İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: Halkın iradesine darbe var. Esenyurt halkının iradesini savunacağız.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in tutuklanması ve yerine kayyum atanmasını Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde protesto etti.   “Halkın iradesine darbe var. Halkın iradesini savunacağız” pankartı arasında toplanan katılımcılar “faşizme karşı omuz omuza”, “Kayyumlar gidecek biz kalacağız”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”, ” Faşizme ölüm halka hürriyet”, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam”, “Kahrolsun faşist diktatörlük”, “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek”  sloganları atıldı.  Yapılan açıklamada, halkın iradesine  saygı gösterilmesi ve kayyum kararlarının derhal geri çekilmesi istendi. Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer’in  hukukla bağdaşmayacak  şekilde gözaltına alınması,  evinin aranması, tutuklanması ve  Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atanmasına  derhal son verilmesi, Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer’i derhal serbest bırakılması ve görevine iade edilmesi ve demokrasiyi ayaklar altında çiğnemekten derhal vazgeçilmesi istendi.

Açıklamayı İzmir Barosu Başkanı Sefa Yılmaz yaptı. Açıklamanın tam metni şöyle;

“Değerli basın emekçileri, değerli halkımız

Ülkemiz her gün demokrasi ve hukuk adına yeni bir utanç kaynağı ile güne uyanıyor. Siyasi iktidar adeta bir gelenek haline getirdiği seçilmiş muhalif belediye başkanlarını görevden almak, yerine kayyum atamak ve hatta zindanlara atmak eylemlerine bir yenisini dün ekledi ve Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer’i önce hiçbir temel hukuk kuralına uymaksızın gözaltına aldı, ardından tutuklayarak cezaevine koydu. Ve tabii ki bu eylemlerini kaçınılmaz olarak halkın oylarıyla seçilmiş bir belediye başkanının yerine kayyum atayarak tamamladı.

Siyasi iktidar dilinde en süslü demokrasi söylemleriyle demokrasiyi ayaklar altına almaya devam ediyor. Siyasi iktidar dilinden düşürmediği halk kelimesine rağmen halkın iradesini her gün yeniden ve yeniden çiğnemekte hiçbir sakınca görmüyor. Üstelik bütün bunları hukuk dışı operasyonlarla, sindirme, yıldırma amaçlı baskınlarla, aramalarla ve tutuklamalarla gerçekleştiriyor. Sandıktan çıkan iradeyi tanımayan ve kendisine muhalif ne unsur varsa bir şekilde susturmak için yargıyı ve kolluğu bir sopa gibi kullanan iktidar, bu ülkeyi tek kelimeyle faşizm karanlığına sürüklemiştir. Konuşmayan, okumayan, yazmayan, oy kullanmayan, kullansa bile sadece kendisini destekleyen, düşünmeyen, sorgulamayan, örgütlenmeyen, hakkını hukukunu aramayan bir toplum yaratma gayreti bu topraklarda o kadar duvara çarpmakta, o kadar başarısız olmaktadır ki, üç büyük ilin belediye başkanlıklarını kaybeden iktidar aslında siyasi erki de kaybettiğinin farkında olduğundan ve bu şartlar altında yönetemez hale geldiğinden dolayı baskı ve zulüm yöntemlerine sarılmaktan başka çare bulamamaktadır.

Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer hakkında gözaltı kararı çıktığından beri süreci takip ediyoruz. Süreç baştan sona bir hukuk garabetidir. İstanbul’un büyük bir ilçesinin belediye başkanının makamı itibariyle ifadeye davet edilmesi ve bu davete de haliyle icabet etmesi mümkünken büyük bir aceleyle ve kamuoyunu da yıldırmak amacıyla gözaltına alınması için en nazik ifade usulsüzlük olabilir. Tüm bu usulsüz sürecin ardından hiçbir kaçma veya delil karartma şüphesi bulunmazken sayın başkanın tutuklanması bu ülkede belediye başkanı da olsa sıradan bir yurttaş da olsa kimsenin hukuki emniyetinin olmadığını bir kez daha göstermiştir. Soruşturma dosyasına getirilen kısıtlılık kararı nedeniyle uzun sayılabilecek bir süre boyunca Sn. Başkanın müdafilerinin dahi dosya hakkında bilgi alamayışı sürecin nasıl ilerlediğinin bir başka göstergesidir. Başkan Özerin tutuklanmasının ardından hakkındaki soruşturmaya dair detaylar paylaşıldıkça ülkede hapse girmenin de, terörist ilan edilmenin de, bir insanın yaşamanın bir gecede sebepsiz bir şekilde altüst olmasının da ne kadar kolay olduğu ortaya çıkmıştır. Başkan Özerin tutuklanmasına dayanak olarak, hakkında terör soruşturması yürütülen bazı kişilerle telefon görüşmesi yapmış olması gösterilmektedir. Siyasi bir kişiliğin, üstelik İstanbul gibi bir metropolün büyük bir ilçesinde belediye başkanlığı yapmakta olan bir yurttaşın kendisine telefonla ulaşan herkesin kim olduğunu, hakkındaki soruşturma veya kovuşturmaları bilmesi mümkün müdür? Dünyanın neresinde böyle sübjektif, ne içerdiği belirsiz, temelsiz, dayanaksız, hukuki zemine sahip olmayan bir delil bir belediye başkanının tutuklanıp hapse atılmasını ve yerine kayyum atanmasını sağlayabilir? Siyasiler, sanatçılar, avukatlar, hatta bir kanaat önderi olunmasına da gerek yok, bir şekilde meşhur olmuş internet fenomenleri, futbolcular veya sıradan bir pop müzik şarkıcısının dahi tanıdığı veya tanımadığı yüzlerce kişiden telefon aldığı bir dünyada bu aşamadan sonra hiç kimsenin hukuki güvenliği kalmamıştır. Böylesi bir kriter ülkedeki herkesi terörist yapmaya yetecek niteliksizliği haiz, bir ibret vesikasıdır. İnsanlar artık bu ülkede kendilerine telefonla ulaşan kişilerin önce GBT’lerini sormak zorundadır. Bu ülke bu hukuksuzlukla kötü bir vodvile dönmüştür.

Kayyım atamalarının demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine verdiği hasarı defalarca deneyimledik. Özellikle doğu ve güneydoğudaki belediyelere karşı girişilen kayyım atamaları ve haksız, hukuka aykırı gözaltı ve tutuklamaların demokraside açtığı gedikler kapatılmadan bu eylemlere bir yenisi İstanbul’da eklenmiştir. İktidar yönetememektedir. Yoksulluğu, açlığı, geleceksizliği, eğitimsizliği, çaresizliği halka bir erdem olarak dayatmaya çalışsa da halkın kaynamayan tenceresi, okuyamayan çocuğu, tedavi olamayan annesi-babası bu yarı mistik propagandaları tersyüz etmekte, hayat kendi gerçekliğini yönetenlerin halka fısıldadığı masalların önüne çok sert bir şekilde getirmektedir. Dolayısıyla bu yönetememe sorunu iktidarı hak ve özgürlükleri, demokrasiyi daha da kısıtlamaya itmektedir. Zaman zaman atılan savaş naraları bu yüzdendir. Anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilmesi tartışmaları bu yüzdendir. Ülkenin her yanının tarikatlaştırılması, tekkeleştirilmesi bu yüzdendir. Etki ajanlığı yasası adı altında, kendilerini eleştirecek herkesi ajan yaftalamasıyla hapse tıkmak için yasal düzenlemelere girişmeleri bu yüzdendir. Yönetemedikçe halkı baskılamakta, baskıladıkça yönetememektedirler. Bu kısır döngü ancak daha fazla demokrasi, daha fazla ekmek, daha fazla refah, daha fazla özgürlük, daha fazla insan hakkı, daha fazla hukuk ve adalet ile aşılabilir.

Değerli basın mensupları, kıymetli yurttaşlar, ülkemizin aydınlık insanları,

Bu karanlık elbet bir gün dağılacaktır. Ülkemiz gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, güneşli, güzel günlere uyanacaktır. Bu ülke bu karanlıktan dayanışma ile, birlik ile çıkacak, her yeri, her kurumu yangın yerine dönmüş ülkemiz bu kara dumanı elbirliği ile dağıtacaktır. Her yerde demokrasi, insan hakları ve özgürlük diye haykıracağız. Ve inanın bunu elde edeceğiz.

Buradan bir kez daha sesleniyoruz; kayyım atamalarına derhal son verin. Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer’i derhal serbest bırakın ve görevine iade edin. Demokrasiyi ayaklar altında çiğnemekten derhal vazgeçin.

Ahmet Özer’e özgürlük!”

 

 

 

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: Sağlıkta özelleştirmenin son kurbanları bebekler..Kamu sağlık sistemi hemen şimdi..

  İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, “Sağlıkta özelleştirmenin son kurbanları : Bebekler …Kamu sağlığı hemen şimdi” pankartı açarak,  basın açıklaması yaptı. Katılımcılar, “Sağlık hakkı satılamaz”, “Sağlık Bakanı istifa”, “Sağlıkta dönüşüm ölüm demektir.”,  “AKP elini bebeklerden çek”, “Bebeklerin katili sermaye devleti”,  “Ya kapitalist barbarlık ya sosyalizm”, “Katillerden hesabı halk soracak”, “Sağlıkta ticaret ölüm demektir”, “Yenidoğan çetesi AKP’nin eseri” sloganlarını attı.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına yapılan açıklamayı İzmir Tabip Odası Genel Sekreteri  Dr.Nuri Seha Yüksel okudu.

Açıklamanın tam metni şöyle:

SAĞLIKTA ÖZELLEŞTİRMENİN SON KURBANLARI BEBEKLER…

İstanbul’da çok sayıda bebeğin, aralarında hekimlerin ve sağlık çalışanlarının da olduğu bir çete tarafından tıbbi gereklilik olmadığı halde anlaşma yaptıkları özel hastanelerin yenidoğan yoğun bakım ünitelerine yönlendirildiği, bu sayede Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan ve ailelerden haksız kazanç elde edildiği ve daha vahimi bebeklerin bir kısmının yoğun bakım takipleri sırasında hayatlarını kaybettiğine ilişkin haberler kanımızı dondurmuş, hepimizde derin bir üzüntü ve öfkeye yol açmıştır.

Karşımıza çıkan bu dehşet verici durum, hekimlik değerleri bir yana insanlık değerleri ile bağdaşmamaktadır.

Meslek etik kurallarını ihlal ederek hekimlik mesleğinin saygınlığına, onuruna, kutsallığına leke sürenler ve sağlık çalışanlarına ilişkin güven duygusunu zedeleyenler, bebeklerin ölümüne neden olan ve halkın sağlığını riske atanlar hak ettikleri cezaları almalıdır. Kamu yöneticilerinin sistemin yarattığı bu kara tabloyu, işini hakkıyla yapan hekim ve sağlık çalışanlarına yükleyerek, suçu üstlerinden atma çabaları gerçeğin üstünü örtme gayretinden öte değildir.

Gerçek, sağlıkta dönüşüm programının halk sağlığı üzerindeki yıkıcı etkisidir.

Gerçek, koruyucu sağlık hizmetlerinin yok sayılmasıdır.

Gerçek, aşı bulamamak, ilacı parasız alamamaktır.

Gerçek, çöken bir sağlık sistemidir ve bunun sorumluları bellidir.

Yürütme ve denetim görevini elinde tutan kamu yöneticilerinin, sağlık müdürlüğü yetkililerinin, görev ihmali yönünden soruşturulması gerekir. Bu olayda ciddi bir denetim eksikliğine dair güçlü emareler vardır. Yıllardır sürdürülen bu suç düzeninin esas failleri kadar suçun ortaya geç çıkmasından sorumlu olanlar da adalet önünde hesap vermelidir.

Yaşananlar, yıllardır kamuoyunu ve yetkilileri uyardığımız bir gerçeği, Sağlıkta Dönüşüm Programı doğrultusunda uygulanan politikaların halkın yararına olmadığı ve sağlık sisteminde yıkıcı sonuçları olduğu gerçeğini inkar edilemeyecek şekilde ortaya koymuştur.

Sağlık hizmetini sıradanlaştıran, niteliğe değil niceliğe önem veren, hastaneleri ticarethane ve hastaları müşteri haline getiren, sağlığı piyasa kurallarına teslim eden Sağlıkta Dönüşüm Programı sağlık sistemimizi çökertmiştir.

Halk sağlığına, hekimlik değerlerine ve sağlık çalışanlarına zarar veren, ülke kaynaklarının bir avuç insanın çıkarına boşa harcanmasına yol açan ve bu son olayda gördüğümüz gibi insanlık değerlerinin ayaklar altına alınmasına neden olan politikalar bir an önce terk edilmelidir.

En büyük hayal olarak ifade edilen devasa hastanelere aktarılan bütçenin, diğer alanda duyulan ihtiyaçlar için harcanmaması tercihi, aslında sayısını tam olarak bilemediğimiz kaybettiğimiz bebeklerin ailelerinin hayallerini yıkmış, hayatlarını cehenneme çevirmiştir. Bir bebeğimizin daha bu nedenlerle ölümüne tahammülümüz yoktur.

Yıllardır bıkmadan usanmadan söylediğimiz gibi sağlıkta ticaret ölüm getirmiştir. Kar odaklı bu yönetim anlayışı canımızı yakmaktadır ve yakmaya da devam edecektir.

Herkese eşit ulaşılabilir, nitelikli ve ücretsiz sağlık hizmetinin kamu eliyle sunulması sağlanmalıdır. Beklemeden, oyalanmadan.

Hemen, şimdi…

İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ

22.10.2024″

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, 10 Ekim 2015 -Ankara Katliamında yaşamını yitirenleri andı.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, 10 Ekim Ankara Katliamı’nın 9’uncu yılında  10 Ekim  Barış Anıtı önünde toplanarak  katliamda yaşamını yitirenleri andı.  Katılımcılar,  “10 Ekim’i unutma unutturma”, “Katil IŞİD işbirlikçi AKP”, ” Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz”, “Katil ABD Ortadoğu’dan defol”, ” Yaşasın halkların kardeşliği”,  “Faşizme ölüm halka hürriyet”, “Katillerden hesabı emekçiler soracak” ve “Faşizme karşı omuz omuza” sloganlarını attı.  Anmaya, katliamda yaşamını yitirenlerin aileleri ve yaralı olarak kurtulanlar da katıldı.

10 Ekim katliamında ağır yaralanan ve  aylarca tedavi gören 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği İzmir Temsilcisi Mustafa Özdağ, “Katliamın 9’uncu yılında  yine buradayız. Kararlıyız, korkmuyoruz yılmadık ve vazgeçmeyeceğiz. Emek, demokrasi, özgürlük ve barışı avazımız çıktığı kadar haykırarak savunmaktan  vazgeçmeyeceğiz. Bu dava biz bitti demeden bitmeyecek. 10 Ekim, savaşa karşı barışın ve kardeşliğin savunulmasının adıdır” dedi.  Anmada katliamda yaşamını yitirenler anısına  saygı duruşunda bulunuldu ve  katledilenlerin isimleri  okundu.

Emek Demokrasi Güçleri adına basın açıklamasını İzmir Barosu Başkan Yardımcısı Zöhre Dalkıran okudu. Açıklamanın tam metni şöyle:

“Değerli dostlar,
Sevgili barış ve demokrasi savunucuları,
Bundan 9 yıl önce, 10 Ekim 2015’de temel bir insan hakkı olan barış hakkını
savunmak için, Türkiye’nin dört bir yanından Ankara’da buluşma sözü veren binlerce
kişinin toplandığı Ankara Garı’nda iki IŞİD militanının bombalı saldırısı sonucu 103
dostumuz yaşamını yitirdi, yüzlercesi yaralandı.

O tarihte iç savaşın yaşandığı, kan ve gözyaşının hakim olduğu Suriye’de,
çatışmaların tarafı olan IŞİD yerine barışı hedef alan siyasi iktidar, sınırlarımızı IŞİD
militanlarının geçebileceği bir eleğe çevirirken, Rusya’nın bombardımanından kaçan
IŞİD üyesi katilleri askerin koruyuculuğunda güvenlikli yerlere taşırken neyi
amaçladığı çok açıktı. Suriye’nin emperyalist devletlerce işgal edildiği süreçte pay
almak, sınır güvenliğini korumak için önleyici tedbir adı altında Suriye’deki demokratik
güçleri ve kurdukları yapıları yok etmek.

Bombaların patladığı yer, Beştepe’ye 2.5 km, Emniyet Müdürlüğü’ne 2 km.
mesafedeydi ve binlerce kişinin miting için buluşacağı bölgede aramaların
yapıldığına, gerekli ve yeterli önlemlerin alındığına inanmamız beklendi. Katliamdan 9
yıl sonra geçtiğimiz haziran ayında örgüt üyesi olup yardım ve yataklık edenler
hakkında ceza kararı verildi. Türkiye’de yaşanan bu en büyük sivil katliamın
sonrasında, saldırganları sınırdan başkentin ortasına kadar getiren asıl failler ve
buna göz yumanlar, ihmali olanlar hiçbir zaman yargı önüne çıkarılmadı. Türkiye
tarihinin en fazla can kaybının yaşandığı bu saldırıda, polisin görevlerinin gereğini
yapmak yerine yaralılara yardım etmeye çalışan halka yönelik müdahaleleri ve
ambulansların alana girmesinin engellenmesi ve bu yüzden daha fazla sayıda
insanın ölmesi toplumun hafızasında canlılığını korumaktadır.

Firari sanıklar yakalanamadı. Ve yine bizlerin, barış ve demokrasi savunucularının,
adaletin tecelli ettiğine inanmamız bekleniyor. Kamu görevlilerinin saldırıdan önceki
ve saldırı sırasındaki kasıt ve ihmalleri hakkında hiçbir zaman etkin bir soruşturma
yürütülmedi. Katliamda yaşamını yitirenlerin, yaralananların, onların yakınlarının ve
bizlerin acılarını ve vicdanlarını tatmin edecek bir soruşturma, bir yargı süreci asla
yürütülmedi.

10 Ekim Ankara Garı Katliamı’nın gerçekleştiği süreçte, AKP iktidarının gücü ermeye
başlamış, siyasal iktidar Haziran 2015 seçimlerinden tek başına hükümeti kuracak
oyu sağlayamamış durumdaydı. Bir yandan istikşafi görüşmeler adı altında toplumu
oyalayan iktidar bir yandan da kazanacağı yeni bir seçimin zeminini hazırlıyordu. 5
Haziran 2015 Diyarbakır, 20 Temmuz 2015 Suruç ve 10 Ekim 2015 Ankara Garı
katliamları bu süreçte yaşandı. Türkiye’yi özgürlükler – güvenlik ikileminde güvenlik
yönünde tercih yapmaya zorlayan iktidar, Kasım 2015’de yapılan yeni seçimi kazandı
ve yaşanan saldırılar, bombalı eylemler bıçak gibi kesildi.

İlan ediyoruz ki; insanlığa karşı işlenen bu suçların faillerini gizleyenler, bu suçların
ortağıdır. İktidarını korumak için toplumu kaos ve şiddet sarmalına sürükleyenleri asla
unutmayacağız. Barış savunucusu dostlarımızın hayatlarından, acılarımızdan oy
devşirenleri asla affetmeyeceğiz.

Şu husus açıkça ortadadır ki; Ankara Garı Katliamı’nın hedefi demokrasi ve barıştır,
demokrasi ve barış talep edenlerdir. Hedef bizleriz. Tarih boyunca barışı ve
demokrasiyi savunanlara yönelik saldırılar barış ve demokrasiye olan talebi, umudu
ve mücadeleyi hiçbir zaman ve hiçbir şekilde yok edemedi, engelleyemedi.

10 Ekim 2015’de, Ankara Garı’nda yapılan saldırıda yitirdiğimiz canlar, yaralanan
dostlarımız, bize bu uğurda verilen mücadelenin bayrağını devrettiler. Bizim
görevimiz, gerici faşist saldırılar karşısında birlikte mücadele etmek, barışa ve
demokrasiye dair umudu diri tutmak, umudumuzu gerçekleştirmektir. Bu süreçte asla yılmayacağız, asla teslim olmayacağız.

Katliamda yaşamını yitiren canlarımızı bitmeyen bir özlemle ve sevgiyle anıyoruz.
Ölümü değil yaşamı, savaşı değil barışı savunuyoruz!”

İzmir Kadın Platformu:Ayşenur’un ve İkbal’in katili sadece Semih Çelik değil, kadın düşmanı AKP-MHP ittifakı da bu cinayetin suç ortağıdır. Öfkeliyiz, artık yeter. Yaşamak istiyoruz!

İzmir Kadın Platformu,  Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde  “Her yer suç mahalli faillerden hesap soruyoruz” pankartı açarak basın açıklaması yaptı. AKP-MHP siyasi iktidarının  kadın cinayetleri ve tacizlerinin suç ortağı olduğunu ve siyasi iktidara karşı kadınları mücadeleye çağırdı.  Kadınlar;  “Kadın cinayetleri politiktir”, “Yaşasın kadın dayanışması”, “Erkek devlet hesap verecek”,  “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”, ” Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek”, “İstanbul sözleşmesinden vazgeçmeyeceğiz”, “Erkek adalet değil gerçek adalet”  sloganlarını attı.

Basın açıklamasının tam metni şöyle:

” Bu topraklarda her gün ölüyor, tacize ya da tecavüze uğruyoruz. Katledilen, şiddete uğrayan her kadının sorumlusu iktidara geldiği günden beri kadın düşmanı politikaları ile hayatımızı kuşatmaya çalışan AKP’dir. Failleri cezasızlık politikaları ile ödüllendirip cesaretlendiren “erkek adaletin” ellerinde kadınların kanı var. Her yer suç mahalli!

Dün Semih Çelik isimli erkek 19 yaşında Ayşenur Halil ve İkbal Uzuner adlı iki genç kadını, İstanbul’un ortasında, gündüz vakti yarım saat arayla vahşice katledip intihar etti. Beyoğlu’nda bir kadını taciz eden iki erkek fail gözaltına alınıp serbest bırakıldı tepkiler üzerine tutuklandı. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, katledilen kadınların ardından “sıfır tolerans” diyor. Buradan soruyoruz, İstanbul Sözleşmesini fesh edip 6284 sayılı yasayı tartışmaya açmak failleri cezasızlıkla ödüllendirmek mi sizin sıfır tolerans dediğiniz? Kadınları nasıl doğum yapacağına müdahale edip bedenlerini denetim altına almaya çalışmak mı? Siz konuştukça biz ölüyoruz. Kadın düşmanı iktidarınız her gün bizi ölüme, şiddete mahkum ediyor. Hayatlarımızı size teslim etmeyeceğiz. İşte buradayız. Faillerden, kadın düşmanı iktidarınızdan hesap soruyoruz!

2024 yılının ilk 8 ayında 261 kadın, erkekler tarafından öldürüldü. 164 kadının ölümü hala şüpheli. Sadece Eylül ayında 34 kadın öldürüldü. Eylül ayında öldürülen 34 kadının büyük bir kısmı boşanmak istediği, barışmayı, evlenmeyi ve ilişkiyi reddettiği için öldürüldü. Yine bu kadınların yaklaşık %80’i evinde öldürüldü. Bu veriler kadınların çoğunlukla tanıdıkları ve hatta ailelerindeki erkekler tarafından öldürüldüğü gerçeğini açıkça ortaya koymaktadır. “kutsal aile” diyerek kadınları ve çocukları hapsetmeye çalıştığınız aileniz de şiddet var, istismar var! Bu sayıların her geçen gün artmasının en önemli nedeni, ilişki içinde erkeklerin kadının rolüne yönelik çarpık, mülkiyetçi bakış açısının devlet ve adalet politikaları tarafından desteklenmesidir. Erkekler bu cinayetleri işlediklerinde caydırıcı cezalar almayacaklarını biliyor. Kadınlar da adalet mekanizmasının kendilerini korumadığını.

Hukuken Erdoğan’ın İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin ayrıldığına ilişkin beyanı anlam ifade etmese de toplum nezdinde bu çıkış erkek şiddeti önündeki barajı yıkan ve o günden bu yana hızla ve katlanarak artan kadın cinayetlerinin politik olduğunun en önemli kanıtıdır.

Kadınların adalete inancı tamamen yok olmuştur. Bunun en önemli göstergesi salı günü Beyoğlu’nda iki kişi tarafından sokak ortasında yere yatırılarak taciz edilen genç kadının tacizcilerden şikayetçi olamamasıdır.

Erkek şiddeti ve tacizi yaş ve sınır tanımamaktadır. Narin’in acısı hala tazeyken ve 90 haneli bir köyde bu cinayet aylardır çözüme kavuşmamışken bu kez de Osmaniye’de farklı yaşlardan 18 kişinin 14 yaşında bir çocuğa cinsel istismarda bulunduğu haberiyle sarsıldık. Bu 18 kişi teşhis edilmiş olmasına rağmen, yine bu kişilerden sadece 10’u tutuklanmıştır.

Cani, sapık, hasta münferit değil devletin önlemediği erkek şiddeti! Ayşenur’un ve İkbal’in katili sadece Semih Çelik değil, kadın düşmanı AKP-MHP ittifakı da bu cinayetin suç ortağıdır. Öfkeliyiz, artık yeter. Yaşamak istiyoruz!

Kadınlar var olduklarından beri her bir hak için mücadele etmişlerdir. Bu ülkede kadınlar özgürce var olana kadar, bütün tacizciler, katiller ve işkenceciler hak ettikleri cezayı alana kadar kız kardeşlerimizle omuz omuza el ele mücadeleye devam edeceğiz. Tek bir adım bile geri adım atmayacağız.

Rojin ve Gülistan Doku nerede, Narin’e ne oldu diye sormaktan vazgeçmeyeceğiz. Her yer kadınlar için suç mahalliyken, erkek şiddetini teşvik eden iktidardan korkmuyoruz ve itaat etmiyoruz. Bütün faillerden hesap sormaya, bu kadın düşmanı politikalar ve eril adalet mekanizması yok olana kadar meydanlarda olmaya, sesimizi yükseltmeye, birbirimizi savunmaya, dayanışmaya devam edeceğiz ve mutlaka kazanacağız.

İZMİR KADIN PLATFORMU”

İzmir Yaşam Hakları savunucuları; Katliam yasasını tanımıyoruz.

 

Katliam Yasası’nın yürürlükten kaldırılmasını sağlamak, yürürlükten kalkana kadar da uygulanmasına engel olmak için  “Katliam yasasını tanımıyoruz” diyen  İzmir Yaşam Hakkı Savunucuları   Cumhuriyet Meydanı’ nda toplanarak  Gündoğdu Meydanı’ na yürüdü. Yürüyüş boyunca  İzmir Yaşam  Hakkı Savunucuları,  “Hükümet istifa”  ” Katliam yasasını tanımıyoruz”, ” Kurtuluş yok tek başına ya tüm türler ya hiçbirimiz”, “Medya etik ol tetikçi olma”,  “Katliamcı AKP işbirlikçi MHP”, “AKP yaparsa katliam yapar”,  “Susma haykır katliama hayır”, “Faşizme karşı omuz omuza”, ” sloganlarını attı.

Mitingde, ‘Yaşam Hakkı Savunucuları’  adına basın metnini ,  Pınar Alpasil ve veteriner hekim Kaan Gencer okudu. Alpaslan ve Gencer, yasanın geri çekilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne çağrıda bulundu.  Basın açıklamasının okunmasından sonra  Grup Merdiven ve İlkay Akkaya müzik yaptı.

“Katliam Yasasını Tanımıyoruz!

“İktidar ve ortakları, toplumu kutuplaştırmak üzere yeni türden kirli bir siyasete girişmiş durumda. 5199 nolu yasa tartışmaya açıldığı günden beri, toplumdaki bölünme daha fazla keskinleşmiş ve iktidar yanlılarının tüm ‘ötekilere’ yönelik saldırıları artan oranda çoğalmıştır.  Sokakta yaşayan köpekler yerel seçimlerden önce AKP, MHP, YRP ve BBP gibi gerici partilerin seçim propagandası haline getirilerek hedef gösterildi. AKP ve ittifakı yerel yönetim seçimlerinin yenilgisiyle köpekler için ‘başıboş, saldırgan, hastalıklı’ gibi saçmalıklar savurarak, hayvanlara ve hayvan severlere karşı tamamen etik dışı, vicdan ve bilim karşıtı bir tutum aldılar. Şüphesiz bu yaşam hakkına yönelik yeni bir saldırı değildi. AKP’nin 23 yıllık iktidarı boyunca, ‘hayvana karşı şiddet’ sadece kabahat olarak sayıldı. Hak savunucuları tarafından suç olarak görülen hayvanlara yönelik sistematik öldürme, işkence ve tecavüz cezasız kaldı. AKP’nin cezalandırma anlayışı, ister bireysel isterse sözde kamu kuruluşu olan belediyelerle net bir şekilde artış gösterdi. Biz sokaktaki bir canı beslemek, ona nispeten sağlıklı yaşam koşulu yaratmak ve uygun yuva bulabilmek için çabalarken, iktidarın yaratmış olduğu yaşam düşmanı siyasi atmosfer binlercesini caniyane bir şekilde katletti. Ve şimdi, Katliam Yasası ile sokakta yaşayan canlarımızı bizden almak istiyorlar! Bugün buradan bir kez daha tüm öfkemizle haykırıyoruz… Yasa iptal edilene kadar mücadelemizi sürdüreceğiz!”

“Hayvanları koruma yasası adı altında çıkarılan, sokak hayvanlarını toplama kamplarına ve ölüme mahkûm eden Katliam Yasası ağustos ayında TBMM’den geçti. Yasanın iptali için açılan dava, Anayasa Mahkemesi’nde devam ediyor. Katliam Yasası, çocukları bahane ederek meşrulaştırılmaya çalışılsa da, çocuk istismarını aklayan, çocukları şiddete karşı koruyan yasalar iptal ediliyor, Narin’in failleri bulunamıyor. Evlerindeki çocuklar korunamıyor.

“Bize ‘önce çocukların yaşamı’ diye yalan laflar söyleyen iktidara soruyoruz. Önlenebilir hastalıklardan yılda 10 bin çocuğun ölmesinin sebebi kimdir? Her üç çocuğumuzdan birinin yatağına aç gitmesine neden olan sizin açtığınız sefalet değil midir? Okulda olması gereken 671 çocuğumuz son 11 yılda neden iş cinayetlerine kurban gitti? Neden 2017 yılından bu yana 132 çocuğumuz mayın patlamalarıyla,  katledildi ve bir kişi dâhi ceza almadı? 6 yaşındaki çocuklarımızı ‘rızası vardı’ diyerek, tarikatların istismarına maruz bırakan kim? Kutsal aile diyerek çocuk yaşta evliliklerin önünü açan kız çocuklarını şiddete ve istismara karşı korumasız bırakan kim? Neden sizlerin öve öve bitiremediğiniz tarikat ellerinde aslında sürekli, ama size göre ‘münferit’ olarak çocuk tecavüzleri yaşanıyor? Rabia Naz, Narin gibi katledilen çocukların failleri  neden iktidar vekilleri tarafından korunuyor? Çocukların üzerinden kendi kanlı yasalarınızı temellendirmenize asla izin vermeyeceğiz!”

“Bugün buradayız, çünkü onlar kötülük tohumlarını topluma serperek vahşet üzerine vahşet üretecek bir yasayı, halkın ezici çoğunluğuna rağmen canice uygulamak istiyor. İktidar bizi ‘elitist’ diye yaftalıyor, marjinalize etmek istiyor ve ‘çok istiyorsanız köpekleri evlerinize alın’ diyerek saldırıya geçiyor. Sanki bugün hayvanların yaşadığı sorunun nedeni bizmişiz gibi gösteriyor. Hayır biz elitist değiliz, bizler  korumalı lüks sitelerde yaşamıyoruz! Biz toplumun çeşitli katmanlarından insanlarız, bu katliam yasasına karşı çıkan milyonlarız, halkız! Bizden aldığınız vergilerle aslında sizin bakmakla yükümlü olduğunuz hayvanlara kendi imkanlarıyla bakan, hayvanları ölüm kampı barınaklara göndermemek için cebindeki son kuruşu harcayan gönüllüleriz, hayvan savunucularıyız! Aylardır tek bir ağızdan ‘onlar bir avuç, biz milyonlarız’ diye, duymak istemeyen tüm kulaklara haykırdık. Yasanın kulis bilgileri geldiği ilk günden beri, 23 Mayıs’tan bu yana gitgide artarak, yüzbinlere ulaşarak sokağa indik. Ve bugün burada yalnız değiliz. Bizler bu yasayı durdurabiliriz!”

“Bu yasanın iktidar ve ortakları tarafından en cazip tarafı 31 Mart seçimlerinden sonra yerel yönetimlerin çoğunun ‘muhalefet’ belediyelerine dönüşmesidir. Belediyeler, katliam yasasına uymadıkları takdirde kayyum da dahil olmak üzere bir dizi yaptırım devreye giriyor. Şayet belediyeler katliam yasasını şu ya da bu oranda uygularsa ezici çoğunluğu yasa karşıtı olan halk, belediyelerle karşı karşıya gelecek ve böylece toplumsal bir huzursuzluk yaratılmış olacak. İktidarın bayrağını sallamaya hevesli, hayvanlara tecridi ve ölümü reva gören iktidar ya da muhalif  bu belediyeler halkın öfkesinden payına düşeni alacaktır!”

“Dostlarımızı sizin vahşetinize teslim etmeyeceğiz! Biz yaşamdan yana olanlar; kana susamış bu iktidara, sahte haberlerle toplumu manipüle eden trol ordusuna, sosyal medyada tonlarca para döktüğünüz sahte bot hesaplara, kendisine gazeteci deyip meslek etiğini yok sayarak hayvanların yaşam hakkını anketler açarak bir avuç takipçisiyle tartışmaya açanlara, her gün bilimden uzak, yeni nefret söylemleri ile toplumu kutuplaştıranlara, halkın meclisine halkı almayanlara, protesto hakkını engelleyenlere, gözaltına alanlara karşı hayvanları, sokakta yaşayan köpekleri, dostlarımızı savunuyoruz! Savunmaktan vazgeçmeyeceğiz! Buradayız! Bir yere gitmiyoruz! Yasanın ağustos ayında meclisten geçirilmesinin ardından Anayasa Mahkemesi’ne 16 maddenin iptali için açılan dava yakın zamanda görülecek. Hayvanları Koruma Kanunu denilmesine rağmen kanunun adına, amacına, koruduğu değerlere açıkça aykırı olan bu kanun derhal iptal edilmelidir.

“Anayasa Mahkemesi hukukun gereğini yerine getirmeli ve katliama dur demelidir. Her şeyin bittiğini söyleyenlere ufak bir mesajımız var; biz daha yolun başındayız ve biz bitti demeden bitmez! Sokakta yaşayan hayvanları bizden koparmak isteyen yasaya karşı, öfkemizi ve bilincimizi daha gür ve daha güçlü örgütlemeye devam edeceğiz”

“Biz, sokak hayvanlarını ölüme mahkûm eden yasaya karşı mecliste, sokakta direnen; şiddete uğrayan hayvanların faillerinin cezalandırılması için davaları takip eden; hayvan, kadın, çocuk, doğa, emek, LGBTİ+ düşmanı iktidara karşı yaşamı yeniden kurmak için mücadele eden Yaşam Hakkı Savunucularıyız. Bir yandan kentin farklı noktalarında yasaya karşı kitlesel eylemler örgütlerken bir yanda mahalle inisiyatifleri ile yerellerden aldığımız gücümüzü direnişin bir parçası hâline getiriyoruz.

“Bu davet yaşamı yeniden kurmak için direnen hak savunucularına;

“Hayatlarından ve haklarından vazgeçmeyen kadınları, gökkuşağının tüm renkleri ile direnen LGBTİ+’ları, yaşam alanlarını yağmaya -talana teslim etmeyen doğa savunucularını, patronlara karşı ekmeğine, emeğine sahip çıkan işçileri, yazın en sıcak günlerinde mücadele dersini öğretmenler verecek diyerek meclisin kapısına dayanan öğretmenleri, barışın sesini ülkenin dört bir yanında yükseltenler ile sesimizi birleştirmeye çağırıyoruz. Çünkü biliyoruz ki kurtuluş tüm türlerin kurtuluşu ile mümkün.

“Aynı sokağı, mahalleyi paylaştığımız sokak hayvanlarını toplama kamplarına ve ölüme mahkûm eden “Katliam Yasası”nın yürürlükten kaldırılmasını sağlamak, yürürlükten kalkana kadar da uygulanmasına engel olmak için

Birlikte yaşatacak, birlikte yaşayacağız.

Katliam Yasası’nı Durduracağız!”

12 Eylül 44.yılında

 

12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen faşist askeri cuntanın- darbenin üzerinden 44 yıl geçti. 12 Eylül darbesinin 44’üncü yıldönümünde faşizmi, darbeciliği lanetliyor, hayatını kaybeden direnç çiceklerini saygıyla anıyoruz.  44 yıl önce bugün, işçi sınıfının ve  emekçilerin, halk gençliğinin, ilericilerin  faşizme, faşist saldırılara, katliamlara  ve sermayeye karşı direnişi  toplumda yükselen özgürlük, demokrasi ve eşitlik mücadelesi  ABD’nin ve NATO’nun kirli örgütlerinin  ABD’nin Ortadoğu Masası yetkililerinin deyişiyle  Amerikancı generallerin “bizim çocuklar” ın bir darbesiyle karşılık buldu.

12 Eylül faşist cunta yönetimi, TBMM’ni, siyasi partileri, sendikaları, çağdaş, ilerici, devrimci kurumları ve örgütlerini, gazeteleri, dergileri  kapatmış, işçi sınıfının ve emekçilerin sermayeye karşı grevlerini direnişlerini yasaklamıştı. Yüz binlerce insan gözaltına alınmış işkenceden geçirilmişti. Yüzlerce kişi işkence ile öldürüldü, idam edildi, kaybedildi. Askeri cezaevleri, emniyet müdürlükleri ve kimi mekanlar işkence merkezleri haline getirildi. Faşist Askeri Cunta iktidarı döneminde her türden zulüm, zorbalık ve hukuk dışı uygulamalar devleti yönetme ekseni oldu.

Araştırmalara göre 12 Eylül Askeri Darbesi’nin toplumsal ve siyasal bilançosu şöyledir:

1 milyon 683 bin kişi ‘fiş’lendi.
650 bin kişi gözaltına alındı.
Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
7 bin kişi idam istemiyle yargılandı.
517 kişiye idam cezası verildi.
259 kişinin idam dosyası Yargıtay’ca onandı.
49 kişi idam edildi
71 bin kişi 141, 142 ve 163’den yargılandı.
98 bin 404 kişi ‘örgüt üyesi’ olmak suçundan yargılandı.
388 bin kişiye pasaport verilmedi.
14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı.
30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.
300 kişi ‘kuşkulu bir şekilde’ öldü.
171 kişinin ‘işkenceden öldüğü belgelerle kanıtlandı.
14 kişi cezaevindeki uygulamaları protesto etmek için yaptıkları ‘açlık grevi’ sonucu yaşamını yitirdi.
30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.
1402 sayılı yasa nedeni ile 3 bin 854 öğretmenin ve 120 öğretim görevlisinin işine son verildi.
1402 sayılı yasa nedeniyle 9 bin 400 kişi kamu görevinden atıldı ya da sürüldü.
47 yargıç görevden atıldı.
7 bin 233 devlet görevlisi bölgeleri dışına sürüldü.
937 film ‘sakıncalı’ bulunduğu için yasaklandı.
23 bin 667 derneğin faaliyeti durduruldu.
İstanbul’da gazeteler toplam 300 gün yayımlanmadı.
13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
31 gazeteci cezaevine konuldu.
Gazeteciler hakkında toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
Gazetecilere toplam 3 bin 715 yıl hapis cezası verildi.
300 gazeteci saldırıya uğradı.  3 gazeteci öldürüldü
49 ton gazete ve dergi imha edildi, Yüzbinlerce yayına el konuldu ve imha edildi. Sadece Bilim ve Sosyalizm yayınlarına ait 113.607 kitap yakıldı. Sol yayınlarına el konuldu ve yakıldı. Yayınevi sahipleri gözaltına alındı, tutuklandı, işkence gördü. İlhan Erdost işkence yapılarak öldürüldü.(1)

Faşist darbe dönemi siyasi iktidarın IMF ile yaptığı anlaşma ve 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarının hemen ardından yapılmıştı. Siyasi iktidar yükselen işçi sınıfı ve emekçi hareketinin ekonomik demokratik talepleri için mücadelesini bastırma  ve  İMF  anlaşmasını  ve 24 Ocak ekonomik kararları uygulamayı faşizmin zoruyla gerçekleştirmeye çalıştı.  Faşist cunta tekelci kapitalizmin neoliberal ekonomi politikalarına  geçişi ve işbirlikçi tekelci kapitalist ekonomiyi dünya ekonomisine tam eklemlenmesini sağlayacak adımlar attı.  Kamu idari yapısında gerici faşist dönüşüm, kamu iktisadi teşebbüslerinin her alanda özelleştirilmesi ve şirketleştirilmesinin  yolu açıldı.  İşçi sınıfının ve emekçilerin hakları gasp edildi, sendikalar ve örgütlü toplumun tamamen tasfiyesi ile işbirlikçi tekelci burjuvazinin istekleri gerçekleştirildi.  Tekelci burjuvazinin partileri de yeniden yapılandırıldı. Faşist darbe ile ikinci dünya savaşında sonra kuşatma altına alınan sosyalist ülkeler, soğuk savaş yıllarında bu kuşatma ilerletilerek,  ABD ve batı emperyalizminin “yeşil kuşak” projesine her anlamda hizmet edildi. Bunun sonucu olarak tarikatlar-cemaatler, dinci gericilik  ve “Türk-İslam sentezi” desteklendi, güdük laikliğin tasfiyesi  ve bugünkü siyasal dinci rejiminin yolu böylece açıldı.

Faşist cunta 1982 Anayasasıyla  tekelci burjuvazinin siyasi iktidarını güçlendirdi. Faşist cuntanın  planlamasıyla  dinci bir partinin iktidarının yolu  AKP iktidarı ile ilerletildi. Burjuva modernizminin laiklik, çağdaş yaşam, eğitim, sağlık ve kamusal alanlardaki tüm kazanımları tasfiye edildi.  AKP siyasi iktidarının  ABD nin ve tekelci kapitalizmin Türkiye ‘ye biçtiği  rol ile,  2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği referandumu yapıldı, ardından kuvvetler ayrılığını tamamen yok eden 2017 Anayasa değişikliği referandumu gerçekleştirildi, 12 Eylül faşizminin halk düşmanı  uygulamaları  ile faşizm ve gericilik tüm mekanizmalarıyla yeniden yapılandırıldı.  Türkiye’de parlamenter sistem tasfiye edilerek, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildi. Böylece tek adam yönetimi-başkanlık sistemi gerçekleştirilmiş oldu. Bugün Anayasa mahkemesi kararları dahi uygulanmamaktadır. Milletvekili Can Atalay hukuksuz bir şekilde cezaevindedir. Tüm gezi tutukluları  Anayasa mahkemesi kararlarına karşı mahpusta tutulmaktadır; siyasi iktidar kendi politikasina uymadığında  Anayasa Mahkemesi’ni yok sayabilmektedir.

Bugün 12 Eylül yönetim çizgisi her anlamda sürmektedir. Parlamento işlevsiz kılınmıştır. Ülke kararnamelerle yönetilir duruma gelmiştir. Seçilmiş belediye başkanları görevden alınmakta, yerlerine kayyum atanmaktadır. 15 Temmuz darbe süreci fırsata çevrilerek OHAL uygulaması başlatılmış ve bu kapsamda çok sayıda Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarılmıştır. 100 binin üzerinde kamu çalışanı işten ihraç edilmiştir. Binlerce kamu çalışanı ve akademisyen yargı kararı olmaksızın mağdur edilmiştir. Üniversiteler ve okullar liyakat, birikim ve akademik birikim, donanım ve kariyere bakılmaksızın iktidarın yandaş memurlarınca yönetilir duruma getirilmiştir. Eğitim sistemi yap-boz politikalarıyla yönetilmektedir. Eğitim ve öğretim de laisizmin kırıntıları da tasfiye edilmiş, dincileştirme politikaları yerleştirilmiştir.

Sağlık sistemi her dönem oranı artan katkı paylarıyla, kademeli muayene ücretleriyle paralı hale getirilmiştir Sağlık sisteminin özelleştirilmesi ile halk sağlığı büyük bir tehdit altındadır. Adalet, hak ve hukuk yoktur; adalet iktidara siyaseten bağımlı durumdadır. Düşünce ve ifade etme özgürlüğü yoktur; iktidar politikalarına sözlü ya da yazılı olarak karşı çıkanlar gözaltına alınmakta, kitleler yargı kıskacındadır. Gazeteciler hukukçular hapishanelerde çürütülmektedir. Cezaevleri hasta tutsaklarla doludur. İnsanlar kaçırılmakta, muhbirlik teklif edilmektedir, gözaltında kişilere işkence ve kötü muamele yapılmaktadır, muhaliflerin özgürlükleri ve can güvenliği tehdit edilmektedir.

Bugün AKP iktidarının özlemini çektiği ve hedef olarak ortaya koyduğu biat eden “kindar ve dindar” gençlik projesi, 12 Eylül darbesinin bir sonucudur. Bu proje 4+4+4 Kesintili Zorunlu Eğitim Yasası ve müfredat değişikliği ile de hayata geçirilmiştir; taşımalı eğitimler köyler (yeni adıyla mahalleler) yoksul tarım emekçilerinin çocuklarını eğitimden uzaklaştırmakta niteliksiz işçiler olmaya zorlamaktadır. MESEM projesiyle emek gücü ücretsiz, güvencesiz olarak sermayenin kullanımına sunulan meslek okulları öğrencisi çocukların yaşamı sermayeye peşkeş çekilmektedir. 12 Eylül Darbesi’nin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini Anayasada zorunlu hale getirilmesi, kuran kurslarının yaygınlaştırılması, denetlenmemesi, ÇEDES projesiyle okullara atanan öğretmenlik vasfı olmayan danışmanlar, bilişsel, bedensel duygusal olarak karar verme olgunluğuna sahip olmayan çocuklarımız için bir tehdit, eğitimi gericileştirmek için attığı adımların en önemlisidir. 12 Eylül’ün getirdiği siyasi ortamdan beslenen AKP,  din temelli birçok seçmeli dersi program çizelgelerine yerleştirerek, çocukları bilimden, sorgulayıcı, araştırıcı olmaktan uzaklaştırmayı hedeflemektedir . Bu uygulamaların yanı sıra birçok okul imam hatip okullarına dönüştürülerek, velilerin, öğrencilerin tercih ve istemlerine karşıt olarak dayatılmaktadır ayrıca bu politikalar sonucu tekrar mektep-medrese ikilemi yaratılmaktadır. Günlük yaşamın dincileştirilmesini yolu böylece tamamen açılmaktadır. Toplumun erkek egemen, biatçı, şükürcü karakteri kadın yaşamını ciddi boyutlarda tehdit altına almakta kadın cinayetleri her geçen yıl artmakta; çocuk istismarları gündemden düşmemektedir. Tüm bu politikalar 12 Eylül ün güncel olarak kurumlaşmış sonuçlarıdır.

Doğa, yeraltı-yerüstü milli zenginlikler talan edilmektedir. Ormanlarımız, topraklarımız maden ve altın uğruna çokuluslu şirketlerin talanına açılmıştır. Jeotermal enerji adı altında Aydın ovası bitirilmek istenmektedir. Orman ve zeytinlik  alanlarımızda maden ocağı, taş ocağı vs adı altında talan  yapılmaktadır.  Ormanlarımız korunmamakta ve her yıl binlerce hektar orman yakılmaktadır, yangın söndürmek için teknik araçlar helikopter vb. alımına ödenek verilmemekte; eko sistem geri dönüşü yüzyıllar alacak tahribatlara uğramaktadır. Yer altı sularımız plansız kullanılmakta; nehirlerimiz barajlarla ya da özelleştirilerek yaşamın kaynağı sularımız halkın kullanımdan alınmaktadır.

Bütün komşu ülkelerle iç sorunlara müdahaleci, sorunlu bir dış politika izlenmektedir; halkları, ulusları düşmanlaştırıcı politikalarla savaş koşullarına zemin hazırlanmaktadır. Sorunlar saymakla bitmemektedir.

Emekçiler, işçiler, emekliler düşük ücretler ve hayat pahalılığı karşısında güç durumdadır. Ancak Kürt, Türk, Laz, Emeni hangi ulusal ya da etnik kökenden olursa olsun, kadın, erkek aynı sorunlar altında ezilen emek ve demokrasi güçlerinin birleşik örgütlü mücadelesiyle bir çıkış bulmak mümkündür. Emek ve demokrasi güçlerinin önüne birlikte mücadeleyi, kaybedilen herşeyi yeniden kazanmayı, emeğin ve bilimin aydınlatacağı başka bir Türkiye için mücadele görevini koymaktadır.

12 Eylül’ün koyulaşan karanlığından başkaca bir çıkış yolu yoktur.

(1) Tihv Dökümantasyon

 

İzmir Kadın Platformu: Narin için adalet, Rabia Naz için adalet! Failleri korumayın aklamayın!

 

İzmir Kadın Platformu,  katledilen Narin  ve çocukların yaşam hakkı için  başta kadınlar olmak üzere çocuk ve yaşam hakkı savunucusu tüm dernek, sendika, siyasi parti ve platformlarını da davet ettiği  basın açıklamasını  yaptı.   Karabağlar Belediye Başkanı  Helin İnay Kınay, Konak Belediye Başkanı  Nilüfer Çınarlı Mutlu da eyleme katıldı. Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde toplanan kadınlar,  sendika, dernek ve siyasi parti temsilcileri  ÖSYM binası önüne kadar yürüyüş yaptı; katılımcılar yürüyüş boyunca   “Kutsal aileniz batsın kadınlar yaşasın”, “Erkek adalet değil gerçek adalet”, “Katil hizbullah işbirlikçi AKP”, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Katillerden hesabı biz soracağız”,  “Katledilen Çocuklar İsyanımızdır”,  “Çocuk Cinayetleri Politiktir”” Karanlığa teslim olmayacağız”, “Hükümet istifa”, Narin için adalet herkes için adalet”,  “Aileniz batsın çocuklar yaşasın”, ” AKP elini çocuklardan çek”, “Erkek adalet değil gerçek adalet”, Jin jiyan azadi”, “Kadın yaşam özgürlük” , AKP elini kadınlardan çek”  sloganlarını attı.

ÖSYM önünde İzmir Kadın Platformu temsilcisi katledilen çocukların isimlerini okudu.   Rabia Naz’ın,  Leyla Aydemir’in, Medine Memidir’in, Müslüme Yağal’ın,  Ceylin Atik’in, Ecrin Kurnaz’ın,  Irmak Kupal’ın,  İkra Nur Tirsi’nin  Narin Güran’ın hesabının sorulacağını belirtti.  İzmir Kadın platformu adına açıklamayı Emine Akbaba okudu.

Basın açıklamasının tam metni şöyle:

“BASINA VE KAMUOYUNA

Diyarbakır’ın Tavşantepe Köyü’nde 21 Ağustos tarihinde Kuran kursuna gidiyorum diye evden çıkıp bir daha geri dönmeyen 8 yaşındaki Narin Güran’in cansız bedeni 19 gün sonra evinin yakınında daha önce 3 kez arama çalışmalarının yapıldığı dere kenarında bulundu. Üzgün ve öfkeliyiz. Narin’in, katledilen-istismara uğrayan tüm çocukların hesabını sormak için sokaktayız.

Milyonlarca insan Narin’e ne oldu, Narin nerede diye sordu. Kamuoyuna tek bir açıklama yapmayan Cumhuriyet Savcısı ve İç İşleri Bakanlığı, Narin kaybolduktan 10 gün sonra kayıpla ilgili yayın yasağı getirdi. Narin’in ailesi sürekli çelişkili ifadeler verdi. Narin’in abisinin kolunda olan ısırık, olayın üzerinden günler geçtikten sonra fark edildiği için DNA için uygun bulunamadı. Narin’in Kuran kursu ile de bağlantılı amcası, aynı zamanda Narin’in de yaşadığı Tavşantepe Mahallesi’nin muhtarı olan Salim Güran kasten öldürme ve kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma suçlarından tutuklandı. 120 haneli bir köyde Ali Yerlikaya’’nın övündüğü güçlü istihbaratı 19 gün Narin’i bulmadı ama Diyarbakır ‘da, İstanbul’da polis Narin’in hesabını soranlara saldırdı.

Gözaltı sayısı 23’e yükselirken Narin’in cenazesinde akraba olan bir kadın “yalan konuşun” dediği için erkekler tarafından şiddete uğradı. Amcanın ve ailenin Hizbullah/HÜDA-PAR ilişkisine dair tek bir açıklama yapılmadı.

AKP Diyarbakır milletvekili Galip Ensarioğlu Narin’in ölümün ardından “Bizlerin bazen bilmediği, bazen de bilip söyleyemediğimiz şeyler var çünkü aile, bizim dostlarımızdır.” Dedi. Aile sustu, devlet üstünü örtmeye çalıştı. 2018’de Rabia Naz’ın faillerini koruyanlar bugün aile-devlet-tarikat işbirliği ile Narin’in ölümüne neden oldu.

AKP iktidarının çocuk düşmanı, kutsal aile, cezasızlık politikaları çocukları öldürüyor. TÜİK kayıp çocuklara dair 8 yıldır veri açıklamıyor. 2008 – 2016 yılları arasında Türkiye’de kayıp çocuk sayısı 16 ülkenin nüfusundan fazla. 2016 yılında son açıklanan TÜİK verisine göre kayıp çocuk sayısı 104 bin 531.

2010- 2014 yılları arasında mağdur çocuk sayısı %76 oranında arttı. Küçük yaştaki çocukların failleri ebeveynleri olurken daha büyük yaştaki çocukların failleri akraba/tanıdıkları. 2017 yılında Antep’te kayıp çocuk başvurusu yapan ebeveyn sayısı 691 iken 2021 yılında Meclis’e verilen soru önergesinde kayıp çocuk sayısı 19 bin 277. Türkiye’de ortalama günde 32, yılda 10 bin çocuk kayboluyor. 2023 yılından 2024 ağustos ayına kadar 716 çocuk, iş cinayetlerinde öldü.

2023 yılında çocuk istismarından açılan dava sayısı ise 31 bin 216.

AKP’nin 22 yıllık iktidarında istismarı af yasası tartışmaları, “küçüğün rızası var” diyen erkek yargısı, bir kereden bir şey olmaz diyen bakanı, baba kızına şehvet duyabilir diyen Diyaneti ile karşımızda çürümüş bir sistem var. Failler işte bu çürümüşlükten, cezasızlıktan güç alıyor.

Bu ülkede çocuklar tarikat ve cemaat yurtlarında istismara uğruyor. Denetimsiz tarikat yurtlarında can veriyor. Sokakta oynarken panzer altında hayatını kaybediyor. Kolluk güçleri tarafından vuruluyor.

Sokak hayvanlarını öldürme yasasını çocukların güvenliğini bahane ederek meşrulaştırmaya çalışanlar Narin’e ne olduğunu gizliyor, faillerini aklamaya çalışıyor.

Kutsal aile diyerek kadınları ve çocukları hapsetmeye çalıştığınız aileleriniz de şiddet ve istismar var. Kadınları ve çocukları değil aileyi koruyan politikalarınız Narin’e ne olduğunu gizleyemez!

Bugün 2024-2025 eğitim öğretim yılı başladı. Çocukları korumayan, istimarı aklayanlar aynı zamanda çocuk yoksulluğu çocuk açlığını da yok sayıyor. Milyonlarca çocuk, bir öğün ücretsiz sağlıklı yemek hakkından, parasız bilimsel eğitim hakkından yoksun, tarikat ve cemaat karanlığına itiliyor. Başka Narinler olmasın, hiç bir çocuk okula aç gitmesin, istismara uğramasın, kaybolup katledilmesin diye mücadelemiz sürecek.

Bugün Narin’in isyanını kuşanmak; öldürülen, kaybedilen, yaşamları ellerinden alınan, gelecekleri cemaat ve tarikatlara teslim edilen çocuklar için hesap sormak demektir.

Bugün Narin için adalet talebi 2018 yılında Giresun’da şüpheli ölümü aydınlatılmayan Rabia Naz için, İsmailağa Cemaati’nin yurdunda ölen Mahmut Osman Kamış için, cenazesi günlerce buzdolabında saklanmak zorunda kalan Cemile Çağırga için, 4 yıldır kayıp olan Gülistan Doku için, öldürülen kadınların-LGBTİ+’ların adalet talebidir. Bu ülkeyi kayıp çocukların, erkek-devlet tarafından öldürülen çocukların ülkesi olmaktan çıkaracağız. Koruyan-aklayan erkek devletinizden hesap soracağız. Narin’e ne olduğunun açığa çıkarılması, tüm faillerin cezalandırılması, gerçek adaletin sağlanması için süreci takip etmeye, Narin’e ne oldu demeye devam edeceğiz! Kadınların ve çocukların yaşamlarını erkek devlet sistemine teslim etmeyeceğiz.

Narin için adalet, Rabia Naz için adalet!

İzmir Kadın Platformu”

 

 

 

İzmir Bağımsızlık Demokrasi ve Sosyalizm Güçleri: ABD’nin savaş gemilerini İzmir’de ve Türkiye’de istemiyoruz. İsrail’le tüm ilişkiler kesilmelidir. Nato üstleri kapatılmalıdır. Kahrolsun Emperyalizm

İzmir’de  Bağımsızlık Demokrasi ve Sosyalizm  Güçleri;   eylem  birliği içinde Alsancak ÖSYM binası önünde toplanarak,  Alsancak Limanına yürüdü.     İzmir Limanında  bulunan ABD Donanması’na ait USS WASP amfibi gemisini protesto etti; ABD’nin savaş gemilerini İzmir’de ve Türkiye’de istemediklerini, İsrail’le tüm ilişkiler kesilmesini ve Nato üstlerinin kapatılmasını istediler.  Katılımcılar “Katil ABD Ortadoğu’dan defol”, “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi”,  “Yanki go home”,  “Denizlerin yolunda  Filistin’inin yanında”,       “Emperyalistler yenilecek direnen halklar kazanacak” , ” Kahrolsun  Siyonist İsrail  devleti”,  “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi”, “Emperyalistler işbirlikçiler 6.filoyu unutmayın”, “Katil ABD  işbirlikçi sermaye” , “ABD defol bu memleket bizim”,  “ABD elini bölgemizden çek”, “Katil ABD işbirlikçi AKP”,  “Kahrolsun ABD işbirlikçi sermaye” sloganlarını attı.

Alsancak limanı önünde ortak basın açıklaması okundu. Ortak basın metni ve imzacı kurumlar şöyle:

“Basına ve Kamuoyuna

Tüm dünyanın gözü önünde Filistin halkına açık ve vahşi bir soykırım uygulanıyor. Türkiye içinden gelen tepkiler, sözüm ona ticareti kesme kararlarına neden olmuş durumdadır. Ama iş göründüğü gibi değildir. Türkiye’deki NATO savaş kabinesi, askerî olarak İsrail’e her türlü desteği sağlamakta tereddüt etmiyor. Ticaretin kesilmesi ise tamamen yalandır. Yunanistan üzerinden Türkiye’nin ihracatı olduğu gibi, tüm hızı ile devam ediyor. Dün Türkiye limanlarından yapılan ihracat, şimdi Yunanistan limanları üzerinden yapılmaktadır. Ama İsrail, Türkiye’nin daha fazla devreye sokulması, İran’a karşı savaş planlarının hızla devreye sokulması yönünde hareket etmektedir. ABD ve İngiltere başta olmak üzere tüm NATO, bu savaş planlarını desteklemektedir.

Avrupa’nın orta yerinde ABD kuklalığı uğruna Ukrayna savaşı sürüyor.
İran ile İsrail’in ilk kez birbirlerinin topraklarını doğrudan hedef alan saldırıları yanı başımızda yaşanıyor.
Ülkelerin silahlanmayı artırmasıyla şirketler de silah sanayii yatırımlarına başlıyor.
Kürt halkına karşı bugüne kadar NATO mekanizması her zaman devrede olmuştur.
BM Genel Sekreteri dünyanın kaos çağına girdiğini ilan ediyor, ABD Başkanı ordusuna nükleer çatışmaya hazırlanma talimatı veriyor, Avrupa ülkeleri halklarına savaştan muaf olmadıklarını anımsatıyor.

Türkiye’de de Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlıklarından, üçüncü paylaşım savaşının ciddi bir risk ve ihtimal olduğu açıklamaları yapılıyor. ABD emperyalizminin tetikçisi olarak roller hevesle üstleniliyor. Ekonomik kriz derinleştikçe, öfkemiz hak edene yönelmesin diye milliyetçilik üzerinden nefret körüklenmeye çalışılıyor. Sistem bunalımdan hem içeride işçi emekçilere savaş açarak hem de paylaşım savaşını körükleyerek çıkmaya çalışıyor. Buna her yerde, çalışma ve yaşam koşullarına isyan eşlik ediyor.
Ve tüm bunların içinde 2 Eylül Pazartesi günü ABD’nin siyonist İsrail’i korumak üzere bölgeye gönderdiği gemilerden biri olan USS Wasp adlı hücum gemisinin İzmir Limanı’na demirlendiğini öğrendik.

USS Wasp’ın Türkiye’nin ilk amfibi savaş gemisi TCG Anadolu ile 13-17 Ağustos arasında Akdeniz’de ortak eğitim tatbikatı yaptığı, tatbikata USS Oak Hill ve TCG Gökova gemilerinin de katıldığı ortaya çıkmıştı.
Tatbikat ABD Donanması’na bağlı sosyal medya hesaplarından yapılan paylaşımlarla ortaya çıkmış ve Milli Savunma Bakanlığı, perşembe günü yapılan basın bilgilendirme toplantısında, “TCG Anadolu ve TCG Gökova ABD Donanma unsurları USS Wasp ve USS Oak Hill ile 13-17 Ağustos’ta Akdeniz’de geçiş eğitimleri icra etmiştir” açıklamasıyla İsrail’e desteğe gelen savaş gemileriyle ortak eğitim yapıldığını doğrulamıştı.
ABD gemileriyle icra edilen faaliyet için “tatbikat değil geçiş eğitimi” diyen bakanlık, bunun “ne İsrail’e faydası ne de Filistin’e zararı” olduğunu ileri sürmüştü. Bakanlık aynı toplantıda ABD Donanması’na ait USS WASP amfibi gemisinin 1-5 Eylül arasında da İzmir’i ziyaret edeceğini duyurmuştu.

Filistin’e ölüm, yıkım, savaş götüren bu gemi şuan bu limanda. Devrimciler olarak bu suça ortak olmamak için buradayız. Filistin’de ilk savaş çıktığında buradan seslendik ticari ilişkilerinizi derhal kesin, hamaset değil somut adım istiyoruz dedik. ABD’nin bölgemizi kirli savaşına lojistik alanı olarak kullanmasına izin vermeyeceğiz.

ABD gemisini limanlarımızda istemiyoruz. Bölgemizde savaşların son bulması, halklar arası barışın yaşanması için ABD ve NATO başta emperyalist her tür gücün bölgeden def edilmesi gerekiyor. Türkiye ve bölge halklarının ihtiyacı, ABD emperyalizminden, NATO’dan kurtulmaktır . Bu da devrimci tutumla emekçi sınıfların kuracağı sosyalizimden geçer. Bugün Gazze’de yaşanan zulüm, İsrail’in sürdürdüğü bu acımasız katliam emperyalizmin, NATO ve ABD’nin destekleriyle sürmektedir.

Emperyalistlerin tamamını karşısına alamayanlar Filistin halkıyla dayanışmadan da söz etmemelidir.İşte biz, tüm bu gerçekler karşısında dehşete kapılıp yaşamımızı endişeyle, korkuyla, çaresizlikle sürdürmeyi, barıştan dualarla, ummalarla bahsetmeyi reddediyoruz.

Elimizden bir şey gelmeyeceğine dair kasıtlı olarak yaratılan yanılsamayı kabul etmiyoruz. Aksine değişmenin de değiştirmenin de yaşamı bilfiil yaratan, insanlığın sahip olduğu tüm zenginliği üreten bizlerin ellerinde olduğunu biliyoruz.

Filistin için dünyanın her yerinde direnişler devam etmektedir. Filistin soykırımını seyreden, İsrail’i destekleyen güçler, sıra “insan hakları” konusunda ders vermeye gelince kimseye söz bırakmıyorlar. Sanki insan hakları denilen şey onların tekelinde gibidir. Ama biliyoruz ki, onların “insan hakları” dedikleri şey, elbette emperyalist egemenlikleri ve uluslararası tekellerin çıkarlarıdır. Demokrasi ve özgürlük merkezi olduğu propaganda edilen Avrupa’da Filistin eylemleri yasaklanıyor.

Yeryüzünde hiçbir zaman emperyalistler bir halka, bir insan topluluğuna yardım etmez. Ancak onu egemenliği altına almak için, müthiş yalanları ile maskesini takınır. Dünya’nın her yerinde Filistin için direnişler devam ediyor.

Biz bugün İzmir halkı olarak, devrimciler olarak bu direnişin bir parçasıyız. Filistin’de milyonlarca çocuğun, milyonlarca kadının, milyonlarca emekçinin katline sebep olan İsrail ve ABD nin savaş gemilerini limanlarımız da istemiyoruz. Ellerini kollarına sallaya sallaya İzmir’ in sokaklarında dolaşan ABD askerleri de unutmasın ki bu toprakların mayasında direniş vardır. Bu direniş işbirlikçiler unutmasın diye 6. Filo’nun Denize Dökülmesi olarak tarih sayfalarına not düşürmüştür.

ABD’nin savaş gemilerini İzmir’de ve Türkiye’de istemiyoruz.
İsrail’le tüm ilişkiler kesilmelidir.
Nato üstleri kapatılmalıdır.
Kahrolsun Emperyalizm!
Geçmişin devrimci kuşaklarından aldığımız güçle işçi ve emekçileri birleşmeye, mücadeleyi güçlendirmeye Filistin halkının yanında olmaya davet ediyoruz.

İmzacı kurumlar:
Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu
Devrimci İşçi Partisi
Devrimci Hareket
Direnişin Renkleri
Dostluk ve Kültür Derneği
Emekçi Hareket partisi
Ezilenlerin Sosyalist Partisi
Filistin İçin Bin Genç
Halkevleri
İşçi Birlikleri Sendikası
İmece Dostluk Dayanışma Derneği
İzmir Yaşam Hakkı Savunucuları
İzmir Vegan Platformu
Gençlik Komiteleri
Kaldıraç Hareketi
KÖZ
Komünist İşçi Hareketi
Partizan
Sosyalist Emekçiler Partisi
Partizan
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği
Toplumsal Özgürlük Partisi
Tüm Emeklilerin Sendikası

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: Sermaye Terörüne Teslim olmayacağız! Hopa Halkının Mücadelesinin Yanındayız

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri , “Sermaye Terörüne Teslim olmayacağız! Hopa Halkının Mücadelesinin Yanındayız” pankartı açarak,  Hopa’da  doğa katliamına ve  yaşam alanını korumak isteyen yöre halkına ateş açılmasını ve  Reşit Kibar’ın  katlini protesto etmek için Türkan Saylan kültür Merkezi önünde basın açıklaması yaptı.  katılımcılar, “Katil şirket hesap verecek”,  “Katil sermaye işbirlikçi AKP”, “Katil şirket isbirlikçi AKP”,  “Reşit Kibar ölümsüzdür”, “Faşizme karşı omuz omuza” sloganlarını attı.

Emek ve Demokrasi Güçleri adına basın açıklamasını İzmir Baro Başkanı Safa Yılmaz okudu.

Açıklamanın tam metni şöyle:

“Bugün Emek ve Demokrasi Güçleri olarak Sermaye Terörüne karşı bir araya geldik.

Doğaya, insana, çocuğa, kadına, emeğe, kısacası yaşamı yaratanlara yönelik saldırılara bir yenisi daha eklendi.

3 Eylül 2024 günü sabah saatlerinde Artvin’in Hopa ilçesi, Cankurtaran mevkiinde bir rant projesi için orman ihalesini alan şirket eliyle yoğun ağaç kesimi ve doğa katliamı yapılmaya başlanmıştı. İktidara yakınlığı ile bilinen söz konusu şirket çalışanları, doğayı, yaşam alanını korumak ve ağaçların kesilmesini engellemek isteyen yöre halkına ateş açmıştır.

Saldırı sonucunda yaşam alanı savunucularından bir kişi hayatını kaybetmiş, iki kişi yaralanmıştır.

Acımız büyük, üzgün ve öfkeliyiz.

Aynı bölge için daha önce de ÇED raporu alınmış, Artvin Barosunun açmış olduğu dava sonucu bu rapor iptal edilmişti. Ancak alanın ranta açılması hırsı durmadı. Söz konusu şirket yeni bir projeyle daha önce ÇED raporu alınamayan yerde ağaçları kesmeye başladı. Bunun üzerine yaşadığı alanı, doğayı korumak isteyen köy halkı, ağaçların kesilmesine engel olmak için bölgeye gitmiş ancak şirket sadece ağaçları değil insanları da katletmiştir.

Ağaçlara, hayvanlara değer vermeyen kendini üstün gören zihniyetin diğer insanların yaşamına da değer vermediğine bir kez daha tanık olduk.

Yaşanan vahşet, kapitalist zihniyetin rant için doğayı da insanı da katletmeye çekinmeyeceğinin son örneğidir.

Ağaçların kesildiği bölge bir halkın ve diğer canlıların yaşam alanıdır. Katledilen canların sorumlusu sadece silahın tetiğini çekenler değil sistemin kendisidir. Silahlanmayı da parçası haline getiren sermaye terörü karşısında halk yine korunmasız kalmıştır.

Söz konusu şirkette 2022 yılında bir iş cinayeti meydana geldiği ve bir işçinin bantların arasında kalarak yaşamını yitirdiği, aynı iş yerinin ruhsatsız çalıştığı için mühürlenmesine rağmen faaliyetlerini sürdürdüğünü biliyoruz. Dolayısıyla karşımızda hukuk, kanun, vicdan tanımayan, şimdi de ağaç kesmek, doğayı talan etmek için insan öldürmekten geri durmayan bir şirket olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız.

Akbelen köylüleri nasıl yaşam alanları için, ormanlar için direndilerse aynı direniş yine aynı nedenlerle ve aynı meşruiyetle Hopa’da yaşanmaktadır.

Halkın yaşam alanına, doğaya, çevreye düşman bir şirketin turistik tesis yapmak için ağaçları ve insanları katledecek kadar gözünün dönmüş olması karşısında tüm kesimlerin tepki göstermesi ve dayanışması çok önemlidir.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri olarak hiçbir canlının rant için katledilmesine izin vermeyecek, tetiği çeken ve çektirenler ile saldırıya sebep olan herkesin cezalandırılması için sürecin takipçisi olacağız.

Sermayeden değil doğadan, terörden değil yaşamdan yana mücadelemizi sürdüreceğiz.”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: Barış istiyoruz. ölüme karşı yaşamı savunuyoruz.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde   Cumhuriyet Meydanı’nda  basın açıklaması  düzenledi. Açıklamaya DEM Parti  Milletvekilleri Gülistan Koçyiğit, Burcu Gülçubuk, ibrahim Akın da katıldı.  Mitingde sıklıkla “Savaşa hayır, barış hemen şimdi”, “Yaşasın barış”, “Biji aşiti” ve “Yaşasın halkların eşitliği”, “Savaşa hayır emekçiye bütçe”, “Faşizme karşı omuz omuza”  sloganları atıldı.  Grup Merdiven ve Grup Susika  müzik yaptı. Katılımcılar halaylar çekti.

Açıklamayı İzmir Barosu başkanı Sefa Yılmaz okudu.  Açıklamanın tam metni şöyle:

“Merhaba İzmirliler!
Merhaba İzmirli demokratlar, devrimciler! Merhaba İzmir’in barış savunucuları! Bugün 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde bir aradayız.20. yüzyılın ortasında yaşanan

2. Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olan, Almanya’nın Polonya’yı işgal ettiği tarihin, 1 Eylül 1939’un her yıl dönümünde, hem bu acılı tarihi anmak ve anımsamak hem de barışa olan inancımızı, umudumuzu hep birlikte yüksek sesle dile getirmek ve barışı savunmak için toplanıyoruz.

Savaşın ardından, kurucu üye devletler tarafından imzalanan Birleşmiş Milletler Şartı’nın Giriş bölümü ile 1. ve 2. maddelerinde Birleşmiş Milletler’in barış ile insan hak ve özgürlüklerine saygıyı güçlendirme amacı yer
almaktadır. BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin başlangıç maddesi ile 28. maddesinde barış ve barışın temellendirileceği uluslararası ve ulusal sosyal düzenlerin, bu bildiride yer alan haklara ve özgürlüklere
dayanması gerekliliği vurgulanır. BM Genel Kurulu, Halkların Barış Hakkına Dair Bildiriyi 12 Kasım 1984 tarihli oturumunda kabul ve ilan etmiştir. Bildiride barış hakkınınkutsallığı, bu hakkı korumanın ve
uygulanmasını sağlamanın da devletler için bir yükümlülük olduğu belirtilir. BM Genel Kurulunun 19 Aralık 2016 tarihli kararı ile Barış Hakkı Bildirisi kabul ve ilan edilmiştir. BM İnsan Hakları Konseyinin 22
Haziran 2017 tarihli kararı ile de barış hakkının desteklenmesi gerektiği üye ülkelere hatırlatılmıştır.

Milyonlarca sivil ve askerin yaşamını yitirdiği, Avrupa’nın tamamından Afrika’ya, Kuzey Amerika’dan Güneydoğu Asya’ya kadar genişleyen savaşın yarattığı büyük yıkımın,insanlık tarihinin tekrarlanmaması ve
unutulmaması gereken bir utancı olduğu bilincinin egemen olmasını ve yönetenlerin, devletler arasındaki ilişkileri, ülkelerindeki farklı toplumsal birlikteliklere olan yaklaşımları bu bilinçle yapılandırmalarını umut ederken, gelinen süreçte yine savaşların ve çatışmaların sürdüğü bir dünyada soluk almaya çalışıyoruz.

Dünyada ve ülkelerde barışın sağlanamaması ve sürdürülen savaşlar, yaşam hakkı başta olmak üzere, medeni ve siyasi haklar kadar, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların ihlal edildiği, özgürlüklerin yok
sayıldığı süreçleri beraberinde getirmektedir. Kapitalizmin, daha fazla kazanç, daha fazlakâr amacına uygun olarak, devletler arasında düşmanlıkları büyüterek, etnik ve dinsel ayrımları çatışma sebebi kılarak ve ülkeleri istikrarsızlaştırma politikaları ile güçsüzleştirerek yaratılan savaşlara ve çatışmalara, emperyalist işgaller eşlik etmektedir.

Emperyalist saldırganlık ve savaşların faturasını ödeyen Ortadoğu ve Türkiyenin yanısıra, göçmenlerde bu savaşlardan payına düşeni fazlasıyla almaktadır. Öyle ki Ülkemize gelen göçmen emekçiler, burjuvazi tarafından hem azgın bir sömürüye tabi tutulmakta, hemhiçbir sosyal ve sendikal hakka sahip  olamamakta, şövenist baskılara maruz kalmakta hem de işçi sınıfına karşı bir kalkan olarak kullanılmak istenmektedir.

Bugün artık dünyanın değişik coğrafyalarında, devletlerin birbirleriyle ya davekil silahlı güçler aracılığıyla sürdürdükleri üçüncü bir dünya savaşından söz edebiliriz. 7 Ekim’de Hamas Örgütü’nün saldırılarıyla
başlayan süreçte, İsrail Devleti’nin çatışma ve savaş haline ilişkin, sivillerin yaşam hakkınıkoruyan tüm uluslararası kuralların ihlal ettiği, modern çağın en büyük, en acımasız sivil katliamlarından biri yaşanıyor. Gazze’ye yönelik saldırılarda bugüne kadar 40.000’i aşkın sayıda sivil yaşamını yitirdi, binlercesi
yaralandı, sakat kaldı. On yıllardır kan ve gözyaşının hakim olduğu Filistin’de yaşanan bu vahşetin sorumlusu İsrail Devleti olduğu kadar, bu kural tanımazlığa karşı sessiz kalan
ve uluslararası mekanizmaları harekete geçirmeyen devletler ve uluslararası örgütlerdir.

Rusya’nın etnik yapıyı bahane ederek Ukrayna’nın bazı kesimlerini işgal etmesiyle başlayan savaş, diğer emperyalist devletlerin de dahil olduğu, sivillerin yaşamını yitirdiği, yalnızca askeri hedeflerin değil altyapının da bombalarla tahrip edildiği bir yıkım sürecinin yaşanmasına neden oldu. Her iki ülkede
bulunan nükleer santrallerin yakınında devam eden savaşta, olası bir nükleer patlamanın yalnızca taraf ülkelerde değil, Türkiye de dahil olmak üzere çok geniş bir coğrafyada çok sayıda insanın ölümüne, doğa ve çevre tahribatına yol açma riski korkutucudur.

Ülkemizde 40 yılı aşkın bir süredir devam eden çatışma ortamı, Türkiye Devleti’nin sınırlarını korumak için “Önleyici Tedbir” gerekçesiyle Suriye’de ve Irak’da asker bulundurması ve bir kısım yabancı ülke toprağını kontrol etmesiyle devam etmektedir. Çatışma ortamı bahane edilerek, özgürlükler –güvenlik ikileminde, hak ve özgürlüklerin kullanımına getirilen kısıtlamalar, toplumsal barışı da imkansız kılıyor. Militarizmin aşılandığı bu süreçte, ırkçılık ve milliyetçilik yükseliyor, ayrımcılık ve ötekileştirme politikaları ile toplumsal ilişkilerde hiyerarşi ve itaat dayatması yaratılıyor, halkların kardeşçe ve barış içinde bir arada yaşama umudu
engelleniyor.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri olarak, tüm dünyada ve ülkemizde barış gerçekleşinceye kadar mücadeleye devam edeceğiz.
Barış istiyoruz! Ölüme karşı yaşamı savunuyoruz!
Yaşasın Barış!”