Gerçeğin peşinde koşan gazetecilere selam olsun..

Bugün 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü

10 Ocak artık ‘’Çalışamayan Gazeteciler Günü’’ oldu.

Basın ve düşünce özgürlüğü siyasi iktidar tarafından yok sayılmaktadır.

Gazeteciler içerde ve onlarca gazete, dergi ve tv kapatılmış, el konulmuştur.

Türkiye basın tarihinin en karanlık dönemini yaşıyor.

Basın emekçileri hukuksuz, adaletsiz bir şekilde gözaltına alınıyor, tutuklanıyor aylarca mahkemelere çıkarılmıyor.

Gerçekleri yazmak suç sayılıyor. İktidarın politikalarına uyum göstermeyen iç ve dış haberler, ” iktidarı” ya da devlet büyüklerini küçük düşürdüğü iddiasıyla yargılanan konusu oluyor.

Gerçekleri yazmayın diyorlar. Basın ve düşünce özgürlüğünü kullanınca zindanlara konuyorsunuz.

Yaptıkları haberlerden dolayı ‘‘hain, casus’’ ilan edilen gazetecilerimiz var, onlarca yıl hapis cezası alan ya da alacak olan.

Gazetecilerin yoksulluk sınırlarında ücret aldığı, sendikasız çalıştırıldığı, on bin gazetecinin işsiz olduğu koşullar yetmiyor ki ceza davaları, tazminat davaları ile susturulmaya çalışılıyorlar.

Türkiye’de ve dünyanın birçok çatışma bölgelerinde siyasi iktidarlar, militarize güçler tarafından içeride ve dışarıda gerçekleri yazdığı için öldürülen, kaçırılan, baskıya uğrayan işkence yapılan gazeteciler var. Basın tarihimiz ne yazık ki öldürülen, işkence yapılan gazetecilerin tarihidir.

Gazeteciler direniyor. Basın ve düşünce özgürlüğü için canlarını veriyor zindanlarda bedel ödüyorlar.

Tüm baskılar ve zor politikaları nafiledir.

Basın ve ifade özgürlüğünü yasaklayamazsınız.

Basın emekçilerini susturamayacaksınız. Uğurlar, Metinler, Hrant’ların daha yüzlercesinin korkmadan yazdığı, can bedeli ödediği gelenek var..

Selam olsun, gerçekleri yazan, gazetecilere..

 

İzmir’de Öğrenci Kolektifleri ve Üniversiteli Feminist Kolektif; temel hak ve özgürlüklerimizi çiğneyerek ve zor yöntemlerinizle bizleri susturamayacaksınız.

Öğrenci Kolektifleri ve Üniversiteli Feminist Kolektif   Eğitim-Sen  3  No’lu Şube’de bir basın toplantısı düzenledi.

Öğrenciler  kendilerinin, AKP’li faşist polis olmadığını iddia eden kişiler tarafından  ajanlaştırılmak istendiklerini,  taciz edildiklerini ; ailelerinin aranarak  ” çocuklarınızın nerede, ne yaptığını biliyoruz” denilerek tedirgin edildiklerini, güvenliklerine ilişkin ailelerde kaygı yaratıldığını  açıkladılar.

Öğrencilerin temel hak ve özgürlüklerini  kullanmaları engellerle karşılaşmakta,  yasaklanmak istenmektedir. Kişilik hakları, can güvenliği ve temel  özgürlükleri ihlal edilmektedir. Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı ihlallerinden kentin mülki ve adli merciileri, İzmir Valiliği ve İzmir Emniyet Müdürlüğü’nün sorumlu olduğu açıktır.

Öğrencilerin yaptığı açıklama şöyle:

“Aylardır bizleri ekonomik krize sürükleyen iktidar; içerisinden çıkamadığı, kendini meşrulaştıramadığı süreci geçici çözümlerle, ırkçı saldırılar ile aşmaya çalışıyor. Fakat artık bu yöntemleri de işlemiyor. Oluşabilecek herhangi bir isyana dair derin bir korkusu olan iktidar, bu korkusunun sonucu olarak çözümün sokakta olduğunu gösteren, dillendiren feministlere, sosyalistlere saldırıyor.

Bu saldırılardan biri de iktidarın maşası İzmir Emniyeti tarafından gerçekleştirildi. Birkaç gün önce arkadaşlarımızın önü polis kimliği gösteren kişiler tarafından kesildi. Kendilerinin Akpli-faşist polis olmadığını söyleyen kişiler, arkadaşlarımıza ajanlaştırma girişiminde bulunmuştur. Daha sonra “sana son bir şans vermek istiyorum” mesajları ile arkadaşlarımızı taciz etmeye devam etmiştir. Aynı özel telefon numarası ile arkadaşlarımızın aileleri aranmış, ailelerimiz ile katıldığımız eylem görüntüleri paylaşılmış, “şu an nerede ne yaptığını biliyoruz” şeklinde ailelerimiz tehdit edilmiştir.

Mücadele tarihimiz boyunca sıkça karşılaştığımız ve şu anda da devam eden ajanlaştırma politikaları, devrimcileri sindirme, hedef gösterme ve türlü yıldırma politikaları, gençliğin faşizme karşı inatçı ve örgütlü mücadelesini büyütmekten başka bir duruma sonuç vermedi vermeyecek. Bizler devletin ve onun maşaları olan resmi-sivil faşist çetelerin bu ucuz hamlelerine karşı örgütlü gücümüzle alanlarda olmaya devam edeceğiz.

Üniversitelere atadıkları kayyumlarla kadın ve LGBTİ+ klüplerini kapatan, bizleri geleceksizlik ve işsizlik ile baş başa bırakan, pandemi sürecini yönetemeyen, İstanbul Sözleşmesi’ni feshederek kadınların ve LGBTİ+ların yaşam haklarına saldıran AKP’nin bu politikalarına karşı sokakları, kampüsleri, meydanları dolduran ve hedef alınan üniversiteliler olarak Özerk demokratik Feminist üniversiteyi savunan, kayyumlara, kadın ve LGBTİ+düşmanlarına direnen, İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkan, nefrete inat yaşasın hayat diyen biz üniversiteliler buradayız.

Ayrıca, “İnsan hakları derneğine gidiyorlar, bize bir şey olmaz, onların başı yanar” cümlelerinden de biliyoruz sırtlarını dayadıkları faşist iktidardan aldıkları geçici güç ile böyle rahat olduklarını. Ancak gün geçtiğinde sığındıkları limanlar devrimciler tarafından alaşağı edildiğinde o zaman kimlere neler olacağını bizler biliyoruz

Buradan İçişleri Bakanlığı’na, İzmir Valiliği’ne ve bizleri bu ucuz yöntemlerle sindirebileceğini sanan polislere bir kez daha söylüyoruz; Bizleri takibe alarak, gözaltı veya tutuklamalarla, hedef göstermeye çalışarak sindiremezsiniz. Devrimci gençliğin sesini yükseltmesine türlü yöntemlerle mani olamadınız, olamayacaksınız da! Devlet karşımıza hangi politikayla çıkarsa çıksın, saldırılarını ne kadar artırırsa artırırsın karşısında tarihini geçmişten ve bitmeyen mücadelesinden alan örgütlü bir devrimci gençlik var.

Bizlerle dayanışma gösteren Halkevleri, Kadın Savunma Ağı, SGDF, Kaldıraç, öğrenci İnisiyatifi, YDG, İHD, TIP, İMECE-DER ve  Egitim-Sen 3 No’lu şube’ye  teşekkür ederiz.”

 

 

Yeni yılınızı kutlarız.

Savaş, ekonomik kriz, yolsuzluk, açlık, yoksulluk ve pandemiyle geçen bir yılı geride bırakıyoruz. 2021 yılında, emperyalizmin  dünya halklarına  ve yaşadığımız gezegenin suyuna, toprağına havasına, ekolojik denge  ve sürdürülebilir doğal yaşam  düşmanlığına karşı mücadele ettik. Mücadeleye katılımı, dayanışma ve paylaşımı yeni bir dünya için ilke edindik.

2021 dünyada burjuva – gerici, faşist devletlerin kendi egemenliklerini güçlendirmek adına halklara ulusal, etnik, dinsel-mezhepsel vb farklılıkları nedeniyle savaşları kışkırttığı, zor, baskı ve denetimini yoğunlaştırdığı, işçilere emekçilere ağır sömürü koşullarını dayattığı, grevleri yasakladığı, direnişlerini kanla bastırdığı bir yıl oldu. ” İşçiler, emekçiler  direne direne kazanacak” şiarı dünyanın birçok bölgesinde halkların da şiarı oldu.  Halklar yenilgiler kadar başarılar da kazandılar. Emperyalizme ve  burjuva gerici-faşist devletlere karşı mücadele etmeden özgürlüğün, bağımsızlığın ve ortaklaşmacı, paylaşmacı dayanışmacı bir düzenin  kazanılamayacağını  gerçek hayat yine gösterdi.

Ülkemizde de işçi ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesi ileri adımlar attı. İşçilerin emekçilerin sendikal örgütlülüğünün çok cılız olduğu koşullarda  önemli sanayii iş kollarında, fabrikalarda işçiler, emekçiler açıklamalar, yürüyüşler yapıyor, üretimi aksatıyor, durduruyor, açlığa ve yoksullaşmaya karşı harekete geçiyor..

Hekimler, sağlık emekçileri, akademisyenler, öğretmenler KHK ile işlerinden atılan kamu emekçileri direnmeye ve haklarının gasp edilmesine karşı mücadeleden vaz geçmiyorlar. Sokakta tarlada,  üreticiler, emekçiler içinde bulundukları yoksullaşmaya karşı mücadele isteklerini dile getiriyorlar. KHK ile görevlerinden alınıp yerlerine kayyım atanan seçilmişler, cezaevlerine doldurulan milletin vekilleri, gazeteciler, avukatlar, aydınlar, yazarlar, yurttaşlar, hapishanelerdeki tüm devrimci  tutsaklar direnmeyi sürdürüyorlar. Kadınlar  şiddete, cinayetlere, ayrımcılığa ikinci sınıf konuma itilmek istenmelerine karşı isyandalar; kazanılmış haklarını korumakta direniyor, etnik, ulusal, dinsel-mezhepsel, cinsel yönelimlerinden dolayı ötekileştirilenler temel haklarından vaz geçmiyorlar.

Her geçen gün artan yoksullaşmaya, adaletsizliğe, hukuksuzluğa baskı ve zora ve seküler yaşamın arka plana itilmesine, eğitimde dincileştirmeye karşı  mücadele isteği ile dolu toplum hoşnutsuzlukla kaynıyor..kentlerin sokakları caddeleri, ana arteller,  zor uygulayıcıları tarafından daha fazla denetleniyor.. Ama gideni ve çöken sömürücü düzeni hiçbir zor tutamaz, karanlık yırtılacak, gelecek aydınlanacak ve ezilenleri  birleşen güçleriyle ortak mücadeleleri  başarıya taşıyacak.

2022 yılında işçileri , işsizleri, emekçileri, emeklileri, kadınları, ezilen halkları tüm dünyada zorlu mücadeleler bekliyor. 2022 yılı “kapitalizm öldürür sosyalizm yaşatır” şiarıyla işçilerin, emekçilerin, ezilen ulusların ve halkların emperyalizme, kapitalizme ve  burjuva gerici-faşist diktatörlere karşı dayanışma, mücadele, birlik yılı olsun.

Dünya İşçi sınıfının ve emekçilerin, ezilen halkların-ulusların, tüm direnenlerin yeni yılını umutla, dirençle kutluyoruz.

 

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri; Roboski Katliamı İnsanlık Suçudur.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri   Roboski  katliamını Türkan saylan Kültür Merkezi önünde  lanetledi.  Katliamda yaşamını yitiren 34   insanı andı.  Roboski’de 19’u çocuk 34 sivil insanın savaş uçaklarıyla bombalanmasının  üzerinden on yıl geçmesine karşın   emri verenler ve uygulayanlara  cezasızlık  politikasının sürmesi ve insanlık suçlarının üzerinin örtülmesi politikalarından vazgeçilmesi istendi.  Disk  Ege Bölge Temsilcisi  Memiş Sarı; katliamda yaşamını yitirenleri andı ve onları unutmayacaklarını  söyledi. İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına açıklamayı Kesk Dönem Sözcüsü,  Veysel Beyazadam  yaptı.  Açıklamaya HDP İzmir Milletvekili  Serpil Kemalbay ve Musa Piroğlu  da katıldı.

Açıklama şöyle;

“Basına ve Kamuoyuna;

Bugün burada 10 yıl önce gerçekleştirilen Roboski Katliamında yaşamını yitiren 34 masum sivil insanımızı anmak, katliamının faillerinden hesap sormak, hakikatin yargı ve siyasi erkin marifetiyle asla örtülemeyeceğini ve her daim Roboskili ailelerin yanında olduğumuzu belirtmek için bulunuyoruz. Çünkü şuna inanıyoruz ki; “Hakikat her zaman en büyük değerdir ve hiçbir politik çıkara kurban edilmemelidir.”

Herkesçe bilindiği üzere 28 Aralık 2011 tarihinde saat 21:39 ile 22:24 sularında Türkiye Cumhuriyeti devletinin hava kuvvetleri komutanlığına bağlı savaş uçakları tarafından Türkiye-Irak sınırından geçmekte olan onlarca sivilin üzerine bombalar yağdırıldı. Yaşanan bu katliamda 19’u çocuk olmak üzere toplam 34 sivil insan yaşamını yitirdi. Katliamın ertesi gününde katır sırtında battaniyeye sarılmış onlarca sivilin cansız bedeni, halen tüm tazeliğiyle zihinlerimizde yerini korumaktadır. Türkiye-Irak sınırının tam merkezinde yer alan Roboski Köyünde 2011 yılının bu son günlerinde kaçakçılıkta kullanılan katırlar, bu kez kaçak eşya yerine insan cesetleriyle Roboski Köyüne gelmeye başlanmıştı.

Katliam tarihinden bugüne kadar Roboskililer üzerindeki baskı ve şiddet eylemleri, kesintisiz bir şekilde sürdü. Adalete erişimleri son kertede birer işkenceye dönüşen Roboskililerin yaşadığı bu bölgede, 10 yıllık zaman süresince askeri operasyonlar nedeniyle güvenlik güçlerinin bombalama faaliyetleri devam etti. Bu bombalamalar nedeniyle Roboskililerin köy dışındaki yaşam alanları ciddi anlamda sınırlandırıldı. Yine Roboski ve bölgenin birçok yerinde yasaklanan yaylalar ve ilan edilen özel güvenlik bölgeleri ile köylülerin ekonomik yaşamına büyük zararlar verildi.

Bugün itibariyle Roboski‘de 34 sivilin katledilmesi üzerinden tam 10 yıl geçecek. Bu 10 yıl içerisinde katliamla ilgili bir dizi hukuki ve siyasi süreçler yaşandı. Katliamla ilgili soruşturma başlatıldı, soruşturma dosyası askeri savcılığa gönderildi, müfettişler görevlendirildi, komisyonlar kuruldu ve ne yazık ki bu tür dosyalarda her zaman şahit olduğumuz üzere dosya ile ilgili “kovuşturmaya yer olmadığı” kararı verildi.  Bunun üzerine Roboski’li aileler, 18 Temmuz 2014’te Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvuru yaptı. Anayasa mahkemesine giden başvuru usulü eksiklikten dolayı reddedildi.

İç hukuk yollarının tüketilmesinden sonra katliamda yaşamının yitirenlerin yakınları, davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıdı. Ulusal ve uluslararası hukukta sonuna kadar götürülen adalet arayışı, 17 Mayıs 2018 günü AİHM’in ret kararıyla vicdanlardaki sızıyı daha da körükledi. 1990’lı yıllarda bölge kentlerimizde yaşanan ağır insan hakları ihlallerine ilişkin bölge insanı için bir nebze de olsa adaleti tesis eden bir kurum olan AİHM, bu ret kararı ile adeta Türkiye’de uzun yıllardır yürürlükte olan cezasızlık politikasının değirmenine su taşımış oldu. AİHM, kuruluş felsefesiyle ağır çelişkiler barındıran bu ret kararı ile apaçık ortada olan bir hakikati örtmeye çalışıp Roboski’li ailelerin acısını daha da katmerleştirmiştir. Bu katliamları kader olarak kabul etmemizi isteyenlere karşılık, kader olmadığını ve bunların bir bütün olarak bölge coğrafyasındaki ayrımcı politikaların, militarist zihinlerin ürünü olduğunu ifade etmek isteriz. Türkiye’nin bu ücra köşesinde gündelik hayatta sağlık hakkının, eğitim hakkının ve çalışma hakkının ihlal edildiği ve imkânların son derece kısıtlı olduğu bir yer olan Roboski’de, bu katliamla en temel hak olan yaşam hakkı da ihlal edilmiştir. İleri teknoloji ürünleri olarak övünülen ve savaş amacıyla satın alınan silahların kendi coğrafyasında yaşayan sivilleri bombalaması, biz insan hakları savunucuların nazarında aslında bir post modern idam yöntemidir. 10 yıl önce gencecik sivil insanların üzerine atılan bombalar bir haliyle hem Roboskili insanlara hem de bir bütün olarak Kürt halkının benliğine atılmıştır. Bu yüzden unutulmamalı ve sahip çıkılmalı diyoruz.

Roboski Katliamı gerçeğiyle çok iyi biliyoruz ki bu coğrafyada çocuklar, günlük hayatlarını ve ekonomik olarak ailelerinin hayatlarını idame ettirebilmek için katırların sırtında sınırların o bilinmezliğinde yola çıktıklarında bir daha ailelerine ve evlerine dönemediler. Okul avlularında zil sesleriyle teneffüse çıkması gereken çocuklar bombaların sesleriyle hayatlarını kaybettiler.  Bölgesel eşitsizlikler, ırkçı ve ayrımcı politikalar, Kürt sorununu görmeme, hakikat ve geçmişle yüzleşmeme, düşmanlaştırıcı politikalar nedeniyle bugünler hala çözümsüzlüğün günleridir. Birikerek ilerlemiş fakat hiçbir gelişme sağlayamamış bu anti-demokratik uygulamalar görüyoruz ki bizlere her geçen gün yeni kayıpları ve faili meçhulleri yaşatmaktadır. Bizler insan hakları savunucuları olarak hakikatin ortaya çıkartılmasının ve geçmişle yüzleşmenin Türkiye için olmazsa olmaz bir olgu olduğunu yineliyoruz. Çünkü hakikatin ortaya çıkarılmaması, toplumda vicdani tahribatları artıran, aidiyet duygusunu zedeleyen ve süreklileşen bir tahribatı ve de adaletin sağlanamayacağı duygusunu beraberinde getiren bir durumdur.

1915’de, Dersim’de, Maraş’ta, Zilan’da, Sivas’ta, 90’lı yıllarda, Roboski’de,  Cizre’de, Suruç’ta, Ankara’da sayılarla ölçülemeyecek kadar binlerce insanımızı bu militarist politikalardan dolayı kaybettik. Burada acıları yarıştırmadan, toplumsal adaletin bir gün herkese lazım olacağını yinelemek isteriz. İnsanlığın evrensel değerlerinin her yurttaş için aynı minvalde olmasını talep ediyoruz.

Dolayısıyla Roboski Katliamının 10. yıldönümü nedeniyle devlete ve siyasal iktidara bir kez daha açık çağrımızdır;

•   Roboski Katliamı ile ilgili hakikatin ortaya çıkması için üzerinize düşen sorumluğu yerine getirin, faillerin          ortaya çıkartılması ve yargılanmaları için cezasızlık politikasından vazgeçmesini talep ediyoruz.

  • Devletin aşırı güvenlik politikalara gösterdiği hassasiyetin, bu katliamlara ilişkin gerçeği açığa çıkartılmasına da gösterilmesini talep ediyoruz.
  • Yine Roma Statüsü çerçevesince değerlendirildiği vakit yaşanan bu katliamın, insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğu gerçeğinin kabul edilmesini ve ailelerin adalete erişimin sağlanması için tüm engellerin bertaraf edilmesini gerektiğini hatırlatıyoruz.”

 

Maraş katliamının 43. yıldönümünde katliam lanetlendi ve yüzleşme çağrısı yapıldı.

İzmir-Karşıyaka  çarşı girişinde  Maraş Katliamı’nın 43. yıldönümünde   Alevi dernekleri ve siyasi partiler, açıklama yaptı.  Katılımcılar  “Maraş Katliamı’nı unutmadık, unutmayacağız” pankartı arkasında toplanarak , “Maraş’ı unutma unutturma”,  “Susma, sustukça sıra sana gelecek”,  “Faşizme karşı omuz omuza” sloganlarını  attı.  Açıklamaya HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni de katıldı.

Açıklama şöyle;

“Bugün, 43. Yıldönümünde Maraşta katledilen canlarımızı anmak, katilleri lanetlemek ve adalet talebimizi yinelemek için bir kez daha alanlardayız. Cümle insan ve varlığı Hakk’ın hakikati olarak bilen, cümlesiyle rıza halini esas alan bir Yolun talipleri olan Aleviler, 19-24 Aralık 1978 de Maraşta bir kez daha katliama maruz kaldılar. Yüzlerce insanımız vahşice katledildi, binlercesi yaralandı, evleri ve işyerleri yağmalanarak yakıldı, onbinlercesi ise topraklarından göçe zorlandı.

Gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet döneminde bize reva görülen şey sistematik katliam, göçertme ve asimilasyon politikaları oldu hep. Maraşta yaşanılan da, süreklilik arz eden bu zihniyet ve politikaların sonuçlarından biriydi sadece.

Tarihsel-toplumsal hakikatine bağlı kalan tüm Alevi sürekleri, süreklilik arz eden saldırılarla karşı karşıya kaldıkları gibi mutlak bir kuşatma ve tecrite de tabi tutulmuşlardır. Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlılar devrinde olduğu gibi, bu kuşatma ve tecrit hali Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Kapitalist hegomonya kendini ulus devlet biçiminde var etmiş, Avrupa merkezli olarak gelişen bu yeni tahakküm biçimi, İttihat ve Terakki Cemiyeti üzerinden bu topraklara taşınmıştır. Tek inanç kimliği, tek mezhep ve tek etnisiteyi esas alan ve “Türk-İslam sentezi” olarak kavramlaştırılan bir zihniyet üzerine inşa edilen Cumhuriyet hiçbir zaman demokratik bir Cumhuriyet olamadı. Gerçekte, bu politikayla Türklük de, islam da hakikatlerinden koparılarak birer tahakküm aracı durumuna indirgenmişlerdir. Zaten 2. Meşrutiyetle beraber Osmanlıda iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1. Paylaşım savaşı yıllarından başlayarak Anadolu’nun kadim halklarını bu topraklardan adeta silmişti. Bu miras üzerinden vücuda gelen yeni sistemde, tüm diğer farklılıklara olduğu gibi Aleviliğe de yer yoktu. Koçgiri ve Dersim süreçleriyle Ocaklar sistemi üzerine inşa edilmiş olan tarihsel-toplumsal yapı darbelenmiş, Hacı Bektaş Dergâhı da gasp edilerek müze statüsüne indirgenmiş, Alevilik ağır bir asimilasyon sürecine sokulmuştur.

1970’li yıllarda toplumsal mücadeleler küresel çapta yükselişe geçmiş ve Türkiye’yi de etkisi altına almıştı. Dünyada yaşanan bu gelişmelere paralel olarak Türkiye’de de hak, özgürlük ve eşitlik arayışları yaygınlaşarak güçlenmiş; halklar, emekçiler mücadele ve örgütlülüklerini yükseltmişti. Yüzyıllara varan bir kuşatma ve tecridi yaşamakta olan Aleviler, bu süreçle beraber ilk defa tecrid ve yanlızlıktan kurtulmuş, farklı etnisite ve inanç kimliklerinden ilk defa yoldaşları olmuştu. Rıza yolunun talipleri ve ezilmekte olan bir halk olarak Aleviler; toplumsal varlıklarını yaşatabilmenin ancak demokratik bir ülkeyle mümkün olabileceğinin bilinciyle hak, özgürlük ve eşitlik mücadelesi veren demokratik sol-sosyalist-yurtsever cenahta mücadeleye dâhil olmuşlardı.

Kapitalist-emperyalist sistem ve tekçi zihniyet; Toplumsal muhalefete, hak ve özgürlük arayışlarına faşizmi yükselterek cevap vermiş, örgütlediği sivil faşist çeteler eliyle cinayetler ve katliamlar gerçekleştirmiştir. Bu saldırıların direnişle karşılanması ve devrimci demokratik muhalefetin her geçen gün güç kazanması nedeniyle farklı bir konsept devreye konulmuş, demokratik muhalefetin topyekün tasfiyesi için askeri bir cuntaya zemin hazırlamak istenmiş; suikastler ve cinayetlerden başka toplu katliamlar gerçekleştirilmiştir. Bu toplu katliamlar özellikle Alevi nüfus yoğunluğunun olduğu Malatya, Çorum, Sivas ve Maraş gibi bölgelerde gerçekleştirilmiştir.

Maraş kıyımıyla Maraş hem Alevisizleştirilmek hem de Kürtsüzleştirilmek istenmiş, insanlarımız tarihsel yaşam alanlarından, kutsallarından koparılarak mülteci bir yaşama mahkum edilmişlerdir. Tüm Alevi yerleşim birimlerinde olduğu gibi, Maraşta da demografik yapının değiştirilmek istendiği Terolar bölgesine Suriyeli mültecilerin yerleştirilmesiyle bir kez daha açığa çıkmıştır. İttihatçı-tekçi zihniyet ve tüm versiyonları bu toprakların halklarına tahammül edememekte, tek tip iktidar alanı yaratmaya odaklı politikalarla kesintisiz kıyımlar gerçekleştirip kadim kültürleri yok ederken, dört bir yandan bu topraklarla alakasız toplulukları getirerek sürdüğü halklarımızın yerine iskan etmekte, toplumsal tabanını güçlendirmek istemektedir.

Bu toprakların insanlarıyız, bu toprakların gerçekliğiyiz. Bu topraklara ait olmayan şey ise emperyalist-kapitalist tahakkümün ülkemizde ki yansısından başkaca bir şey olmayan tek tipçi zihniyeti ve onun iktidar klikleridir, politikalarıdır!

Bugün vesilesiyle başta Maraş halkımız olmak üzere tüm Alevi halklarımıza da seslenmek istiyoruz. Yolumuzu, toplumsal varlığımızı yok etmeye odaklı bu politikalar karşısında; bizi biz kılan öğretimizle, yaşam biçimimizle, tarihsel çizgimiz ve duruşumuzla buluşmaktan başkaca çare yoktur. Terk etmeye zorlandığımız tarihsel yaşam alanlarımızla bağımızı güçlendirmek, oralarda yeniden yaşamı yeşertmek esas olmalıdır. Bütün bunlar için ise tek tipçi zihniyet ve siyaset biçimleriyle aramıza mesafe koymak ve ülkemizde ki tüm eşitlikçi-özgürlükçü mücadelerle buluşmak bir zorunluluktur. Yolumuzu ve toplumsal varlığımızı sürdürebilmemiz ancak demokratik bir Cumhuriyetle mümkün olabilecektir.

Maraşta yaşananlar bir insanlık suçudur ve zaman aşımı söz konusu olamaz. Maraş katliamıyla yüzleşilmeli, planlayıp organize edenler ve katiller tarihte hak ettikleri yere konulmalı, insanlığın vicdanında mahkum edilmelidirler.

  1. yıldönümünde Maraş katliamını, planlayanları, katilleri bir kez daha lanetliyor, yitirdiğimiz canlarımızın huzurunda dara duruyor, saygıyla anıyoruz.

Katliam, asimilasyon ve göçertme politikalarına son!

Demokratik Alevi Dernekleri İzmir Şubesi, İzmir Alevi Kültür Derneği Yamanlar Cemevi,  Anadolu Kültür Sanat Eğitim Dayanışma Vakfı, Eskişehirliler Derneği, Çorum Dernekleri Federasyonu, Zübeyde Hanım Alevi Bektaşi Kültürünü Yaşatma Derneği, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Karşıyaka Şubesi, Halkların Demokratik Kongresi, Halkların Demokratik Partisi, İzmir Dersim Kültür Ve Dayanışma Derneği, Vartolular Derneği, Bornova Dersimliler Derneği, Aktepe Dersimliler Derneği, Karlıova Yedisu Kültür Ve Dayanışma Derneği”

Erdal Eren

Erdal Eren Şebinkarahisar’da 25 Eylül 1964 tarihinde öğretmen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.  Şebinkarahisar Halkevi’nde siyasete ilgi duymaya başladı, Erdalın ailesi bir süre sonra Ankara’ya taşındı. Erdal burada Ankara Yapı Meslek Lisesi’sinde okudu. ANOD (Ankara Orta Öğrenimliler Derneği)  ve YDGD (Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği) ne  üye oldu. Türkiye Devrimci Komünist Partisi gençlik örgütü Genç Komünistler Birliği’ ne  ve  GKBnin lise çalışmalarına aktif olarak katıldı.

Erdal Eren  30 yıl  önce , 13 Aralık 1980 tarihinde  idam edildi. Faşist cunta  işçi sınıfına ve emekçi halka, halk geçliğine korku ve gözdağı vermek, gençliğin mücadelesini sindirmek ve intikam almak istedi. Erdal’a yargılanmasından 48 gün sonra idam cezası verildi.
12 Eylül faşist cunta  yönetimi, TBMM’ni, siyasi partileri, sendikaları, kitle örgütlerini   kapatmış, işçi sınıfının  ve emekçilerin  sermayeye karşı grevlerini  direnişlerini yasaklamıştı. Yüzbinlerce insan gözaltına alınmış işkenceden geçirilmişti. Askeri cezaevleri ve emniyet müdürlükleri    işkence merkezleri haline gelmişti.

Ülkenin dört bir yanından mücadele sesleri de geliyordu. 30 Ocak 1980 gecesi Ankara-Hoşdere caddesinde genç komünistler faşist cuntayı protesto eden duvar yazıları yazıyordu. 30 Ocak gecesi hava çok soğuk ve Yukarıayrancı Hoşdere caddesi buzluydu. Bir çift göz onları izliyordu. Bu MHP’li Bakan Cengiz Gökçek’in bir dönem korumalığını yapmış MHP’li polis Süleyman Ezendemir’di. Ezendemir silahını doğrultarak Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği üyesi ODTÜ öğrencisi 21 yaşındaki Sinan Suner’e ateş etti. kurşun arka yan kalçasından girip ön tarafından çıkmıştı. Hoşdere caddesinde evi bulunan tanık Ali Soyoğlu, Sinan’ı kendi arabasıyla götürmek istiyor, ancak MHP’li polis buna engel oluyordu. Daha sonra polis Ezendemir, Sinan’ı kendisinin getirttiği sarı bir mercedes arabaya bindiriyor ve Dikmen Polis Karakolu’na oradan bilinmeyen bir yere ve en son hastahaneye götürüyor ve aradan geçen iki saat sonra bilerek kan kaybından ölümü sağlanıyordu.Tanık hemşire Müjgan Taymaz ”15 dakika önce getirilseydi yarasını diker çocuğu kurtarırdık” demişti.

Sinan’ın katledilmesi yurtsever devrimci gençliği harekete geçirdi. Devrimci gençler Sinan?ın ölümünü protesto etmek için yine Hoşdere caddesinde toplanarak, Sinan’ın öldürülmesini protesto ediyorlardı. Askeri İnzibat ekibi gösteriye müdahale ediyor; gençlere ateş ediliyordu. Çıkan çatışmada Zekeriya Önger adında bir er ölüyordu. Gözaltına alınan 21 genç insandan biri Erdal Eren’di.

Sadece üç duruşmada herşey tamamlandı. 19 mart 1980 tarihinde 17 yaşındaki,cuntanın korktuğu adama idam cezası verildi. Avukatı Nihat Toktay’n anlatımıyla; Zekeriya Önger asker arkadaşlarının silahından çıkan mermi ile vurulmuş olması olasıydı. Arkadan vurulmuştu. Ateş eden yakın mesafeydi. Oysa ki Erdal Eren ve arkadaşlarıyla yüzyüze olması gerekiyordu. Mahkeme tarafından tüm inceleme talepleri reddedildi. ..Dava ciddi bir şekilde yürütülmedi.

Erdal mahkeme heyetine sunduğu savunmasında şöyle diyordu:

”Sayın yargıçlar;

Türkiye ve dünyada görülmemiş bir yargılama usülüyle karşı karşıyayız. Bu davanın o kadar çabuk sonuçlandırılmak istenmesi, olay dahi anlaşılmadan yukarıdan gelen emirlerle çoktan verilmiş bir kararın formalitesini yerine getirdiğinizi gösterir.

Benim hakkımdaki kararın üst düzeydeki sıkı yönetim komutanları tarafından verildiği o kadar açıktır ki normal hukuk usulleri dahi ayaklar altına alınmıştır.

Mahkemeniz sadece bu düzeni koruyan bir mahkeme değil, aynı zamanda askeriyenin hiyerarşik emirlerine de bağlıdır. Ve sizin burada emir kulu olmaktan, tanrıların kan isteğini onaylamaktan başka bir göreviniz yoktur. Bu o kadar açıktır ki mahkemenin bırakalım hukukun diğer kurallarını, sadece usule ilişkin yöntem bile bunun kanıtı olmak için yeterlidir.

Hakim sınıflar ve onların uşakları bu sömürü ve baskı düzenine yönelen her hareketi kanla boğmak istiyorlar. Bunun için olmadık tertipler tezgahlıyorlar. Halkın kurtuluşu için mücadele veren baskı ve sömürüye karşı çıkan herkes bu tezgahlara muhataptır. Ve siz bir mahkeme heyeti olarak bu tezgahın bir dişlisinden başka birşey değilsiniz. Benim hakkımda ne kadar peşin bir yargılama yapıldığı son derece ortadadır.Nitekim benimle ilgili olayın ertesinde Genel Kurmay Başkanının “çoktandır idam olmuyor. Bazı kişilerin idam edilmesi gerek” şeklindeki demeç vermesi benimle ilgili idam kararıdır. Ve size bu konuda ulaştırılan emirlerin açıkca dışa vurulmasıdır.

Hakim sınıflar ve uşakları kan isteklerini benim idamımla tatmin etmeyi düşünüyorlar. Ben bu olayın içerisinde kasten bir eri öldürmedim. Benim bu koşullar içerisinde bir eri öldürmek siyasi inancıma terstir .Kaldı ki, eğer ben isteyerek öldürmüş olsaydım bu öldürme olaylarını sürdürecek durumdaydım.

Herşeyden belli olduğu gibi sadece havaya iki el ateş ettim. Tabancamda beş mermi vardı. Ve ayrıca yedek şarjör doluydu. Askerlerin hemen hepsi benim hedef sınırlarım içinde olmasına rağmen ne öleni nede başkasını öldürmedim. Kastım olmadığından ateş etmedim. Kaldı ki o panik içerisinde askerler de bol miktarda mermi sıktılar.

Sıkı yönetim varlığıyla birlikte, halklar ve halk gençliğine başlı başına bir saldırıdır. Sıkıyönetimden bu yana dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle onlarca vatandaş ve devrimci jandarma ve polis tarafından katledilmiştir.Ve benim katıldığım gösterinin nedeni olan, bir gün önce polis tarafından katledilen Sinan Suner’in ölümü de bunlardan biridir.

Her türlü demokratik hakkın hakim sınıflar ve sıkıyönetim tarafından ayaklar altına alındığı şu dönemde, biz devrimcilerin alçakça katledilen yoldaşlara son saygı görevini yasaları da çiğneyerek yapması meşrudur. Meşru olmayan şey sıkıyönetimin ta kendisidir.

Biz devrimciler sizlerin şartlandırılmış düşüncelerinizdeki gibi terörist veya anarşist değiliz. Biz devrimcilerin Türkiye halkının her türlü baskı ve sömürüden kurtulması dışında hiçbir kaygımız yoktur. Anarşi yaratmak veya terör estirmek bizim düşüncemizle çelişen bir şeydir. Tersine en büyük terörist ve katil bu devletin kendisidir. Buna sıkıyönetim öncesinde ve sonrasında devletin güçleri tarafından katledilen halk ve halk gençliğinin kanları tanıktır.

Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni aldığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru karar verecektir.

Faşist cuntanın acelesi vardı. 12 Aralığı 13 üne bağlayan gece saat 02.55 de genç fidanı kırıverdiler, ”Gözdağı olur” dediler, ”devletin büyüklüğü” görülsün istediler. İşçilerin, emekçilerin, halk gençliğinin soyguncu, sömürücü, zulumcü düzenlerine karşı dirençlerini kırmak; baskıya, zulme, sömürüye boyun eğen bir gençlik istediler.

Avukatı anlatıyor; ”Bize sarıldı öpüşürken göz kırptı. Sonrada yürüdü gitti çocuk. Resmen gitti. ”KAHROLUSUN FAŞİST DİKTATÖRLÜK YAŞASIN TDKP” diye haykırınca sehpayı ayaklarının altından çektiler..

Ercan Koca, Erdal’ın yoldaşıydı. Erdal’ın idamını duyar duymaz 13 Aralık 1980 günü saat 17.00?de Demetevler’de, Erdal Eren’in idam edilmesini protesto eden bir pankart asıyordu. ”Erdal Eren’in hesabını Faşist Cuntadan Soralım-YDGF” Pankartı astığını gören askeri tim komutanı Üsteğmen Yaşar Kunduh mahkemede ”Pankartı bizzat kendisine indirtmek için zor kullandık..” diyecekti. Onyedi yaşındaki Ercan Koca vahşice dövülecek, kafasına tabanca kabzası ile vurulacak, daha sonra ise Yenimahalle Polis Karakolu’na oradan da Etimesgut Zırhlı Birlikler Komutanlığına götürülecekti. Fenalaşan Ercan ancak ertesi sabah Gülhane Askeri Hastahanesine götürülecek ve orada yaşamını yitirecekti. Ankara 4. Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi Ercan Koca’nın yerlerin buzlu olması nedeniyle düştüğü ve beyin zarı kanamasından öldüğü belirtilecekti. Annesi Yaşar Koca ”Elbiselerini aldığımızda çamur içinde olduğunu gördüm.Öyle bir kere düşmekle o kadar çamurlanması mümkün değildi. Ayrıca çevreden insanlar oğlumun dövüldüğünü görmüşler, eyvah çocuk gitti demişler.Ama hiç kimse korkudan bir şey söyleyemedi, şahitlik yapamadı” Ercanı, bir fidanı daha hoyratlıkla kırmışlardı.

”Yıldızlar metal metal düşmüş yere
Her yerde sessizlik kaynaşıyor, Kafalar
susmuş omuzlar konuşuyor”

Ankara Karşıyaka mezarlığında üç fidan yatıyor. Dünya işçi sınıfına ve gençlerine selam gönderiyor. Zulme ve sömürüye karşı direnmiş üç komünist genç yatıyor, birbirine yakın sanki elele. Oradan geçenler, ziyaret edenler Ercan’ın mezarının üstündeki şu dizeleri okuyorlar.
”Dağ keçileri nasıl yerlerse taptaze sürgünleri

Seni de, tam sürerlerken

Alacakaranlıklardan masmavi göklere
Kopardılar, o koskoca umut ağacının
Dev gölgesinden.”

O dönem Mamak Askeri Cezaevi’inde bulunan kadın yoldaşları Erdal’ın Türküsü’nü yazdılar ve bestelediler. O türkü o zamandan bu zamana dilden dile dolaşıyor.

ERDAL’IN TÜRKÜSÜ

O, genç bir yiğitti o

O, genç komünistti o

Küçücük gözleri, incecik elleri

Kocaman, kocaman, yüreğiyle.

Deniz’im, Yusuf’um, İnan’ım,

Tohum saçtınız çorak topraklara.

Ulaşmak istediğiniz hedefe varmak için

Bu toprak elif elif işlendi

Ve çelik su vere vere sertleşti.

Suların çağıltısı

Dalların uğultusu

Halkının, halkının onuruydu O

Halkının, halkının coşkusuydu O!

Erdal’ım,

Darağaçlarında Deniz’leri yaşatan

Körpecik fidanım benim!

Andın andımız,

Sevdan sevdamız.

Yıkacağız darağacı seni kurduranları

Kavgamız, kavgamız, kavgamızla,

İşçimiz köylümüz halkımızla.

Evrensel Bildirgenin 73. yılında hak örgütleri; Kriz pandemi ve ohal koşullarında insan haklarında ısrarlıyız.

Evrensel Bildirgenin 73. Yılında  hak örgütleri  10 Ekim Anıtında açıklama yaptı.  Açıklamaya
İHD, ÖHD, ÇHD, THİV, İzmir Barosu, Hak İnsiyatifi, Halkların Köprüsü, Türk Tabipler Birliği(TTB), İmece Dostluk ve Dayanışma Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği katıldı. İnsan hakları savunucuları  “İnsan haklarıyla insandır”, “Susma sustukça sıra sana gelecek” sloganlarını  attı.

Ortak açıklamayı İzmir Barosu İnsan Hakları Merkezinden sorumlu yönetim kurulu üyesi Av. Ayşe Kaymak okudu.  Açıklama şöyle;

 “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilişinin 73. yılındayız. Covid-19 pandemisinin yol açtığı siyasal, sosyal, ekonomik, etik vb. boyutları olan küresel krizin etkileri hala devam ediyor. Bu koşullarda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde belirtildiği gibi barış, adalet, eşitlik, özgürlük ve insan onurunun korunmasını ve bunları güvence altına alacak demokrasi mücadelesinin verilmesini savunmaya devam ediyoruz. Çünkü insanlığın varoluşunu tehdit eden bu küresel krizden çıkışın tek yolu söz konusu değerlere sahip çıkmaktır.

İnsan hakları Evrensel Bildirgesi, 10 Aralık 1948 günü Birlemiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda kabul ve ilan edilmiştir. Türkiye, Evrensel Bildirge’yi, 27 Mayıs 1949 tarihli Resmi Gazete’de yayınlayarak yürürlüğe koymuştur. BM Genel Kurulu, 4 Aralık 1950 tarihinde “10 Aralık” gününü, “İnsan Hakları Günü” olarak ilan etmiştir.

BM, İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı ağır insani yıkımın bir daha asla yaşanmaması için, barış, insan hakları ve demokrasi ideallerine dayalı uluslararası bir sistem oluşturma hedefiyle inşa edilmiştir. Bugün gelinen noktada maalesef bu ideallerin çok gerisinde kalınmıştır. Evrensel Bildirge’de yer alan hak ve özgürlüklere dayalı uluslararası bir düzen hâlâ kurulamamıştır. Maalesef BM, varoluş gerekçesiyle çelişir biçimde, hak ihlallerinin başlıca sebebi olan savaşları ve iç savaşları önlemede/sonlandırmada, mülteci krizlerine müdahalede, küresel çapta doğal ve kültürel mirasın korunmasında, yoksullukla ve adaletsizlikle mücadelede, başta kadınlara yönelik olmak üzere her türlü ayrımcılığı sonlandırmada yeterince etkin olamamaktadır. Gelinen aşamada güçlü devletlerin bir araya gelerek oluşturduğu çıkar ilişkileri, askeri ve ekonomik birliktelikler, insanların hak ve özgürlüklerini kullanmalarının önünde birer engele dönüşmüştür. Özellikle devletlerin demokrasi ve hukuk taahhüdünden giderek uzaklaşmaları insanlığın en önemli kazanımlarından birisi olan insan haklarının, hem bir referans sistemi hem de bir denetim mekanizması olarak zayıflamasına yol açmıştır.

Covid – 19 pandemisi, uluslararası sitemin zaaf ve yetersizliklerini tüm çıplaklığı ile ortaya koyarken aynı zamanda bu kaygı verici gidişatın nereye doğru evrilebileceğini de göstermiş oldu.

Yaşanan tüm olumsuzluklara karşın dünyanın her yerinde halklar özgürlük, adalet, eşitlik ve insan hakları talepleriyle itirazlarını yükseltmektedirler. Devletlerin ve hükümetlerin bu itirazlara yanıtı ise şiddetin her türünü sistematikleştirip yaygınlaştırma ve hayatın tek gerçeği olarak toplumlara dayatma şeklinde olmaktadır. Bugün tüm dünyanın içinde olduğu ağır kriz karşısında insan haklarını savunmak ve kurucu rolünü yeniden etkin kılmak en asli görevimizdir.

Küresel salgının daha da derinleştirdiği bu kriz hali, maalesef Türkiye’de de tüm yoğunluğu ve ağırlığı ile yaşanmaktadır. Ülke, 2016 yılından bu yana önce doğrudan, 19 Temmuz 2018 tarihinden itibaren de resmen kaldırıldığı söylense de yapılan pek çok düzenleme ile kalıcılık/süreklilik kazandırılan bir OHAL rejimi ile yönetilmektedir. Bu durum/süreç, siyasal iktidarın gücünü sınırlandıran anayasacılık ilkesinin terkedilmesine, böylece hem hukukun hem de kurumların baskıcı rejimin birer “aracı” haline getirilerek keyfiyetin ve bilhassa da belirsizliğin kamusal alana hakim kılınmasına yol açmıştır. Özellikle bir yönetim tekniği olarak başvurduğu belirsizlik yaratma gücü, siyasal iktidara salgın koşullarını fırsata çevirme imkânı sağlamıştır. Salgının olağanüstü niteliği ile OHAL’i birbiriyle ilişkilendirerek erkini daha da merkezileştirip toplum üzerindeki baskı ve kontrolünü arttırmıştır.

Siyasal iktidarın ekonomiden toplum sağlığına kadar ülkenin tüm meselelerini güvenlik sorunu haline getiren, toplumu kutuplaştıran, ülke içinde ve dışında şiddeti esas alan, bilhassa da Kürt sorununun ve uluslararası sorunların çözümünde çatışma ve savaşı tek yöntem haline getiren politikaları sonucunda 2021 yılında ülkede yüksek sayılarda yaşam hakkı ihlalleri yaşanmıştır. Çok faklı toplumsal kesimlerden insanlar ya doğrudan kolluk güçlerinin şiddeti ya da devletin, “önleme ve koruma” yükümlülüğünü yerine getirmemesi sonucu yapısal şiddetin ve/veya üçüncü kişiler tarafından gerçekleştirilen şiddetin sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir.

Anayasa’nın ve Türkiye’nin de bir parçası olduğu evrensel hukukun mutlak olarak yasaklamasına ve insanlığa karşı bir suç olma vasfına rağmen işkence olgusu 2021 yılında da Türkiye’nin en başat insan hakları sorunu olmuştur. Resmi gözaltı merkezlerinin yanı sıra kolluk güçlerinin barışçıl toplanma ve gösterilere müdahalesi sırasında, sokak ve açık alanlarda ya da ev ve iş yeri gibi mekânlarda, yani resmi olmayan gözaltı yerlerinde ve gözaltı dışındaki ortamlarda yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları, yeni bir boyut ve yoğunluk kazanmıştır. Denilebilir ki siyasal iktidarın baskı ve kontrole dayalı yönetme tarzı sonucu günümüzde tüm ülke adeta işkence mekânı haline gelmiştir.

Yakın tarihimizin en utanç verici insan hakları ihlallerinden biri olan insanlığa karşı suç niteliğindeki zorla kaçırma/kaybetme vakalarında OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından bu yana yeniden bir artış görülmesi ve bu tür vakaların 2021’de de yaşanması son derece endişe vericidir.

Devletlerin insan haklarına yönelik saygısının dolayımsız göstergesi olan hapishaneler, bugün Türkiye’de siyasal iktidarın hukuku bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanmasının sonucunda tıka basa dolu durumdadır. Yaşam hakkı ihlalinden işkenceye, sağlık hakkına erişime kadar ağır ve ciddi ihlallerinin yaşandığı yerlerdir. Covid-19 salgını açısından en riskli yerlerin başında hapishaneler gelmektedir. Salgın gerekçe gösterilerek mahpusların zaten kısıtlanmış olan hakları daha da kısıtlanarak yeni bir “normal” yaratılmıştır. Uluslararası insan hakları otoritelerinin evrensel standart ve normları hatırlatarak yaptığı uyarı ve çağrılara karşın ‘7242 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’da 2020 yılında yapılan değişiklikten sadece eleştirel veya muhalif görüşlerini ifade edenler de dahil olmak üzere yeterli yasal dayanak olmadan alıkonulan gazeteciler, akademisyenler, insan hakları savunucuları, avukatlar, seçilmiş siyasiler ve özellikle Covid-19’a karşı savunmasız olan yaşlı ve ağır hasta mahpuslar ‘Terörle Mücadele Kanunu’ gerekçe gösterilmesi nedeniyle yararlanamamıştır.

İfade özgürlüğünün korunması ve etkin kullanımı, demokratik bir toplumun can damarlarından birini oluşturur. Farklı fikir ve görüşlerin kamusal alanda özgürce dolaşıma girmesi; siyasal çoğulculuğun esası olan özgür tartışma ortamının, bağımsız medya ve canlı bir sivil toplumun varlığı; toplumsal talepler etrafında kamuoyu oluşturulabilmesi; siyasal karar alıcılara yönelik eleştirilerin dillendirilmesi ve kamu gücünü kullanan makamların yurttaşlar tarafından denetlenebilmesi ancak ifade özgürlüğünün korunduğu ve etkin biçimde kullanıldığı koşullarda mümkün olabilir. Oysa OHAL ilanıyla birlikte siyasal iktidarın düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları, özellikle de basın üzerindeki kaygı verici boyutta artan baskı ve kontrolü 2021 yılında da sürmüştür.

2021, bir önceki yıl gibi toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü açısından kısıtlama ve ihlallerin kural, özgürlüklerin kullanımının ise istisna olduğu bir yıl olmuştur. Yıl içinde her toplumsal kesimden kişi ve grup toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini mülki amirlerin yasakları ve/veya kolluk güçlerinin fiili müdahaleleri sonucunda kullanamamışlardır. Cumartesi Annelerinin, Galatasaray Meydanında oturmalarının yasaklanması devam etmiştir. Van’da valilikçe art arda alınan eylem ve etkinlik yasaklarının son 5 yıldır kesintisiz olarak sürdürülmesi ya da Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin, kadınların, LGBTİ+’ların, işçilerin, muhalif siyasi partilerin, atık kağıt toplayıcılarının, mültecilerin, çevrecilerin ve hak savunucularının maruz kaldığı zalimane ve utanç verici kolluk şiddeti bu durumun somut örneklerini oluşturmaktadır.

2021 yılında insan hakları örgütlerinin, dernek, vakıf, emek ve meslek örgütleri ile siyasi partilerin çok sayıda üye ve yöneticisi gözaltına alınmış, tutuklanmış, haklarında açılan davalar ile üzerlerinde baskı oluşturulmaya çalışılmıştır. Belediye eş başkanları, meclis üyeleri görevden alınmış, yerlerine kayyım atanmıştır. Dokunulmazlıkları kaldırılan milletvekilleri tutuklanmıştır. Siyasi partilerin ve sivil toplum örgütlerinin binalarına saldırılar olmuş, parti kapatma davaları açılmıştır.

Kürt sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en temel engellerden bir olarak varlığını korumaktadır. Sorunun barışçıl, demokratik ve adil çözümüne yönelik esas olarak iktidar tarafından içtenlikli, bütünlüklü adımların atılmaması, yanı sıra Ortadoğu’daki gelişmelerin de etkisi ile 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinin hemen ardından başlayan silahlı çatışma ortamı halen sürmekte ve başta yaşam hakkı olmak üzere ağır ve ciddi insan hakları ihlallerine yol açmaktadır. Özellikle son genel seçimlerde 6.5 milyon yurttaşın oyunu almış olan HDP’nin kapatılması girişimi, başta Kürtler olmak üzere Türkiye toplumunun önemli bir bölümünü katılım ve temsil mekanizmalarının dışına itecek, siyasal hakları kullanma imkanından yoksun bırakacaktır. Bu durum toplumsal barışa ve bir arada yaşama iradesine büyük zararlar verecek olması bakımından son derece kaygı verici bir gelişmedir. Hak savunucuları olarak bizler, Kürt sorununun her zaman demokratik, barışçıl ve adil çözümünü savunduk. Bunda ısrarlıyız. O nedenle, çatışmaların hemen şimdi durmasını istiyoruz.

2021 yılında kadına yönelik erkek şiddetinde maalesef bir gerileme, olumlu denebilecek bir gelişme yaşanmadı. Yılın ilk on bir ayında yüzlerce kadın erkekler tarafından öldürüldü. Hal böyleyken kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddeti ayrıntılı bir şekilde tanımlayan ve bir suç olarak kabul edilmesini sağlayan, böylelikle şiddet olgusunun ortadan kaldırılmasında geniş imkânlar sağlayan en kapsamlı uluslararası sözleşme olan İstanbul Sözleşmesinden bir gecede çıkıldı. Üstelik çok kısa bir süre önce şatafatlı sunumlar ile insan hakları konusunda bir eylem planı ilan edilmiş olmasına ragmen. Bu planın aslında ne anlama geldiğini İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını protesto eden kadınlar ve LGBTİ+’lara kolluk güçlerinin evrensel hukukta ve ülke yasalarında tanımlanan zor kullanma yetkisinin çok ötesine geçen kural dışı ve denetimsiz şiddet uygulayarak müdahale etmeleriyle anlamış olduk.

Artık Türkiye toplumunun bir parçası, doğal unsuru haline gelen sığınmacı/mülteci/göçmenler, hala her türlü ayrımcılığa ve istismara, nefret söylemine ve ekonomik sömürüye yoğun bir şekilde maruz kalıyorlar. 2021 yılında kolluk güçlerinin, sivil kişilerin ırkçı ve nefret içerikli şiddetine maruz kalan sığınmacı ve mülteciler yaşamlarını yitirdiler. İnsan kaçakçıları tarafından ölüme sürüklendiler. Salgının fiziksel, ruhsal, sosyal ve ekonomik tüm sonuçlarını en ağır bir şekilde yaşayan sığınmacı ve mülteciler, ne yazık ki toplumumuz açısından görmezden gelinen, hatta gözden çıkarılan hayatlar oldular.

Türkiye son kırk yılın en ağır ekonomik krizlerinden birini yaşıyor. Yıllardır uygulanan borçlanmaya dayalı neoliberal ekonomi politikalarının sebep olduğu yoksullaşma, güvencesizleşme ve örgütsüzleşme, OHAL uygulamaları ile daha da derinleşmiş ve süreklilik kazanmıştır. Covid-19 salgını ile birlikte bu tablo daha vahim bir görünüm kazanmıştır. Bugün ülkede hem biyolojik hem de sosyal yaşamını sürdürülebilmesi için salgın koşullarında çalışmak zorunda olan milyonlarca kişi bulunmaktadır. Bu kişilerin maruz kaldığı hak ihlalleri büyük bir çeşitlilik göstermektedir. Bu ihlallerin en başında ise iş cinayetleri gelmektedir. Hayat pahalılığı, işsizlik ve yoksulluk en çok kadınları, çocukları, mülteci ve sığınmacıları vurmaktadır.

Siyasi iktidarın baskıcı politikaları 2021 yılında ihlaller bazında bazı ilklerin yaşanmasını da beraberinde getirmiştir. Avrupa Konseyi’nin (AK) en temel insan hakları sözleşmelerinden olan İstanbul Sözleşmesinden çıkılması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Kavala ve Demirtaş kararlarının uygulanmaması nedeni ile 2 Aralık 2021 tarihli AK Bakanlar Komitesi kararı ile Türkiye hakkında ihlal prosedürü başlatılması, ekonomik ve sosyal haklar ile ilgili yükümlülüklerden kaçmak için TÜİK’in başta enflasyon olmak üzere temel göstergelerde manipülasyon yapması, kara para ve yolsuzlukla mücadelede gerekli yükümlülüklerini yerine getirmeyen Türkiye’nin BM tarafından gri listeye alınması esasında insan hakları ihlallerinin ne denli arttığını da göstermektedir.

Siyasi iktidarın oluşturduğu insan hakları eylem planları ve yargı alanında reform söylemleri ise bu tablo altında gerçekleşebilecek vaatler olarak gözükmemektedir. Gerçekten insan haklarına olan saygıyı yükseltmek ve reform yapılmak isteniyorsa kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı yeni ve demokratik bir anayasanın yapılması ve geçmişle yüzleşmeyi sağlayacak gerçek bir çatışma çözüm sürecine girilmesi bir zorunluluktur. Bu adımlar atılmadan yapılacak şey reform değil, ancak uluslararası taleplere cevaben yapılan bir vitrin düzenlemesi olur.

Son söz olarak; var oluş nedenleri hak ihlallerinin son bulduğu, adalet, barış ve demokrasinin tesis edildiği bir ülke ve dünyaya ulaşmak olan bizler, dün olduğu gibi bundan sonra da tüm zorluklara karşın ihlalleri belgeleyip, raporlayarak görünür kılmaya, böylelikle önlemeye, cezasızlıkla mücadele etmeye ve insan haklarına saygıyı yükseltmeye devam edeceğiz.

Görüyoruz, Susmuyoruz, Mücadele Ediyoruz…

İnsan Haklarıyla İnsandır…

Ekonomik Krize Karşı Ekonomik ve Sosyal Haklarımızı,

Covid-19 Pandemi Koşullarında Sağlıklı Yaşam Hakkımızı,

Savaşa Karşı Barış Hakkımızı Savunuyoruz…

 İzmir Barosu

İzmir Tabip Odası

Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi

Özgürlük İçin Hukuçular Derneği İzmir Şubesi

İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi

Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği

Hak İnisiyatifi

İnsan Hakları Gündemi Derneği

Halkların Köprüsü Derneği

İmece Dostluk ve Dayanışma Derneği

10 Aralik 2021”

İzmir Sağlık Platformu, siyasi iktidara Gündoğdu Meydanında Susmuyoruz, Korkmuyoruz, Vazgeçmiyoruz dedi ve Aile Hekimliği Sözleşme ve Ödeme Yönetmeliği’nin geri çekilmesini istedi

İzmir Sağlık Platformu (İzmir Tabip Odası, Aile Hekimliği Çalışanları Sendikası, Birinci Basamak Sağlık Çalışanları Birlik Dayanışma Sendikası izmir Şube, Genel Sağlık- İş Sendikası  İzmir Şube, İzmir Aile Hekimleri Derneği, İzmir Aile Sağlığı Çalışanları Derneği,  Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası,  İzmir şube  ile Türkiye Aile Hekimliği Uzmanlık Derneği)   siyasi iktidardan ‘Aile Hekimliği Sözleşme ve Ödeme Yönetmeliği’ nin geri çekilmesi  talebiyle İzmir Gündoğdu Meydanı’nda  miting gerçekleştirdi.

Çeşitli kentlerden  tabip odaları, aile hekimliği dernekleri, mitinge katılarak destek sundular. İzmir Sağlık Platformu adına ortak açıklamayı İzmir Tabip Odası Yönetim Kurulu Başkanı Başkanı Dr. Lütfi Çamlı yaptı. Açıklama şöyle;

“Değerli Arkadaşlar,
Zor bir dönemden geçiyoruz. Bir yanda iyi yönetilemeyen pandeminin, uzamış
dördüncü pikinde, hergün 200 e yakın vatandaşımızı, önlenebilir bir hastalıktan
kaybederken, bir yandan ülke tarihinin en büyük ekonomik ve siyasal krizlerinden
birini yaşıyoruz.
Bilindiği üzere yaklaşık yirmi yıl önce uygulamaya sokulan “Sağlıkta Dönüşüm
Programı” ile sağlık bir insan hakkı olmaktan çıkarılıp bir ticari faaliyet haline
getirilmiştir. Sağlık artık alınıp satılan bir meta olmuştur. Sağlık kuruluşlarını
işletmeye, hastaları müsteriye, sağlık emekçilerini ücretli köleye dönüştüren Sağlıkta
Dönüşüm Programı ile gelinen aşamada sağlık sistemi her basamakta ciddi sorunlar
yaşanmaktadır. Pandemi sürecinde Sağlıkta Dönüşüm Politikalarının toplum sağlığı
açısından nasıl bir felakete yol açabileceğini acı faturalar ödeyerek gördük. Etkin bir
birinci basamak ve koruyucu sağlık hizmeti uygulaması olmadan, toplum sağlığını
öncelemeden, sürdürülen sağlık politikalarının başarılı olabilmesi mümkün değildir.
Sağlıkta Dönüşüm Programı ile tedavi edici hekimliğe büyük önem verilip, beş yıldızlı
otel standartında şehir hastaneleri yapılırken,koruyucu sağlık hizmetleri ihmal edilmiş,
birinci basamak sağlık hizmetleri toplum sağlığı gereksinimlerine göre organize
edilememiştir. Kervan yolda düzülür mantığıyla masa başında alınan, saha
gerçeğinden kopuk kararlar, angaryalar ya da hak kayıplarına yol açan
yönetmeliklerle ortaya çıkan karmaşanın yükü ve sorumluluğu aile sağlığı merkezi
çalışanlarının omuzlarına yüklenmeye çalışılmıştır.
Pandeminin başından beri tüm sağlık çalışanları gibi özveri ile yaşamlarını riske
atarak hizmet vermeye çalışan Aile Sağlığı Merkezi çalışanları kötü yönetilen bir
pandeminin yükünü taşımaktan artık tükendiler. Uygunsuz fiziki koşullarda kamusal
sağlık hizmeti vermeye zorlanan Aile Sağlığı Merkezi çalışanları pandemide
korunmadılar. Kişisel koruyucu ekipmanlarını bile kendileri sağlamak zorunda
kaldılar. Esnek çalışma modeli tüm kamu personelinde uygulanırken aile hekimlerine
ve aile sağlığı çalışanlarına uygulanmadı. Aile hekimleri arasında kronik hastalığı
olanlar ve gebelere idari izin verilmedi. Salgında hasta oldular .Aile hekimleri Kovid19’a yakalanınca maaşları kesildi.. Kaybettiğimiz onlarca arkadaşımız oldu. Onları
saygıyla anıyoruz. Ama hala kovid meslek hastalığı sayılmadı. Zaman zaman
alkışlandilar. Ek ödeme müjdeleri verildi. Ama bunlar ya gerçekleşmedi ya da şarta
bağlı komik ve adaletsiz ödemeler ile karşılaştılar.
Geçtiğimiz günlerde Sağlık bütçe görüşmeleri sırasında tüm sağlık emekçilerini
eşitlikle kapsamayan, kamuda görev yapan hekimlerin dışındaki hekim ve sağlık
emekçilerini görmeyen bir düzenleme TBMM gündemine geldi. Üniversiteler, aile
sağlığı merkezlerindeki ve BAĞ-KUR, SSK’lı hekimlerle birlikte diğer tüm sağlık
çalışanlarını kapsam dışında bırakan, emekli hekimler arasındaki eşitsizliği
derinleştiren bu düzenleme adaletsizdir.Hekimi, hemşiresi, temizlik işçisiyle sağlık bir
ekip işidir. Sağlık hizmetleri kolektif bir emeğin sonucunda sunulmaktadır. Sağlık
emekçilerinin her biri yaptıkları işler bakımından kritik önemdedir. Tüm toplum da
olduğu gibi, sağlık emekçilerinin de ekonomik krizin etkilerini yoğun olarak
hissettikleri bir dönemde tüm sağlık emekçilerine insanca yaşayacak emekliliğe
yansıyan temel bir ücret taleb ediyoruz. İktidarın iş barışını bozan, adaletsiz
ücretlendirme ve ayrıştırıcı uygulamalarını kabul etmiyoruz.
Aile Sağlığı Merkezi çalışanları yıllar boyu yaşadıkları tüm hak kayıplarına, artan iş
yüklerine ve yaşadıkları motivasyon kaybı ve tükenmişliklere rağmen işlerini en iyi
şekilde yapmaya çalışarak, sabırla beklediler.. Uzun zamandır masada olan,önceki
dönemlerde yaşanan hak kayıplarını gidereceği vaat edilen, aile hekimliği ödeme ve
sözleşme yönetmeliği, 30.06.2021 tarihinde yayınlandı.Özlük haklarının düzeltileceği,
maddi kayıplarının giderileceği, çalışma koşullarının iyileştirecek ve Türkiye’deki
birinci basamak hizmetini daha etkin ve kaliteli bir seviyeye ulaşmasını sağlayacak
yönetmeliği beklerken aile sağlığı merkezi çalışanları emeklerinin hiçe sayıldığı, iş
güvencelerinin ellerinden alındığıceza ’ yönetmeliği olmanın ötesine geçemeyen
yönetmelikle karşı karşıya kaldılar.Beklenti ve taleplerinin karşılanması bir yana, bir
öncekinden daha da kötü bir düzenleme yapılmış, adeta sağlık emekçileriyle dalga
geçilmişti.
Aile Hekimliği Sözleşme ve Ödeme Yönetmeliği’nde aile hekimleri üzerindeki
baskısını artıran, iş güvenliğini ortadan kaldıran, birçok özlük haklarını yok sayan
birçok taraf var.
Yönetmelik değişikliği ile aile hekimliği çalışanlarının statüsü, il sağlık müdürlüklerine
bağlı kölelik sistemine taşınmıştır.. Yönetmelik ekinde ihtar uygulanacak 40 fiil
sıralandı. Herhangi bir fiilin ikinci ve devam eden ihlallerinde, ihtar puanı iki kat
olarak uygulanacak. Sağlık il müdürlüklerinin kuracağı komisyonlar, ilgili ihtar
cetvelindeki fiillerden 5 kez ihtar puanı verilmesi veya toplamda 150 ve
üzerinde ihtar puanına ulaşılması halinde aile hekim ve hemşirelerin
sözleşmeleri feshedilebilecek”Aile hekimliği uygulamasında iş güvencesi bu
yönetmelikle sona ermiştir.
Bu yönetmelikle aile hekimlerinin görevleriyle ilgili olarak basına demeç vermesi,
sosyal medya paylaşımı yapması, tweet atması durumunda 50 ihtar puanı ile
cezalandırılacağı, bunun iki kez tekrarlanması durumunda ise sözleşmenin fesih
edileceği anlaşılmaktadır. Ceza puanı listesinde en ağır suçlar olan sahte evrak
düzenlemek, işe alkollü gelmekle aynı ceza puanı öngörülmüş bu eylem için. Verilerin
şeffaf bir şekilde kamuoyu ile paylaşılmadığı pandemide, sahadan elde edilen
verilerin paylaşımlarıyla ortaya çıkan gerçeklerin Sağlık Bakanlığı’nda yarattığı
rahatsızlığın bu cezaların verilmesine neden olduğu aşikardır.
Kişilerin aile hekimleri hakkında suçlamalarda bulunması ve bu durumun iki kez
yaşanması durumunda sözleşme fesihlerinin gerçekleşebilecek olması büyük bir
tehdittir. Bu hekimin mesleğini özgürce yapabilmesine engel olacak akıldışı bir
karardır. Aile hekiminin kendi hakkını savunmasını engelleyecek kararlar alınmıştır.İl
Sağlık Müdürlükleri hem soruşturma başlatıyor, hem ceza veriyor, hem sözleşme
feshi yapıyor. Bunlara itirazlar da yine İl Sağlık Müdürlüğüne yapılıyor.
“Soruşturmaları istediğim gibi açar, ilde soruşturma yetmezse bakanlık müfettişi
görevlendiririm. Dilersem de seni işten atarım. Bir de soruşturma sırasında seni 4 aya
kadar açığa alabilirim. Bu sürede zarfında ödeme yapmam!” denilmektedir.Bir bakıma
yargısız infaza izin veren, Aile Sağlığı Merkezi çalışanlarının geleceklerini
yöneticilerin insafına bırakan bir yönetmeliktir.
Aile hekiminin şiddete uğradığında kendini savunması bile cezai yaptırıma
eklenmiştir.
Bunu dışında ucu açık iş tanımları eklenmiş. Kronik hastalık takipleri ve izlemleriyle
aslında pozitif performansmış gibi yansıtılıp ama imkânsız bir izlem şekliyle aile
hekimlerine negatif olarak yansıyacak olan bir ödeme kısmı var.Aile hekimleri tabii ki
kronik hastalarını takip edecekler ama sahanın gerçeklerinden kopuk, yerine
getirilmesi pratik olarak mümkün olmayan, kısacası imkansızın başarılması
istenmiş. Bir işin ne kadar sürede yapılacağını, bir gün içinde ne kadar sayıda
hastaya bakılabileceğini hesaplamamış gözüküyorlar. Günlük mesai saatlerinin
tamamının harcanmasına rağmen istenilen oranda yapılamayacak kronik hastalık
izlemleri nedeniyle %10 a varan gelir kaybına neden olabilecek maddeler içeriyor
Entegre hastanede çalışan aile hekimliği çalışanları 2 yıllık sözleşme süresince 5
kez nöbete mazeretli veya mazeretsiz gitmediği zaman iş akdi sona ermesi var!
Mazeretin yok sayıldığı bir düzenleme ile karşı karşıyayız. Kişi hasta olamaz, yakını
vefat edemez, çocuğu hasta olamaz.
Yeni çıkan yönetmelikle cezaevinde çalışan aile hekimlerinin gider ödemeleri yüzde
80 düşürülerek, ellerine geçen ücret azaltılmıştır. Zor şartlarda, zor bir görevi yerine
getiren aile hekimlerinin bu şekilde adeta cezalandırılması üzüntü vericidir.
Yönetmeliğin neresinden tutsak kabul edilebilecek bir taraf yok. Baktığımızda Aile
Hekimliği Sistemi uygulamaya geçtiğinden bu yana Aile Hekimliği Çalışanları hem
özlük hakları, hem elde edilen gelir konusunda maalesef hep geriye gitmiştir. Sürekli
eklenen görevlere rağmen gelir kayıpları giderek artmaktadır. Verileceği belirtilen ek
ödemeler konusunda da yine kamuoyuna herkese verildiği algısı yapılmış ancak
ödemeler için birçok şart konarak ek ödemelerin Aile Hekimliği Çalışanlarına
ödenmemesi için Sağlık Bakanlığımız elinden geleni yapmıştır.
Kamu dışından gelip sözleşme imzalayan arkadaşlarımızın birçok özlük hakkı yok
sayılmakta, kıdem tazminatları verilmemekte ve aile sağlığı çalışanı arkadaşlarımıza
hiçbir şekilde yer değişikliği hakkı verilmemektedir.
İş yükünü ölçüsüz şekilde artıran, gelir kaybına sebep olan, aile hekimlerini susturan,
‘ceza sözleşmesi’ olarak nitelendirilen bu yönetmeliği asla kabul etmeyeceklerini
açıklayan Aile Sağlığı Merkezi çalışanları tüm ülkede değişik etkinlikleri ve eylemleri
hayata geçirdiler. Önce basın açıklamaları, sonra toplu iş bırakmalar hayata
geçirildi. Sonrasında Ankara’da İstanbul’da büyük katılımlı mitingler, basın
açıklamaları gerçekleştirildi. Hekimin mesleğini özgürce yapabilmesine engel olacak
akıldışı bir kararı, ifade özgürlüğünü kısıtlayan bu zihniyeti reddeddiklerini dile
getirdiler. Aile hekimliği Sistemindeki birçok yanlışa, yetersiz mekân, yetersiz
personel ve yetersiz ekipmana rağmen mesleğinin gereklerini en iyi şekilde yapan
aile hekimliği çalışanlarının , anlamsız cezalar ve ölçüsüz iş yükü artışları içeren bu
ceza yönetmeliğini hak etmediğini açıkladılar. Hukuki süreçleri başlattılar.
Ancak sahada çalışan aile sağlığı merkezi çalışanlarının düşüncelerini
önemsemeyen, alınan karar ya da çıkartılan yönetmelikler için görüşlerini sormayan,
her şeyi tepeden,” ben bilirim ! ” anlayışıyla götürmek isteyen ve her geçengün aile
hekimliği sistemini içinden çıkılmaz hale getiren yöneticiler , aile sağlığı merkezi
çalışanlarının bu itirazlarını görmezden gelmeyi sürdürüyorlar.
Buradan bir kere daha seslenmek istiyoruz.
SUSMAYACAĞIZ!
Yönetemediğiniz pandemide gerçekleri saklamanıza izin vermeyeceğiz. Hakikatleri
tüm yasaklamalarınıza rağmen halkımızla paylaşmayı sürdüreceğiz. salgını algılarla
yönetme çabalarınıza izin vermeyeceğiz. Toplumun sağlık hakkı ve sağlık
çalışanlarının hakları konusunda mücadelemizi sürdüreceğiz.
KORKMUYORUZ!
Aile sağlığı merkezi çalışanlarının aleyhine değişen yönetmeliklerle, kanuni dayanağı
olmayan ihtar puanı cetveline göre verilen , keyfi ceza uygulamalarınızı reddediyoruz!
Sözleşme fesihlerini kolaylaştıran yönetmeliklerle yaratmaya çalıştığınız korku iklimi
bizi yıldırmayacak. Tehditler, baskılar, mobbingler bize geri adım attırmayacak.
VAZGEÇMİYORUZ!
Yönetmeliğin ilk yayınlandığı günden beri mücadelemizi sürdürüyoruz. Bu konuda
eylem süreçleri kesintisiz devam ediyor ve edecek. Giderek çoğalıyoruz,
dayanışmamız büyüyor. Bu ceza yönetmeliği geri çekilinceye kadar
mücadelemizi yan yana omuz omuza sürdürme kararlığındayız.
İnsanca çalışma koşullarında, özlük haklarımız ve ödemelerimiz gaspedilmeden,
mesleğimiz itibarsızlaştırılmadan, emeğimiz değersizleştirilmeden sağlık hizmeti
vermek istiyoruz. Bugün için talebimiz çok net. Ceza sistemini ağırlaştıran, sözleşme
feshini kolaylaştıran, dayanaksız ve keyfi yaptırımlar getiren, birinci basamakta
çalışan sağlık emekçilerinin taleplerini karşılamayan sözleşme, tüm maddeleriyle
derhal geri çekilsin! . İş güvencesini tamamen ortadan kaldıran, ücretleri ve
kazanılmış hakları gasp eden, görüş ve düşünce açıklama özgürlüğüne yasak getiren
‘ceza yönetmeliğine’ karşı mücadelemiz yönetmelik geri çekilene dek
sürdürülecektir.
Mesleğimize, emeğimize, geleceğimize sahip çıkacağız!”

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’nde İzmir’de kadınlar, ‘şiddete yoksulluğa, temel haklarına yönelik saldırılara karşı’ sokağa çıktı.

İzmir Kadın Platformu’nun “Evde İşte Sokakta kampüste Şiddet her yerde; Çözüm Örgütlü Mücadele” sloganıyla ve  “şiddete yoksulluğa, haklarımıza yönelik saldırılara karşı  Alsancak’tayız”  çağrısıyla 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü için kadınlar  Eski Leman Kafe  önünde buluştu.

Binlerce kadın  siyasi iktidarı hayat pahalılığını, şiddeti, yoksulluğu, ekonomik krizi protesto etti. Hükümeti istifaya çağırdı.   Kadınlar Leman Kafe önünden Türkan Saylan Kültür Merkezi önüne kadar yürüdü.  Yürüyüşe HDP İzmir Milletvekili Serpil Kemalbay Pekgözegü’de  katıldı.Y ürüyüş boyunca kadınlar aşağıdaki pankartları ve sloganları hem taşıdı hem de attı.

“sözleşme kırmızı çizgimizdir”,  “sözleşmeyi değil cinayeti engelle”,  ” kadın cinayetleri politiktir”, ” kadın yaşam özgürlük, jın jıyan azadı”,   “iktidar susacak kadınlar konuşacak”,  ” sözleşmeyi uygula, kararı geri çek” “erkek adalet değil gerçek adalet”,   “güvenceli iş güvenceli gelecek istiyoruz”,   “kadınlar yürüyor mücadele büyüyor”,  “şiddete karşı suskun değil öfkeliyiz “,   “yaşasın kadın dayanışması”,   “kadınlar sokağa haklarını almaya”,   “istismarı aklama aklattırma”,   “nerdesin aşkım –burdayım aşkım”,   “gelsin baba gelsin koca gelsin devlet gelsin cop- inadına isyan- inadına isyan- inadına özgürlük”,  “asla yalnız yürümeyeceksin”,  “şiddetin kölesi olmayacağız”,   “yoksulluğa teslim olmayacağız”,  “bağır bağır herkes duydun erkek şiddeti son bulsun”, “aileye kul sermayeye köle olmayacağız, dünya yerinden oynar, kadınlar özgür olsa,istanbul sözleşmesi bizim  vazgeçmiyoruz”, “lgbt hakları insan hakları”,  “trans cinayetleri politiktir”,  “haklarımızdan hayatlarımızdan vazgeçmiyoruz”,  “kadınlar artık susmayacaklar susmayacaklar susmayacaklar”, ” susmuyoruz, korkmuyoruz itaat etmiyoruz”,  “geceleri de,  sokakları da, meydanları da terketmiyoruz”,   öldüren sevgi istemiyoruz”, “yaşasın örgütlü mücadelemiz”,  “boşanmayı değil cinayeti engelle”,  “cinsiyetçi medya istemiyoruz”,  “faşizme karşı omuz omuza”, ” kadınlar yürüyor, dayanışma büyüyor”,  “cinsiyetçi eğitim istemiyoruz”

İzmir Kadın Patformu sözcüsü,  Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde  aşağıdaki açıklamayı okudu;

“Ülkemizde kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz ve kadın cinayetleri her yıl katlanarak artıyor. AKP hükümetinin kadın düşmanı politikaları, devletin şiddeti önleyecek mekanizmaları harekete geçirmemesi, erkek egemen yargı kararları, kriz ve pandeminin kadın emeği sömürüsü açısından fırsata dönüştürülmesi ve artan yoksulluk sonucu kadınlar evde, işte, sokakta, kampüste her yerde şiddetin türlü biçimlerine maruz kalıyor.

AKP iktidarı Diyanet İşleri Başkanlığı ve vakıf cemaat gibi gerici odaklar eliyle, erkek egemen sistemi derinleştirmekte kadınların eşitlik haklarına saldırılmakta, yargı ve medya eliyle kadına yönelik şiddet meşrulaştırılarak, pekiştirilmektedir.

İktidarın nefret dili sokaklara yansımakta, körüklenen ayrımcılık ve eşitsizlikler sonucu “güçsüz” gösterilen kadınlar ve LGBTİ+lar sokak ortasında samuray kılıçlarıyla katledilmektedir. Bu durumun bir örneği de geçtiğimiz gün Bornova Sokağı’nda iki trans kadın arkadaşımızın bıçaklanmasıyla yaşanmıştır.

Oysa acz içinde olan devlet ve onu yönetenlerdir.  Şiddetin temel sebebi erkek egemen kapitalist düzeni kendi çıkar ve gerici anlayışları temelinde yeniden örgütlemek için elinden gelini arkasına koymayan AKP hükümeti ve küçük ortağı Bahçeli, artan kadın cinayetlerinin müsebbibi sanki kendileri değilmiş gibi her kadın öldürüldüğünde, mücadeleyle kazandığımız haklarımıza saldırmaktan geri durmamaktadır.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ  BİZİM VAZGEÇMİYORUZ

Kadınların, LGBTİ+ların, çocukların ve göçmenlerin şiddete karşı korunmasında önemli bir rol oynayan, gerçek bir eşitlik temelinde yazılmış İstanbul Sözleşmesi’nden bir gece yarısı imzanın çekilmesi de bu saldırıların parçasıdır. Ancak buradan bir kez daha hatırlatalım; eşitliğe, laikliğe ve özgürlüğümüze yönelik  iktidarın gerici saldırılarını kabul etmiyoruz.

Biz kadınlar, dayanışmadan, mücadeleden, İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmedik, vazgeçmeyeceğiz. O sözleşme yeniden yürürlüğe girecek, biz kalacak siz gideceksiniz.

YAŞAM HAKKINDAN VAZGEÇMİYORUZ

Yerel ve mülki amirler tarafından uygulanmayan, uygulanması engellenen 6284 Sayılı Kanunda değişiklik, boşanmalarda arabuluculuk, nafaka hakkının kısıtlanması, 5. Yargı Paketiyle çocuk ve kadınların can güvenliğini tehdit eden yeni yasal düzenlemeler gündeme getiriliyor. Kadın katillerinin, şiddet faillerinin yargılamalarında iyi hal ve haksız tahrik indirimleri uygulanırken, hayatını savunan kadınlara devlet ve erkek egemen yargı adeta intikam alırcasına saldırıyor. Ölmemek için öldürmek zorunda kalmış Çilem’in cezasının onanmasında olduğu gibi erkek egemen yargı kadınların şiddetsiz, eşit yaşam hakkını hedef alıyor.  Buradan bir kez daha sesleniyoruz, yaşam hakkımızdan vazgeçmiyoruz.

ÇOCUK İSTİSMARINI AKLATMAYACAĞIZ

Çocuk yaşta zorla evlendirilerek istismara uğrayan kız çocuklarının eğitim hakları, gelecekleri, yaşamları ellerinden alınıyor. Bu durumu her fırsatta meşru kılmaya çalışan AKP iktidarı her yıl istismarcıları aklayan yasayı meclisten geçirmenin yolunu arıyor. Bizler istismarcıların aklanmasına ve bu yasaların meclisten geçmesine asla müsaade etmeyeceğiz.

KRİZİN YÜKÜ PATRONLARA,SÖMÜRÜ DÜZENİNİ KABUL ETMİYORUZ

AKP iktidarının ve yandaşlarının, ceplerini doldurmak adına daha da büyüttüğü ekonomik kriz yüzünden kadınlar aynı işi yapmasına rağmen erkeklerden daha düşük ücret almaya, ucuz iş gücü olarak kayıt dışı güvencesiz, esnek çalışmaya zorlanıyor. İşyerlerinde mobbing ve taciz artıyor.  Büyüyen işsizlik, artan yoksulluk kadına yönelik şiddeti tırmandırıyor. Birçok kadın geçim kaynağı bulamadığı için şiddet dolu birlikteliklerine devam etmek zorunda kalıyor. Ev içinde görünmeyen emek daha fazla görünmez hale getirilerek yaşlı, hasta ve çocuk bakımı kadınların mecburi görevi haline getiriliyor. Kadınları giderek daha fazla oranda güvencesiz ve niteliksiz işlere mahkûm eden, bakım yüklerini artıran, şiddeti derinleştiren, kadınları çaresizleştiren bu sömürü düzenini kabul etmiyoruz.

Savaş, kan ve gözyaşından beslenen, bölge ve dünyanın dört bir yanında emperyalist ülkelerle iş tutan, Taliban gibi gerici mihraklarla yan yana gelmekten çekinmeyen AKP iktidarı, yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalan milyonlarca insanı AB ülkelerine karşı koz olarak kullanmanın yanı sıra, sermayeye de ucuz iş gücü olarak peşkeş çekiyor. Bu tablodan en çok da göçmen kadın ve çocuklar etkileniyor.

Narenciye paketleme tesisinde çalışırken eşarbı iş makinesine takılarak feci şekilde hayatını kaybeden 13 Yaşındaki Suriyeli Ula Kerem’in ölümü göçmen kadın ve çocukların neler yaşadığını acı bir şekilde ortaya seriyor.  Merdiven altı atölyelerde güvencesiz ve güvenliksiz bir biçimde ucuzunda ucuzu olarak sömürülen göçmen kadın ve çocuklar, şiddet ve tacize uğruyor, iş cinayetlerinde yaşamını yitiriyor.  Dil bilmedikleri için, yasal haklarını arayamadıkları için şiddete açık halde bir yaşam sürdürüyor.

Biz kadınlar barış içinde bir yaşam istiyoruz. Göçmen kadın ve çocukların haklarının tanınmasını istiyoruz. Eşit işe eşit ücret, güvenceli iş ve güvenli ortamlarda yaşamak istiyoruz. Bunun için örgütlenmekten, mücadele etmekten dayanışmadan asla vazgeçmeyeceğiz.

Evde okulda, kampüste, sokakta, işyerlerinde, fabrikalarda bizleri hapsetmeye çalıştığınız karanlığa teslim olmayacağız.

KADINLAR ARTIK SUSMAYACAK MÜCADELE ETMEYE KARARLIYIZ

İzmirli kadınlar olarak her yıl olduğu gibi bu yıl da 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’nde her tür şiddete, tacize, tecavüze, istismara, kadın katliamlarına, LGBTİ+lara yönelik nefret söylemlerine, haklarımıza yönelik saldırılara, ceza evlerinde yapılan çıplak aramaya, yoksulluğa, güvencesiz çalışmaya, mobbinge karşı sokaklarda, meydanlarda, alanlardayız.  Yaşam hakkımızı savunmaktan asla vazgeçmeyeceğiz. Mirabel Kızkardeşlerden aldığımız güçle buradayız, dayanışmamızdan, birlikteliğimizden aldığımız güçle buradayız.

Sadece burada İzmir’de değil, Türkiye ve dünyanın dört bir yanında yan yana omuz omuzayız. Polonya’da kürtaj yasaklarına, Afganistan’da Taliban zulmüne karşı direnen kadınlarız, Danimarka’da, onay olmadan gerçekleşen cinsel ilişkinin tecavüz olduğunun yasalarda tanınmasını sağlayanlarız, her yerdeyiz. Kirpiğimiz yere düşmesin diye mücadele etmeye kararlıyız.

Kadınları erkeğe, sermayeye ve devlete daha da bağımlı hale getirmek için her türlü krizi fırsata çevirmenin hesabını yapanlara karşı sesimizi yükseltmek hesap sormak için isyandayız. Bu düzeni değiştirene kadar şiddete uğrayan, ezilen ve sömürülen kadınların her biri için dayanışarak, örgütlenmeye devam edeceğiz.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmayı asla kabul etmiyoruz. Aynı zamanda İstanbul Sözleşmesi’nin ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün(ILO)  kabul ettiği 21 Haziran 2021 de yürürlüğe giren iş yerinde şiddeti ve tacizi önlemeyi amaçlayan 190 Sayılı Şiddet ve Taciz Sözleşmesi’nin bir an önce imzalanması gerektiğini vurguluyoruz. 6284’ün uygulanmasını, ekonomik, sosyal, hukuksal önlemlerin derhal hayata geçirilmesini istiyoruz.

Biz kadınlar şiddetin, yoksulluğun olmadığı eşit ve adil bir yaşam istiyoruz. Bu yaşamı, Mirabel kardeşlerin özgürlük mücadelesinden ve tüm kız kardeşlerimizden aldığımız güçle hep birlikte kuracağız.

Yaşasın kadın dayanışması, yaşasın mücadelemiz.

İzmir Kadın Platformu “

Evde, işte, sokakta, her yerde kadına yönelik şiddete karşı birleşik örgütlü mücadeleyle 25 Kasım’da alanlardayız.