aldık ama kamyon bizim değil hala, kasası ağzınla bir borç dolu. Çalışacağız da ödeyeceğiz de borcu bitecek de, kazandığımız bize kalacak da ancak öyle genişleyecek nefesimiz. Benimki hepten daralacakmış, bilemedim, Remzi’min ciğerleri tazecikken solacakmış meğer.

Mustafa tutturdu, sen tarlada çalışma Edibe. E ben nerede çalışayım Mustafa? işten iş beğenmiyorum sanki. Yok dedi  Mustafa, sen hiç çalışma. Olmaz dedim. Çocuklar var, her akşam 6 boş tabak var masada, her sabah yine aynı boş tabaklar. Okulları var, kıyafetleri var, kimine kitap, kimine ayakkabı, kimine oyuncak, kimine harçlık lazım ve hepsi de aynı anda lazım. Aldığımız bir kamyon, onun da kasası ağzıyla bir borç. Mümkün değil dedim Mustafa’ya. Bugüne kadar nasıl çalıştıysam, nasıl topraktan çıkardıysam ekmeğimi, o dört çocuğu şöyle tam tam doyuramasam da nasıl bütün bütün aç bırakmadıysam, yine öyle Mustafa dedim, hiç olmazsa borç azalana kadar çalışırım. Olmaz dedi Mustafa. Olmaz deyip susmadı tabi;  kavga kıyamet, tufan evin içi. Dinledim, dinledim, dinledim ve kendime hak verdim. Bir işçi taşımayla mümkünü yok olmazdı. Kamyon kendi borcunu ödese biz ne yiyecektik, bizim karnımız doysa, kamyona ne kalacaktı?

O sabah, yine uyandım sabahın köründe, güneş bile benden sonra açardı gözünü, hazırlandım tarlaya gitmek için. Nereye, dedi Mustafa. Tarladan başka gittiğim bir yer vardı sanki, işe dedim, tarlaya. Hiç unutmam yeni dünya mevsimiydi, umuda benzer bir şey gelirdi içime yeni dünya ağaçlarını görünce. Ne güzeldi adı yeni dünyanın; boşa değilmiş meğer onu sevmem, bizim meyveden başka yeni dünyamız olamayacakmış.

Söz vermiştin, gitmeyecektin dedi. Gitmeden olmaz dedim, çalışmadan olmaz. Parasız olmaz. Söz verdin, dedi yine sustum. Söz verdiğim de yoktu. Bağıra çağıra kavga etmiş, söz vereceksin tamam mı diye üzerime yürümüştü son kavgada, ben de o darlanmayla tamam deyivermiştim. Hem  neden çalışmayacaktım? Bu beden, bu karar, bu hayat benim değil miydi? Neden Mustafa’nın içi rahat etsin diye açlığa razı olacaktım?

Bak Mustafa dedim, ben çalışmazsam olmaz, sırf işçi taşımayla olmaz, beraber çalışmamız lazım, sırf seninle olmaz. Sinire kesti Mustafa, bağırış, hakaret, küfür, kavga kıyamet. O seslere uyandı Remzi, yapma etme dedi babasına, öyle boşlukta yok olup gitti sesi, kendi öfkesini kusmaktan oğlunu duymadı bile Mustafa. Çıkayım da gideyim dedim. Siniri diner akşama, oturur konuşuruz tekrar, bir çaresini buluruz dedim, Yanılmışım. O gün bize akşam olmayacakmış meğer. Biz Remzi’mle, hep o sabahın içinde sonsuza kadar kalacakmışız ana oğul.

Önce ben çıktım evden, ardımdan Remzi geldi. Mustafa yoktu ardımızda, galiba elini tuttum Remzi’nin, tutmamla bırakmam bir oldu, ayak seslerini duyduk önce, dönüp baktık, elinde silahı bize doğru geliyordu Mustafa. Silahını bana doğrulttu, öylece bakakalmışım, insanın çocuğuna sahip çıkması suçtu demek, çalışmak suçtu, kendi emeğine kendi karar vermesi suçtu. Remzi girdi araya, bağırışlar duydum. Sen çekil oğlum dedi Mustafa, çekilmedi Remzi, bir an bile tereddüt etmeden kendini siper etti bana. Kurşunlar yağdı bedenine, koşsam sarsam oğlumu, kanını avuç avuç geri koysam, yüzüne baksam, kalk deyiversem Remzi’ye, geçti gitti hadi kalk, Yeni Dünya’ya gidelim desem… diyemedim. kalan kurşunu bana boca etti Mustafa, Remzi’nin yanına düştüm, yeni dünyalar ağaçta kaldı.

Ben Edibe Göçer, Beni Mustafa Göçer öldürdü. Beni erkekliği her şeyden üstte gören bu düzen öldürdü. Beni kadına söz hakkı tanımayan bu devlet, çalışmasına izin vermeyen bu erkeklik öldürdü. Karşı çıkınca öfkeli,  kurşunlarken cesaretli, iş hesabını vermeye  gelince korkak, bu kırılgan erkeklik öldürdü beni.

“MERSİN’in Tarsus İlçesi’nde 47 yaşındaki Mustafa Göçer, tarlada çalışıp aile bütçesine katkıda bulunmak isteyen eşi Edibe Göçer’i ve  ile annesini korumak için araya giren oğlu Remzi Göçer’i tabancayla vurarak öldürdü.”

Bizi böyle yazdı gazeteler iç sayfalarına, 14 mayıs’tı. Dünya Çiftçiler günü kutlu olsun diye tarla resimleri koydular ilk sayfalarına. Ben Edibe Göçer,  unutmayın beni.”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri; İsrail ile bütün siyasi, askeri ve ticari ilişkiler kesilsin!

İsrail’in Filistin’de  yerleşim bölgelerine  saldırganlığının bombalarla devam ettiği çocukların, kadınların, yaşlıların ve erkeklerin  yaşamlarını yitirdiği katliamların ivmesinin her geçen gün arttığı  günlerde,  İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri  İsrail Siyonizmini , destekçisi ve  işbirlikçisi ABD emperyalizmini  lanetlemek için sokağa çıktı.  HDP  Milletvekili  Musa Piroğlu’da  eyleme katıldı. Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde toplanan   kitleyi  polis abluka altına aldı.  Katılımcılar “Emperyalistler yenilecek direnen halklar kazanacak”,  ” Yaşasın halkların kardeşliği”,  “Filistin halkı yalnız değildir”,  “Katil İsrail işbirlikçi ABD, Katil İsrail işbirlikçi AKP”,  “kahrolsun İsrail Siyonizmi”,  “Kahrolsun emperyalizm, yaşasın özgür Filistin”,  “Denizlerin yolunda Filistinin yanında”, “Deniz Yusuf Hüseyin sürüyor mücadelemiz” sloganlarını haykırdı.. Açıklamayı Disk Ege Bölge temsilcisi Memiş Sarı yaptı.

Açıklama şöyle;

“15 Mayıs 1948 Filistinliler için “Büyük Felaket”in başladığı gündür. Filistinliler’in deyimiyle “Nekbe”, zulmün, baskının, şiddetin, katliamların, işgalin, sürgünün, topraksızlaştırmanın, etnik temizliğin başladığı gün olarak tarihe geçmiştir… Nekbe’nin bu sene 73’üncü yıldönümü…

Filistin halkına yönelik suçların sistemli olarak işlenmeye başladığı günün yıl dönümünde İsrail’in yeni saldırıları, Filistin’e yeni acılar, yeni katliamlar, yeni işgaller getirdi.

Mescid-i Aksa’ya ve Kudüs’ün Şeyh Cerrah mahallesine yönelik İsrail saldırılarının sonucu olarak Filistin bir kez daha dünyanın gündeminde. İşgalciler Filistin halkının evlerine el koymaya çalışıyor, demografiyi değiştirme girişimlerini sürdürüyor. Dini ve ulusal simgelere yönelik utanmazca saldırılar devam ediyor. Sadece askeri güçler değil sivil yerleşimciler de Filistin halkına karşı saldırılarını sürdürüyor. Siviller öldürülüyor, Nekbe devam ediyor, ama onurlu Filistin direnişi de sürüyor!

Ancak Filistin, Türkiye halkı için gazetelerin dış haberler sayfasında yer alan bir konu değildir. Filistin davası bizim davamızıdır, Filistin’in kurtuluşu bizim kurtuluşumuzdur. Türkiye halkı emperyalizme ve siyonizme karşı direnen Filistin halkının hep yanında olmuştur ve yanında olmaya devam edecektir.

Öte yandan bugün Filistin halkının yanında olmak demek, “kurt ile yiyip çoban ile ağlayanlara karşı” mücadeleyi de gerekli kılmaktadır. Bugün iktidara yakın çok sayıda Türkiyeli şirket İsrail’de yatırım yapmakta ve işgalcilerle ticarete devam etmektedir. Dahası bazı Türkiyeli firmalar çalıştırdıkları Filistinli işçilerin haklarını gasp etmekte ve onlara çifte mağduriyet yaşatmaktadır. Türkiye halkı hem işgalcilere hem de patronlara karşı Filistinli kardeşlerinin yanında olacaktır.

Hükümeti ve sermaye çevrelerini bu riyakârlıktan vazgeçmeye, İsrail ile bütün siyasi, askeri ve ticari ilişkileri kesmeye çağırıyoruz! Hamasi nutukları bırakın, gereğini yapın: İsrail’i boykot edin, yatırımları geri çekin, İsrail’e ve yandaşlarına yaptırımlar uygulayın!

Bizler İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri olarak Filistin halkının yanındayız.

İşgalcilerden hesap soracağız… Filistin’i özgürleştireceğiz…

Kahrolsun işgalciler! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın Özgür Filistin!”

Soma’da yitirdiğimiz 301 maden işçisinin katili kapitalizm, özelleştirme ve taşeronlaştırmadır.

Katil ABD Ortadoğu’dan Defol! Katil Siyonist İsrail Filistin’den Defol!

İsrail Siyonizmi, ABD emperyalizminden aldığı destekle okulların, hastanelerin de bulunduğu  sivil yerleşim alanlarını bombalıyor. Filistinli çocuklar, kadınlar,  siviller katlediliyor, yaşam alanları yıkılıyor. ABD ve İsrail yayılmacılığı Ortadoğu’ya kan, gözyaşı ve zulümden başka bir şey getirmedi. Onların tek isteği Ortadoğu halklarının topraklarına ve enerji kaynaklarına, petrolüne el koymak ve mazlum Filistin halkını yerleşim alanlarından ve kutsal mekanlarından atarak  yayılmacı politikalarını sürdürmek, mazlum Filistin halkını  ezmektir.

Mazlum Filistin halkı pandemi koşullarında, yoksunluklar içerisinde İsrail Siyonizmine karşı mücadele etmektedir.

İsrail Siyonizminin ve destekçisi ABD’nin yayılmacı, işgalci, Ortadoğu devletlerinin sınırlarını belirlemeye ve Filistin halkını yerinden etmeye dönük politikalarına karşı Ortadoğu’nun mazlum halkları tek ses ve tek yürek olmalıdır.

Türkiyeli devrimciler, halkların eşitlik ve kardeşlik temelinde beraberliğini, ortak mücadelesini savunanlar olarak,  Filistin halkının direnişinin, bağımsızlık ve egemenlik taleplerinin yanındayız, savunucusuyuz. Devletlerin işgal ve zor yöntemleriyle ülkelerin sınırlarını belirleme politikalarına karşı ulusların kendi sınırlarını kendilerinin koruması ve belirlemelerinden yanayız.

İşgalci yayılmacı İsrail Siyonizm’i kaybedecek, Filistin halkı kazanacak!

Katil ABD emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i yenilecek,  Ortadoğu halkları kazanacak!

Katil ABD Ortadoğu’dan Defol!

Katil Siyonist İsrail Filistin’den Defol!