DİSK’li İşçiler alanlara çıktı.

 

Disk Ege Bölge Temsilciliği  İzmir Cumhuriyet Meydanında “Geçinemiyoruz” mitingi düzenledi

DİSK Ege Bölge Temsilciliği, asgari ücret ve bütçe görüşmeleri öncesinde “Geçinmek İstiyoruz: Gelirde Adalet Vergide Adalet” kampanyası kapsamında İzmir Cumhuriyet Meydanı’nda kitlesel basın açıklaması gerçekleştirdi. Asgari ücret için genel grev çağrısı yapıldı.

DİSK’in çağrısıyla Kordon, Pasaport ve Şair Eşref Bulvarı üzerinden üç koldan yürüyen binlerce işçi sloganlarla Cumhuriyet Meydanı’na yürüdü. İşçiler yürüyüş sırasında ve alanda, “Saraya değil emekçiye bütçe”, “Vergide adalet istiyoruz”, “Ücrette adalet istiyoruz”, “Geçinemiyoruz..Bıçak kemikte”, “Vur vur inlesin hükümet dinlesin”,  “Bu daha başlangıç mücadeleye devam”,  “Yaşasın sınıf dayanışması”,  “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”,  “Geçinemiyoruz Hükümet istifa”, “Faşizme karşı omuz omuza”,  “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”, “Hükümet zammını al başına çal”, “Hükümet istifa”, “İnsanca bir ücret istiyoruz” ,”İş ekmek yoksa barış da yok”, “İş ekmek özgürlük”, sloganlarını attı.

Birleşik Metal İş İzmir Şube Başkanı Ali Çeltek, alanda  işçilere seslenerek, “İnsanca bir yaşam istiyoruz. Artık geçinemiyoruz. Bıçak kemikte. İktidara gelirken ileri demokrasi için geldiniz herkese anayasa haklarını saygı göstereceği, sendikalılara saygı göstereceğiz dediniz. Örgütlenmenin önündeki engeli kaldırmadınız. Yargı süreçleri hala devam ediyor. Kamuda taşeronlaşmayı kaldıracağız ücret eşitsizliği kaldıracağınız dediniz ama hala ücret eşitsizliği devam ediyor. Emeklilere vaatte bulundunuz, emekli bir ev araba alıyordu, çocuklarını okutabiliyordu. Bugün tüm emekliler isyanda emekliler geçinemiyor. Emekli maaş bağlanma oranları düşürüldü” dedi.

Basın açıklamasını DİSK Ege Bölge Temsilcisi Memiş Sarı yaptı. Açıklama şöyle;

“Selam olsun işçiler, selam olsun DİSK’liler,

Selam olsun gelirde adalet vergide adalet talebiyle burada İzmir’den sesini yükselten binlerce mücadele arkadaşım.

DİSK bildiği yoldan yürümeye devam ediyor.

1 Ekim’den beri Türkiye’nin dört bir yanında işyeri işyeri, meydan meydan taleplerimizi yükseltiyoruz.

Ülkeyi yönetenler ısrarla yükseliş, şahlanış masalları anlatırken bizler gerçekleri anlatıyoruz, taleplerimizi haykırıyoruz.

Siz hangi yükselişten bahsediyorsunuz. Bizim her gece uykularımız kaçıyor. Yarın nelere zam gelecek, eriyen ücretlerimizle nasıl geçineceğiz, kapıya dayanan kara kışı nasıl atlatacağız bilmiyoruz.

Her sabah yoksulluğun ve işsizliğin arttığı bir güne uyanıyoruz.

Dün aldığımızı bugün alamıyoruz.

Her sabah paramızın döviz ve zamlar karşısında adeta pula döndüğünü görüyoruz.

Her gün paramızın pula dönmesiyle emeğimiz pula dönüyor.

Avrupa’nın en düşük ikinci asgari ücreti Türkiye’de diye haykırıyorduk. Bugün durum daha da kötü. Patronlar rekabet gücü kazansın diye sadece Avrupa’nın değil dünyanın en ucuz işçilerinin yaşadığı ülkelerden biri haline geliyoruz.

İşçisi çiftçisi bankalara borçlu, emeklileri aç, gençleri işsiz bir ülke yarattılar.

Gel Vatandaş Gel.

Dünyanın en kelepir emekçileri, en kelepir memleketi diye hava atıyorlar.

Yeter artık! Bu kaderi biz yazmadık ama bozacak olan biziz.

“İş bulamıyoruz” diyenler, “barınamıyoruz diyenler”, “geçinemiyoruz” diyenler omuz omuza bu gidişe son vermek zorundayız.

İşçinin patronundan yüksek oranda vergi verdiği bu adaletsiz düzene son vermeliyiz.

Senelerdir SGK indirimi, vergi indirimi, teşvik diye diye işverenleri besliyorlar. Bir gecede vergilerini sıfırlıyorlar.

Ama iş milyonlarca işçiye, emekçiye, emekliye gelince seçimden seçime vaatler verip sonra unutuyorlar.

Yaptıkları bütçe yasaları ile fakirden alıp zengine veriyorlar. İşsizlik Sigortası Fonu’nu bile işverenlere aktaracak kadar pervasızlaşıyorlar. Milyonlarca işsiz varken bizden alıp patronlara veriyorlar.

“2002 yılında bu yana Kişi Başına Gelir 12 kat arttı” diye övünüyorlar ama bu sürede ücretlerin sadece 6-7 kat arttığını söylemiyorlar. “Asgari ücreti enflasyona ezdirmedik” diyorlar ama büyümeden pay alamadığımızı gizliyorlar.

Asgari ücreti enflasyona ezdirmemek yetmez. Bir kere sizin belirlediğiniz enflasyon ile bizim yaşadığımız enflasyon arasında dağlar kadar fark var. TÜİK’in alışveriş ettiği marketi tüm emekçiler merak ediyor. Öyle bir market, öyle bir Pazar, öyle bir çarşı yok bu ülkede.

Gerçek enflasyon oranında ücret artışı da yetmez. Her gün televizyonlara çıkıp bu ülke büyüyor, şahlanıyor diye övünüyorsunuz. Kim üretiyor, biz. Kim alınteri döküyor, biz. Kim çalışıyor, biz. Ekonomiyi kim büyütüyor, biz. Peki neden bizim ekmeğimiz büyümüyor. Eğer dediğiniz doğruysa, eğer ülke büyüyorsa, işçiler de büyümeden payını almalıdır. Gelirde adalet sağlanmalıdır!

Enflasyon artı büyüme oranı kadar ücret artışı da yetmez! Neden mi? Vergide de adalet lazım. Asgari ücretin vergisinin sıfırlanması lazım. Tüm kesintilerin hazineden karşılanması lazım. Patrona verilen desteklerin işçiden esirgenmemesi lazım. Kaşıkla verilenin kepçeyle alınmaması lazım. Hem gelirde hem vergide adalet lazım.

Bugünlerde çok moda. “Avrupa bizi kıskanıyor” diyorlar ama Türkiye asgari ücretin Avrupa’da en düşük ikinci asgari ücret olduğunu söylemiyorlar. Asgari ücretle çalışan oranının en yüksek olduğu ülke olduğumuzu gizliyorlar. İşçilerin yarısından fazlasını asgari ücrete mahkum etmekten utanmıyorlar.

Çalışma Bakanı “Asgari ücreti gündem olmaktan çıkaracağız” diyor.

Sayın Bakan gayet iyi bilir. Bir ülkede sendikalaşma ne kadar düşükse asgari ücretlilerin sayısı o kadar artar. Asgari ücreti gündem olmaktan çıkaracaksanız yapmanız gerekenleri DİSK defalarca size söyledi.

Sendikalaşmanın önüne engeller çıkarmaktan vazgeçin. Grevleri yasaklamakla övünmeyin. Yandaş sendikalarınıza üye olmayanlara yönelik baskılara son verin. İşçileri sendikalı olduğu için işten atan patronlara göz yummayın. Sendikal barajları kaldırın. İşçi sınıfı örgütlensin, hakkını arayıp sorsun, asgari ücrete mahkum olmasın. Laf üretmeyin, gereğini yapın.

İşçiler, emekçiler, işsizler, emekliler, küçük esnaf, çiftçiler, dar gelirliler, yani bu halkın çok büyük bir çoğunluğu adına bir kez daha sesleniyoruz. Bu masalları dinlemek değil geçim sorunumuza çözüm istiyoruz.

Bakın, TBMM’de 2022 yılı bütçesi için çalışmalar başladı. Asgari ücret ise Aralık’ta belirlenecek. Yine dar gelirlilerden alınıp patronlara verilecek. Yine saraya, sermayeye, savaşa bütçe ayrılacak, emekçiler unutulacak.

Oysa bu ülkenin Anayasasında Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal devlet olduğu yazıyor. Bütçe ve asgari ücret belirlenirken sosyal devlet gibi davranın. Anayasa’ya uygun davranın.

Bu ülke bu halk artık nefes almak istiyor. 2022 karakışına karşı halkın ekmeğini savunmak için bütçede ve asgari ücrette acil önlemler istiyoruz! Gelirde ve vergide adalet istiyoruz.

Bu kış kara kış olacak . Ya işçilere emekçilere, ya da sesimize kulak tıkayan iktidara…..”

İmece Dostluk Dayanışma Derneği (İmece-Der) in  7. Olağan Genel Kurulu’na Çağrımızdır.

Üye ve Dostlarımıza Derneğimiz İmece-Der’ in  7. Olağan Genel Kurulu’na Çağrımızdır.

Derneğimiz’in 7. Olağan Genel Kurul’u aşağıdaki gündemle 01 Aralık Çarşamba günü saat 14.00 te Derneğimiz binasında (859 Sokak. Vatan İşhanı Kat:6/ 601 Konak-İzmir )  toplanacaktır. Çoğunluğun  sağlanamaması durumunda 09 Aralık Perşembe günü yine aynı saatte, çoğunluk aranmaksızın katılımcı üyelerimizle  Derneğimiz’ de gerçekleşecektir.

Katılımınız değerlidir. Bilgi ve ilginize iletiriz.

İmece-Der Yönetim Kurulu.

İmece-Der 7. Olağan Genel Kurulu Gündemi (01-09 Aralık2021 )

1-Açılış ve saygı duruşu

2-Divan heyeti seçimi

3-Gündemin okunması, onaylanması

4-2019-2021 Çalışma Dönemi Çalışma Raporunun sunumu ve değerlendirme

5-Denetim Kurulu Raporunun sunumu ve değerlendirmesi

6-Mali Rapor

7-Raporların İbrası

8-Organların Seçimi

9-Dilek ve temenniler

İzmir Kadın Platformu; Çilem Doğan’a verilen ceza, tüm kadınlara verilmiştir. Kabul etmiyoruz, yaşam hakkımızdan vazgeçmiyoruz..Yaşamak için savunma haktır yargılanamaz..

İzmir Kadın Platformu Alsancak Kıbrıs Şehitleri Caddesi girişinde “Yaşamı savunmak hapsedilemez Çilem Doğan’a Özgürlük” pankartı arkasında toplanarak, Yargıtay tarafından cezası onanan Çilem Doğan’a verilen 15 yıl hapis cezasının haksız ve hukuksuz olduğunu, yaşam hakkını savunmasının meşru ve yasal olduğunu belirtti.  Kadınlar açıklama sırasında “Erkek vuruyor devlet koruyor, bu düzeni kadınlar değiştirecek”, “Erkek adalet değil gerçek adalet”, ” öz savunma haktır, yargılanamaz”, ” Çilem Doğana özgürlük, Çilem Doğan onurumuzdur”, sloganlarını haykırdı.

Açıklama metni şöyle;

“Basına ve kamuoyuna,
Dün, yaşamını savunmak için kendisine sistematik şiddet uygulayan eşi Hasan Karabulut’u öldürmek zorunda kalan Çilem Doğan hakkında verilen 15 yıllık hapis cezası Yargıtay tarafından onandı. Geçen soruşturma sürecinde aylar süren incelemeler sonucunda Çilem’in fail Hasan Karabulut’u defalarca şikayet ettiği, ölümle tehdit edildiği, sistematik bir şiddete maruz kaldığı ve tüm bunlara rağmen Hasan Karabulut’a hiçbir işlem yapılmadığı ortaya çıktı. Çilem’in kendi yaşam hakkını savunmak zorunda kalması; sistematik erkek şiddetinin, cezasızlık politikalarının ve kadına yönelik şiddetin üzerinin örtülmeye çalışılmasının bir sonucudur.

Çilem herkesin sahip olduğu en temel hak olan yaşam hakkını savunmak için fail Hasan Karabulut’u öldürdü. Çilem’in yargılanma sürecinde tüm kadınlar olarak bunun meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini, yaşamını savunmanın hak olduğunu hep bir ağızdan haykırdık. Çilem’in şiddetten her kurtuluş yolu aradığında kolluk kuvvetleri tarafından evine gönderildiği, fail Hasan Karabulut’un onca sabıkasına rağmen elini kolunu sallayarak dolaştığını söylendi. Çilem şiddet gördü, tehdit edildi; boşanmak istedi, tehdit edildi. Tüm bunlar yaşanırken hiçbir şey yapmayan erkek devlet, şimdi Çilem hayatta kaldığı için adeta Çilem’i cezalandırmak istiyor!

Erkeklerin işlediği bütün suçlarda yargı mekanizması erkekler lehine işliyor. Kadın cinayetleri, tecavüzler, tacizler, çocuk istismarları… Kadına ve çocuğa yönelik şiddet faili tüm erkekler, eril yargının indirimlerinden, cezasızlık politikalarından faydalanabiliyor. Musa Orhan, Şirin Ünal, Zaynal Abakarov gibi nice fail dışarıda serbestken, ölmemek için, yaşam hakkı gasp edilmek istendiği için kendini savunan kadınları cezalandıramazsınız! Çilem’i hapsetmek tüm kadınları hapsetmektir, Çilem’i yargılamak, kadın mücadelesini yargılamaktır!

Tüm bunların erkek egemen sistemin, kadınlara yönelik şiddeti ve tahakkümü artırma yollarını döşeyen taşlar olduğunu biliyoruz. Biz kadınları şiddet dolu yaşamlara mahkum etmek, yaşanılan tüm krizlerin borcunu kadınlara kesmek istiyorsunuz. Tüm bunları kabul etmiyoruz. Erkek yargının kadınlar alehine verdiği, her defasında fail erkeklerin çıkarlarının korunduğu mahkeme kararlarını tanımıyoruz. Erkek adalet değil gerçek adalet istiyoruz. Çilem Doğan yaşam hakkını savunmak adına özsavunma uygulamış ve hayatta kalmış bir kadındır. Kolluk kuvvetleri ve yargı Çilem’in gördüğü şiddete karşı çözüm üretmiş ve fail ceza almış olsaydı Çilem bunu yapmak zorunda kalmayacaktı. Çilem’e verilen 15 yıl hapis cezası haksızdır, hukuksuzdur. Çilem için ve yaşamını savunan tüm kadınlar için özgürlük istiyoruz!

Bu karar tüm kadınların yaşam haklarına saldırı, Çilem’e olduğu gibi “sen neden ölmedin” demenin hukuk eliyle ilamıdır. Ölmemek için kendimizi savunmaktan, bunun için örgütlenmekten, haklarımızı talep etmekten, dayanışmadan vazgeçmeyeceğiz. Çilem Doğan’a verilen cezayı kabul etmiyoruz. Şiddetin tek bir anla sınırlı olmadığı gibi geniş bir alanı ve zaman dilimini kapsadığını biliyoruz. Yıllarca şiddet görmüş, fuhuşa zorlanmış, ailesi ve kendisi ölümle tehdit edilmiş, dokuz kez koruma talebinde bulunduğu halde korunmamış olan Çilem Doğan’a verilen ceza, tüm kadınlara verilmiştir. Kabul etmiyoruz, yaşam hakkımızdan vazgeçmiyor
İzmir Kadın Platformu”

Demiryolları emekçileri, “Ülkemiz ve geleceğimiz için işimize aşımıza sahip çıkmak için YILMAYACAĞIZ, SİNMEYECEĞİZ, GERİ ÇEKİLMEYECEĞİZ! DEMİRYOLU HALKINDIR SATILAMAZ demeye devam edeceğiz”

Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası (BTS)  İzmir Şubesi üyeleri “Sürgün ve Baskılara Karşı Oturma Eylemimiz 41. Haftasında” ve “Demiryolları halkındır Satılamaz”   pankartları arkasında toplanarak siyasi iktidarın baskı ve sürgün politikalarına ve TCDD’nın satılmasına karşı  açıklama yaptı.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri’de   oturma eylemine destek verdi.. Açıklama sırasında katılımcılar, “Demiryolları halkındır satılamaz”, “Baskılar sürgünler bizi yıldıramaz”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “Hak hukuk adalet”, “Yaşasın örgütlü mücadelemiz”,  sloganlarını attı.

Kamu Emekçileri Sendikası  İzmir Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Veysel Beyazadam,  yaptığı açıklamada,  “Eğer bugün kamu kaynakları bir avuç yandaşa peşkeş çekilmeye çalışılıyorsa bunun önünde de BTS  özelindeki arkadaşların sürgün ve baskılara uğraması ve bu nedenledir… Baskılar ve sürgünlere karşı mücadele edenlerin yanındayız.. Biz buradan bir kez daha ifade ediyoruz. Sizler var etmediniz, yok ediyorsunuz. Demiryolları halkındır satılamaz…. Biz yurttaşlar olarak bunun farkındayız. Kamu  emekçileri olarak da bu uygulamaları  her platformda  teşhir edeceğiz. ” dedi.

Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası (BTS)  İzmir Şubesi adına Örgütlenme Sekreteri   açıklama yaptı. .Açıklama şöyle;

“Basına ve Kamuoyuna;

Kesk bileşenleri üzerindeki baskı ve sürgün politikalarının amacı açıktır. AKP, tüm kamu emekçilerini kendisine kapı kulu yapmayı arzulamaktadır. Kamu emekçilerinin kendisini insana, topluma ve doğaya karşı değil, sadece ama sadece AKP’ye karşı sorumlu görmesini istemektedir. “AKP Memur Kolları” gibi çalışan “yandaş sendika” dışında kimseye yaşam hakkı tanımamaktadır.

Ancak baskıyla, sindirme politikalarıyla, sendikal hak ve özgürlüklerimizi yok sayan düzenlemelerle amacına ulaşacağını sananların unuttuğu bir gerçek var. O da KESK’in tarihin derinliklerinden gelen fiili ve meşru mücadele hattı, azmi ve kararlığıdır.

Sendikamızın faaliyetlerini engelleyen, sendikalar arasında ayrımcı politika yürüten her türlü anlayışın karşısında bugüne kadar nasıl ki, fiili, meşru bir mücadele yürüttük ise bugünde bu uygulamalarının karşısında olacağımızı ve Anayasadan doğan her hakkımızı kullanacağımızın bilinmesini isteriz.

Yurttaşların çektiği geçim sıkıntılarını görmezden gelen, tüm kamu kaynaklarını kendi şatafatlı hayatları için kullanan siyasi kadroların yaymaya çalıştığı tüm pembe hayaller, yaşamın acımasız katı gerçekleri karşısında un ufak olmaktadır.

Kamu kaynaklarını fütursuzca harcayıp tüketenler, şimdi de kamunun elinde kalan son varlıkları satışa çıkarmaktadır. Cumhuriyetin temel bir kuruluşu olan TCDD özelleştirme sürecine sokulmaktadır. Kamu arazileri, yeşil alanlar, tarım arazileri ve ormanlar betonlaştırılması için yandaş müteahhitlere teslim edilmektedir.

Bu girişim, kamuya yani halka ait varlıkların yeni bir talan örneği olacaktır. Oysa dünyanın birçok ülkesinde, demiryolları kamusal bir hizmet olarak kamu eliyle gerçekleştirilmektedir.

Cumhuriyetimizin bir kazanımı olarak köklü bir geçmişe dayalı TCDD nin özelleştirme kapsamına alınarak sermaye şirketlerine devredilmesi, trafik ve can güvenliği açısından yaratacağı muhtemel tehditler ile ciddi risk oluşturacaktır. Bazı eksikliklerine karşın, performansı ile haklı övgü alan bu kurumun özelleştirilmesi ile kurumsal hafızanın kaybedilmesi ve ülkemizin geleceği açısından ileride telafisi mümkün olamayacak hasarlara maruz kalması kaçınılmazdır. Bugüne kadar özelleştirilmiş kamu kurumlarında yaşanan tecrübeler bize bunu fazlasıyla göstermiştir.

TCDD nin özelleştirme kapsamına alınması, ülkemiz çıkarları aleyhine ve uluslararası birçok yabancı şirket ve onlara taşeronluk yapacak işbirlikçi yerli şirketlerin iştahını kabartacak kamu-toplum yararına aykırı bir politik tercihtir.

TCDD nin özelleştirilmesine karşı duruş, ulaşım sektöründe ve tüm kamusal hizmetlerde özelleştirmeye karşı net bir mücadele hattı örmekten geçer. Bu sorumluluk, “Biz değilsek kim, şimdi değilse ne zaman?” sorusuna olumlu yanıt veren, ülkesini, halkını seven tüm kişi ve kuruluşların ortak sorumluluğudur. Toplumcu bütüncül kamucu politikaların, toplumun en geniş kesimini oluşturan düşük gelirli, emeği ile geçinen yurttaşların çıkarlarını korumak açısından taşıdığı büyük önem açıktır. Bu itibarla, ilk adım olan özelleştirmeye karşı çıkmakla yetinmeyip, özelleşen tüm kamusal hizmetlerin kamu eliyle verilmesi, tekrar kamulaştırma ve yeni güçlü kamusal yapılar oluşturulması taleplerini kamuoyuna ve topluma mal etmeye çalışmalıyız.

Ülke ve toplum çıkarlarından yana olan tüm kuruluşlara, kendi kamulaştırma politika ve planlarını hazırlamalarını, TCDD nin özelleştirilmesine karşı mücadeleyi kamulaştırma politikaları ile yükseltmeleri çağrısını yapıyoruz. Yeni ve güçlü kamu işletmeleri acil bir toplumsal ihtiyaçtır

“KİT’ler zarar eder” tekerlemesinin yarattığı kompleksten bir an önce arınılmalı ve yeni oluşturulacak güçlü kamusal kuruluş-yapılar sayesinde kamu mülkiyetinde olan, iyi yönetilen ve denetlenen bir sistem oluşturulmalıdır. Özelleştirmelerin ülkemize kaybettirdiklerinden çıkarılacak dersler ile ülke ve halk çıkarlarının gerektirdiği doğru politika ancak bu şekilde oluşturulabilecektir.

Şimdi safları sıklaştırmanın, türkülerimizi hep bir ağızdan söylemenin zamanıdır.

Ülkemiz ve geleceğimiz için işimize aşımıza sahip çıkmak için YILMAYACAĞIZ, SİNMEYECEĞİZ, GERİ ÇEKİLMEYECEĞİZ! DEMİRYOLU HALKINDIR SATILAMAZ demeye devam edeceğiz. YAŞASIN ÖRGÜTLÜ MÜCADELEMİZ!”

 

 

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, Suruç ve tüm katliamların gerçekten aydınlatılması için sokakta olmaya ve mücadele etmeye devam edeceğiz!

 

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri,  Suruç Katliamı davasının  bir kişiye ceza verilerek  kapatılıp  unutturulmak istenmesine karşı  sokağa çıktı;  Suruç ve tüm katliamların gerçekten aydınlatılması için sokakta olmaya ve mücadeleye devam edeceklerini açıkladı.

Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde toplanan İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri,  “Suruç katliamı dosyası kapatılamaz” pankartı arkasında toplandı .  Katılımcılar “Suruç’un davası mahkemeye sığmaz”,  “Ellerimiz katillerin yakasında”,   “Hiçbir düş yarım kalmayacak”,  dövizlerini  taşıdı.   Açıklama sırasında  “Katıl İŞİD işbirlikçi AKP”,  “Savaşa hayır barış hemen şimdi” , “Hiçbir düş yarım kalmayacak”,  “Unutmak yok affetmek yok”,  “Katillerden hesabı gençlik soracak”,  sloganları atıldı.

Açıklamayı Emek ve Demokrasi Güçleri adına Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) İzmir Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Veysel Beyazadam  yaptı.

Açıklama şöyle;

“Basına ve Kamuoyuna;

İnsanlık tarihi boyunca savaşların, yıkımların, baskıların ve zulümlerin örneğini çokça gördük ne yazık ki! Bu kötücül senaryoların baş aktörleri tarihin karanlık sayfalarında adlarıyla birlikte tarihin çöplüğünde yok olup gittiler. Bunun yanında yaşamı önceleyen, insanlığın evrensel değerlerine katkıda bulunan birçok figür de geldi yeryüzüne. Bu isimler ki sadece bulundukları çağda değil insan nesli boyunca yaşamı var etmeleriyle anılacaklar her daim.

Yakın tarihimizde yaşam adına, erdem adına, var etme adına bedenini ortaya koyan o güzel insanların en önemli örneklerinden oldu Suruç’un düş yolcuları. 20 Temmuz 2015’te Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun çağrısıyla “Beraber Savunduk Beraber İnşa Edeceğiz” şiarıyla örgütlediği, yıkılmış bir kent olan Kobanê’yi inşa çalışmasına katılmak için Amara Kültür Merkezi’nde buluşan yüzlerce sosyaliste barbar İŞİD çeteleri tarafından yapılan katliamın davası 22 Ekim’deki duruşma ile sonuçlandırıldı. Savaşın yıkımına karşı barışı, çocukların ölümüne karşı var etmeyi, gözyaşına karşı çocuk kahkahalarını sağlamaya çalışan o güzel yürekli gençler katledildi karanlık eller tarafından.

Suruç’la başlayan katliamlar 10 Ekim Ankara Gar katliamı, Antep katliamı ile devam etti ve sayısız katliam gerçekleştirildi. Suruç davası gibi Antep davası da kapatıldı.

Suruç katliamının suç ortağı olanlar, katliamın ardından 18 ay boyunca dosyaya gizlilik kararı uyguladı. Aileler, yaralılar, avukatlar ve sosyalistlerin mücadelesi sonucu 21 ay sonra sanıksız başlayan Suruç katliamı davasında, dosyanın tek tutuklu sanığı ve aynı zamanda Ankara Gar katliamının da sanığı olan Yakup Şahin bir kez olsun mahkeme salonuna getirilmeyerek adeta korundu. Yaşamını yitirenlerin yakınları bir kez olsun yüzüne haykırmak isterdi oysa celladın zavallılığını. Dava Urfa’nın Hilvan ilçesine alınarak gözlerden uzak bir yargılama süreci sürdürülmeye çalışıldı. Aileler ve avukatların tüm talepleri yargılama süresince reddedildi, katiller ve işbirlikçileri korundu bir bakıma.

Dün mahkeme salonunda adalet isteyen aileler ve yaralıların dinlenmesini engellemeye çalışanlar, avukatlarla aralarına barikat çekenler, Yakup Şahin’e “Bu tartışmaları dinlemek istemiyorum.Karar vereceğiniz zaman beni bağlayın.” deme cesaretini verdi.

Katliamın tek tutuklu sanığı olan Yakup Şahin hakkında ‘tasarlayarak öldürme’ suçundan 34 kez ağırlaştırılmış müebbet, aynı maddeden 70 kez 27 yıl hapis cezası verildi. Böylelikle katliam münferit bir olaya bağlanıp katliamın ardındaki gerçek, karartıldı.

33 düş yolcusunu katleden katliamcı IŞİD çetesini ve işbirlikçilerini aklama çabasını sürdüren mahkeme, hakikatin açığa çıkması için mücadele verenler hakkında suç duyurusunda bulundu.

Yerel mahkemesinden Anayasa Mahkemesi’ne, polis fezlekelerinden istihbarat şebekelerine tüm kurumlarıyla Suruç davası kapatılarak unutturulmak istendi. AYM’nin yakın zamanda almış olduğu karar bunun en yalın örneğidir. Katliamın gerçekleşeceğini bildiği halde hiçbir önlem almayan dönemin Suruç Emniyet Müdürü hakkında verilen para cezası kararına itiraz ederek AYM’ye başvuran Suruç aileleri ve tanıklarının başvurusu reddedilip SGDF ve Suruç’ta katledilen 33 düş yolcusu sorumlu ilan edilerek hedef gösterildi.

2015’den bugüne dek katliamın aydınlatılması için adalet mücadelesi yürütüldü. Sayısız gözaltı ve tutuklama saldırısına rağmen Suruç aileleri, yaralıları, tanıkları, avukatları ve devrimci-demokratik güçler “Suruç için adalet herkes için adalet!” mücadelesini yürüttü ve yürütmeye devam ediyor.

Bu kararın bizler için bir hükmü yoktur. İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri olarak Suruç ve tüm katliamların gerçekten aydınlatılması için sokakta olmaya ve mücadele etmeye devam edeceğiz!

Savaşların ve ölümlerin olmadığı bir coğrafya yaratma mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz!

Karanlık odakları tüm çabalarıyla teşhir edip demokratik, barışçı, özgürlükçü bir yaşamı savunmaya devam edeceğiz!

Bulunduğumuz her yerden her daim haykırmaya devam edeceğiz: SURUÇ İÇİN ADALET HERKES İÇİN ADALET!

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri”

 

10 Ekim Ankara Gar Katliamını Unutmadık, Unutturmayacağız. Sorumlularını Unutmayacağız, Affetmeyeceğiz..

10 Ekim Ankara Gar katliamının altıncı yılında  yitirdiklerimizin  anısına Alsancak Garı karşısındaki parkta  yaptırılan  ‘Hayat Çemberi’  anıtının açılışı yapıldı. 103 Can  anıldı..

Anmaya ve açılışa İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri ve  İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer,  Karşıyaka Belediye  Başkanı  Cemil Tugay, Konak Belediye Başkanı Abdül Batur,  Bornova Belediye Başkanı Mustafa İduğ, Balçova Belediye Başkanı Fatma Çalkaya, Gaziemir Belediye Başkanı Halil Arda, Selçuk Belediye Başkanı Filiz Ceritoğlu Sengel, Dikili Belediye Başkanı Adil Kırgöz, Kemalpaşa Belediye Başkanı Rıdvan Karakayalı CHP İzmir Milletvekli Kani Beko, Mahir Polat, HDP milletvekili Serpil Kemalbay  ve  sosyalist partilerin temsilcileri katıldı.

10 Ekim Ankara Garı saldırısında hayatını kaybedenlerin anısına  oluşturulan  “Hayat Çemberi” adı verilen ve  Alsancak Gar’ı  karşısındaki parkta   İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından  yaptırılan  anıtın açılışında,   İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer,  “ Altı yıl önce, Türkiye’nin en büyük katliamlarından birini yaşadık.  Emek, Demokrasi  ve  Barış mitingi  terör eylemine dönüştü.  Barışın haykırıldığı esnada bu ses susturulmak istenmişti.   ‘Yaşam Çemberi’ ismi bu vefanın eseridir. Yitirdiğimiz canların emanetine koşulsuz şartsız sahip çıkarak onların hayalini gerçekleştireceğiz. Savaşa karşı barışı, baskıya karşı özgürlüğü ve sömürüye karşı emeği yılmadan ve korkmadan savunmaya devam edeceğiz” dedi.   Tunç  Soyer’in konuşmasından sonra  ‘Hayat  Çemberi’  anıt alanında bulunan yitirdiklerimizin fotoğraflarına  karanfiller bırakıldı, ardından yitirdiklerimiz için saygı duruşu yapıldı.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına   açıklamayı Disk  Ege Bölge Temsilcisi  Memiş Sarı yaptı. Açıklama sırasında “Faşizme karşı omuz omuza”,   “Faşizme ölüm halka hürriyet”,  “Savaşa hayır barış hemen şimdi”,  “Karanlığa teslim olmayacağız”,  “10 Ekim’i unutma unutturma” , ” Gün gelecek devran dönecek katiller halka hesap verecek”, ” Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “Savaşa hayır barış hemen şimdi”, “Faşizme ölüm tek yol devrim” , ” Katil Işid işbirlikçi AKP”, ” Onlara sözümüz barış olacak”  sloganları atıldı.

Açıklama metni şöyle;

“10 EKIM ICIN ADALET HERKES IÇIN ADALET

Değerli Basın Emekçileri, Değerli Aileler, Sevgili Dostlar;

7 Haziran 2015 Seçimleri sonrasında ülkeye egemen hale getirilmeye çalışılan şiddet ve korku iklimine karşı barışı, demokrasiyi ve emeğin haklarını savunmak için DİSK, KESK, TMMOB ve TTB olarak tüm yurttaşlarımızı “Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi’ne katılmak üzere Ankara’ya davet etmiştik.

Yaptığımız çağrıya kulak veren on binlerce yurttaş emek, barış ve demokrasi özlemiyle Türkiye’nin dört bir yanından yola çıkmış ve Ankara Garı önünde buluşmuştu.

10 Ekim 2015 sabahında bu alanda yüreklerinde sevgi, gözlerinde gülümseme, dillerinde barış türküleri olan on binlerce kişi kardeşçe yan yana bulunuyordu. O karanlık dönemde hepimize umut veren bu coşkulu birliktelik saat 10’u 4 geçe birbiri ardına patlayan iki bomba ile kana bulandı.

IŞİD üyesi iki canlı bomba tarafından gerçekleştirilen kanlı saldırı sonucunda 104 arkadaşımız hayatını yitirdi. 500’ü aşkın yakın arkadaşımız yaralandı ve sakat kaldı.

Bombayı atan İŞİD Militanları görünse de katliamın gerçek azmettiricisinin bugünkü siyasal iktidar ve devlet güçlerinin olduğu o kadar açık ki !

Tıpkı Dersim, Çorum, Maraş, Sivas, Suruç katliamları gibi, her şey ortada Devlet üç maymunu oynuyor. O gün Ankara Garında buluşanlar, tüm bu katliamlar olmasın, savaşlar olmasın insanlar olmasın, bu ülkede artık insanlık filizlensin diyen Pir Sultanlar, Şeyh Bedrettinler, Deniz Gezmişler, Mahirler, İbrahim Kaypakkayalar, Demirci Kawalardı…

Türkiye tarihinin en büyük kitle katliamında kaybettiğimiz bütün arkadaşlarımızı saygı ve özlemle anıyoruz. Arkadaşlarımıza olan hasretimiz, her geçen gün daha da büyüyor.

 Değerli Basın Emekçileri, Sevgili Arkadaşlar,

Bildiğiniz gibi geçtiğimiz yıllarda, tutuklu sanıklar yönünden 10 Ekim Davası karara bağlandı ve 9 kişi hakkında 101 kez ağırlaştırılmış müebbet cezası verildi. Ayrıca, Ana dosyadan tefrik edilen firari sanıkların yargılandığı dosya, Türkiye’de ilk defa İnsanlığa Karşı Suç kavramının yargıya konu edilmiş dosyası oldu. Bu yönüyle 10 Ekim Katliamı, Türkiye siyasi tarihi ve yargı tarihi bakımından da kamuoyunu ilklerle buluşturan bir konumdadır.

Halihazırda ceza dosyası kapsamında 16’sı firari, biri tutuklu 17 sanık yönünden yargılama devam etmekte olup davanın duruşması; 24 Kasım’da Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecektir.

Nitekim, 5 yıldır katıldığımız her duruşmada, katliamda ihmali olan kamu görevlilerinin ve sorumlulukları bulunan siyasetçilerin de yargılanması gerektiğini dile getirdik. Ne yazık ki, geçen bu süreçte mahkeme heyetinin değiştiğine, katılan ve mağdur olanların sanık olarak addedildiğine, “adalet” isteyenlerin mahkeme salonlarından çıkarılmak istendiğine tanıklık ettik. Mahkeme salonlarında denk gelmediğimiz adalet, kamuoyu vicdanında da tecelli etmiş değil!

Ceza dosyası kapsamında dosyaya katılanlar olarak bizlerin talepleri ile damla damla kazandırılan deliller ile artık hepimiz biliyoruz ki; bugün 6. Yıl anmasını yaptığımız, devasa acılara karşılık gelen bu katliam önlenebilirdi. İki seçim arasında, 2015 yılının karanlık bir dönemine tekabül eden 10 Ekim Ankara Katliamı siyasi bir cinayettir.

Yakın tarihimizin en karanlık döneminin aydınlığa kavuşması için siyasetçileri de ellerine vicdanlarına koymaya, gerçekleri açıklığa kavuşturmaya çağırıyoruz: Türkiye’nin barış umuduna darbe vuran, insanları sokağa çıkamaz hale getiren 7 Haziran ile 1 Kasım 2015 seçimleri arasında yaşanan olayların sorumlusu kimdir? Bizim çocuklarımız neden öldürüldü?

Bilinmelidir ki, insanlığa karşı işlenen bu suçların faillerini gizleyenler, bu suçların ortağıdır. İktidarını korumak için toplumu kaos ve şiddet sarmalına sürükleyenleri asla unutmayacağız. Kardeşlerimizin hayatlarından, bizlerin acılarından oy devşirenleri asla affetmeyeceğiz.

 Değerli Basın Emekçileri, Sevgili Arkadaşlar,

Bildiğiniz gibi, 10 Ekim katliamı, kendinden önce aydınlatılmamış 5 Haziran 2015 Diyarbakır ve 20 Temmuz 2015 Suruç katliamları gerçek anlamda araştırılsa ve failleri bulunsaydı hiç yaşanmayacaktı. Kamusal sorumluluğun katliamlardaki yerinin ortaya koyulabilmesi, “devletin hizmet kusuru” olduğunun bir mahkeme kararında geçebilmesi adına açmış olduğumuz tam yargı davalarının pek çoğunda artık Danıştay aşamasına gelinmiş bulunmaktadır. 2021 yılı Temmuz ayında Danıştay tarafından verilen, devletin bu katliamlardan dolayı “kusursuz” olduğu ve ölenlerin, yaralananların kusurlu ve borçlu çıkarıldığına dair kararı, katliamın 6. Yılında vicdanları yaralamaktadır. İlk derece mahkemelerde açık ve bariz kamusal kusura işaret edilirken üst mahkeme süreçlerinde devletin sosyal risk sorumluluğundan dahi bahsedilmemesi büyük bir çelişki ve sorundur. Elbette ki, verilen her yanlış ve hatalı karara karşı bu ülkenin iç hukuk yollarını tüketmek amacıyla her türlü hukuki başvuruyu yapmış bulunmaktayız.

Değerli Basın Emekçileri, Sevgili Arkadaşlar

Eşitlik, özgürlük, demokrasi ve barış mücadelesi yitirdiğimiz arkadaşlarımızın en büyük emanetidir. Bizler bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bu doğrultuda kararlı mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğiz.

Katliamın 6. yılında, bombaların patladığı bu acı dolu meydandan bir kez daha sesleniyoruz:

Kaybettiklerimizi unutmayacağız, unutturmayacağız!

Sorumlularını unutmayacağız, affetmeyeceğiz!

Yaşasın Emek, Barış ve Demokrasi Mücadelemiz.

İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ”

10 Ekim  barış ve Dayanışma Derneği adına Mustafa Özdağ ,” 10 Ekim Ankara katliamının 6. yılında yitirdiğimiz canları unutmadık ve asla unutmayacağız.  Yitirdiklerimiz anısına yapılan bu anıtın için çaba harcayan herkese çok teşekkür ederiz.  Bu anıt toplumsal bir hafızanın cisimleşmiş halidir. katliamı lanetlemek ve katliamın yaralarını sarmaya çalışan yaralılarımız ve katliamın travmalarını aşmaya çalışan herkese bu anıt iyi gelecek..” dedi.

10 Ekim günü Ankara’da eşi Mesut Mak’ı kaybeden Evrim Mak  anıt için  başkan Tunç Soyer’e ve anıtın yapımında emeği geçen herkese teşekkür etti.  “Nereden bilecektik ki bizlere hain pusular kurulduğunu ve üzerimize bombalar yağacağını… En sevdiklerimizi; analarımızı, babalarımızı, evlatlarımızı, yoldaşlarımızı, arkadaşlarımızı ellerimizden alacaklarını… Nereden bilebilirdik barışın, demokrasinin ve emeğin birileri için ne kadar korkutucu bir şey olduğunu.. bilememişiz meğer. Kahpe saldırıları ve bombalarıyla sadece 104 canımızı almadılar. Aynı zamanda umudumuzu hayallerimizi geleceğimizi katlettiler. Amaçları sadece orada bir katliam yapmak değildi. Tüm ülkeye korku salmaktı. Ama bugün de görüyoruz ki asla başaramayacaklar bu istediklerini. Bizler asla korkmuyoruz, asla yılmayacağız. Bizler insanca yaşam için mücadele etmeye devam edeceğiz. Az önce dedim ya umutlarımızı yağmaladılar diye… Bugün bu anıt sayesinde bir arada olmayı, umudu ve barışı bu alanda yeşertmek için hep birlikte bir adım attık.” dedi.  Etkinlik, 10 Ekim Barış Derneği’nden yakınlarını yitirenlerin yaptığı konuşmalarla sürdü, mücadelede yitirdiğimiz tüm emek, demokrasi, barış “güvercinleri” için alkışlarla son buldu.

 

 

Geçse de yıllar unutulmazlar..

 

 

26 Eylül 2021 Pazar günü, gençlik dönemi arkadaşlarıyla birlikte Kozan’da Haluk Tamdoğan’la geç kalmış olsak ta buluştuk. Ekrem Ekşi’nin kitabını okuduktan sonra karar vermiştik Haluk’un son mekanını bulmaya ve onunla  buluşmaya. Bu arayışta Devrimci 78 liler Federasyonu Başkanı Hüseyin Esentürk te seferber olmuş, bizlere tam destek sunmuştu ve bizimle hep beraberdi. Anmaya katılanlardan bir kadın arkadaşımızın duygu aktarımını paylaşmak isteriz.

“Kırk üç yıl silmiş mezar taşının boyasını, okunmuyor ismi. O isimsiz taş “dostuna yarasını gösterir gibi” bakıyor bize. Biz kimsesiz değildik. Ahmet Haluk Tamdoğan da… bir ahde vefa için ise hiç geç değildi.

Kozan’a uzak illerden gelen gençlik yoldaşları, isimsiz taşta kırk üç yıl sonra halâ kanayan yarayı gördü! İçlerinden biri uzattı ellerini o yaraya, özenle, seven, okşayan bir anne gibi yanlarında getirdikleri, siyah boyayla yaptı pansumanı. Artık adı okunaklı Haluk’un. Bir de temizleyip güzelce yıkadılar mekanını ve sevgiyle başucunda saygılarını sundular.

Bugün, bir kez daha “ümit, öfkeli ve mahsun-ümit, sapına kadar namuslu”ydu. Yoldaşları ziyaretlerini bitirdiğinde Haluklar’ın sesi Kozan Mezarlığ’ının çınar yapraklarında yankılanıyordu:

“vurun ulan vurun,

Ben kolay ölmem”

(Yazının içindeki dizeler Ahmet  Arif’e aittir) “

FS

 

                                                  Suat Koçer İTÜ İnş.Fak. Öğrencisi  hastanede yaşamını yitirdi

Ahmet Haluk Tamdoğan, bilimsel,  demokratik özerk üniversite mücadelesinde öne çıkan, dönemin yurtsever- devrimci  gençlerinden biri. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğrencisi. Adana ili Kozan ilçesi Aslanlar köyünden İstanbul’a üniversiteye kaydını yaptırdıktan sonra gerek İTÜ’de gerekse de fakültesinde üniversite gençliğinin akademik, sosyal haklarını savunan bir hattan giderek politikleşen, faşizme karşı emperyalizme karşı ülkenin tam bağımsızlığını, özgürlüğünü savunan çizgide militanlaşan bir genç devrimci, Ekrem Ekşi (YDGD Genel Sekreteri) nin yakın arkadaşı.

4 Ekim 1978 Tarihinde Taksim Sarıyer seferini yapmakta olan belediye otobüsü MHP li olduğu bilinen Cengiz Ayhan ve arkadaşları tarafından durdurulur, otobüste bulunan üç devrimci genç otobüsten indirilerek kendilerini beklemekte olan bir araçla OkMeydanı’na götürülürler. Aynı gece OkMeydanı-Kasımpaşa arasında kör bir yol üzerinde belirli aralıklarla üç gencin cesedi bulunur, otobüsten indirilerek kaçırılan gençlerdir bunlar ve kurşunlanarak infaz edilmişlerdir. Bu gençlerden ikisi yaralıdır, İTÜ İnşaat Fakültesi öğrencisi Suat Koçer hastaneye kaldırılırken yaşamını yitirir, diğer yaralı lise öğrencisi Bilgisoy  kurtarılır, üçüncü  genç ise yaşanımı yitirmiştir ve yüzü tanınmaz haldedir, cansız bedeni morga kaldırılır. İTÜ den arkadaşları, Haluk’un birkaç gün okula gelmemesi, kimse tarafından görülmemesi üzerine kaygılanır ve aramaya başlarlar, O’nu morgta montundan tanırlar.

Bu üç devrimci genci katledenlerin başında olanın ülkücü Cengiz Ayhan olduğu belirlenir. İçişleri  Bakanlığı’nın Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gönderdiği raporda, Cengiz Ayhan’ın o dönemin önde gelen bilim insanlarından Prof. Bedri Karafakioğlu’nu öldüren, Türkiye Emekçi Partisi Genel Başkanı Mihri Belli’yi ise yaralayan, Tarsus Cumhuriyet Savcısı Süreyya Eminsoy, Şahin AydınMetin YıldırımtürkDevrim ÇelenkCuma Oruç, Suat Kaçar, Haluk Tamdoğan ile Mesih Yörük’ün öldürülmesi; Sevcan Bilgisoy, Ömer Özdikici ve Rasim Kolcu’nun yaralanması, İçel’de CHP ve DEV-LİS binaları ile Ateş Kıraathanesi’nin bombalanması, Mahmut Dağdeviren’e ait kahvehanenin bombalanması, Son Haber Gazetesi’nin bombalanması.olaylarına karıştıkları yazılmıştır.(Kaynak: Cumhuriyet Gzt.10 Ekim 1978/  T24.22 Ocak 2013.)

12 Nisan 1991 tarihinde yürürlüğe giren 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’ndan yararlanarak 6 Mayıs 1991’de Nazilli E Tipi Cezaevinden tahliye edilen Ayhan’ın o yılın ortalarında Almanya’ya gittiği belirtilerek, “Burada Ayşe Kaymakçı ve Ramazan Erol’u öldürmek suçundan 14 Nisan 1994 tarihinde Delmond Eyalet Mahkemesi tarafından müebbet hapis cezasına çarptırıldığı” da belirtilmiştir. ( T24 aynı tarihli yazı7 12 Eylülün ülkücü katili C.A..).

Bu siyasi cinayetin duyulması üzerine, faşist cinayetlerin durdurulması, MHP, Ülkü Ocakları’nın kapatılması talebiyle Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği üyesi arkadaşlarıyla birlikte fakülte öğrencileri, öğretim görevlileri ve çalışanı binlerce kişi cenazeye katıldı. Morgtan alınan naşı Sirkeci’ye kadar omuzlar üzerinde taşınarak memleketi Adana-Kozan’a gönderilmişti.

                                                                                               

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

CAFER DAĞDOĞAN SER VERİP SIR VERMEYEN İŞÇİ ÖNDERİ

 

“……………

Adımız halk olduğu günden beri

Bir direnç olmuştur bizde sevinçler

Şimdi acının her kuraklığında

Onlar

Yüreğimizin ovalarına çiselenirler

Boşuna değil bu ölürcesine sevmek

Ve ölürken bile yürümek

Boşuna değil  !…..”

Adana’nın sarı sıcaklarının sönümlenmeye başladığı  günlerden bir gün, 26 Eylül 2021 günü öğleden sonra Adana  Akkapı Mezarlığı’nda yüreklerde sevgi, saygıyla harmanlanmış öfkeyle kundaklanmış yürekleriyle bir grup, devrimci komünist işçi Cafer Dağdoğan’ın başında toplandı.

Katledilişinden  kırkbir  yıl sonra, ailesiyle iletişim kurularak, doğrudan öz geçmişi üzerine bilgi toplanarak, dava dosyaları incelenerek yapılan çalışma Cafer Dağdoğan’la buluşma noktasına ulaşmıştı.

Grup adına Günseli Kaya  söz alarak PAKTAŞ’ta işçi olarak çalışırken işçi sınıfının gerçek sendikalarını oluşturmak için mücadele eden, işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesini siyasal mücadeleyle birleştirmek üzere sabırla, kararlılıkla çalışan Cafer Dağdoğan’ın kimliğinde devrim ve sosyalizm mücadelesinde yaşamını yitiren tüm devrimciler adına, anmaya katılanları saygı duruşuna davet etti. Cafer Dağdoğan’ın işçi sınıfı içinden çıkan, sınıfıyla bütünleşen ve sınıfların, eşitsizliğin, adaletsizliğin olmadığı  özgür bir ülke, kardeşçe yaşanacak bir dünya adına yaşamını feda eden Cafer Dağdoğan’ın özetlenen öz yaşam öyküsünü aktardı.

” CAFER DAĞDOĞAN   

SER VERİP SIR VERMEYEN İŞÇİ SINIFI DEVRİMCİSİ (1955-12.12.1980)

Cafer Dağdoğan  dokuz çocuklu ailenin sağ olarak dünyaya gözlerini açan üçüncü çocuğudur.  İlk çocuğun okul çağına gelmesiyle; nüfus müdürlüğüne başvuran baba Hasan, hazır gelmişken an itibariyle yaşayan 3 çocuğun da nüfus kayıtlarını yaptırdığından doğum gününün ayı, yılı tahmini olarak yazılmıştır. Nüfus memurunun yol göstericiliğinde, yasalara uygun bir sıralama yapılmıştır. Kayıtlarda 1955 olarak görülüyor.

Babası Hasan 1914-1915 yıllarında Muş Varto ilçesi Civarik (eski ismi) köyünde doğar Babasının ailesi, hem o yıllarda yaşanan  kıtlık hem de  Abdülhamit dönemi Hamidiye alayları ve aynı tarihsel  dönemin baskıları nedeniyle göç etmek zorunda kalan bir ailedir.   Babası Hasan 10 yaşlarındayken, annesi, babası ve kız kardeşiyle birlikte aile göç etmek zorunda kalır. Ayrıca Cafer’in abisi Mehmet’in, geriye dönük yaptığı  araştırmalarla, babası Hasan’ın dayısının da  Abdülhamit in baskısına isyan ederek “eşkiyalık” yaptığı biliniyor. O dönemin eşkiyalarının yiğitlikleri, mertlikleriyle tanındığı, halk tarafından sahiplenildiği bugün de bilinir, anlatılır, roman ve öykülere konu olur.

Babaları Hasan on yaşlarındayken, annesi ve üvey kız kardeşiyle Adana’da son bulacak göç yoluna düşmüşlerdir. Yayan çıktıkları o zorlu göç yollarında Hasan’ın kız kardeşi ve babasının  nasıl ve ne şekilde yaşamlarını yitirdikleri bilinmiyorsa da,  ailenin göç travması yaşadığı, çocukların da nenelerinin, annelerinin anlatımlarıyla devletin gadrine uğradıklarını anladıkları; göç etme zorunluluğu, kıtlık ve yaşam zorluklarının, kişilik çizgilerinin belirlenmesinde etkili bir rol oynadığı anlaşılıyor. Belki de otoriteye karşı çıkmak, yoksulluğun  “kader” olmadığını anlamak; adalet, eşitlik, hakkaniyet istemek, önce ailenin geçmişinde yaşanan haksızlıklara doğal bir tepki olarak ortaya çıkıyor ve sonrasında sosyo-politik çevreyle ilişkilendikçe, toplumsal üretim içinde alınan konuma uygun olarak politikleşiyor ve belirgin bir karakter kazanıyor.

Annesi  Gule (Güllü) Elazığ’lı varsıl bir ailenin kızıyken,  19 yaşında kendinden en az 15 yaş büyük bir erkekle evlendirilmiştir ve bu evlilikten doğmuş bir çocuktur Cafer Dağdoğan. İlkokula Adana’da başlar ve başladığı okulda tamamlar. Eğitime başlamasıyla  birlikte  abisi ve diğer kardeşi Selim  gibi Cafer de ailenin yaşamını sürdürebilmesi için ailenin bütçesine katkı sunmak üzere  mevsimine göre simit, eskimo, çakmaklara taş- benzin, ayna, tarak, jilet gibi işporta türü ürün satışlarına başlar, böylece yaşamın zorluklarıyla daha küçük yaşta karşı karşıya kalır.

Ailenin düzenli bir geliri yoktur, yoksulluk olağandır, yaşam biçimidir. Oturdukları evde elektrik yok, soba yok. Aydınlanmak için gaz lambası;  ısınmak için de gaz tenekesi veya  dönemin yemeklik yağlarından (bizim kuşağın iyi  bildiği) Vita adı verilen margarinin tenekesinden yapılan mangal kullanılırdı.. (Anne Gule’nin “imal” ettiği mangal, Vita tenekesinin içinin çamur ile sıvanmasıyla oluşur. Atık tren kömürü, toprak ile karıştırılıp harç edilir ve çember kalıplara dökülür; bu harç kuruduktan sonra küçük parçalar halinde dışarıda teneke mangalda yakılır ve dumanı geçtikten sonra ev içine alınarak ısınma sağlanırdı.)

Yoksulluk başa beladır; bu çok çocuklu ailenin hemen her gün yediği, bulgur pilavı ya da mercimek çorbasıdır. Anne güllü kendi sütünün bol olması, çocuğun aç kalıp ağlamaması için şekerli su içiyor. Annesi sağlıklı beslenemediğinden sütü fazla olmuyor. Şekerli su içerek, çocuğunu beslemeye çalışıyor. Büyümekte olanlar bunu görür ve anlarlar.  Böylesi bir ortamda çocukların okul kitapları ve kimi zaman alınabilen  okul dergileri dışında farklı kitap okuyabilme olanakları  yoktur

Babası, Cafer ilkokulu bitirdikten sonra bir zenaat sahibi olsun diye önce döküm, sonra torna-tesfiye atölyesine çırak olarak gönderir. Aynı düşünce ile abisini de okulu bitirdikten sonra bir “altın bilezik sahibi olsun diye beş yıllık Erkek Sanat Enstitüsü’ne yollar. Sonraki yıllarda Cafer hem çalışır, hem ortaokulu dışarıdan bitirir, hem de Akşam Ticaret Lisesi’ne devam eder ve mezun olur. Cafer küçük yaşta çıraklıkla başladığı meslek yaşamına askere gidinceye kadar iyi bir torna-tesfiye ustası olarak devam eder.

Askere gider (o dönem 20 aydır). 1978 Temmuz ayı sonunda terhis olur. Adana’nın Ağustos sıcaklarında hemen iş aramaya başlar ve bir ay içinde Adana-Paktaş Fabrikası’nda çalışmaya başlar. Makinelerin tamir ve bakımını yapmaktadır. 1980’in ilk ayları, işçi sınıfının grev ve direnişlerinin yükseldiği; İzmir’de Tariş işçilerinin direnişinin ülke genelinde emekçilerin desteğini aldığı ve dayanışma eylemlerinin yapıldığı  aylardır.  Paktaş Fabrikası’nda da işçiler Tariş işçileriyle dayanışma eylemleri yaparlar. Cafer dayanışma eyleminin örgütleyicilerinden ve önderlerindendir. Gözaltına alındığında da Paktaş’da işçi olarak çalışmaktadır.

1975 yılı başında abisi askerden döner ve Ticaret Lisesi mezunu olduğu için, okuldan dönem arkadaşının aracılığıyla kısa sürede iş bulur,  Sabancı Holdingin bir  kuruluşu olan Sun’i ve Sentetik Elyaf Sanayii A.Ş  ( SaSa) da muhasebe elemanı olarak işe başlar. Evdekiler çok mutludur, hele de anneleri! Oğullarını  “everme” zamanıdır ona göre; önce ilk oğlan, sonra Cafer ve Selim.

Ancak olaylar bir annenin yüreğinden geçenler gibi seyretmez; 1978 Yılı 19-26 Aralık tarihleri arasında  gerçekleşen Maraş Katliamı nedeniyle faşist saldırılar siyasi cinayetlerden katliam boyutuna sıçramış, on dokuz ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir ve Adana da bu illerin arasındadır. Bu süreçte haftalık olarak basılan ve yerellere dağıtımı yapılan Halkın Kurtuluşu gazetesi diğer devrimci, sosyalist dergiler, gazeteler gibi siyasi iktidarın hedefindedir çünkü günlük politikanın taşıyıcısı olarak gazete, girdiği tüm çevrelerde örgütleyici işlev görmekte, dönemin politik hattını, eylem çizgisini taşımaktadır. Halkın Kurtuluşu gazetesinin ya da teorik aylık dergi Parti Bayrağı’nın basım yeri, imtiyaz sahibi bellidir, her ikisi de bu anlamda yasaldır ama “devletin bekası” her şeyden önemlidir. Bu koşullarda, devlet açısından gazetenin bölgelere nereden, kentlere ulaştıktan sonra da hangi birimlere kimler tarafından dağıtımının yapıldığını bilmek, engellenebilmesi açısından önemlidir. Polis bu yayın organının Adana ve çevre illere sokulmaması için seferber olmuş ama bir türlü ilk eli bulamamaktadır. Halbuki dağıtımda gizli bir iş yapılmamakta ancak hızlı ve dikkatli çalışılmaktadır. Uçak ile gelen kargo teslim alınıyor, zaman geçirilmeden gönderilecek il ya da ilçenin,  saatte bir kalkan otobüs veya minibüsüne yüklenerek ilgili yere gönderilmektedir. Hepsi budur! Cafer’in birçok kez göz altına alınma nedeni Halkın Kurtuluşu adlı bu yayın organını satmak ve dağıtmaktır; bu arada göz altına alınan sadece Cafer değildir tabii. Diğer gençler de göz altına alınmakta, kaba dayak, göz dağı, tehdit, şantajla karşılaşmakta ama sonrasında çoğunlukla serbest bırakılmaktadır. Gözaltına alınmalar sıklaşınca anne bir gün, bir gözaltı sonrasında, büyük oğlu Mehmet’e çok kaygılı olduğunu, Cafer’in başına kötü şeyler gelmesinden korktuğunu söyleyerek kardeşiyle görüşmesini ister. Kendisi de Cafer le konuşmuş, bu işlerden vaz geçmesini istemiş ama sözünü dinletememiştir. Abisi ve Cafer aynı çatı altında, aynı anne ve babanın çocuklarıdırlar ama o kez ilk defa bir araya gelip karşılıklı zıt iki düşünceye sahip bireyler olarak  konuşacaklardır.

Ailenin en büyük çocuğu olarak Mehmet, kardeşine, gözaltına alınmasından dolayı annesinin yaşadığı korku ve kaygıyı, serbest bırakılıncaya çektiği ızdırabı; onları büyütmek için yaşadığı zorlukları anlatmaya çalışır. Annesine bunca zorlu bir yaşamın ardından bu ve benzeri kaygıları yaşatmaya hakkı olmadığını söyler. Cafer dikkatle abisini dinler, her zaman olduğu gibi.. O güne kadar abisine karşı hiç bir saygısızlıkta da bulunmamıştır “Bitti mi abi, biraz da beni dinler misin?.. der. Annemin de, babamın da benim için duydukları kaygıları anlıyorum. Ama sizin de şunu anlamanız gerekir. Bunlara neden olan ben değilim. Bu konuda sizlerle farklı düşünceye sahibim. Ne yazık ki sizleri kısa zaman içinde ikna etmekte başarılı olamayacağımı da biliyorum. Ne olur abi bu konuda üzerime gelmeyin,” der sonunda. Ağabeyi Mehmet, “Cafer’in itiraz ettiği karşı çıktığı kapitalist düzenin sahibi ya da koruyucusu sanki benmişim, üstelik ‘bu konuda üzerime gelmeyin, ne olur’ demesini de bir meydan okuma gibi algıladım, öfkelendim, bağırıp Cafer’e şiddet uygulamaya başladım.”  Her hatırladığında hicap duyduğu, bir olaydır bu. Bilinsin, hala siyasal düşünce inancını engellemek için yakınına baskı, şiddet uygulayan varsa ibret olsun diye aktarılsın istedi ağabeyi Mehmet. Birkaç gün sonra, Cafer her zamanki saygı ve sevgi ifadesiyle abisiyle konuşmak ister, abi kendi deyişiyle  kendisiyle büyük bir “kavganın” içinde, darmadağın olmuş halde.. Cafer sakin, kendine güvenli, “bir demir ustası gibi, şekil vereceği demiri tam tavına getirdikten sonra işlemeye başlayan bir “usta” gibi söze başlar. Abisine önceki güne dair hiçbir öfke, kırgınlık-kızgınlık duymadığını, sevgisinden emin olduğunu söyler…  Bu konuşma sırasında anne, iki kardeşin birbirleriyle gerilmesi endişesi taşımakta; çay, ayran gibi içecek getirerek durumu kontrol etmek çabasındadır. Konuşma uzayınca da çareyi çocuklarını yemeğe, sofraya çağırmakta bulur. Bunun üzerine Cafer konuşmayı şu sözlerle bağlar: “Toplumsal varlıklarımızı belirleyen düşüncelerimiz değil; düşüncelerimizi belirleyen toplumsal varlıklarımızdır Abi.” Bu anlatım yaşam boyunca abisinin aklında olacaktır; düşüncemize uygun mu yaşıyoruz yoksa yaşadıklarımıza uygun mu düşünüyoruz; olguları diyalektik olarak irdeleyip anlayıp yorumlamadan yaşadıklarımızı teorileştirip rasyonalize edip kendimizi aklamaya mı çalışıyoruz? Bu soru hepimizedir aslında. O zamandan bu yana abi anlar ki, bu genç işçi, kardeşi, kavgada ustalaşmış ve yalnız üretimdeki çevresine değil sosyal çevresindeki, ailesindeki her kişiye de bu bilinci taşımaktadır. İşçi sınıfının ideolojisi Marksizm-Leninizmi öğrenmek için gerekli kaynak ihtiyacını, o zamandan sonra Cafer den istemeye başlar. Devlet nedir-Ne değildir?  Kapitalizm-Emperyalizm, Toplumsal Mücadeleler Tarihi ve bu mücadeleler sonucu elde edilen kazanımlar, yenilgiler, nedenleri üzerine kitaplar.. Emek ve emeğin sömürülmesi, işçilerin ve emekçilerin ürettiği artı değer ve üretilen artı değere işverenlerce nasıl el konulduğu… Ağabey anlamıştır ki, mücadelenin yolunu gösteren bu bilgiler yaşadığımız toplum düzeni içinde, egemenler tarafından, işçi ve emekçilere verilmesi bir yana zaman zaman yasaklanır, algı yanılsaması oluşturularak işçilere uzak durmaları salık verilir, edinenler cezalandırılır; bu bilgiler okuyarak, tartışarak örgütlenerek edinilebilir ancak.

Cafer’i anlamak, Caferler’i anlatmak sadece övgüler içeren hamaset dolu önermeleri art arda dizmek, bir kahraman yaratmak, efsaneleştirmek olmasa gerektir. Cafer’in kısacık ömründe nasıl bir yaşam tercihini seçtiğini; savunduğu devrimci düşünce’yi nasıl özümsediğini, içselleştirdiğini, bu düşüncelerini bire-bir ilişkiye geçtiği insanlarla nasıl paylaştığını; paylaştığı insanları nasıl etkilediğini anlamak, anlatabilmek için kendi yaşamınızın bir döneminde olsun onun gibi yaşamak, hissetmek gerekir. O her yanıyla bir insandır; bir evlat, bir kardeş, ağabey, dost, arkadaş, yoldaş..  Askerden dönüşünün hemen sonrasında kız kardeşi nişanlanır. Cafer arkadaş çevresinden olsa gerek nişanlısının faşist bir çevresinin olabileceğini duyunca abisiyle konuşur. “Enişte” adayının yapısını çözmeye çalışır, onunla açıkça konuşur; suya sabuna karışmayan, “aile kurma” derdinde olan, kendi halinde, dürüst bir kişi olduğunu anlar; işçi-emekçi olarak devrimci mücadeleye saygı ve duyarlılık göstermesini ister ve öyle de olur. Kız kardeşinin eşi yaşamının sonuna dek aileye de devrimcilere de saygıda kusur etmez, kız kardeşini de üzmez.

Cafer askerlikten sonra kısa sürede Adana Karşıyaka’da Paksoy Dokuma Fabrikasında tornacı ustası olarak işe başlar; abisi de SASA’da muhasebe “memuru” olarak çalışmaktadır; artık yoldaş olmuşlardır. İşçi sınıfının ekonomik ve sendikal örgütlü  mücadelesinin içinde yer alırlar.

Çalıştıkları fabrikada işçiler DİSK’te örgütlenme çabası içindedir. Dönem işçiler arasında “sınıf sendikacılığı” söyleminin yüksek sesle dillendirildiği,  devrimci hareketin partileşme sürecinin başladığı yıllar. İş yerinde abi-kardeş ayrı fabrikalarda ama ikisi de Devrimci Sendikal Muhalefet (DSM) faaliyeti yürütmektedirler. Bu faaliyetler sürerken  burjuvazi de boş durmaz; sınıf sendikacılığına karşı her türlü baskı ve algı yanılgısı yaratmaya çalışmaktadır. Sınıf sendikacılığı karşısında bir yandan “sarı sendikacılığı” teşvik ederken öte yandan, “çalışma barışı” adı altında işçi ve işverenin kardeşliği  propagandası yapmaktadır. İşçilerle devrimcilerin buluşmasını engellemeye, bağları olanlarda güvensizlik oluşturmaya çalışmaktadır. 1977 Yılı 1 Mayıs kutlamalarında yaşanan katliamın henüz üzerinden 1 yıl geçmiştir. Ülke genelinde işçi sınıfının ve devrimci gençlik önderlerine yönelik saldırıların arttığı, sınıf hareketinin, emeğin örgütlenmesi ve kurtuluşunu savunan devrimci gençlerin, sınıf bilinçli işçilerin,  gazetecilerin,  öğretim üyelerinin, aydınların katledildiği bir dönem yaşanmaktadır.

1979 Yılı sonlarında abisi baba evinden ayrılıp kiraya çıkar. Ev boşalmış,  Cafer  Paktaş’ta çalışmaya, anne de Cafer’e “kız aramaya” devam etmektedir. Nihayet Cafer için uygun bir eş adayı bulmuştur anne ama  Cafer “gönül işlerine” biraz yabancı gibidir, üstelik buna zaman da ayıramamaktadır.

Kenan Evren’in başını çektiği 12 Eylül 1980 Darbesi’nin kuvvet komutanlarından oluşan Askeri Faşist Cunta iş başındadır. Cafer’in abisi Mehmet’in anlatımıyla “4 Aralık 1980 halen SASA’da çalışmaktayım. 12 Eylül 1980 günü gece yarısı Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren ve Kuvvet komutanlarından oluşan Askeri Cunta “düdük çalarak “Rayından çıkmış olan demokrasimizi” tekrar tayına oturtmak için yönetime el koyduklarını ilan etmesinin üzerinden 82 gün geçmiş. Sabah işe gidiyorum; servisten iner inmez iki güvenlik görevlisi yanıma yaklaştı: Mehmet Bey bu gün itibari ile işinize son verilmiş, fabrika ile olan ilişiğiniz kesilmiştir. Aldığımız talimat gereği sizi fabrika içine sokamayacağız bilginiz olsun” dediler.

“Aslında benim ikinci işten çıkarılmam idi. 12 Eylülden üç gün önce işverence işten çıkarılan 6 işçi arkadaşın tekrar işe alınması konusunda sendikanın da devreye girmesine rağmen olumlu bir dönüş olmaması üzerine; sendikanın dahli dışında, işçi arkadaşların ortak kararı ile, işten çıkartılan işçiler tekrar işe başlayana kadar iş yerinde direniş başlatılacak iş durdurulacaktır. Gündüz tam gün çalışan işçiler işbaşı yapmayacak, sabah vardiyası işe başlayanlar işi durduracak  ve fabrika girişindeki geniş alanda toplanılarak, işlerine son verilen arkadaşlar tekrar işe alınıncaya kadar sloganlar eşliğinde haklı direnişimizi ilan edecektik. Öyle de oldu.     

“Aşağıdan direnişçilerin sloganları duyuluyor. Ben muhasebe servisinde çalışıyorum/çalışmıyorum. İşçi arkadaşlar beni çağırıyorlarcasına seslerini daha da gürleştiriyorlar. Serviste çalışanların çoğunun durumdan haberleri yok ve ne olduğunu anlamaya çalışıyor, bir tür panik havası içindeler. Kalemi defteri bıraktım. Serviste çalışan arkadaşlara durumu açıklayan bir konuşma yaptım ve bu haklı direnişi desteklemek için işçi arkadaşlarla buluşmaya gidiyorum dedim. Servisten ayrılarak işçi arkadaşlarla buluştum.

“Direnişimiz coşku ile sürüyor. Öğleden sonra saat 15.00’da işbaşı yapan vardiya işçileri fabrikaya giriş yaptı ancak onlarda işbaşı yapmayarak direnişe katıldılar. İşveren temsilcileri ve bölüm amirleri panik içindeler işçiler arasında dolaşarak buna bir son vermeleri gerektiğini telkin etmeye diğer taraftan da direnişe önderlik eden devrimci işçi arkadaşları tespit ederek işverene raporlar iletiyorlardı. Ama ne fayda! Direniş devam ediyor. SASA kurulduğundan bu güne böyle bir işçi direnişi ile ilk defa karşılaşıyordu.

“Akşama doğru fabrika önüne birkaç askeri cemse geldi. Direnişçi işçiler fabrika girişine “etten barikat kurarak” kenetlendik. Askerler öndeki direnişçileri teker teker sürükleyerek askeri araçlara bindirip polis kolejinde toplu gözaltına almaya başladılar. Bu gözaltılar da fayda etmedi kapı önündeki barikatı sökmeye çalışırken arkadan gelenler barikatı tahkim ediyorlardı. Binlerce işçiyi nereye kapatacaklardı. Akşama kadar 100-150’ye yakın direnişçi arkadaşla gözaltındayız. Ertesi sabah gözaltında bulanan tüm arkadaşların tek bir ifade vermeleri konusunda ortak karar aldık. İfademiz şöyle olacaktı: ‘Haksız bir şekilde  işten çıkartılan arkadaşlarımızın işe geri alınması için haklı bir direniş başlattık ve bu direnişi arkadaşlarımız geri alınıncaya kadar sürdüreceğiz’ olacaktı. Öyle de oldu. Ertesi gün tüm ifadeler alındıktan sonra serbest bırakıldık ve tekrar direnişimizin başına döndük.” Direnişimiz her geçen gün daha da güçleniyor. İşveren tespit ettikleri direnişe öncülük eden devrimci işçileri işten çıkardığını ve bu kişilerin fotoğrafları ile işçiler arasında gezen polisler tarafından işçilerin arasından ayırmak için yeni bir hamleye girişti. Bu da fayda etmedi. işçi arkadaşlar guruplar halinde toplanarak biz devrimcileri saklamaya çalıştılar. İşverenin bu hamlesi de bir işe yaramadı. Artık direnişe önderlik eden arkadaşlar hiçbirimiz hiçbir şekilde işyerini terk etmeyeceğiz kararı aldık gece-gündüz birkaç saatlik uyku ile ‘işçilerin korumasında’ direnişin başında idik”

Türkiye genelinde büyük bir sessizlik vardır ama bu, fabrikadaki direniş için geçerli değildir. Hatırlayalım, darbe sonrası üretimin devamı gerekiyordu; 24 Ocak kararları olarak bilinen, işçilerin kazanılmış hem ekonomik hem sendikal hem sosyal haklarının geri alınması, sermayenin kâr oranlarının büyütülmesi gerekiyordu. Bir kararname ile işten çıkarılan tüm işçiler geri çağırılır. Dolayısıyla direnişin esas gerekçesi de ortadan kalkmış olur. İşveren durumu fırsata çevirerek tazminatı almak isteyen işçilere ayrılma telkininde bulunur; direnişçi işçilerin büyük çoğunluğu, tüm hakların askıya alındığı koşullarda başlarına gelecekleri yani tazminatsız olarak işten çıkarılma ihtimalinin yüksekliğini görüp tazminatlarını alıp ayrılırlar.  Cafer’in abisi işten ayrılmaz ancak kısa bir süre sonra tazminatsız işine son verilir.

Askeri faşist cunta “Rayından çıkmış olan demokrasimizi yeniden rayına oturtturmak” için “canhıraş” bir şekilde çalışıyordu. Binlerce işçi ve emekçi, devrimci gençlik önderleri, aydınlar ve akademisyenler, “sivil siyasetçiler” gözaltına alınmış, işkenceye ve onur kırıcı muameleye tabi tutularak askeri mahkemelerde yargılanıp cezaevlerine kapatılmaya başlanmıştı. Tüm işçi sendikaları ve mesleki örgütlerin kapısına “kilit” vurulmuştu. Aranan kişilerin resimleri afiş gibi asılarak ilan ediliyor, kurdukları kontrol noktalarında polis ve askerler ellerindeki listelerde adı geçen ve benzer isimlerdeki kişileri yakalamak için “insan avına” çıkmışlardı.             

5 Aralık 1980 günü sabaha karşı Hacı Bayram Karakolu’ndan gelerek eve baskın yapan polisler Cafer’i ifade vermesi için emniyete götürürler. Gün ışıyınca baba Cafer için iç çamaşırı, giysi ve battaniye götürür. Anne kesin bir şeyler biliyormuşçasına “Cafer’imi bu defa bu zalimler mutlaka öldürürler” demekte, durmaksızın ağlamaktadır. Öğle saatlerinde baba eve gelir. Cafer’in Hacı Bayram Karakolu’nda olmadığını, kendisini Polis Koleji’ne yönlendirdiklerini, götürdüğü eşyaları teslim ettiğini ancak Cafer’i göremeden geri döndüğünü söyler. Anne feryadı basarak; “Nasıl görmeden gelirsin?!” diye öfkelenir. Baba “Sakin ol, öğleden sonra tekrar giderim,” der ve tekrar gider.  Eve geri döndüğünde, çok ısrar etmesine rağmen görüşme imkanı verilmediğini, bekleyip, bekleyip nasıl bir fırsat yakalamış ise gözaltına alınanların tutulduğu binanın üst katına çıkmayı başardığını, polisler fark edince de yaka-paça dışarı çıkarıldığını, Cafer’i görmek için ne yaptıysa da sonuç alamadığını anlatır. Üç gün boyunca Polis Koleji’ne gider gelir baba. Gözaltında alınanların aileleri her gün birbirlerini gördüğünden artık akraba gibidirler; kaygılarını, acılarını paylaşırlar. O gün diğer ailelerden biri Cafer’in ağır işkence sonucu apar topar Polis Koleji’nden götürüldüğünü öğrenir ve babaya söyler. Baba eve döner ve durumu aktarır. Ertesi gün Adana’da bulunan hastanelerin hasta kabul ve morg kayıtlarından Cafer’i aramaya başlarlar ancak izine, kaydına rastlayamazlar. Kaygıları ciddi boyuttadır ve ertesi günü mezarlık kayıtlarını araştırmaya koyulurlar. Sonunda Adana Akkapı Mezarlığı’nın kimsesizler kısmında Cafer’in defin kaydına rastlarlar.  Cafer gözaltına alındığı günün akşamı, işkenceci polisler tarafından, askeri güç takviyesi ile birlikte alelacele KİMSESİZLER mezarlığına gömülmüştür, her gün kendisini arayan soran ailesine haber verilmeden, işlenen insanlık suçunun ağırlığı, faşist cuntanın kendilerine verdiği teminat ve güvenin rahatlığıyla..

Devrimcilerin kimsesiz olmadığını; ailelerinin, sevenlerinin onların arkasında olduğunu bilirler bilmesine de cinayeti, işkenceyi açıktan savunan/savunabilen var mıdır ki!.. Ancak gizlemeye çalışırlar, failleri cezasız kalabilsin diye; zaman aşımı olmayan bu insanlık suçunun, işkencenin herkese gözdağı olması için… Yanılırlar, hem de çok… Daha o günden Cafer’in ailesi ve onbeş yıl sonra Cumartesi Anneleri… Bıkmadan usanmadan, baskılardan yılmadan, ısrarla, kararlılıkla çocuklarına ölüsüne de dirisine de sahip çıkmaya devam ederler. İşkencede, yargılı-yargısız infazlarda, yeni cinayetleri durdurabilmek adına, insanlık onurunu korumak adına, karanlığı yırtmak için..

Cafer, ailesinin hukuksal girişimleriyle kimsesizler mezarlığından çıkartılır, bugün başında toplandığımız mekana getirilir. Çıkarıldığında işkence izleri açık seçik görülmektedir. Ayakları falakadan şişmiş, morarmış, bedeni sigara yanıklarıyla oyulmuş, belden aşağısı elektrik pikürleriyle kararmış, bıyıkları ve yüzünün tüylü-kıllı kısımlarında kıllar yolunmuş, derisi kabarmış ve kanlanmış, kafatası telsiz darbeleriyle künt travmayla yaralanmış kanamıştı; ayan beyan görünmektedir işkence izleri, insanlık dışı, dehşet verici, zalimcedir.

Bugün bizler, burada temsilen bulunanlar, bir kuşağın insanları; devrimcilerin unutulmadığını, unutulamayacağını, kimsesiz olmadığını bir kez daha göstermek, duyurmak, anlatmak için aradan geçen 41 yıla karşın bir araya geldik. Oysa işkenceciler, katiller, tarih boyunca insanlık suçu işlediği için lanetle anılanlar! Sizlerin mezarlarına kimler gelecek; sizleri kimler, nasıl anacaklar?

Adıyla sanıyla, onuruyla toprağa verilmesinden sonra yaşananları da özetlemekte, bilmekte yarar var. Baba, oğlunun işkenceyle öldürülmesi nedeniyle avukat tutar, suç duyurusunda bulunur. Beş ay sonra Cafer’i işkence sonucu katletmekten polisler mahkemeye çıkarılırlar. ilk duruşmanın sonunda mahkeme çıkışı abisini de darp ederek gözaltına alırlar. İlk andan itibaren suçlarının ağırlığıyla aslında bir ihtimal gerçekten  yargılanmanın korkusuyla, öfkenden kudururcasına saldırılar, tehditlere başlarlar. Abisini yasa dışı örgüt üyesi olmaktan içeri tıkacaklarını söylerler. Babasını da gözaltına almışlardır; baba 15gün, abisi 56 gün göz altında kalır ancak davalarından vazgeçmezler.

Cafer’in yeni mezarına defin işlemi yapılırken mezarlığı çevreleyen duvarların etrafı birkaç cemse dolusu asker ile sarılıdır.  Mezarlığa gelmek üzere erken saatlerde yola çıkan aile bireyleri, komşulardan birkaçı ve Cafer’in arkadaşları güzergah üzerindeki Hacı Bayram Karakolu önünden geçerken annenin acıyla, öfkeyle yerden aldığı birkaç taşı karakolun kapı ve pencere camlarına atarak bir camı kırdığını anlatırlar. Bunun üzerine askeri cuntanın emir erlerinin silahları tehdit ve gözdağı vermek üzere onlara çevirdiklerini… Ancak bir ananın, babanın evladını işkence sonucu kaybetmesi canını kaybetmesinden daha acıdır; anne-babanın gözünde, üzerine gelebilecek  kurşunlar hiçtir!

Babanın en azından yaşarken görürüm umuduyla Cafer’i katledenler hakkında yaptığı başvuru davaya dönüşür dönüşmesine de yedi yıla yakın sürer; yargı, faşist cuntanın ve cuntacı mekanizmaların vesayeti altındadır; yargılamalar göstermeliktir, failler korunmaktadır. İşkenceciler mahkeme ifadelerinde, Cafer’in kendini merdivenden aşağı atarak, yuvarlanma sonucu kafasını çarpması üzerine öldüğü mealinde ifade verirler, Adli Tıp Kurumu da gerçek bir rapor düzenlemez. İşkence davası polislerin beraatiyle sonuçlanır. Cafer  gözaltına alındığında hiç kimsenin adını vermez.  Farklı bir soruşturma nedeniyle aynı dönemde göz altında olan bir kişinin anlatımından öğrenilen, sorgu sırasında ve sonrasında işkenceden et yığını bir külçe gibi koridorda bekletilen Cafer’in ağzından inilti biçiminde zar zor duyulan “bilmiyorum, bilmiyorum” sayıklamasıdır, buradan da devrimci faaliyetleri hakkında hiçbir bilgi vermediğini anlıyoruz. Cafer Dağdoğan’ın işkencede katledildiğine ilişkin işkence davası dosyasında sekiz  polis yargılanmıştır aynı dosyada o dönemde gözaltında bulunan kişilerin, Cafer in işkence gördüğüne tanıklıkları da vardır.

Toplumların tarihi gösteriyor ki olgular, olaylar ne yazık ki yaşanılan dönemde açığa çıkarılmıyor, tarih hemen yazılmıyor. Ancak hepimiz biliyoruz ki tarihte, hangi devlette, hangi ulusta, hangi coğrafyada olursa olsun, haksızlıklar, sömürü, baskı, işkencenin her türü, ırkçılık, şovenizm, işgal, farklı olanı inkar ve  imha hiçbir erk, tarafından savunulamıyor. Eşitlik, adalet, emeğin ve halkın özgürlüğü, ülkenin tam bağımsızlığı için verilen savaşlar, yapılan fedakarlıklar ise onurla anılıyor.

Biz de bugün Cafer yoldaşımızı saygıyla, minnetle, sevgi ve özlemle anıyor ve sınıfların olmadığı eşit ve özgür bir dünya sevdamızdan vazgeçmediğimizi bir kez daha söylüyoruz. Sürüyor sürecek bu kavga, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!..”

 

GÖKHAN HARMANDALIOĞLU

 

DAVA ARKADAŞLARI GÖKHAN HARMANDALIOĞLU’NU UNUTMADI.

25 Eylül 2021 de TDKP  Ankara davası dosyası kapsamında, 12 Eylül sonrasında yargılanan yoldaşlarından kırka yakını ve avukatı Nihat Toktay 18 Mart 2021 tarihinde yitirdikleri Gökhan Harmandalıoğlu’nu mezarı başında ziyaret etti.

Kanser hastalığı nedeniyle altı yıldır kanser hastalığı nedeniyle Almanya’nın Köln şehrinde tedavi gören Harmandalıoğlu, 1988 yılında memleketten ayrılmak zorunda kalmıştı.

Vefatından sonra, TDKP Ankara dosyası kapsamında birlikte yargılanan arkadaşları, Gökhan Harmandalıoğlu’nun mezarını, kız kardeşinin onayını alarak yaptırmışlardı.

Mezar başında dava dosyası sanıklarından Günseli Kaya söz alarak Gökhan Harmandalıoğlu’nun faşist diktatörlüğün 12 Eylül döneminde, Ankara Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şube’de gördükleri işkenceye karşı devrimci komünist onurun  simgesi, umudun ışığı, direnmenin yol göstericisi olduğunu söyledi. Sözlerine ezen-ezilenin, sömüren-sömürülenin olduğu sınıflı toplumlarda faşizmin her türlü baskısına karşı sınıf mücadelesinin durdurulamayacağını belirterek, kırk yıl sonra bir araya gelmenin faşizmin yıllarca süren baskı ve zulmüne karşı faşizme teslim olmadıklarının göstergesi olduğunu söyledi. Faşizmin kıyımlarını, zulmünü unutmadıklarını, unutmayacaklarını,  faşizme karşı mücadele ateşinin sesi, harlayan nefesi olmayı sürdüreceklerini belirtti.

Ardından G.Harmandalıoğlu’nun kız kardeşi Göksel Harmandalıoğlu gelenlerin hepsini kardeşi olarak gördüğünü söyleyerek, bu sahiplenmenin çok değerli ve anlamlı olduğunu belirtti, anmaya katılanlara teşekkür etti. Devrimcilerin bu ülkenin aydınlık yüzü olduğunu, yapılması gereken çok şey olduğunu, herkesin gücü oranında yaşanmakta olan haksızlıklara karşı mücadele etmesi, bu mücadeleyi sürdüreceklerine olan inanç ve güveni ifade etti ve hazırlamış olduğu kardeşi Gökhan Harmandalıoğlu’nun özyaşam  öyküsünü okudu., okuduğu metin şöyle:

“”GÖKHAN HARMANDALIOĞLU (17 Ekim 1949-18 Mart 2021)

17 ekim 1949 yılında beş  çocuklu bir ailenin  tek erkek evladı olarak dünyaya  kardeşi Göksel’in (benim) ikizi olarak dünyaya geldi. Daha doğrusu, üç kız evlattan sonra annemiz Gökhan’ı ve beni ikiz çocuk olarak dünyaya getirdi. Gökhan, tek erkek çocuk olması nedeniyle çok özen gösterilerek hatta ayrıcalıklı büyütüldü.

Annemiz evin yani beş çocuğunun peşinde, evlatlarına çok düşkün, çok temiz, titiz bir kadındı. Babam  Hacıbektaş ilçesinde benzinlik çalıştırıyordu. 1950 yıllarında Hacıbektaş’da  CHP İlçe Başkanlığı yapmıştı. O yıllarda da dönemin hakim partisi (Demokrat Parti) dışındakilere baskı, negatif kayırmacılık yaygındı. Biz de gündelik yaşam içerisinde  Bayar-Menderes iktidarına muhalif olarak biçimlenmeye başlamıştık. Sadece aile olarak değil akrabalarımız da ilericiydiler. Gökhan ilk ve ortaokulu Hacıbektaş ilçesinde okudu. O yıllarda Hacıbektaş ilçesinde lise yoktu aile de tek oğlunu, liseye yatılı okula göndermek istemedi tabii ki. Yozgat Lisesine kayıdı yaptırıldı. Birinci sınıfı Yozgat Lisesinde okudu. Sonraları babamın işleri bozuldu, gericilerin ekonomik kıskacı altındaydı, işlerinin bozulmasında, ekonomik sıkıntı yaşamamızda, bence CHP li kimliği etkili olmuştu, yurt dışına çalışmaya gitti. Annem, ben ve Gökhan büyük ablamızın yanına  Kayseri’ye taşınmıştık. Lise 2. Ve 3. Sınıfa Kayseri’de devam etti. Kayseri’de iki yıl kaldık. Kayseri Lisesi’nde iken 1967 yılında benim Ankara’da iş bulmam nedeniyle Gökhan da öğrenimine Ankara’da devam etti. Ailecek Ankara’ya göç  ettik. Sefer ve Halil amcalarım da Ankara’daydı ve Köy Enstitüsü mezunlarıydılar. Sefer amcam  Ankara Üniversitesi Dil tarih Fakültesi’ne devam etmişti. Her dönem sol siyasi görüşleri nedeniyle izlenen, gözaltına alınan, tutuklanan, baskı gören kişilerdi. Sefer amcam bir dönem matbaa açmıştı. “Güvercin” Matbaası  o dönemin aydın, ilerici, yazar ve gazetecilerinin uğrak ve buluşma mekanı olmuştu. Vedat Türkali, Fakir Baykurt, Ruhi Su’nun matbaaya gidip geldiklerini hatırlıyorum. Amcalarımın dönemin kimi dergilerinde yazıları da çıkıyordu.

Babam da her zaman eve gazete, dergi, kitap getirirdi,  bizim de kültürel gelişmemizin alt yapısı böylece hazırlanmış oluyordu.

Gökhan’ın Ankara Aydınlıkevler Lisesi’ne kaydını yaptırdık. 1967 yıllarıydı, Gökhan bizden bağımsızlaştı, evden ayrıldı. Nereye gittiğini bilemedik, sonraları da öğrenemedik. Zaten çok konuşmazdı, evde kendini çok anlatmazdı. Babamın denetiminden kaçmak için sık sık halamızın yanına kaçar, zaman zaman orada kalırdı. Altı aylık “ortadan kayboluş”tan sonra eve geri geldi. 1969 Yılı sonlarında askere gönderildi. Etimesgut Askeri Komutanlığında santralde görevlendirildi. O dönem askerlik 24 aydı. Askerlik dönemini zorlu geçirdi, Gökhan ın emre itaatsizlikleri oluyordu, çünkü sol muhalif kimlik özellikleri oldukça şekillenmişti.

Askerlik dönüşü yılında basın-yayın sektöründe çalıştı. Ankara’da Rüzgarlı sokak yerel günlük basın yayın merkeziydi, matbaalar da çoğunlukla oradaydı. Basın-İş Sendikası’nın günlük gazetesi Gündem’de, gündüzleri muhabirlik yapıyor, akşamları yazıları daktiloya çekiyor, düzeltmenlik yapıyordu.

Babam Almanya’dan dönmüştü, anne ve babamın isteğiyle siyasetten de uzaklaştıbileceği düşüncesiyle 1973 yılında evlendirildi ya da başı bağlanmak istendi. 1974 yılında ilk oğlu Mustafa dünyaya geldi. Kısa bir süre EGO da çalıştı. Bu arada lise eğitimini bitirmeye karar verdi. Gündüzleri çalışıyordu,Altındağ Yıldırım Beyazıt Lisesi gece bölümünde lise öğrenimini tamamladı ve birincilikle mezun oldu.

O dönemde Ankara Altındağ’da Halkevi vardı. Gökhan’da oraya gelip giderdi. Halkevine ihbar üzerine yapılan bir baskında gözaltına alındı ve tutuklandı. 1977-1979 yıllarını Niğde Kapalı Cezaevi’nde geçirdi. O dönem Niğde Cezaevi 68 kuşağının devrimci önder kadrolarının toplandığı bir yerdi. Niğde Cezaevinde kaldığı süre içerisinde siyasal ve örgütsel tercihini netleştirdi. Mücadelede kararlılığı tahliyesinden sonra devam etti. Tahliye olduktan sonra ailesi ile birlikte İstanbul’a yerleşti. İkinci oğulları Halil dünyaya geldi. Bir süre sonra Ankara’ya döndüler. Politik çalışmalarını sürdürdüğünü anlıyorduk ancak seyrek görüşüyorduk ve bize ne iş yaptığını nasıl yaşadığını hiç söylemezdi. Arkadaşlarını tanımazdık, nihayet hepinizin bildiği gibi 12 Eylül sonrası 1981 Nisanında gözaltına alındı, yine hepinizin bildiği gibi ağır işkenceler gördü. Ve tutuklandı. Cezaevinde kaldığı süreçte eşinden ayrıldı. Mamak Askeri Cezaevi, Ulucanlar ve Çanakkale cezaevlerinde toplam yedi yıl kaldı. 1987 Aralık ayı sonunda tahliye oldu. Tahliyesinden dört-beş ay sonra memleketi terk etmek zorunda kaldı on yıl ülkeye giremedi, beş altı yıl önce sağlık sorunları başladı. Almanya’nın Köln şehrinde gazete köşe yazarlığı, tanınan politik kişilerin yaşam belgesellerini yaptı.

Bildiğiniz gibi 18 Mart 2021 tarihinde kanser hastalığı sonucu Köln’de yaşamını kaybetti.

 

 

 

 

 

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri; SAVAŞLARA HAYIR, BARIŞA SES VER

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri Gündoğdu Meydanında  toplanarak 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde emperyalist savaşlara karşı çıktı.  Praksis  Müzik Grubunun   dinletisiyle başlayan etkinlikte ,  savaşlara karşı barışa ses verilmesini istendi.   Katılımcılar,  “Savaşa hayır barış hemen şimdi”,   “Biji bratiya gelan”,   “Biji aşiti” “Yaşasın halkların kardeşliği, yaşasın halkların eşitliği ” , “Faşizme karşı omuz omuza”  sloganlarını  haykırdılar.. Açıklamaya HDP Milletvekilleri Murat Çepni ile Gülistan Kılıç Koçyiğit  ile Murat çepni de katıldı.

Açıklamayı Disk Ege Bölge Temsilcisi  Memiş Sarı okudu . Açıklama şöyle;

Hitler faşizminin 1939 yılında Polonya’yı işgal ederek ikinci dünya savaşını başlattığı tarih olan 1 Eylül, barış içinde bir dünya mücadelesini unutturmamak için “Dünya Barış Günü” olarak ilan edilmiştir. Dünya genelinde, barış isteyen halkların alanlara çıkarak taleplerini ifade ettiği gündür 1 Eylül.

82 yıl sonra bizler 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü selamlarken, emperyalist dünyanın güçleri halklara savaş ve zorbalığı dayatmayı sürdürüyor. Emperyalist ülkeler, iktidarını sürdürmek için savaşı bir yol olarak görenler, savaşların doğurduğu insanlık dramını görmezden gelmeye devam ediyor. Dünya ve bölge halkları bir Dünya Barış Günü’ne daha savaşların kuşatmasında, barışa susamış olarak giriyor.

Sayıları son yıllarda hızla artan mülteciler ile dünya büyük bir insanlık krizi yaşıyor. Ülkemiz ise bu insanlık krizinin yaşandığı yer haline geldi. Sadece geçici koruma kapsamındaki Suriyelilerin sayısı 3 milyon 700 bini aştı. 2014-2021 yılları arasında üçüncü ülkelere (Kanada, ABD, İngiltere, Norveç vb.) yerleştirilen Suriyelilerin sayısı ise 17 bin 600 ile sınırlı kaldı.

Suriye, Afganistan ve Libya başta olmak üzere, yaşanan güç ve iktidar savaşlarında en çok kaybedenler; işçiler, kadınlar ve çocuklar oldu.

SAVAŞ; SİLAH SANAYİSİ İÇİN KÂR, HALK İÇİN YOKSULLUK VE ÖLÜM DEMEKTİR

Bölgemiz çatışma ve yaratılan gerilimlerin başlıca odaklarından biri. Suriye ve Libya harabeye döndü. Karadeniz kıyıları, Ortadoğu ve Kafkasya ülkeleri, Akdeniz’in kritik bölgeleri emperyalist yığınak altında bulunuyor. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler ‘barışın tesisi’ iddiasıyla gittiği her yere savaş ve yıkım götürüyor. Özellikle Ortadoğu, bitmeyen bir savaşın nesnesi olarak emperyalizmin savaş laboratuvarı olarak işlev görüyor.

ABD’nin yıllardır süren işgali ile yıktığı Afganistan’dan geriye, şimdi ABD ile anlaşarak iktidara yürüyen şeriatçı zorbalıktan başka bir şey kalmadı. Kadınlar başta olmak üzere, Taliban’ın şeriatçı zorbalığına ve her türlü siyasal gericiliğe hayır diyen insanların geleceği tümüyle yok edilmek isteniyor.

Son NATO ve G7 zirvesinde Çin’e karşı 2030’a kadar süreceği ifade edilen yeni bir “soğuk savaş” başlatıldı. Dünyanın en büyük savaş örgütü olan NATO Amerikan şefliğinde yeniden işler hale getiriliyor.

AKP iktidarı Yeni Osmanlıcı propaganda eşliğinde emperyalistlerin savaş senaryolarına ekleniyor, gerilim ve çatışmalardan yeni manevra alanları yaratmaya ve pay kapmaya çalışıyor. Suriye ve Afganistan başta olmak üzere yaşanan kitlesel göçlerin ve insani trajedinin sorumlusu emperyalist politikalar ve ateşe odun atmakta beis görmeyen AKP’nin dış politika anlayışıdır.

Halklara “ulusal çıkarlar” diye yutturulmak istenen savaş politikalarının işçi sınıfına ve ezilen halklara zerrece yararının olmadığının artık üstü örtülemiyor.

Süren savaşlar acı ve gözyaşı getirmekle kalmıyor, yaşamın her alanına sirayet ederek büyük ekonomik ve sosyal sorunlara da yol açıyor, devasa göçlere ve ekolojik yıkıma neden oluyor. Savaş, havalanmakta olan bir uçağın kanatlarına tutunarak kaçmaya çalışmak gibi acıtıcı, çaresiz ve ölümcül oluyor.

Emperyalist savaş politikalarının izdüşümü ülke içinde barışın önemini bir kat daha artırıyor. Tek adam yönetimi yapay kutuplaşmalarla ülkeyi gerilimlere sürüklerken Kürt sorununa ilişkin geleneksek inkâr çizgisini devam ettiriyor. Kayyum sistematiği ve kitlesel tutuklamalarla Kürt halkının iradesi yok sayılıyor. Taliban meşru görülürken 6 milyon insanın oy verdiği HDP terörist olarak hedefe konuyor. Siyasal cinayetler ve ırkçı saldırılar cumhur ittifakının kışkırtıcı kutuplaştırıcı politikaları ile desteklenirken halklar, tüm bu kışkırtmalarla ile savaşsız, çatışmasız bir ülkenin mümkün olmayacağına ikna edilmeye çalışılıyor. Oysaki Kürt sorununun kürtlerin kimliğiyle, diliyle, eşit hak ve özgürlükler temelinde çözülmesi demokrasi ve barışın bir arada yaşamanın teminatı olduğu her geçen gün daha çok anlaşılıyor. Savaş ve yıkım politikaları kaybediyor. Kaybetmeye devam edecek.

EMEKÇİYE YÜZDE 5 ZAM VERİLİRKEN KAYNAKLAR SİLAHLANMAYA AKTARILIYOR

Türkiye, OECD verilerine göre; 34 Avrupa ülkesi arasında gelir dağılımı eşitsizliğinin en yüksek olduğu ikinci ülke (birincisi Sırbistan). Öte yandan Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) tarafından açıklanan verilere göre, 2020’de silahlanmaya en fazla kaynak ayıran 16. ülke konumunda bulunuyor. Türkiye, NATO üyeleri arasında da ABD’den sonra milli gelirine göre silahlanmaya en fazla kaynak aktaran ikinci ülke.

AKP iktidarı; ABD ve NATO’nun planına bağlı olarak Afganistan’da arabuluculuk rolü üstlenmeye soyunarak; Taliban’la “bir farkımız yok” sözleriyle bu karanlık çeteye yeşil ışık yaktı. Erdoğan; ”Türkiye güçlü bir devlet olduğu için göçmen kabul ediyoruz daha da edeceğiz” diyerek ülkeyi batı emperyalizminin göçmen deposuna dönüştürürken, göçmenleri AB ile insanlık dışı bir pazarlığın metası haline getiriyor. Türkiye egemenleri Suriyeli, Afgan göçmenleri ucuz işgücü olarak sömürürken, diğer yandan yabancı düşmanlığı ile işçi sınıfının birliğini parçalamak için ırkçılığı körükleyip milliyetçilik üzerinden kitleleri yedeklemek istiyor.

Mülteciler emperyalistlerin ve işbirlikçisi devletlerin masasında pazarlık ve şantaj konusu yapılamaz. Olası göçlerde sınırlar, zulümden kaçan halka kapatılmamalı, savaş suçluları ayıklanmalı, geçişlerde kayıt altına alınarak mültecilere iltica ve üçüncü bir ülkeye geçme hakkı tanınmalıdır. Taliban hiçbir surette tanınmamalıdır.  

Afganistan’daki Taliban zulmüyle karşı karşıya kalan kadınlarla, emekçilerle ve tüm ezilenlerle ve ülkemize göç etmek zorunda kalan mültecilerle dayanışma içinde olacağız. Laiklik, bağımsızlık, demokrasi ve barışı ülkemizde ve bölgemizde kazanmak için emperyalizmine ve işbirlikçisi dinci gericiliğe karşı halkların kardeşliği ve dayanışmasını savunarak mücadeleyi yükselteceğiz.

BARIŞA HAVA KADAR SU KADAR İHTİYACIMIZ VAR

Savaş; demokratik, eşit, özgür ve adil bir yaşam hakkını engeller, işçi sınıfına daha fazla işsizlik, daha fazla yoksulluk ve sömürü getirir.  Emek sömürüsü, açlık, yoksulluk, işsizlik anlamına gelen savaşlardan doğrudan etkilenen işçiler, emekçiler halklar olarak bizler yaşanır bir dünya talebini yineliyoruz. Bu nedenle şiddetin çözümü emek, barış ve demokrasidir diyoruz.

Barışın hiçbir zaman olmadığı kadar yüksek bir sesle haykırılması, “çocuğun gördüğü düş” olmaktan çıkıp somut koşullarının sağlanması için mücadele etmeye devam edeceğiz.

İşçi sınıfı ve ezilen halklar olarak, emperyalizme ve işbirlikçi rejimlere karşı demokrasi, bağımsızlık, barış ve eşitlik mücadelesini yükselteceğiz. Savaşsız, sınırsız, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya için mücadele edeceğiz.

Tabii ki bundan 5 yıl önce ülkemizde de barış için ses veren akademisyenler haksız ve hukuksuzca ihraç edilmiş, yargılanmış barış için imza vermekten yaşamları pahasına geri durmamışlardır. Onları bir kez daha barış elçileri olarak tüm coşkumuzla alkışlıyoruz.

Savaşa karşı barış, ayrımcılığa karşı eşitlik, ırkçılığa karşı kardeşlik! 

 İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ”