1 Eylül Dünya Barış Günü halklar savaş değil barış istiyor

 


Bugün, insanlık tarihi boyunca yaşanan savaşların,  katliamlara, yıkıma, büyük acılara yol açtığı İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı gün olan 1 Eylül. 

1939 Yılında Hitler faşist diktatörlüğünün Polonya’yı işgal ettiği, milyonlarca insanın ölümüne yol açan 2. Dünya savaşının başladığı tarih..

Milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği emperyalist paylaşım savaşının bir daha asla yaşanmaması için dünyanın pek çok yerinde ve ülkemizde, işçiler, emekçiler, halklar, emperyalizme, savaşa, faşizme ve her türden gericiliğe karşı bugün ayağa kalkıyor, işgalin, sömürünün olmadığı, adaletli, barış içinde, hak eşitliği temelinde kardeşçe yaşayacakları ortaklaşmacı, dayanışmacı bir düzeni talep ediyorlar.

Bugün dünyamızda bölgesel çatışmalar, iç savaşlar, bütün şiddetiyle sürüyor. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, emperyalist devletler arasındaki çatışmalar derinleşiyor. Devrimci demokratik güçler, emperyalist güçlerin çatışmalarının işçilere, emekçilere, kadınlara, çocuklara kan ve gözyaşı, tecavüz getirdiğini ve ağır acılara, kayıplara yol açtığını biliyor, görüyor; emperyalist devletlerin faşist diktatörlüklere ve iç gericiliklere karşı politik manevralarını izliyor, halklara ve milletlere saldırıya, kuşatmaya, ambargo uygulamaları, tehditlere karşı mücadele ediyorlar.

Dün olduğu gibi bugün de emperyalist devletler ekonomik ve siyasal yayılmasını güçlendirmek ve uluslararası sermayenin karını arttırmak için halklar arasındaki çatışmaları körüklüyorlar. Dil, din,mezhep, renk, etnik kimlik, ulusal köken farklılıkları kışkırtarak bölgesel çatışmalar, iç savaşlar oluşturuyor ya da koşullarını hazırlıyorlar. Halklar ve milletler savaş kıskacı içerisine alınmıştır. Bölgesel çatışmalar, vekalet savaşları, iç savaşlar büyük göçlere, açlığın yoksulluğun derinleşmesine, büyük adaletsizliklere, tüm ezilenlere, kadınlara ve ezilen halklara yönelik şiddetin artmasına ve savaş-çatışma bölgelerinde ekolojik yıkımlara, büyük kayıplara ve acılara yol açmaktadır.

Emperyalist güçler arasındaki hegemonya ve paylaşım kavgası, yayılmacı politikalar coğrafyamızı fiilen  savaş alanına çevirdi.  Ukrayna  ve Rusya arasındaki savaş iki yıldır tüm şiddetiyle sürüyor.  Dünya jandarması NATO, Rusya’ya karşı kuşatma, yayılma ve genişleme stratejisi uygularken, Rusya ülke içerisinde baskı politikalarını süreklileştirirken dışarıya yönelik hegemonik güç politikalarını hayata geçirmektedir.  Savaş makinesi olan NATO üzerinden ABD yayılmacılığı ve ABD’nin Doğu Avrupa’yı silahlandırılması, Ukrayna’ya her türlü batı desteği  karşısında Rus emperyalizminin yayılmacı politikası savaşı şiddetlendirdi. Yıkım, kan, göz yaşı ve sivil katliamları birlikte getirdi.

Filistin’de savaş tüm hızıyla sürüyor. Siyonist İsrail devleti, 7 Ekim 2023’te, İzzeddin el-Kassam Tugaylarının gerçekleştirdiği “Aksa Tufanı” saldırısını fırsat bilerek Gazze’ye saldırdı.  Filistin halkı katlediliyor  yerleşim yerleri, hastaneler, okullar bombalanıyor, çocuklar katlediliyor. Kırk bini aşkın insan katledildi. ABD ve Batılı emperyalistler Siyonist İsrail devletine, Filistin halkına karşı sürdürdüğü sömürgeci, barbar savaşta açıkça her türlü desteği verdi, veriyor. ABD  ve batılı emperyalistler Ortadoğu’da savaşı genişletmek İran’ı savaşın içerisine çekmek için her türlü provakatif saldırıları yapıyor. Siyonist İsrail Ortadoğu’da savaşı genişletmek ve ilerletmek için Lübnan, Suriye ve Yemen’i bombalıyor. ABD emperyalizmi  ve İsrail siyonizmi bölgedeki silahlı güçleri dinci gerici faşist örgütlerle çatışmayı yoğunlaştırıyor. Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmeye çalışıyorlar.

Ülkemizde ise AKP ve MHP’nin çektiği faşist iktidar bloku düşünce ve ifade özgürlüğünü, işkence yasağın yok sayıyor; yasalarda güvence altına alınmış görünen tüm temel hak ve özgürlükleri ağır biçimde ihlal ediyor; yürürlükteki anayasa hükümlerini uygulamıyor, yok sayıyor. Seçilmiş politikacıları, ülkenin hukuku savunan avukatlarını, gazetecileri ve insan hakları savunucularını, aydınları hapishanelere dolduruyor. Yıllardır uyguladıkları kör ekonomi politikaları sonucu ülkeyi altından kalkılmaz ağır bir ekonomik krize sokarak işçilerin, emekçilerin büyük bedeller ödeyerek mücadeleyle elde ettiği tüm kazanımları gasp ederek, krizin sonuçlarını halkın sırtına yıkmaya çalışıyor. Ülke içinde ve dışında savaş kışkırtıcı politikaları yürütülüyor. Tüm sorunların çözümünde baskı, şiddet, çatışma ve savaş tek yöntem haline getiriliyor.

Ekonomik krizin derinleştiği, halkın pahalılık nedeniyle gıdaya erişemediği, evlatlarını okula gönderemediği, üreticilerin ürünlerini maliyetin altında dahi satamadığı, yaşamın çekilmez boyutlara ulaştığı koşullarda faşizmin baskı ve şiddet, çatışmaları kışkırtma politikalarını görünmez kılıyor.

Coğrafyamızda halkların ve ulusların çıkarı ve talebi savaş ve militarizm değil kardeşlik, eşitlik, barış ve demokrasidir. Ülke içinde ve bölge halkları arasındaki savaş politikalarına son verilerek barışçıl politikalar ve halkların, ulusların içişlerine karışmama politikalarının izlenmesi, temel hak ve özgürlüklerin eşitliği temelinde sorunların çözümüne kapı açabilir. Bir demokrasi sorunu olan Kürt sorunun da barışçıl ve demokratik biçimde çözülmesinin yolu da budur.

Bugün başta ABD emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalist devletlerin ve onların işbirlikçilerinin coğrafyamızdaki, savaş kışkırtıcı, sömürgeci, yayılmacı politikalarına karşı direnme savaşı ve demokrasinin yolu halkların ve milletlerin emperyalizme ve faşizme karşı birleşik mücadelesinden geçiyor!

Coğrafyamızda halkların ve milletlerin faşizme ve savaşa karşı demokratik ve barışçı politikaların yaşam bulmasına ihtiyacı var. Emperyalist paylaşım savaşının yol açtığı acıları bir daha yaşamamak için dünyada ve bölgemizde, tüm halkların eşit, özgür, insanca ve kardeşçe yaşayacağı bir toplumsal düzeni kendi ellerimizle kurmanın yolunu açmak için herkesi omuz omuza ortak mücadeleye davet ediyoruz.

Halklar savaş değil barış istiyor.

 

 

 

İzmir Kadın Platformu: “Soyadı Dayatmasına Hayır” demeye devam edecek, yargı paketinizi geri çekene kadar mücadele edeceğiz!

 

İzmir Kadın Platformu, Karşıyaka Çarşı girişinde AKP-MHP faşist iktidarının kadın politikaları ve 9.Yargı Paketi ile getirilmek istenen kadın hakları karşıtı yeni düzenlemelerle ilgili basın açıklaması  gerçekleştirdi.

Açıklamayı Didar Gül okudu.  Açıklamanın tam metni şöyle:

“Basına ve Kamuoyuna;

AKP-MHP iktidarı özellikle de yerel seçimlerdeki yenilgilerinden sonra saldırı konseptini derinleştiriyor. İçine girdikleri devlet krizinden kadınlara, çocuklara, Kürtlere, LGBTİ+lara, emekçilere, hayvanlara saldırarak çıkma hesapları yapıyor.

Emekçiler her geçen gün daha da büyüyen yoksulluk ile mücadele ederken zenginliklerine zenginlik katan bir avuç sermayedarın devleti olmaya devam eden bir devlet gerçeği var. Açlık sınırı altında asgari ücreti bize reva görüp tasarruf adı altında Temmuz zammı yapmazken kendi maaşlarına 17 asgari ücrete denk gelecek biçimiyle zam yapıyorlar.

Kan kokulu yasa tasarıları ile sokak hayvanlarını öldürme planı yaparken yükselen itirazları görmezden geliyor.

Kürt halkının seçilmişlerine kayyım atayarak halk iradesini yok sayıyor, kayyıma karşı iradesini savunanları gözaltına alıyor ve tutukluyor, IŞID’ e karşı direnişi savunan siyasetçilere onlarca yıl hapis cezaları veriyor.

Nefret politikaları ile cinsiyetçiliği körüklüyor kadınlara ve LGBTİ+lara aile güzellemeleri ile saldırıyor. Onur yürüyüşlerine saldırırken LGBTİ+ları terör örgütü diye lanse etme cürretini gösterebiliyor.

Maarif eğitim modeli, ÇEDES gibi hamlelerle eşitlikçi, parasız eğitim hakkını gasp ederken yaptıkları her adımda laikliğe saldırmaya devam ediyor, gençleri  geleceksizleştiriyor.

Her gün kadınların öldürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Bir günde 7 kadının erkekler tarafından öldürülmesine rağmen kılını kıpırdatmayan iktidar konu kadınların hakları olunca saldırı için her türlü planı devreye koyuyor. İnfaz yasasında düzenleme yasası altında, kadın ve çocuklara yönelik suçların faillerine yeni bir af düzenlemesi, yani tekrar tekrar suç işlemiş ve mahkum olmuş hükümlerin koşullu salıverilmesi gündemde.

Yeni bir saldırı ise 9. Yargı Paketi. Erkek egemen devletin tüm kurumları; kadın düşmanı söylem ve politikaları hayata geçirerek, kadına yönelik her türlü şiddet faili olan erkeklere ceza indirimleri uygulayarak, kadınları koruyan yasalara saldırarak, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin ardından 6284 sayılı kanunu hedef alarak, kadınların her türlü şiddete maruz kaldığı aile kurumunu kutsallaştırarak kadına yönelik taciz, tecavüz, şiddet ve cinayetleri dolaylı olarak destekliyor.

9.yargı paketi dedikleri şey, ailenin korunması ve güçlendirilmesi adı altında, Erdoğan’ın sunum bölümünü yazdığı 73 sayfalık broşürle başlayan ve kadınların toplumsal yaşama katılmasının engellenmesi amacı ile yapılan planın bir parçası. Kadının sadece aile ile tariflenmesi  ile bir kimliksizleştirme savaşı veriyor. Evlilik oranlarının düşmesini ciddi bir tehlike olarak gören, çocuk doğurma oranlarının düşmesiyle nüfus politikalarının önümüzdeki dönem ciddi sorunlarla karşı karşıya kalacağını ifade eden Erdoğan, doğum oranlarının düşmesini, kadınların uzun yıllar eğitim hayatı içerisinde kalması bu nedenle geç evlenmesi ile gerekçelendirerek kadınlara alternatif eğitim modelleri üretiyor. Yaşlı bakımı, çocuk bakımı, evde üretim yapabileceği meslekler ile kadını eve hapsederek makbul kadını yaratmaya çalışıyor. Ekonomik kriz ile birlikte derinleşen yoksullukta OVP ile kadınlara esnek yani güvencesiz, ucuz işgücü olmak dışında bir seçenek sunmuyor.

Kadınların kazandığı haklara saldırı bu defa da 9. Yargı Paketi ile bir de “Soyadında eşitlik” hakkımıza saldırı olarak karşımıza çıktı. Kadınların hangi soyadını kullanacaklarına dair kararı verme hakkını elimizden almaya çalışıyor.

Kadınların evlendikten sonra kendi soyadını tek olarak ya da erkeğin soyadı ile birlikte kullanma hakkını , “anne babasının soyadının farklı olmasının çocuğun ruhsal sağlığını etkileyeceği” gerekçesiyle ellerinden alarak ve kadının, erkeğin soyadını kullanmasını zorunlu kılarak; kadının erkeğe eklemlenmiş, kimliksizleşmiş bir varlık olmasını amaçlıyor. Gittikçe büyüyen kadın mücadelesini, kadın dayanışmasını ve cins bilincini yasalarla zapturapt altına alıp meşru bir zemine oturtmaya çalışıyor. Ama yok öyle yağma!

Sokakta mücadele ederek kazandığımız hiçbir hakkı savunmakta tereddüt etmemenin gücüyle sesleniyoruz. “Soyadında eşitlik” hakkı bizim ve vazgeçmeye niyetli değiliz. Tıpkı hala vazgeçmediğimiz ve tekrar imzalatacağımız İstanbul Sözleşmesi gibi, tıpkı koruduğumuz 6284 gibi…

Söz konusu yasa içerisinde 6284’e saldırı anlamına gelen uzaklaştırma kararının ihlali sonrası hapis cezasına itiraz hakkı ya da “etki ajanlığı” ismiyle kadın ve LGBTİ+ları hareketsiz bırakma gibi şeytanın aklına gelmeyecek maddeleri nasıl geri çektiyseniz “soyadında eşitlik” hakkımıza yönelik kadın düşmanı maddenizi de geri çekeceksiniz!

Kazandığımız her şeye sıkı sıkı sarılmaya, kadın düşmanı politikalarınıza karşı sokakta örgütlü gücümüzle cevap vermeye devam edeceğiz. Biz kadınlar ne bir sayıdan ne de aileden ibaretiz. Ve biliyoruz ki ne olursa olsun sokakta olan kadınlar sizin bu düzeninizi yıkacak. Korkunuz da saldırganlığınız da bundan!

“Soyadı Dayatmasına Hayır” demeye devam edecek, yargı paketinizi geri çekene kadar mücadele edeceğiz!

Yaşasın Kadın Dayanışmamız!
20.07.2024

İzmir Kadın Platformu”

Bozkırın Direnişi, Çorum’da katledilenler ve Nuret’in anısına

Madımak yanıyor. Unutmadık unutmayacağız.

 

Sivas Madımak  katliamı’ nın 31. yılında İzmir Alevi Bektaşi Federasyonu ve Bileşenleri (ABF),  İzmir’de  Türkan Saylan Kültür Merkezi’nin önünde basın açıklaması düzenledi. Açıklamaya İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri de katıldı. Açıklamayı ABF adına  Alevi Bektaşi Federasyonları ve Bileşenleri  Temsilcisi Gülbahar Kaplan okudu. Açıklamadan sonra katılımcılar Türkan Saylan Kültür Merkezi’nin önünden  Gündoğdu Meydanı’na yürüdü ve  denize karanfil bıraktı.

Açıklamanın tam metni şöyle.

“Alevi Bektaşi Federasyonu ve Bileşenleri Adına Basına ve Kamuoyuna

2 Temmuz 1993 Sivas Madımak Katliamı’ nın 31. yılında acımız ve öfkemiz her geçen gün artarak devam ediyor . Madımak Katliamı , insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur ve zaman aşımı kararını kabul etmiyoruz . Bu bağlamda , Alevi Bektaşi Federasyonu ve bileşenleri olarak her yıl olduğu gibi bu yıl da Sivas’ta olacağız .

Cumhuriyet tarihinin en barbar katliamının üzerinden 31 yıl geçti ve bu sürecin 22 yılında AKP iktidardadır . İktidarlarının ilk gününden beri de katliamcı zihniyetin lehinde taraf olmuştur . Katillerin avukatlığını yapanları milletvekili yaparak işe başlayan AKP, sonunda suçları sabit olan ve hüküm giyen katilleri de affederek serbest bırakmıştır . İnsanlığa karşı işlenmiş bir suç olan bu katliamın yapıldığı Madımak Oteli’nin utanç müzesi olması yönündeki taleplerimizin karşılanması bir yana , cezaevinde kaç kişinin tutuklu olduğuyla ilgili dahi bilgi verilmemektedir. Şu günlerde siyasette normalleşmeden bahsedilmektedir .  Eğer normalleşme adına bir adım atılacaksa ise , Diyanet İşleri’nin bütçesini tamamen sıfırlayarak , okullarda zorla verilen din derslerini kaldırarak , Alevi köylerine cami yapılmasından vazgeçilerek , AHİM’in Aleviler ile ilgili verdiği kararları uygulayarak ve Madımak Oteli’ni utanç müzesi yaparak başlanmalıdır

Asimilasyonun ve inkârın suç kapsamına alındığı, her türlü nefret söyleminin yasaklandığı bir iklim yaratarak normalleşme olacaktır.  Normalleşme , tek adam rejiminden vazgeçilerek tüm kimliklerin eşit olarak temsil edildiği parlamenter sisteme geçiş ile olacaktır . Alevilerin tüm itirazlarına rağmen kurulan  ” Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı ” nın kapatılmasıyla olacaktır.

Biz Aleviler , ezilenler ve ötekileştirilenler bir kez daha diyoruz ki ; katliamın üzerinden 31 yıl geçmiş olmasına rağmen , bu acıyı ve öfkeyi unutmadık , unutturmayacağız . Adalet talebimizden asla vazgeçmeyeceğiz ve gerçek sorumluların yargılanması için mücadelemizi sürdüreceğiz .

Bu yıl , 2 Temmuz tarihinde saat 19 : 00’da tüm ülkede eş zamanlı olarak demokrasi güçleri , sivil toplum örgütleri , siyasi partiler ve müsaip kurumlarla birlikte meydanlarda olacağız ve ortak basın açıklamaları düzenleyeceğiz .

Bu basın açıklamaları ile hem acımızı hem de taleplerimizi bir kez daha yüksek sesle dile getireceğiz . Katliamın üzerinin örtülmesine , sorumluların cezasız kalmasına ve unutturulmasına izin vermeyeceğiz . Toplumsal barış ve adaletin tesis edilmesi için herkesi,  bu acı günümüzde bizlerle birlikte olmaya , sesimize ses katmaya davet ediyoruz .

Siyasal İslam’ın hayatın her alanını karanlığa boğmaya çalıştığı süreçte bizler asla karanlığa teslim olmayacağız . Anadolu’ya ışık olmaya devam edeceğiz . Alevi Bektaşi Federasyonu ve bileşenleri olarak, 2 Temmuz Sivas Madımak Katliamı’ nın unutulmaması ve unutturulmaması için mücadelemizi kararlılıkla sürdüreceğimizi bir kez daha vurguluyoruz .

Basına ve kamuoyuna saygıyla duyurulur .”

İzmir’de hak örgütleri Birleşmiş Milletler İşkence Görenlerle Mücadele Günü’nde; İşkencesiz bir dünya mümkün, İşkenceye hayır diyoruz!

Birleşmiş Mİlletler (BM)  26 Haziran İşkence Görenlerle Dayanışma Günü’nde  İzmir’de  Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde, ÇHD İzmir Şubesi, Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, Hak İnisiyatifi Derneği, Halkların Köprüsü Derneği, İHD İzmir Şubesi, İmece Dostluk ve Dayanışma Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği,  KESK İzmir Şubeler Platformu, ÖHD İzmir Şubesi, TİHV İzmir Temsilciliği  birlikte basın açıklaması yaptı.

Basın açıklamasını TİHV Genel Sekreteri Coşkun Üsterci okudu.Açıklamanın tam metni:

“Küresel İnsani Krize Karşı, İnsan Hakları Değerlerine Sahip Çıkıyor, İşkenceye Hayır Diyoruz!

26 Haziran İşkence Görenlerle Dayanışma Günü” tüm dünyada insan hakları savunucuları açısından özel ve önemli bir gündür.

Birleşmiş Milletler (BM) “İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Muamele ya da Cezaya Karşı Sözleşme” 26 Haziran 1987 tarihinde yürürlüğe girmiştir. BM 1997 yılında bu günü “İşkence Görenlerle Dayanışma Günü” olarak ilan etmiştir.

Türkiye’nin de altına imza attığı bu sözleşme, insanın sahip olduğu onur ve değeri korumak için işkenceyi mutlak olarak yasaklar. İnsanlık ailesinin ortak kazanımı olan ve modern insan hakları hukukunun ean temel kurallarından birini oluşturan bu yasak, normlar hiyerarşisi açısından üstün kural, başka bir deyişle buyruk kural niteliğindedir. Dolayısıyla hiçbir koşulda istisnası olamaz.

Sözleşmenin 2. maddesinin 2. paragrafında bu durum şöyle ifade edilir: Hiçbir istisnai durum, ne harp hâli ne de bir harp tehdidi, dâhili siyasî istikrarsızlık veya herhangi başka bir olağanüstü hâl, işkencenin uygulanması için gerekçe gösterilemez”.

Bu açık ve net belirlemeye karşın işkence, hâlen dünyanın pek çok ülkesinde devletler tarafından toplumlara karşı insanlık dışı bir cezalandırma ve yıldırma aracı olarak giderek artan biçimde kullanılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında tesis edildiği biçimiyle küresel insan hakları rejimini ayakta tutan siyasi iradenin hızla çözüldüğü koşullarda, İsrail’in işkence yasağı ihlalleri başta olmak üzere Gazze’de sebep olduğu ağır insani kriz, bu çözülme sürecinin varacağı/vardığı noktayı göstermesi bakımından önemlidir.

Türkiye “İşkenceye Karşı Sözleşme”yi 1988 yılında kabul etmiş, Anayasa ve Ceza Kanunu’nda işkenceyi yasaklamıştır. Maalesef ülkemizde de işkence ve diğer kötü muamele sadece askeri darbeler döneminde değil tüm cumhuriyet tarihi boyunca sistematik bir devlet pratiği olarak varlığını korumuştur. Ancak, ekonomiden toplum sağlığına ülkenin tüm meselelerini güvenlik sorunu haline getiren mevcut siyasal iktidarın, her geçen gün daha da artan baskı ve kontrole dayalı yönetme tarzı sonucu, günümüzde tüm ülke adeta işkence mekânı haline gelmiştir. Bu açıklamanın ekinde paylaşılan veriler, mutlak yasağa ve insanlığa karşı bir suç olma vasfına rağmen işkencenin Türkiye’nin en başat insan hakları sorunu olduğunu ortaya koymaktadır.

Siyasal iktidarın giderek daha fazla otoriterleşmesi ile orantılı biçimde; devlet erkinin çeşitli kademelerinde yaygınlaşan yasa, kural ve norm denetiminden kaçınma, keyfilik, bilinçli ihmal gibi sebeplerle usul güvencelerinin ihlal edilmesi, gözaltı sürelerinin uzunluğu, izleme ve önleme mekanizmalarının işlevsiz kılınması ya da bağımsız izleme ve önlemenin hiç olmaması, en yetkili ağızlardan yapılan işkenceyi bizzat teşvik edici söylemler, köklü cezasızlık politikaları vb. sonucunda, resmi gözaltı merkezlerinde işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları tüm vehameti ile devam etmektedir.

Kolluk güçlerinin barışçıl toplantı ve gösterilere müdahalesi sırasında, sokak ve açık alanlarda ya da ev ve iş yeri gibi mekânlarda, yani resmi olmayan gözaltı yerlerinde ve gözaltı dışındaki ortamlarda yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları, önceki dönemlerde görülmeyen bir boyuta varmıştır. Kolluk güçlerinin, evrensel hukukta ve ülke yasalarında tanımlanan zor kullanma yetkisinin çok ötesine geçen, kural dışı, denetlenmeyen, cezalandırılmayan, siyasal iktidar tarafından görmezden gelinen, hatta teşvik edilen bu şiddeti sıradanlaşmış, gündelik yaşamın bir parçası haline gelmiştir.

Yıl boyunca, demokratik bir toplumun temelini oluşturan ve Anayasa tarafından da teminat altına alınmış olan toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini kullanmak isteyen Cumartesi Anneleri/İnsanları, kadınlar, LGBTİ+’lar, işçiler, öğrenciler, yaşam savunucuları, gasp edilen iradelerine sahip çıkmak isteyen seçmenler, siyasi partilerin, meslek örgütlerinin üye ve yöneticileri, insan hakları savunucuları, farklı dini cemaat ve gruplar, mülteci ve sığınmacılar bu zalimane kolluk şiddetine maruz kalmışlardır.

Özellikle son dönemde Kürtlerin yoğun yaşadığı il ve ilçelerin belediyelerine çeşitli gerekçelerle, yurttaş/seçmen iradesinin gaspına dayalı, ayrımcı, hukukun üstünlüğü ilkesine, insan hakları ve demokrasi değerlerine aykırı bir şekilde kayyum atanmasını barışçıl toplantı ve gösteriler yaparak protesto etmek isteyen çok sayıda kişi, kolluk güçlerinin müdahalesi sonucu işkence ve diğer kötü muameleye maruz kalarak gözaltına alındılar hatta yaralandılar.

Yakın tarihimizin en utanç verici insan hakları ihlallerinden biri olan, insanlığa karşı suç niteliğindeki zorla kaçırma/kaybetme vakalarında OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından bu yana yeniden bir artış görülmesi son derece endişe vericidir. Kaçırılan Yusuf Bilge Tunç isimli kişiden 6 Ağustos 2019 tarihinden bu yana haber alınamamaktadır.

Türkiye’de hapishaneler, her dönem işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarının yoğun olarak yaşandığı mekânlar olmuştur. Özelliklede 2015 Temmuz’unda Türkiye’nin yeniden çatışma ortamına girmesiyle başlayan, ardından OHAL ilan edilmesiyle devam ederek günümüze varan süreçte hapishanelerde işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarında ileri düzeyde artışlar yaşanmaktadır.

Hapsetmenin doğası başlı başına acı veren travmatik bir süreçtir. Hapsedilen kişiler ayrıca bir cezalandırmaya tabi tutulamaz. Mahpusların fiziksel ve psikolojik bütünlüklerinin ciddi şekilde zarar görmesine neden olan tek kişi ya da küçük grup izolasyonu uygulamaları ise işkence ve diğer kötü muamele niteliğinde bir cezalandırmadır. Son dönemde mimari yapısı ve gündelik uygulama rejimi ile izolasyon koşullarını daha da ağırlaştıran S Tipi, Y Tipi ve Yüksek Güvenlikli yeni hapishanelerin açılması, bilhassa da Avrupa İşkencenin ve İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Ceza veya Muamelenin Önlenmesi Komitesi’nin (CPT) raporlarında da yer verildiği üzere, İmralı Hapishanesinde uygulanan izolasyonun özel biçimi kabul edilemezdir.

Açıklama ekinde yer alan verilerle görünürlük kazandırmaya çalıştığımız endişe verici bu gerçeklik, uluslararası önleme mekanizmalarının ve insan hakları kurumlarının raporlarına da yansımaktadır. Ne var ki; Anayasa başta olmak üzere herhangi bir kural ve normla kendini sınırlandırmak istemeyen siyasal iktidar, uluslararası mekanizmaları, onların yaptığı eleştiri ve uyarıları dikkate almamakta, işkenceyi önlemeye yönelik iyileştirmeleri yapmamaktadır. Aksine, mevzuatta işkence yasağının mutlak niteliğine aykırı düzenleme ve değişiklikler yaparak cezasızlığı “güvence” altına almaya çalışmakta, ihlalleri görünür kılmaya çalışan insan hakları savunucularına yönelttiği tehdit ve tacizlerle işkenceye karşı mücadeleyi engelleyebileceğini düşünmektedir.

Bu iç karartıcı hakikate rağmen kence” insan eliyle gerçekleşen bir fiil olduğu için, insan eliyle de önlenmesi mümkündür.

İşkenceyi önleme yükümlülüğü öncelikle devletlere aittir. Bu nedenle de devletler, her şeyden önce işkenceyi bir sindirme aracı olarak kullanmaktan vazgeçmeli, işkence suçlarını etkin bir biçimde soruşturmalı ve cezasızlıkla mücadele etmelidirler. Dolayısıyla insan hakları savunuculuğunun bir gereği olarak yıllardır sabır ve ısrarla dile getirdiğimiz bu kapsamdaki asgari talepleri siyasal iktidara bir kez daha hatırlatıyor ve ivedilikle gerçekleştirilmesini istiyoruz:

  • İşkencenin ülkemizde bu boyutta olmasının en temel nedeni, işkence yasağının mutlak niteliği ile bağdaşmayan çok ciddi bir cezasızlık kültürünün varlığıdır. Her şeyden cezasızlık politikalarına derhal son verilmelidir.
  • Her düzeyde yetkililer işkenceyi ve işkenceciyi öven, teşvik eden söylemlerden vazgeçmeli; uluslararası mekanizmaların tavsiyeleri doğrultusunda, işkence uygulamalarını kamuya açık bir şekilde kesin olarak kınanmalıdır.
  • Gözaltı koşullarında usul güvenceleri eksiksiz olarak uygulanmalıdır.
  • Gözaltı süreleri kısaltılmalıdır.
  • Mevcut Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) kaldırılmalı, BM İşkenceye Karşı Sözleşmeye ek Protokol (OPCAT) ve BM Paris Prensiplerine uygun, tümüyle bağımsız yeni bir Ulusal Önleme Mekanizması (UÖM) oluşturulmalıdır.
  • İşkencenin belgelenmesi ve raporlandırılması bir BM belgesi olan ‘İstanbul Protokolü’ ilkelerine göre yapılmalıdır.
  • İşkenceye ilişkin iddialar İstanbul Protokolü ışığında hızlı, etkin ve tarafsız bir şekilde soruşturulmalı, bağımsız heyetlerce araştırılmalı, adli yargılama süreçlerinin her aşamasında uluslararası etik ve hukuk kurallarına uygun davranılmalıdır.
  • Hapishaneler insan hakları, sağlık ve hukuk örgütlerinin bağımsız denetimine açılmalıdır.
  • CPT raporlarının tümü açıklanmalı ve tüm tavsiyelere uyulmalıdır.
  • Cezaevi İdare ve Gözlem Kurulları’nı yürütmeye doğrudan bağımlı kılan, bu kurulların adeta bir mahkeme gibi hareket ederek yargı yetkisi kullanmasına yol açan tüm düzenlemeler iptal edilmelidir.

Ancak şunu da hatırlatmak isteriz ki; insanlık onuruna sahip çıkmak ve işkenceyi önlemek aynı zamanda tüm toplumun da sorumluluğudur. İnsan ve yurttaş olmak için, bizi toplum yapan müşterek bağı korumak için, işkencenin yol açtığı acıları görmek ve dayanışmayı büyütmek zorundayız.

İşkencesiz bir Türkiye ve dünyaya ulaşmayı amaçlayan kurumlar olarak, dün olduğu gibi bundan sonra da tüm örtbas etme, korkutma, susturma çabalarına karşın, başlarına geleni kader olarak kabul etmeyip, yüksek sesle haykırabilmeleri için işkence görenlerin her koşulda yanında olmaya; maruz kaldıkları işkenceyi belgeleyip raporlamaya; fiziksel ve ruhsal onarım süreçlerine destek vermeye; adalete erişimlerine yardımcı olmaya; yaşadıkları acıların bir daha asla tekrarlanmaması için cezasızlıkla mücadele etmeye devam edeceğiz.”

Görüyoruz, susmuyoruz, mücadele ediyoruz…

İnsanlık onuru işkenceyi mutlaka yenecek…

İşkencesiz bir dünya mümkün!”


Ízmir’de hak örgütleri, insan hakları savunucuları polis tacizine ve baskısına maruz bırakılamaz.Taciz edenler bulunmalı ve yargılanmalıdır.

 

Ínsan Hakları Derneği Ízmir Şubesi Başkanı Av.Zilan Gümüş’e insan hakları faaliyetleriyle ilgili birçok kez  polis tacizine maruz bırakılması ile ilgili Ínsan Hakları Derneği Ízmir Şubesinde, insan hakları alanında faaliyet gösteren  Türkiye Ínsan Hakları Vakfı Ízmir Temsilciliği, Çağdaş Hukukçular Derneği Ízmir Şubesi, Özgürlük Íçin Hukukçular Derneği ve  Ínsan Haklari Derneği Ízmir Şubesi  ortak basın açıklaması yaptı. Açıklamaya DEM  Parti Eş Başkanı Vezan Karabulut ve Ímece-Der Başkanı Günseli Kaya’da katıldı.

 

Açıklama metnini, Kurumlar adına  ÍHD Ízmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Gülay Gün Bilici okudu.

“Değerli basın emekçileri, bugün burada İnsan Hakları Derneği (İHD) İzmir Şubesi Eş Başkanı sevgili arkadaşımız Av. Zilan Gümüş’ün, gerçekleştirdiği insan hakları faaliyetleri ve dernek çalışmaları nedeniyle yakın zamanda birçok kez polis tacizine maruz bırakılması nedeniyle basın toplantısı gerçekleştirmek için bir aradayız. 

Sevgili arkadaşımız Zilan Gümüş, İHD İzmir Şubesi Eş Başkanı sıfatı ile yaptığı basın açıklamaları, derneğe yapılan başvuruları alması, hak ihlalleri gözlem ve raporlama faaliyetleri, derneğe yapılan başvurular ile ilgili hak ihlallerinin giderilmesi yönünde yürüttüğü işlemler ve İHD’nin ilke ve kararları doğrultusunda yürütmüş olduğu çalışmalar, kısacası verdiği insan hakları mücadelesi nedeniyle yakın zamanda birçok kez polis takibine ve tacize maruz kalmıştır. Eş Başkanımız; avukatlık mesleki faaliyetlerini yürüttüğü ofisin önünde, evinin önünde, özel yaşamını sürdürdüğü alanlarda takip edilmekte, binmiş olduğu toplu taşıma aracına dahi kendisinin peşinden binilip araçtan indikten sonra önü kesilerek, baskı ve tehdit uygulanmak istenmiştir.

Zilan Gümüş’ün yaşamış olduğu bu polis tacizi, yürütmüş olduğu insan hakları mücadelesi ve dernek faaliyetleri nedeniyle gerçekleşmekte olup yaşatılan bu baskı ve tehdit aslında İHD’nin ve bir bütün olarak insan hakları mücadelesi yürüten kadınların hedef gösterilmesidir. Dolayısıyla bu kabul edilemez taciz, insan hakları savunucusu kadınları ve insan hakları mücadelesini sindirme ve susturma çabasından başka bir şey değildir.

Bilindiği üzere, İHD 17 Temmuz 1986 tarihinde, aralarında tutuklu-hükümlü yakınları, yazar-gazeteci, hekim, hukukçu, mimar- mühendis ve akademisyenlerin yer aldığı çeşitli meslek gruplarına mensup 98 insan hakları savunucusu tarafından, tüzüğünde de belirtildiği üzere “İnsan hak ve özgürlükleri konusunda çalışmalar yapmak” amacıyla kurulmuştur. İHD,  bu amaçla yıllardır yaşadığımız coğrafyada ve tüm dünyada insan hakları ile ilgili uygulamaları izleyerek bilimsel incelemeler ve araştırmalar yapmakta, raporlar hazırlamakta, bu raporları yayınlayarak kamuoyunu bilgilendirmektedir. İHD, her zaman hak ihlallerinin yaşandığı alanlarda proaktif bir şekilde bulunarak ihlalleri önlemeye çalışmış ve hak ihlaline uğrayan kişi ve kurumların başvuru ve şikâyetlerini ilgili mercilerin ve kamuoyunun bilgisine sunmuştur. Toplumda insan haklarına yönelik farkındalığın ve saygının arttırılması amacıyla açık oturumlar, konferanslar, seminerler, paneller ve sempozyumlar gerçekleştirmiş, Kuruluşundan bugüne çeşitli dönemlerde, genel af, ölüm cezası, savaş karşıtlığı, barış, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, düşünce ve ifade özgürlüğü, gözaltında zorla kaybetmeler, yargısız infaz ve faili meçhul cinayetler, işkence ve diğer kötü muamele, hapishaneler, kapatılma alanları, çalışma yaşamı, kadın hakları ve LGBTİ+ hakları, gibi konularda ülke çapında farkındalığı arttırıcı ve ihlalleri önleyici çalışmalar yürütmüştür.

Ne var ki, söz konusu bu çalışmalar gerçekleştirilirken İHD’nin üye ve yöneticileri çeşitli engellemelere, ağır baskılara maruz bırakılmıştır. Kuruluşundan bu yana 23 İHD üye ve yöneticisi faili meçhul cinayetler sonucu yaşamını yitirirken, yüzlercesi fiili saldırlar sonucu yaralanmıştır. 1998 ve 2002 yıllarında, dönemin İHD Genel Başkanları, derneğin genel merkezinde, silahlı ve fiziksel  saldırılara maruz kalmışlardır. Derneğin yüzlerce üye ve yönetici de idari ve yargısal tacizlere maruz kalmış, birçoğu hakkında hapis cezaları ve para cezaları verilmiştir. Ancak 1986 yılından bu yana Türkiye’nin en büyük ve en eski insan hakları örgütü olan İHD; tüm baskı ve zorluklara, yargısal tacizlere rağmen kesintisiz bir şekilde faaliyetlerini sürdürmeye devam etmiştir.

Maalesef Türkiye’de, uluslararası sözleşmeler ve Anayasa tarafından güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerini kullanarak insan haklarını korumak ve geliştirmek için mücadele eden hak savunucuları her dönem siyasal iktidarların hedefi olmuşlar, idari ve yargısal tacizlere maruz kalmışlardır. İHD İzmir Şubesi Eş Başkanı sevgili arkadaşımız Av. Zilan Gümüş’e yönelik gerçekleştirilen polis taciziyle de insan hakları mücadelesi yine kıskaç altına alınmak istenmiştir. İnsan hakları savunucularına karşı gerçekleştirilen taciz, baskı ve ajanlaştırma politikalarıyla, Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatları devlet tarafından yok sayılmakta, yargı reformu ve insan hakları eylem planları göstermelik olmaktan öteye gidememektedir.

Türkiye’nin altına imza attığı sözleşme ve belgeler ile bir parçası haline geldiği evrensel insan hakları hukuku, insan hakları savunucularının korunmasını demokratik bir toplumun olmazsa olmaz esaslarından biri olarak kabul eder. Bu belgelerden biri olan Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Savunucularının Korunması Bildirgesi’ne göre taraf devletler, bildirgede amaçlanan hakların meşru kullanımı çerçevesinde insan hakları savunucularını şiddet, tehdit, misilleme eylemi, fiili veya hukuksal ayrımcılık, baskı veya diğer keyfi hareketlere karşı korumakla, tüm bu sıralananları suç olarak kabul etmek ve işlem yapmakla yükümlüdürler.

İnsan hakları mücadelesi yürüten kadınların yaşamış olduğu polis tacizleri, idari ve yargısal tacizler insan hakları savunuculuğu faaliyetlerinin kriminalize edilmesi, insan hakları faaliyetlerinin sınırlandırılmak istenmesi anlamına gelmektedir. Biz insan hakları savunucusu kadınlar olarak, insan hakları faaliyetlerinin bu şekilde takip ve tacize maruz bırakılmasını asla kabul etmiyoruz. İnsan hakları, barış ve demokrasiyi savunan tüm hak savunucularına yönelik politikalara karşı duruyor ve insan hakları mücadelesi kriminalize edilemez diyoruz.

Varoluş nedenleri insan haklarını bir bütün olarak korumak ve geliştirmek olan kurumlar olarak şunu vurgulamak isteriz ki, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde de belirtildiği gibi insan hakları evrenseldir ve herkes içindir. Biz insan hakları savunucuları, geçmişten bu yana her durum ve şartta, her türlü hak ihlali karşısında mücadele ettik ve etmeye devam edeceğiz. İnsan hak ve özgürlüklerini savunan tüm hak savunucularına yönelik bu taciz ve baskı politikaları hiçbir şekilde kabul edilemez. Bu baskı ve taciz politikaları ile “kişi güvenliği ve özgürlüğü hakkı, özel hayatın gizliliği” de aynı zamanda ihlal edilmiştir.

Bu nedenle de yetkililere çağrımız şudur: Öncelikle altına imza attığınız başta Birleşmiş Milletler (BM) İnsan hakları Savunucularının Korunması Bildirgesi olmak üzere uluslararası belge ve sözleşmelerin gereklerine uyun. İnsan hakları savunucularına yönelik baskılara ve tacizlere son verin.

Biz insan hakları savunucuları olarak, Türkiye’de yaşayan tüm halkların hak ve özgürlüklerinin tanındığı, insan hakları ve demokrasi ilkelerinin egemen olduğu bir siyasal ve sosyal iklimin tesis edilmesi için mücadele etmeye devam edeceğiz.

İnsan Hakları Derneği (İHD) İzmir Şubesi Eş Başkanı sevgili arkadaşımız Av. Zilan Gümüş’e yönelik polis tacizinin bir an evvel sonlanması, bu baskı ve tacizi gerçekleştiren polisler hakkında gerekli idari ve yargısal soruşturmanın yürütülerek sorumluların açığa çıkarılması ve cezalandırılmasına ilişkin sürecin takipçisi olacağımızı belirtiyoruz.

Zilan Gümüş Yalnız Değildir!

İnsan Hakları Savunucuları Polis Tacizine Maruz Bırakılamaz!

İnsan Hakları Mücadelesi Kriminalize Edilemez!

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ İZMİR ŞUBESİ

TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI İZMİR TEMSİLCİLİĞİ

ÖZGÜRLÜK İÇİN HUKUKÇULAR DERNEĞİ İZMİR ŞUBESİ

ÇAĞDAŞ HUKUKÇULAR DERNEĞİ İZMİR ŞUBESİ”

Akbelen Ormanı duruşması görüldü. İkizköy, Çamköy, Karacahisar köylüleri doğa ve yaşam alanlarımızı savunmaya devam edeceğiz.

Muğla‘nın Milas ilçesine bağlı İkizköy’de Akbelen Ormanı’nda ağaç kesim izninin uzatılmasına karşı açılan davanın duruşması görüldü.

Akbelen Ormanı, dönemin Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin imzasıyla Muğla Milas’taki iki termik santrale kömür sağlamak amacıyla 2020 yılında Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş.’ye (YK Enerji) devredilmişti. Akbelen Ormanının özelleştirilmesi ile  ağaçlar  kesilmeye başlandı  doğanın talan edilmesine karşı çıkan İkizköylüler, ağaçları korumak için Akbelen’de nöbet tutmaya başlamıştı.

Yörede yaşayan köylüler yaşam alanlarını korumak için  Orman Genel Müdürlüğü’ne karşı Muğla 1. İdare Mahkemesi’nde yürütmeyi durdurma davası açmıştı. Yasa dinlemeyen sermaye,  hemen yeniden ağaç kesimine başlamış Temmuz 2021’de  yaklaşık yüzeliye yakın  ağaç kesilmişti. İkizköylülerin ve doğa severlerin Akbelen ormanlarına sahip çıkmaları ve  dişe diş mücadeleleri sonucu ağaç kesimi durmuştu. Sermaye ve faşizm Akbelen Ormanındaki direnişi kırmak ve yasal zemin hazırlamak için 1 Mart 2022’de Resmi Gazete’de yayımlanan, Maden Yönetmeliği’nde Değişiklik Yapılması Hakkındaki Yönetmelik ile “elektrik ihtiyacını karşılamak üzere yürütülen madencilik faaliyetleri” kapsamında, Yeniköy-Kemerköy Termik Santrali’nin kömür sahasının genişletilmesine izin verdi. Bu yönetmeliğin çıkarılması sonucu  Limak Holding ve İçtaş Holding ortaklığındaki YK Enerji, kömür maden sahasını genişletmek için 24 Temmuz 2023’te ağaç kesimine yeniden başladı. Yörede yaşayan köylüler ve doğa savunucularının tüm direnişine rağmen binlerce ağaç kesildi. Bu süreçte jandarma ağaç kesim alanının çevresinde barikat kurdu, ormandaki nöbet alanına zaman zaman seyyar tuvalet ve su tankerleri alınmadı,  gözaltına alınanlar oldu. Yaşam alanları savunucularına gaz ve şiddet kullanıldı.  İkizköylülerin ormanlarını korumak için verdikleri mücadele ise tüm bunlara rağmen yaklaşık dört yıldır devam etti.

Bölge halkının açtığı yürütmeyi durdurma davası henüz sonuçlanmamışken Türkiye Barolar Birliği Kent Çevre Komisyonu Yürütme Kurulu, Muğla Barosu ve İkizköylülerin avukatları, 25 Temmuz’da idare mahkemesine  dava açmıştı. Bugün davanın duruşması Muğla 1. İdare Mahkemesi’nde yapıldı.

 

Duruşma öncesi  yöre halkı  İkizköy, Çamköy, Karacahisar’dan  gelen köylüler, Muğla Çevre Platformu (Muçep)   Datça’lı çevreciler,  İzmir’den gelen Ege Çevre ve Kültür Derneği  (Egecep), Ege Çevre Platformu,  İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi, İmece Dostluk Dayanışma Derneği ve doğa ve yaşam savunucuları, TBMM Başkanvekili Gülizar Biçer Karaca, CHP Muğla Milletvekilleri Gizem Özcan ile Cumhur Uzun, CHP İl Başkanı Zekican Balcı, DEM Parti  Muğla  örgütü temsilcileri, Muğla meslek ve kitle örgütü temsilcileri ve  yurttaşlar Sınırsızlık Meydanı’nda toplandı. “Biz bitti demeden bu dava bitmez”,”Yargı kararına uy Muğla’daki termik santralleri kapat”, pankartlarının arkasında toplanan katılımcılar “Akbelen için adalet’, ‘Havama, suyuma, toprağıma dokunma”  “.Biz bitti demeden bu dava bitmez diyen”,  ” Ormanlar nehirler sermayenin değildir”, ” Katil Limak Akbelen’den defol”, ” Her yer Akbelen her yer direniş”, ” Gün gelecek devran dönecek Akp halka hesap verecek”, ” Akbelen için adalet” sloganlarını atarak mahkeme binasına yürüdü.

Mahkeme önünde açıklama yapan Meclis Başkanvekili Gülizar Biçer Karaca, şunları söyledi:

“Aslında bu direniş bu dayanışma tüm Türkiye’de dikili her ağacın, uçan her kuşun bugünleri için, yarınları için, doğası için, toprağı için. Kararlılıkla, korkusuzca yılmadan direnen herkesin gıptayla bakacağı bir direniş. Ben bu direnişte bugüne kadar her türlü baskıya, biber gazına, tomaya, jopa her şeye rağmen yılmadan, korkmadan hukuk, toprak, hava, su ve yaşam alanı mücadelesi veren bütün kadınlarımızdan, bütün köylülerimizden, yurttaşlarımızdan sonsuz teşekkürlerimi ileterek onlarla birlikte burada olmanın mutluluğunu yaşadığımı, onların direnişine, dayanışmasına yanlarında olmanın haklı onurunu yaşadığımı ifade etmek istiyorum. Kendinizle gurur duyun. Bütün alkışlar, bütün destekler sizin, bu gurur hepimizin olsun. Dayanışmayla bu mücadelede hep birlikte kazanacağız.”

İkizköylülerin avukatlarından Arif Ali Cangı ise şunları söyledi:

“Sevgili İkizköylüler, sevgili yaşam savunucuları şimdi hesap sorma zamanı. 24 Temmuz sabahı sanki düşman yurduna girmiş gibi jandarmayla, ormanı korumakla görevli olan Orman İdaresi’nin tüm araç ve ekipleriyle ormana girdiler ya, işte o ormana girenler ona izin verenlerden ve buna sessiz kalanlardan hesap sorma vakti. Hesap nasıl sorulacak? Bu mahkemelerden, yapılan hukuka aykırı işlemlerin hukuksal denetimi ile sorulacak. Yetkisini kullanma yetkisi olmayan, Orman Bölge Müdürlüğü’nün imzasıyla orman kesimini sağlayan Orman Bölge Müdüründen ve o emri uygulayanlardan hesabın sorulabilmesi için bu ucube iznin, ucube emrin mutlaka ve mutlaka bu mahkemelerce iptal edilmesi gerekiyor.”

Avukat İsmail Hakkı Atal:

“Bu bizim Akbelen ile ilgili açtığımız yedinci dava ama şunu özellikle söylüyorum; şu ana kadar Muğla İdare Mahkemesi’nde biz bir tane bile dava kazanamadık, yüzde bin haklı olmamıza rağmen çünkü burada kanunlar uygulanmadı. Muğla İdare Mahkemesi hakimleri, hakim değil. AKP’nin memuru gibi hareket ettiği için AKP Genel Merkezi’nden beşli çeteyi koruyacak şekilde karar vermeleri için talimat aldıklarından, biz şu ana kadar hiç dava kazanamadık. Bu davayı da kazanamayacağız bunu da biliyoruz. Reddedeceklerini de biliyoruz ama biz tarihe not düşüp gelecekte hakimlikten, savcılıktan, valilikten, kaymakamlıktan atılacak ve yargılanacak olanların çetelesini çıkartıyoruz. Kanunları uygulamayarak suç işleyenlerin çetelesini çıkartıyoruz. Kanunları uygulamayan, kamu görevini kötüye kullanan AKP’li hakimlerin, AKP’li valilerin, AKP’Lİ kaymakamların çetelesini çıkartıyoruz.”

İkizköylü Esra Işık:

“Burada bugün hem şirkete hem de bu şirketin yaptığı bütün hukuksuzluklara, haksızlıklara izin verenlere karşı hep birlikte toplandık. Bizim hayatlarımızı gasp eden bir karara imza attılar. Akbelen’in katline imza attılar. Bize bir defa sormadılar, köylüye bir defa sormadılar. Zeytinlerimiz kurudu, topraklarımızdan verim alamıyoruz ama hala üretmek için hala insanca yaşamak için çalışıyoruz, çabalıyoruz, mücadele ediyoruz. Bugün buraya ‘biz bitti demeden bitmez’ demeye geldik. Hep birlikte haykıralım biz bitti demeden bu dava bitmez.”

İkizköylü Aytaç Yakar ise  “Muğla, doğana, yaşam alanına sahip çık. Lütfen hepinize söylüyorum çamımıza, ağacımıza, yuvamıza, yurdumuza sahip çıkalım. Hepimiz birlikte, birlikten kuvvet doğar. Gelin beşli çetelerin yanında olmayın. Bütün Türkiye size sesleniyorum, gelin köylünün yanında, vatandaşın yanında olun” dedi.

Duruşmaya Türkiye Barolar Birliği Kent Çevre Komisyonu Yürütme Kurulu, Muğla Barosu ve İkizköylülerin avukatları katıldı. Yöre Derneği yöneticisi Aytaç Yakar, İnsan hakları İzmir Şubesi yöneticisi Ahmet Çiçek ve İmece-Der Başkanı Günseli Kaya’da duruşmayı izlediklerini  belirtiler.  Av Arif Ali Cangı ve diğer avukatlar, keşif ve bilirkişi istedi. Mahkeme savunmaları değerlendirerek kararı taraflara tebliğ edeceğini açıkladı.

Mahkeme sonrası avukatlar ve  yöre halkı  davayı takip edeceklerini ve mücadele dirençlerini karar ne olursa olsun kırılamayacağını sermayeye karşı doğayı ve tüm canlıların haklarını savunmaya devam edeceklerini , bu dava biz bitti demeden bitmeyeceğini çünkü doğayı ve tüm canlıların yaşam alanlarını savunmak ve doğayı korumak insanlık görevidir diye konuştular.

 

İzmir Müfredata Hayır Platformu: Laiklik ve bilim karşıtı yeni müfredatı reddediyoruz.

 

İzmir Müfredata Hayır Platformu, “Laik, bilimsel, demokratik eğitime karşı olan bu müfredatı reddediyoruz” pankartını açarak, Konak Metro İstasyonu çıkışında toplandı  eski Sümerbank önüne yürüdü. Konak eski Sümerbank önünde oturma eylemi yaptı. AKP-MHP faşizminin dini esaslara dayalı toplum modelini temel alan, laiklik ve bilim karşıtı yeni müfredatına karşı alanlara çıkan  eğitim ve bilim emekçileri, öğrenciler, veliler, kitle örgütleri ve siyasi parti temsilcileri  bilimi ve laik eğitimi savunan  kitle ” Gerici Müfredat Geri Çekilsin”,  “Karanlığa Teslim Olmayacağız”, “Laik, Bilimsel, Anadilde Eğitim”, “Laik, Bilimsel Demokratik Eğitim”,  “Gerici Eğitim İstemiyoruz”,  “Vur Vur İnlesin Yusuf Tekin Dinlesin”, “Susma Sustukça Sıra Sana Gelecek”, “Gün Gelecek Devran Dönecek AKP Halka Hesap Verecek”,  “Biz Çocuklarımıza Onurlu Bir Gelecek Bırakacağız Ya Siz” “Susma Sustukça Sıra Sana Gelecek”, “Gerici Müfredat İstemiyoruz”, “Parasız, Bilimsel, Anadilde Eğitim”, “Okulda İmam İstemiyoruz” “Susma haykır müfredata hayır” sloganlarını attı.

Eski Sümerbank önünde  platform bileşenleri adına basın açıklaması yapıldı. Açıklamanın tam metni şöyle:

“LAİKLİK VE BİLİM KARŞITI YENİ MÜFREDATI REDDEDİYORUZ!

Millî Eğitim Bakanlığı (MEB), geçtiğimiz yıllar içinde defalarca değiştirilen, eğitim müfredatında bir kez daha kapsamlı değişiklikler yapmış ve taslak programları yayınlamıştır. 2024/2025 eğitim öğretim yılından itibaren okul öncesi, 1., 5. ve 9. sınıflarda uygulanmaya başlanacak olan müfredat gibi önemli bir konuda yapılan hazırlıkların eğitim alanında örgütlü sendikalar ve kamuoyundan uzak şekilde gerçekleştirilmiştir.

Müfredat hazırlıklarının kimler tarafından yapıldığı ve nasıl geliştirildiği, hangi komisyonların ve kurumların (dernek, vakıf vb) bu komisyonlarda görev aldığı, programı geliştiren bireylerin yetkinlikleri ve uzmanlık alanlarının ne olduğu kamuoyu ile açık olarak paylaşılmamıştır. Müfredat değişiklik sürecinin kamuoyuna açık ve şeffaf şekilde yürütülmemiş olması yeni müfredata yönelik tepkilerin haklılığını ortaya koymaktadır.

Normal koşullarda müfredat değişikliklerinin içeriğinin ne olacağı, nasıl bir değişiklik önerildiğinin bütün yönleriyle, bilim insanları, eğitim bilimciler ve eğitim sendikalarının görüşleri alınarak, çeşitli yönleriyle tartışılarak belirlenmesi gerekir. Ancak MEB, ülkenin bugünü ve geleceğini yakından ilgilendiren böylesine önemli bir konuda ‘yangından mal kaçırır gibi’ hareket etmiştir. Hazırlıklarının on yıl sürdüğü açıklanan müfredat değişiklikleri için sadece bir hafta değerlendirme süresi belirlenmiş, eleştiri ve öneriler dikkate alınmadan değişiklikler onaylanmıştır.

MEB’in ÇEDES ve benzeri projeler üzerinden eğitim sistemi içine faaliyet alanı açtığı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yanı sıra iktidarla iç içe olan dini vakıf ve cemaatler tarafından okullar, yurtlar, kurslar vb kurumlar tıpkı bir örümcek ağı gibi çepeçevre kuşatılmış durumdadır. Yeni müfredat değişiklikleri eğitim kurumları başta olmak üzere, eğitim sisteminde yaşanan dinselleşme kuşatmasının en son ve en tehlikeli aşamasını oluşturmaktadır.

MEB’in müfredat değişikliklerinde laik ve bilimsel eğitim geri plana itilirken, bütün ders kitaplarında ‘milli ve manevi değerler’ merkeze alınmıştır. MEB’in öncelikli hedefi eğitimin bilimsel esaslara dayanmasından çok, iktidarın siyasal ideolojisinin eğitim müfredatı ve ders kitapları üzerinden açık ve gizli olarak öğrencilere aktarılmasıdır. Müfredat taslağı başlığının “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” olarak belirlenmiş olması bu nedenle tesadüf değildir.

 

MEB’in müfredat değişiklikleri ile asıl hedefi düşünmeyen, sorgulamayan, eleştirmeyen, itiraz etmeyen itaatkâr nesiller yetiştirmektir. Bunun için öğretim programlarında bilimsel eğitim ile ilgili olan pek çok nokta özenle ‘sadeleştirme’ ya da ‘ayıklamaya’ tabi tutulmuş, tek adam rejiminin siyasal ve ideolojik hedefleri eğitim müfredatına yerleştirilmiştir. Eğitim müfredatında yapıldığı söylenen ‘sadeleştirme’ ile doğrudan bilim, tarih, felsefe ve sanat derslerinin hedef alınmıştır. Bazı derslerde ünite ve kazanım sayıları azaltılmış, 12 Eylül darbecilerinin ‘tek ırk, tek din, tek mezhep’ anlayışı üzerinden ‘Türk-İslam sentezi’ yaklaşımını merkeze alan değişiklikler yapılmıştır.

Eğitim sistemi açısından öğrencilere verilecek bilginin belirlenmesi, seçilmesi, müfredat ve ders kitapları üzerinden öğrencilere aktarılması süreci pedagojik olduğu kadar, siyasal bir nitelik de taşımaktadır. Bu durumun somut bir sonucu olarak yeni eğitim müfredatı, farklı yaş gruplarındaki çocuk ve gençlerin gerçek ihtiyaçlarından çok, iktidarın siyasal çizgisine paralel şekilde hazırlanmıştır. Bu durum, yapılan değişikliklerin başta eğitim alanı başta olmak üzere, toplumun farklı kesimleri tarafından haklı olarak tepkiyle karşılanmasına neden olmaktadır.

Bireycilikle, milliyetçilikle, dini-milli değerler ve rekabet ile yoğrulmuş, bilimsel, sanatsal, estetik yönden zayıf, büyük ölçüde dini kural ve referanslara dayanan bir dilin kullanıldığı bir eğitim müfredatının çocuklarımıza/öğrencilerimize verebileceği hiçbir şey yoktur. Toplumsal cinsiyet eşitliği yerine cinsiyet eşitsizliklerini sürdüren bir yaklaşıma sahip olan bu müfredat kız çocuklarımız için eşitsizliği daha da derinleştirecektir.

Eğitim müfredatı, öğrencilere yaşamı bir bütün olarak kavramayı hedefleyen, çocuk ve gençlerin çok yönlü gelişimlerine hizmet edecek öğrenme yaşantılarını içeren laik ve bilimsel bir içerikte olmalı, çokdillilik temellinde anadili eğitimini esas alan yeni ve demokratik bir müfredat hazırlanmalıdır.

İzmir Müfredata Hayır Platformu olarak eğitim müfredatı olmaktan çok uzak olan ve tek adam rejiminin yaratmaya çalıştığı dini esaslara dayalı toplum modelini temel alan, laiklik ve bilim karşıtı yeni müfredatı reddediyoruz. Eğitim ve bilim emekçileri başta olmak üzere, öğrencilerimiz, velilerimiz ve tüm kamuoyu ile birlikte bilime ve laik eğitime açıkça meydan okumak anlamına gelen müfredat değişikliklerine karşı birlikte mücadelemizi sürdüreceğiz.

İZMİR MÜFREDATA HAYIR PLATFORMU”

 

İzmir Kadın Platformu: Ne ekonomik ne politik baskılarınız kadınları yıldıramayacak!

İzmir kadın Platformu, Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde  “NE EKONOMİK NE POLİTİK BASKILARINIZ KADINLARI YILDIRAMAYACAK” pankartı arkasında toplanarak, basın açıklaması yaptı.  Kadınlar “Kayyum gidecek biz kalacağız”,  “Savaşa hayır barış hemen şimdi”,  “Savaşa değil kadınlara bütçe”,  “Aileniz batsın kadınlar yaşasın”, “Susmuyoruz korkmuyoruz itaat etmiyoruz”, ” Zafer direnen emekçinin olacak”, “Erkek devlet şiddetine son”  sloganlarını attı.

Açıklamanın tam metni şöyle:

“NE EKONOMİK NE POLİTİK BASKILARINIZ

KADINLARI YILDIRAMAYACAK

31 Mart seçimlerinde yenilgiye uğrayan saray rejimi ve tek adam, baskıcı yasakçı, gerici, cinsiyetçi anti demokratik uygulamalarına her gün bir yenisini ekliyor.

Yumuşama ve normalleşme adı altındaki politikaların altından halk iradesinin gasp edilmesi, hukuksuzluk, polis şiddeti, işçi ve emekçilerin en çok da kadınların haklarının tırpanlanması, daha çok erkek devlet şiddeti ve daha çok sömürü çıkıyor.

İzmir’de Van halkının gasp edilen iradesine sahip çıkan aralarında yol arkadaşımız olan kadınlarında olduğu 16 kişi çıplak arama da dahil işkenceyle gözaltına alındı. İşkenceyi uygulayan polisler aynı tutumu mahkeme koridorlarında da devam ettirdi. Van kararını protesto etme hakkını engellediği için polise direnen kitlenin arasında olan 16 arkadaşımızdan 9’u tutuklandı.

Aynı tutum çevrenin ve doğanın talan edilmesine, kentin yağmalanmasına karşı milyonların sokaklara döküldüğü Gezi direnişinden yıllar sonra haksız hukuksuz tutuklamalarla devam etti. İnsanca yaşam, insani çalışma koşulları için yoksulluk sınırında ücretler başta olmak üzere talepleri için 1 Mayıs’ta alanlara çıkan ve Taksim’i özgürleştirmek için polis barikatlarına yüklenen emekçilere seri operasyonlar gerçekleştirildi.

Kobani Kumpas davasında HDP eş genel başkanları Figen Yüksekdağ’a 30 yıl 3 ay, Selahattin Demirtaş’a 42 yıl hapis cezası verildi. 24 sanık hakkında farklı suçlamalarda toplamda 408 yıl 3 ay hapis cezası verildi. Bu kararlar İŞID’ın safında yer alıp “Kobene düştü düşecek” diye sevinenler tarafından özellikle Kürt halkı başta olmak üzere barış ve demokrasi isteyen herkese verilmiştir.

Ancak işçi ve emekçilere, halk hareketlerine gözdağı olarak verilen cezalar iktidarın sonunu değiştirmeyecek. Kapitalist sömürücülere ve onların tek adam iktidarının uyguladığı, halkı biraz daha yoksullaştırıp işsizleştiren, kentleri yaşanamaz hale getiren politikalarına karşı ekmek, adalet, barış ve özgürlük için mücadeleyi büyüteceğiz!

Tıpkı Denizli’de maden şirketine karşı toprağını koruyan, 5 erkek güvenlik görevlisini darp ettiği gerekçesiyle para cezasına çarptırılan 75 yaşındaki Hatice Kocalar’ın dediği gibi korkmuyoruz, yılmıyoruz, susmuyoruz.

Kürt sorununu eşitlik temelinde, demokratik ve halkçı çözüm talebimizden vazgeçmiyoruz, hukuk garabetiyle, imha ve inkar politikalarıyla halkların ortak gelecek umudunu yok edemeyeceksiniz. Biz kadınlar eşitlik ve özgürlük mücadelemizde yan yana durmaya, birlikte mücadele etmeye devam edeceğiz.

uydurma gerekçelerle açılan soruşturmalarla Hakkari Belediyesi’ne kayyum atayarak yaptı. Kayyum kararı sadece Hakkâri halkının değil, tüm Türkiye halklarının iradesine yönelik bir saldırıdır. İrademizi gasp ettirmeyeceğiz. Kayyumların kadınlar ve kadın hakları için ne demek olduğunu biliyoruz. Bunu geçtiğimiz dönem kayyum atanan yüzlerce belediyeden, kapatılan onlarca kadın derneğinden biliyoruz. Belediyelerin sorumluluğu kapsamında olan şiddet önleme, izleme ve destek mekanizmalarının işlememesi, kadınları eşitlik temelinde güçlendirmek yerine aileye ve erkeğe daha bağımlı kılacak, evi iç angaryaya daha çok mahkum edecek sosyal politikaların devreye girmesinden biliyoruz.

Kazanımlarımızı ve haklarımızı gasp etmenize izin vermeyeceğiz. Kayyum gidecek biz kalacağız! Kayyum kararı geri alınana, gözaltına alınan Belediye Başkanı serbest bırakılana kadar mücadelemiz sürecek.

Tek adam, ekonomideki çöküş ve sıkıştıkları yerden çıkış yolunu içeride faşizan bir rejimi inşa etmekte ve dışarıda askeri operasyonlara girişmekte arıyor. Tüm bu hukuk garabetleriyle birlikte yeni Seferberlik ve Savaş Hâli Yönetmeliğiyle iç ve dış politikada daha agresif ve savaşçı bir tutumda karar kıldığını ilan ederek halkların barış ve demokrasi isteği yok sayılıyor…

Olası askeri müdahaleler ve yeni sınır ötesi operasyonlara kapı aralayan bu yönetmelik; tasarruf tedbirleri dışında tutulan savunma ve silah harcamalarıyla birlikte düşünüldüğünde başta Kürt halkı olmak üzere bölge halklarına zulüm, işçi ve emekçilere, kadınlara, gençlere, çocuklara ise daha çok ölüm, şiddet, yoksulluk ve sömürü olarak geri dönecek!

Biz kadınlar savaşta ısrar edenlere sesleniyoruz, barış demekten, halkların kardeşliği demekten asla vazgeçmeyeceğiz. Savaş değil barış, baskı- gözaltı-tutuklama değil eşitlik ve özgürlük, tasarruf değil insanca yaşam, silah tüccarlarına değil kadınlara bütçe istiyoruz.

Her fırsatta kadınların kazanılmış haklarına saldıran erkek egemen iktidar 9. Yargı paketiyle yeni bir hak gaspının daha peşinde!

Kadına yönelik şiddetle mücadelede etkin bir öneme sahip olan 6284, torba yasa içerisine konulan maddeler ile hedef alınıyor. İzmir’in artan kadın cinayetlerinin en yoğun olduğu ikinci il olma gerçekliğini görmezden gelen Aile Bakanı, kadına yönelik şiddeti değil boşanmayı sorun olarak görüyor. Aile Bakanlığı’nın ‘Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı’ boşanmaların en yüksek olduğu İzmir’de kadını güçlendiren değil, aileyi güçlendiren pilot uygulamalar planlıyor. Defalarca çocuk istismarına af yasasını önümüze getirenler çocukları bahane ederek kadınların soyadı hakkı başta olmak üzere medeni haklarını hedefe koyuyor.

Kadınlarla ve kadın örgütleriyle ortaklaşarak yapılmayan hiçbir düzenlemeyi kabul etmiyoruz. 6284’ü uygulamak yerine hedef alan iktidara kadın örgütlülüğümüzle cevap vereceğiz.

Seferberlik Yasası, Kobani Kumpas davasında verilen ağır cezalar, Van ve 1 Mayıs direnişlerinde yapılan gözaltılar, On İkinci Kalkınma Planı, torba yasa, sokak hayvanlarının katledilmesine dair yasa teklifleri ile tüm halk/ doğa/hayvanlar sarayın hükmüne tabii tutuluyor.

Kentlerde hızla artan nüfus, bu nüfusa yeterli gelmeyen rantçı imar, afete dirençsiz yaşam alanları, tarihi ve kültürel alanların yok edilmesiyle yapılan barajlar, ranta/ sermayeye açılıp yok edilen doğa, kentsel dönüşüm adı altında yitirilen kent kültürü, gelir adaletsizliğinden dolayı yaşanan barınma, sağlık, eğitim sorunları, ekonomik sorunlarla boğulan halk, kadını aileye hapseden politikalar, çocuk istismarını cezasızlıkla onaylayan adaletsizlik, kadın direnişini gözaltılar/ çıplak aramalar/ baskılarla sindirme…

Biz kadınlar, hukuk garabeti yargı kararlarını ve anti demokratik uygulamaları da sağlığa erişimimizi daha da kısıtlayacak, eğitimdeki sorunlar yumağını daha da büyütecek, bizleri ev içi angaryaya daha çok hapsedecek, emeğimizi ucuzlatacak, çalışma yaşamını daha da esnekleştirecek, kadın işsizliğini artıracak her alanda eşitsizliği ve şiddeti büyütecek orta vadeli planı, 12. Kalkınma planını ve peşi sıra gelen kamuda tasarruf paketini ve kazanımlarımızı hedefe koyan 9. Yargı paketini de reddediyoruz.

Buradan tüm kadınlara sesleniyoruz; Tek adam iktidarının hukuksuzluğu, baskıları karşısında ekonomik, demokratik haklarımız için her zamankinden daha fazla birleşmeye ve mücadele etmeye ihtiyacımız var. Sömürü ve baskı politikalarına karşı işçilerin, emekçilerin, ezilen halk kesimlerinin kazanımlar elde etmesi, kadınların eşitlik ve özgürlük hakları için dayanışma ve örgütlülüğü güçlendirelim.

İzmir Kadın Platformu”

 

 

 

 

 

 

 

 

5 Haziran Dünya Çevre Gününde Demokrasi Güçleri: Kentte Ekolojik Yıkım ve Talana Karşı Dayanışma ve Direnişe çağırdı.

5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde İzmir Barosu, İzmir Tabip Odası, TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu, Ege Kent Konseyleri Birliği, Konak Kent Konseyi, İzmir Yaşam Alanları, Ege Çevre  ve Kültür platformu,  Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği İzmir Şubesi, Foça ‘da Doğa ve Tarih Talanına Hayır Platformu  Mimarlık merkezi önünde buluşarak  “Kentte Ekolojik Yıkım ve Talana Karşı Dayanışma ve Direniş var ” pankartı  açarak,  Türkan Saylan Kültür Merkezi önüne yürüdü ve basın açıklaması yaptı.

Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Yöneticisi,   Selma Akdoğan  yaptığı  açıklamada;

“Tüketim kültürünün bir parçası olarak bir günlük çevreyi hatırlama etkinliklerine, kutlamalara ya da çöp temizlemeye dönüşen 5 Haziran Dünya Çevre Gününü; farkındalık yaratma, kentlerimizde, yaşam alanlarımızda çevre sorunlarına, ekolojik yıkıma dikkat çekme günü olarak görüyoruz. Toplumsal ve çevresel sorumluluğumuz gereği “Kutlama” yerine mücadele çağrısı yapıyor, “Ekolojik Yıkıma” karşı hep birlikte direniyoruz. Sanayileşme, kentleşme ve nüfus artışı ile çevre sorunları da geçmişten günümüze artarak devam ediyor. Kapitalist düzenin kar hırsına dayanan, tüketimi sürekli destekleyen ve yönlendiren yönetim anlayışı doğal varlıklarımızı hızla ortadan kaldırarak yaşamı tehdit ediyor”

“Bugün yerüstü ve yeraltı su varlıklarımız, toprağımız, havamız kirlenmiş durumda. Kentlerimizde hava kirliliği boyutları giderek artıyor. Yeşil alanlarımız yok denecek kadar azaldı. Var olanlar da çarpık kentleşmenin ve sermayenin saldırısı altında. Doğal karakteri gereği korunması gereken ormanlarımız, tarım alanlarımız, meralarımız yasalarla, maden, sanayi, enerji, turizm, konut gibi amaç dışı faaliyetlere açılarak yok ediliyor. Özellikle son yıllarda; çılgın projeler, faaliyetler, izinler ile ülkemizin hemen her yerinde doğamız ve yaşamımız talan ediliyor. Bütün bunlara ek olarak, Çernobil ve Fukuşima felaketleri görmezden geliniyor, Nükleer Santral Macerasına sürükletiliyor. Sayısını tam olarak bilmediğimiz, yüz bine yakın insanımızı yitirdiğimiz Şubat depremi ile yıkılan binlerce konuttan saçılan asbestin, yönetilemeyen hafriyat atıklarının, hava kirliliğinin tehdidi altındayız” dedi.

İzmir Barosu, izmir Tabip Odası, TMMOB İl Koordinasyon Kurulu, Ege Kent Konseyleri Birliği, Konak Kent konseyi, Egecep, İzmir Yaşam alanları adına  ortak açıklamayı  Konak Kent Konseyi Başkanı Hamit Mumcu okudu.  Açıklamanın tam metni şöyle:

 

 

“EKOLOJİK YIKIMA KARŞI DİRENİŞ VE DAYANIŞMA DEVAM EDİYOR.
Bugün “5 Haziran Dünya Çevre Günü”. 1972 yılında düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre
Konferansından bu yana, her yıl çevrenin korunması konusunda dünya çapında farkındalık yaratılması
ve eylemde bulunulması amacıyla tanımlanmış bir gün.

Geçtiğimiz yıllarda, çevre sorunlarının çeşitli yönlerine dikkat çekmek amacıyla “Ekosistem
Restorasyonu”, “Tek Bir Dünya” gibi farklı temaların işlendiği Dünya Çevre Günü teması bu yıl “Arazi
Restorasyonu, Çölleşme ve Kuraklığa Dayanıklılık” olarak belirlendi. “Bizim Toprağımız. Bizim
Geleceğiz. Biz Restorasyon Nesliyiz.” Sloganı ile kaybedilen toprakların geri getirmeye, su kaynaklarını
canlandırmaya ve yeniden ormanları büyütmeye çağrı yapılıyor.

“Türkiye Çevre Haftasında” Bakanlıklar eliyle ise “Hepimizin Bir Dünyası Var” sloganı ile
iklim değişikliği, çölleşme, kuraklık gibi çevresel konular ele alınıyor, sıfır atık felsefesini
benimseyerek çevre bilincini arttırma ve toplumu çevresel sorumluluk almaya teşvik
edilmesi hedefleri paylaşılıyor.

Bizler ise; tüketim kültürünün bir parçası olarak bir günlük çevreyi hatırlama etkinliklerine,
kutlamalara ya da çöp temizlemeye dönüşen 5 Haziran Dünya Çevre Gününü; FARKINDALIK
YARATMA, KENTLERİMİZDE, YAŞAM ALANLARIMIZDA ÇEVRE SORUNLARINA, EKOLOJİK YIKIMA
DİKKAT ÇEKME GÜNÜ OLARAK GÖRÜYORUZ. Toplumsal ve çevresel sorumluluğumuz gereği
“Kutlama” yerine mücadele çağrısı yapıyor, “Ekolojik Yıkıma” karşı hep birlikte direniyoruz.

Sanayileşme, kentleşme ve nüfus artışı ile birlikte çevre sorunları da geçmişten günümüze artarak
devam ediyor. Kapitalist düzenin kar hırsına dayanan, tüketimi sürekli destekleyen ve yönlendiren
yönetim anlayışı doğal varlıklarımızı hızla ortadan kaldırarak yaşamı tehdit ediyor. İnsan eli ile
yürütülen tüm faaliyetler, küresel ölçekte felaketler yaratmaya devam ediyor. Ekolojik yıkımı
yaşadığımız süreç, geri dönüşü olmayan yaşamsal bir sorun olarak büyüyerek devam ediyor.

Bugün yerüstü ve yeraltı su varlıklarımız, toprağımız, havamız kirlenmiş durumda. Kentlerimizde hava
kirliliği boyutları giderek artıyor. Yeşil alanlarımız yok denecek kadar azaldı. Var olanlar da çarpık
kentleşmenin ve sermayenin saldırısı altında. Doğal karakteri gereği korunması gereken
ormanlarımız, tarım alanlarımız, meralarımız yasalarla, maden, sanayi, enerji, turizm,
konut gibi amaç dışı faaliyetlere açılarak yok ediliyor. Özellikle son yıllarda; çılgın projeler,
faaliyetler, izinler ile ülkemizin hemen her yerinde doğamız ve yaşamımız talan ediliyor. Bütün bunlara
ek olarak, Çernobil ve Fukuşima felaketleri görmezden geliniyor, Nükleer Santral Macerasına
sürükleniliyor.

Sayısını tam olarak bilmediğimiz, yüz bine yakın insanımızı yitirdiğimiz Şubat depremi ile yıkılan
binlerce konuttan saçılan asbestin, yönetilemeyen hafriyat atıklarının, hava kirliliğinin tehdidi
altındayız. Yalnız deprem bölgeleri değil, bilinçsiz, özensiz kentsel dönüşüm sonucu gün yüzüne çıkan
asbest ve tozların öldürücü etkisi bizleri çepeçevre sarıyor.

Dünya genelinde atık yönetimindeki eksiklikler denizlerde, toprak ve tatlı sularında kirliliğe neden olan
plastik atıklar küresel bir sorun haline geliyor. Mikro plastiklerin besin zincirindeki yolculuğu
sofralarımıza kadar uzanıyor ve doğal yaşam ile birlikte sağlığımızı tehdit ediyor. Ülkemizde ise
atıklarımızı kaynağında ayrıştırarak toplayamaz, geri kazanım ve bertaraf süreçlerini doğru
yürütemezken; atık ithalatı yapmaya, dünyanın çöplüğü olmaya devam ediyoruz. Plansız
kentleşme nedeni ile şehrin ortasında kalan, kapasitesinin sınırına gelen Harmandalı Atık
Depolama Sahasının yeterli kapasite ve uygun alanlarda yeni katı atık değerlendirme
tesisleri kurulana kadar işletileceği gerçeği ile yaşıyoruz.

Kaz Dağları, Salda, Akkuyu, Sinop, İğneada, Kuzey ormanları, Aliağa, Bergama, Efem çukuru, Trakya,
Alakır Vadisi, Alpu Ovası, Gediz Ovası, Gördes, Menderes, Murat Dağı, Munzur Dağı, Çataltepe,
Karadeniz, Aydın, Karaburun, Yarımada, Ovacık, Soma, Yatağan, Kazdağları, Kanal İstanbul, Çeşme
Turizm Projesi, İkizdere ve adını buraya sığdıramadığımız daha pek çok yerde yürütülen ekolojik yıkım
projeleri, artarak devam ediyor…

Ekolojik Yıkıma Karşı Direniş ve Dayanışma kentimizde devam ediyor;
· Aliağa’da yaşadığımız kirliliğe karşı Direniş ve Dayanışma devam ediyor.
· Bergama’da, Efemçukuru’nda, Turgutlu Çal Dağ’da, Gördes’te Madencilik Projelerinin yarattığı
çevresel yıkıma karşı Direniş ve Dayanışma devam ediyor
· Kültürpark’ta parka zarar verecek, gereksiz inşaat planlarına ve amaç dışı kullanıma karşı 8
yıldır Direniş ve Dayanışma devam ediyor.
· Gaziemir’de 17 yıldır çözüm bulunmayan radyoaktif ve tehlikeli atıklara karşı Direniş ve
Dayanışma devam ediyor.
· Gemi Söküm Tesislerinde söküm için gelen asbest ve tehlikeli atık yüklü gemilere karşı Direniş
ve Dayanışma devam ediyor.
· Kentsel dönüşüm süreçlerinde, depremle ortaya çıkan sayısız bina yıkımlarında alınmayan
önlemlere, solumak zorunda bırakıldığımız toz ve asbeste karşı Direniş ve Dayanışma devam
ediyor.
· İnciraltı’nın Tarım arazisi niteliğini kaldırarak, ranta ve talana açacak, sözde “Kalkınma
Projesine” karşı Direniş ve Dayanışma devam ediyor.
· Yarımadayı, Çeşme’yi “Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişme Projesi“ ile parselleyerek
doğamızı, yaşamımızı tehdit altında bırakanlara karşı Direniş ve Dayanışma devam ediyor.
· Gediz, Küçük Menderes, Büyük Menderes’te suyumuzu, yaşamımızı kirletenlere, canlı
yaşamını hiçe sayanlara karşı Direniş ve Dayanışma devam ediyor.
· Başta Gediz, Büyük Menderes, Küçük Menderes deltaları olmak üzere, kıyı alanlarımızın, sulak
alanlarımızın ranta peşkeş çekilmesine karşı Direniş ve Dayanışma devam ediyor.
· Büyük Menderes ve Gediz havzalarında, vahşi bir şekilde işletilen ve bu havzaları kirlettiği
bilirkişi raporlarıyla kesinleşen jeotermal sondaj ve santrallere karşı Direniş ve Dayanışma
devam ediyor.
· Planlanamayan, betonlaşan, sağlıksız kentleşmeye karşı Direniş ve Dayanışma devam ediyor.
· Depremi afete dönüştüren canımızı, yaşamımızı ranta feda eden anlayışa karşı Direniş ve
Dayanışma devam ediyor.
· Doğal Sit Alanlarımızı, Ormanlarımızı, tarım alanlarımızı, meralarımızı yağmalayan politikalara
karşı Direniş ve Dayanışma devam ediyor.
· Geleceğimizi tehdit eden nükleer santral macerasına karşı Direniş ve Dayanışma devam
ediyor.

Bizler çevre sorunlarının yaşamdan, toplumsal sorunlardan ayrılamayacağını biliyoruz. Çevre
mücadelesinin aynı zamanda bir yaşam mücadelesi, hak mücadelesi, emek mücadelesi, adalet
mücadelesi, demokrasi mücadelesi olduğunu biliyoruz. Bu mücadele içerisinde bilim, mühendislik ve
planlama ışığında kamu ve halkın yararına, kentimizde, ülkemizin her köşesinde varız, var olacağız.
İzmir Halkı Anayasal hakkını; sağlıklı yaşam hakkını, yaşam alanlarını, havasını, suyunu, toprağını
korumak için mücadele ediyor. Doğadan ve yaşamdan yana bu mücadeleyi destekliyor,
Bu Kentte Ekolojik Yıkıma Karşı Direniş Var, Dayanışma Var diyoruz.
Basın açıklamamızı bitirirken, Halkın özgür iradesi ile seçilen HAKKARİ Belediye Başkanı
Mehmet Sıddık Akış’ın göz altına alınması ve yerine kayyum atanmasını kabul etmediğimiz,
hemen göreve iadesini talep ettiğimizi ifade etmek istiyoruz.
İZMİR BAROSU ** İZMİR TABİP ODASI
TMMOB İZMİR İL KORDİNASYON KURULU
KONAK KENT KONSEYİ ** EGE KENT KONSEYLERİ BİRLİĞİ
EGEÇEP ** İZMİR YAŞAM ALANLAR”