Kaza değil cinayet, İşçilerin katili sermaye düzeni

İzmir İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi 30 Aralık Cuma Günü Bornova Viven Tower inşaatında yitirdiğimiz altı işçi cinayetiyle ilgili Viven Tower inşaatı karşısında protesto eylemi ve basın açıklaması düzenledi. İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri ve Emek ve Özgürlük ittifakı da protesto eylemine katıldı. İSİG Meclisi’nin açıklamasından sonra Emek ve Özgürlük ittifakı da bir açıklama yaptı. Açıklamalar sırasında “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”, “İşçilerin katili sermayenin düzeni”, “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek”, “İşçiler ölüyor hükümet koruyor” sloganları atıldı. HDP Milletvekili Musa Piroğlu da basın açıklamasına katıldı. Piroğlu söz alarak, işçi cinayetlerinin sebebinin sermaye düzeni olduğunu, iş cinayetleri karşısında sendikaların ve meslek ve kitle örgütlerinin yeteri kadar ses çıkarmadığını güçlü ses çıkarmazsak bu iş cinayetlerinin süreceğini söyledi.

İSİG Meclisi’nin basın açıklamasını KESK Dönem Sözcüsü Mustafa Güven okudu.
Açıklama şöyle;

“KAZA DEĞİL CİNAYET !
2022 de en az 1800 işçi hayatını kaybederken İzmir’de de en az 90 işçi çalışırken iş cinayetlerine kurban gitti.

Öncelikle bu olayda hayatını kaybeden Yıldırım Sarı, Fesih Çiftçi, Baykal Gürbüz, Eraslan Akkaya, Ali Şükrü Duru ve Ümit Kara işçi kardeşlerimizin yakınlarına başsağlığı ve sabır diliyoruz, yaralı işçi arkadaşlarımıza acil şifalar diliyoruz.

2022 Yılında İzmir için Ezilme, patlama, yüksekten düşme, zehirlenme yani çok basit işçi sağlığı ve işçi güvenliği önlemlerinin alınmaması nedeniyle yaşanan ölümler desek kısaca özetlemiş oluruz. Ayrıca ülkemizde iş cinayetlerinin yaklaşık üçte biri inşaat işkolunda meydana gelmektedir.
Son yıllarda artan Gökdelen inşaatlarında işçi ölümlerine neden olan olaylar, yüksekten düşme, ezilme yani en basit işçi sağlığı ve işçi güvenliği tedbirleri ile engel olunabilen ölümler olduğunu görüyoruz. 30 Aralık Cuma Günü Bornova Viven Tower inşaatında MMO ve İMO’nun açıklamalarına göre kaza, kule vinç yükseltme sürecinde , yapılan bir dizi hatalı işlem sonucunda, gerekli önlemler alınmadığı için, vincin arka ağırlığı, şantiyede işçilerin yatakhane olarak kullandığı konteynerin üzerine düştüğü tespit edilmektedir. Üstelik işçilerin Kule vincin altında yaşam alanı olmaması gerektiği konusunda uyarmış olmasına rağmen işverenin gerekli tedbirleri almaktan imtina ettiği anlaşılmaktadır.

Planlanmamış vinç kurma ve sökme çalışmaları, bakım ve onarımları gerçekleştirilmemiş vinçlerin kullanımı, hali hazırda kullanılan vinçlerin periyodik bakımının yapılmaması v.b. giderilebilecek eksikliklerin işveren tarafından ısrarla göz ardı edilmesi, kendi çalışanları olan İSİG uzmanlarının uyarılarını dikkate alınmaması kamusal denetimin önemini bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Yaşanan olaydan asıl işverenin sorumlu olduğunu biliyoruz.

Özellikle inşaat işkolunda taşeronlaştırma, kamusal denetimin önemini bir kat daha artırmakta iken maalesef mevcut AKP iktidarı döneminde Çalışma Bakanlığı denetimleri yok denecek düzeye düşmüştür. İşçilerin çalışırken sağlığını tehlikeye atacak durumlarda başvuracakları, başvursalar dahi ciddiye alan ne işveren ne de kamusal bir mekanizma maalesef yoktur. Taşeronlaştırma, örgütsüzlük sendikasızlık kamusal denetimin de olmadığı koşullarda işçiyi patron karşısında yalnızlaştırmaktadır.
Sermaye daha fazla kar ve düşük maliyet için işçi sağlığı ve işçi güvenliği önlemlerini almamayı, devlet ise denetlememeyi tercih ediyor. İSİG Meclisi olarak sermayenin ve devletin yaşanan iş cinayetlerinin tek sorumlusu olduğunu, işçi kardeşlerimizi kendi çalışma koşullarını iyileştirebilecekleri, denetleyebilecekleri, hesap sorabilecekleri örgütlü sendikal mücadelede birleşmeye çağırıyoruz.”

Emek ve Özgürlük ittifakı’nın basın açıklaması şöyle;

“PATRONLARIN İŞÇİLERE YENİ YIL HEDİYESİ ÖLÜM OLDU

İzmir’de 2022’nin son günlerinde farklı iş kollarında yaşanan iş cinayetlerinde çok sayıda işçi yaşamını yitirdi. Çok sayıda işçi de yaralandı.
Ölenlerin ailelerine başsağlığı, yaralananlara acil şifalar diliyoruz.

Son bir haftada yaşananlara baktığımızda, Kılıçlar Demir-çelik fabrikasında döküm vinç operatörü vinçle kolon arasında kalarak yaşamını yitirdi.

İzmir Serbest Bölge’de Sultan Gıda adlı firmada çalışan 17 yaşındaki çocuk işçi işyerinde manevra yapan forkliftin altında kalarak hayatını kaybetti.

Esnek ve kuralsız çalışma ve uzun çalışma saatleri dayatması sonucunda, SOCAR Holding’e bağlı Petkim’de ACN fabrikasının bakımı sırasında kimyasal gazdan etkilenen 1 işçi hayatını kaybetti. 8 işçi yaralanarak hastanelere kaldırıldı.

Önünde bulunduğumuz Viven Tower’ da kule vincin yükseltilmesi sırasında kırılarak devrilmesi sonucu 6 işçi yaşamını yitirdi. 2 işçi yaralandı. Bu işçiler önceden işvereni uyarmış, konteynırlarının farklı bir yere taşınmasını talep etmişlerdi ve yine işçilerin hayatlarının hiçe sayıldığı, taleplerinin görmezlikten gelindiği bir işçi cinayeti ile sonuçlandı.

Bunların yanısıra atanamadığı için kuryelik yapan sosyal bilgiler öğretmeni Hasan

Cihan Aslan yaşamına son verdi.

Herkesin birbirine iyi bir yeni yıl dileğinde bulunduğu günlerde patronların kâr hırsı nedeniyle çalışırken canından olan işçiler yeni yıla giremedi.

Bir hafta içinde 9 işçi iş cinayetinde yaşamını yitirdi.

Denetimsizlik ve işçilerin uyarılarının dikkate alınmaması bir-kaç ay önce Amasra’da 42 madencinin ölümüne yol açtı.
En büyük iş cinayeti de yine bu topraklarda, aç gözlülük, aşırı kâr hırsı, “hadi hadi” çalıştırma sistemi nedeniyle yaşandı ve Soma’da 301 madenci katledildi.

Soma’dan sonra önlemlerin arttırılması beklenirken değişen bir şey olmadı.

Ciro ve kâr rekorları açıklayan şirket patronları aileleriyle yeni yıl hediyelerini, tatil planlarını konuşurken, üretimi gerçekleştiren binaları yükselten işçilere yine ölüm, ailelerinin payına ise yas tutmak düştü.

Kârından feragât etmemek için gerekli önlemleri almayan patronlar, onları denetlemeyen ve gerekli yaptırımları uygulamayan devlet, sorumluları bulup gerektiği gibi soruşturmayan ve cezalandırmayan yargı bu ölümlerin suç ortağıdır.

İş cinayetlerinin üzeri ailelere verilen kan paraları ile kapatılmaya çalışılmaktadır.
Özellikle Pandemi sonrası çalışma yaşamı giderek ağırlaşmış, çalışma süreleri uzatılmış, işçilerin kazanılmış hakları gasp edilmiştir.

Ekonomik koşullar nedeniyle işçiler 2. hatta 3. işlerde çalışır duruma gelmiştir.

Bizi açlık ve yoksullukla, ölümle terbiye etmeye çalışan, yasaklarla susturmaya çalışan AKP iktidarının 2023 hedefleri arasında işçi sağlığı ve güvenliği önlemleri yok.

Artık yeter! İşçileri göz göre göre öldüren bu düzene dur diyelim.

İş cinayetleri son bulsun. Yaşanan iş cinayetlerinde ihmali olan tüm sorumlular yargılansın. İşçi sağlığı ve güvenliği tedbirleri derhal uygulansın!

Yaşanan iş cinayetlerinin takipçisi olacağımızı, sorumlularının peşini bırakmayacağımızı buradan ilan ediyoruz.

İş cinayetlerinde gerekli tedbirleri almayanlardan, göz yumanlardan, ödül gibi ceza verenlerden hesap sormak için örgütlenelim, mücadele edelim.

İş cinayetlerinin olmadığı eşit, özgür, insanca bir yaşamı birlikte kuracağız.

İZMİR EMEK VE ÖZGÜRLÜK İTTİFAKI”

Yeni yılınız kutlu olsun..

Hak savunuculuğu yargılanamaz

Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyım atanmasına karşı yapılan eylemler sırasında işkence ile gözaltına alınan üç insan hakları savunucusunun davasında iki kişiye ceza verildi. Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliğinde tıbbi sekreter olarak çalışan Aytül Uçar beraat etti. Gözaltına alındıktan sonra araç içerisinde Cumhurbaşkanına hakaret ettiklerini beyan eden iki polis memurunun tanıklığı üzerine ve araç içerisindeki görüntüler gizlenmesine ve dosyaya delil olarak sunulmamasına karşın, Emine Akbaba ve İrem Çelikbaş’a 11 ay 20 gün ceza verilerek cezanın ertelenmesine ve bir yıl denetim altında bulundurulmaları cezası verildi.

İzmir Adliyesi önünde duruşma öncesi hak örgütleri, İmece Dostluk Dayanışma Derneği, İzmir Halkevleri ortak basın açıklaması gerçekleştirdi. ‘Hak savunuculuğu yargılanamaz’ yazılı pankartın açıldığı açıklamaya HDP İstanbul Milletvekili Musa Piroğlu ve İnsan Hakları Derneği eski Genel Başkanı, eski parlamenter Akın Birdal da katıldı. Basın metnini İmece Dostluk Dayanışma Derneği Başkanı Günseli Suna Kaya okudu.

Açıklama şöyle;

“Bugün burada hak savunucusu üç kadın, Emine, İrem ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) çalışanı Aytül, hakkında Cumhurbaşkanı’na hakaret iddiasıyla sürmekte olan dava nedeniyle bir araya geldik.
Arkadaşlarımız, Boğaziçi Üniversitesi öğrenci ve öğretim üyeleri ile dayanıştıkları, başta işkence ve diğer kötü muamele olmak üzere insan hakları ihlallerine karşı çıktıkları için yargılanıyorlar.

Hatırlanacağı gibi Cumhurbaşkanı tarafından kayyum rektör atanması üzerine Boğaziçi Üniversitesi’nin tüm bileşenleri, çeşitli barışçıl toplantı ve etkinlikler yaparak akademik özgürlüklere ve kurumsal özerkliğe sahip çıkmışlardı. Maalesef bu etkinliklere, özellikle de öğrencilerin gerçekleştirdiği barışçıl toplantı ve gösterilere kolluk güçleri tarafından, evrensel hukukta ve ülke yasalarında tanımlanan zor kullanma yetkisinin çok ötesine geçen, kural dışı ve denetimsiz bir şiddet kullanılarak müdahale edildi. Bu süreçte işkence ve diğer kötü muamele yasağı başta olmak üzere pek çok hak ve özgürlük ağır biçimde ihlal edildi. Siyasal İktidarın kutuplaştırıcı söylemleri ve baskıcı uygulamaları, demokratik kamuoyunda büyük bir tepkiye yol açmış, yaşanan hak ihlallerini protesto etmek ve Boğaziçi Üniversitesi öğrenci ve öğretim üyeleri ile dayanışmak için ülke sathında barışçıl toplantı ve gösteriler düzenlenmişti.

3 Şubat 2021 tarihinde İzmir’de Kıbrıs Şehitleri Caddesi, Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde Emek ve Demokrasi Güçleri tarafından yapılmak istenen basın açıklaması da bunlardan biriydi. Ne var ki, bu barışçıl toplantıya da kolluk güçler tarafından şiddet kullanılarak müdahale edildi. Kolluk güçleri, şiddetini bilhassa üniversite öğrencilerine ve gençlere yöneltti. Çok sayıda kişi gözaltına alındı. İşkence ve diğer kötü muamele, özellikle gözaltı araçlarında tüm yoğunluğu ile devam etti.

İşte bugün haklarında muhtemel hüküm kurulacak olan insan hakları savunucuları, özellikle de uzun yıllardır TİHV’de işkence görenlerin tedavi ve rehabilitasyonuna yönelik çalışmalarda aktif sorumluluklar üstlenen Aytül Uçar, kolluk güçlerinin bu şiddetine itiraz ederek, mutlak yasak olan işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarını önlemek için çaba harcamıştır.

Ancak insan hakları savunucularının tanıklığından ve uyarılarından rahatsız olan kolluk güçleri, hak ve özgürlükleri ihlal etmekten vazgeçeceklerine, hak savunucularını hukuka aykırı bir şekilde gözaltına almış ve hatta bizzat şiddet uygulamıştır. Daha sonra da gerçeğe aykırı tutanaklar hazırlayarak Cumhurbaşkanı’na hakaret iddiasıyla haklarında dava açılmasını sağlamışlardır.

Bu durum, Türkiye’de kolluk güçlerinin adeta rutin hale gelmiş ihlallerini örtbas etmek, cezasızlıkla meşrulaştırmak ve hatta teşvik etmek üzere çok sık başvurulan bir idare tekniğidir. Nitekim uzun yıllardır pek çok olayda işkence görenler ya da işkenceye tanık olanlar hakkında derhal “memura hakaret etmek, mukavemet etmek, bu sırada yaralamak, kamu malına zarar vermek” gibi gerekçelerle karşı davalar açılmaktadır. İşkenceciler aleyhine açılan davalar cezasız kalırken, işkence görenler aleyhine açılan davalar kısa sürede ağır cezalar ile sonuçlanabilmektedir.

Arkadaşlarımız hakkında “Cumhurbaşkanı’na hakaret” iddiasıyla sürmekte olan bu dava da benzer şekilde ihlalleri görünmez kılmak ve cezasızlığı kalıcılaştırmak amacıyla yapılan bir karşı hamle girişimdir. Özellikle Cumhurbaşkanı’na hakaret iddialarıyla açılan davalarda son dönemlerde görülen artış bu anlamda oldukça dikkat çekicidir. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre sadece 2021 yılında “Cumhurbaşkanı’na hakaret” iddiasıyla 33 bin 973 kişi hakkında soruşturma başlatan Cumhuriyet Başsavcılıkları 9 bin 327 kişi hakkında kamu davası açmışlardır.

Aynı zamanda ifade özgürlüğünü hedef alan bu baskı ve sindirme politikası, Türkiye’nin ilk imzacılarından biri olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) de aykırıdır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kısa bir süre önce, 18 Ekim 2021 tarihinde karara bağladığı “Vedat Şorli v. Türkiye” davasında Cumhurbaşkanı’na hakaret gerekçesiyle cezai yaptırım uygulanmasını AİHS’nin 10. Maddesi’nin ihlali olarak değerlendirmiştir.

Kısacası haklarında bugün karar verilecek olan arkadaşlarımız demokratik toplum düzeninin temelin oluşturan ifade, toplanma ve örgütlenme özgürlüklerini kullanmışlardır. Başta işkence yasağı olmak üzere yaşanan hak ihlallerini görünür kılmaya ve önlemeye çalışmışlardır. Tüm bunlar hak savunuculuğu faaliyetinin doğası gereğidir. Bundan dolayı da hak savunuculuğu yargısal tacize maruz bırakılamaz. Bu vesileyle siyasal iktidarı ve diğer tüm yetkilileri, arkadaşlarımız şahsında Türkiye’deki tüm insan hakları savunucularına yönelik -yargısal da dahil- her türlü tacize derhal son vermeye çağırıyoruz.

Sonuç olarak, bugün haklarında beraat kararı verilerek hak savunucusu arkadaşlarımız aklanmalı, buna karşın başta işkence yasağı olmak üzere temel hak ve özgürlükleri ihlal eden kolluk güçleri hakkında etkin ve şeffaf bir şekilde soruşturma ve kovuşturma başlatılarak cezasızlığa son verilmelidir.
Evet, insan hakları savunucuları gücünü haklılığından, umudunu ise dayanışmadan alır. Bugün burada dayanışmayı büyüten tüm hak savunucularına ve dostlarımıza yürekten teşekkür ediyoruz.

Hak savunuculuğu yargılanamaz!
Hak savunucuları üzerindeki baskı ve yargısal tacizlere derhal son verilsin!

Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi
Hak İnisiyatifi Derneği
Halkevleri
Halkların Köprüsü Derneği
İmece Dostluk ve Dayanışma Derneği
İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi
İnsan Hakları Gündemi Derneği
Özgürlük İçin Hukukçular Derneği İzmir Şubesi
Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, HDP İl binasında katledilen Deniz Poyraz’ın davasını kamuoyunu takip etmeye çağırdı.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, HDP İzmir il binasını silahla basan faşist Onur Gencer’in katlettiği Deniz Poyraz’ın 27 Aralık’ta görülecek duruşmasını, kamuoyunu takip etmeye çağıran bir basın açıklaması düzenledi. Açıklamadan sonra Baro konferans salonunda “Politik cinayetler ve Deniz Poyraz davası” konulu panel düzenlendi.

İzmir Barosu önünde yapılan açıklamaya Deniz Poyraz’ın ailesi de katıldı. Katılımcılar, “Deniz Poyraz ölümsüzdür” sloganını attı.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına basın açıklamasını İzmir Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Zöhre Dalkıran okudu. Açıklama şöyle,

“Ülkemizde son yıllarda daha da yaygınlaşarak, işçi katliamları, kadın ve LGBTİ cinayetleri, çocuk istismarlarında, polis şiddeti, işkence, failin devlet ve devletle bağlantılı paramiliter güçlerin olduğu suçlarda, yargısız infazlarda, toplu katliamlarda, kentlerin, doğanın ve tarihsel varlıkların kapitalist talanında, uyuşturucu kartellerinin suçlarında, devletle bağlantılı çeşitli tarikatlarca işlenen suçlarda yaygın bir cezasızlık politikası hakimdir.

Soruşturma sürecinden başlayarak delillerin toplanmaması, karartılması, faillerin bağlantılarının üstüne gidilmemesi şeklindeki kolluk ve savcılık pratiği, çoğu kez siyasi iktidar çevrelerince açıkça failin övülmesiyle de başka bir boyuta taşınmaktadır. Ne yazık ki artık siyasi saiklerle atanan, çeşitli güç odaklarıyla kabul edilemez ilişkiler kuran yargıçların hüküm yerinde olduğu yargılama örnekleri de çoğalmıştır. Bu karanlık tabloda mahkemelerden adil kararlar çıkacağına yönelik beklenti neredeyse yok olmuştur.

Soma, Ermenek, Torunlar, Hendek, Amasra gibi iş cinayetlerinde; Çorum-Maraş-1 Mayıs 1977 katliamlarında, Diyarbakır-Suruç-10 Ekim katliamlarında; Çorlu tren katliamında, Gezi’de polis kurşunu ile öldürülen gençlerin faillerinin yargılanmasında, Hrant Dink cinayetinde, Diyarbakır Baro başkanı Tahir Elçi’nin sokak ortasında katledilmesinde, Gülistan Doku’nun kaybedilmesinde, Nadira Kadirova cinayetinin soruşturulmasında ve diğerlerinde hep aynı soruşturma isteksizliği, cezasızlık pratiği hakim oldu.

Siyasi cinayetlerin pek çoğu; öncesinde yürütülen ötekileştirici, düşmanlaştırıcı nefret söylemi ile de bağlantılı olmuştur. İşte bu siyasi cinayetlerin ve cezasızlık pratiğinin bir örneği de Deniz Poyraz cinayetinde yaşanmıştır. İzmir’in en merkezi bölgesinde bulunan Halkların Demokratik Partisi (HDP) İzmir İl başkanlığı binasına 17 Haziran 2021 tarihinde bir silahlı saldırı gerçekleştirilmiş ve bu saldırı sırasında bina da yalnız bulunan DENİZ POYRAZ hunharca katledilmiştir.

Günlerce keşif yaptığı anlaşılan saldırgan, kolluk güçleri tarafından önlenmediği gibi Deniz Poyraz’ın yaşam hakkını korumak için anında müdahale mümkün iken bu da yapılmamıştır. İl binası önünde resmi ve sivil polis olmasına rağmen sanık elini kolunu sallayarak içeri girmiş ve sanık teslim oluncaya kadar geçen kırk dakika içinde kolluk müdahale için hiçbir girişimde bulunmamıştır.

Sanık teslim olduğunda karşılayan polis ise “ismin ne ağabeyciğim” diyecek kadar şefkatle karşılamış, koltuğunun altına alarak araca bindirmiş, gözaltında sadece 18 saat tutulmuştur. Bu yaklaşım tarzı bütün soruşturma sürecine yansımıştır. Savcılık siyasi cinayetin azmettiricilerini, talimat verenleri, yardım edenlerini ortaya çıkaracak hiçbir çalışma yürütmemiş, avukatların bu yönlü taleplerini ise görmezden gelmişlerdir. Şüpheli sıfatıyla ifadesi alınması gereken kişiler bilgi sahibi ve tanık sıfatıyla soruşturmada yer almış, deliller toplanmamış, toplanan delil ise karartılmıştır. Soruşturma aşamasındaki bu yaklaşım tarzı İzmir 6. Ağır Ceza Mahkemesinde yürütülen kovuşturma aşamasında da devam etmiştir. Mahkeme heyeti ilk günden itibaren bu sanıkla sınırlı bir yargılama yapacağını, saldırının arkasındaki büyük karanlığı aydınlatmak, hakikati bulmak için hiç bir işlem yapmayacağını aldığı karar ve tutumu ile ortaya koymuştur. Sanığın sorgusunun yapıldığı duruşmada, mahkeme heyetinin saldırıyı aydınlatacak şekilde sanığa soru sormaması, mahkemede dinlenen tanıklara soru yöneltilmemesi, avukatların delillerin toplanmasına ilişkin taleplerinin reddedilmesi, olayla bağlantılı tanıkların büyük bir kısmının talimatla ifadelerinin alınması, duruşmanın ilk gününden itibaren saldırgan bir tutum içerisinde olan sanığa gösterilen hoşgörü hepsi birlikte değerlendirildiğinde Mahkemenin de hakikatin ortaya çıkarılmasına yönelik bir irade içinde olmadığı anlaşılmaktadır.

12 Ekim 2022 tarihli duruşmada Mahkemenin, yetki belgesi ile yetkilendirilen avukatların duruşmaya alınmayacağına ilişkin hukuka aykırı tutumu nedeniyle salonda avukatlara hem biber gazı sıkılmış hem de duruşmayı Şakran Cezaevi Kampüsüne taşımaya gerekçe yaratılmıştır. 14 Ekim 2022 tarihli duruşmada ise cezaevi kampüsü içerisindeki duruşma salonuna ne katılanlar, ne yetki belgeli avukatlar ne basın emekçileri ne de izleyiciler alınmamıştır. Vekaletnamede adı olan avukatların ise duruşma salonuna girişte üst ve çanta araması yapılmış, bilgisayarları ve cep telefonları içeri alınmamıştır. Hukuka aykırı ara kararlar ile duruşmayı yürüten mahkeme heyeti katılan vekillerini salon dışına çıkartarak yokluklarında duruşma yaparak tanıkları dinlemiş, savcılıktan mütalaa almıştır. Kampüs dışın da ise yetki belgeli avukatlara, izleyicilere, katılanlara biber gazlı tomalı saldırı gerçekleştirilmiştir.

Tüm bu yaşananları alt alta koyduğumuzda diğer toplumsal davalarda olduğu gibi bu davanın da cezasızlıkla, adaletsizlikle tarihe geçeceği belli olmuştur.

AİHM benzer davalarda, taraf devletlere, yalnızca görünürde fail olan kişileri tespit edip cezalandırılmasını değil saldırının arkasındaki azmettiricilerin ve tüm bağlantılı faillerin de ortaya çıkarılması ödevini yüklemektedir. Bu saldırı, demokratik hayatın vazgeçilmezlerinden biri olan bir siyasi bir partiye yöneltilmiş ırkçı bir saldırıdır. Saldırının, farklı toplumsal kesimlerin çatıştırılmasına yönelik yarattığı tehdit potansiyeli, bunun yakın ve somut bir tehlike oluşuyla, demokratik anayasal düzenin yok edilmesi hedeflenmiştir.

Kamuoyunu davayı takip etmeye çağırıyoruz. Yargı organlarını, siyasi saikle yargılamanın sınırlandırılmasına, mağdurları ve avukatlarını engelleyici tutumlara son vermeye; toplumsal barışı tehdit eden faille bağlantılı tüm karanlık güçleri açığa çıkaracak etkin bir yargılama yürütmeye çağırıyoruz.”


Açıklanmanın okunmasından sonra katılımcılar İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri’nin düzenlediği paneli izlemek için Baro konferans salonuna geçtiler.

Paneli TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Aykut Akdemir yönetti. Avukat İmdat Ataş, Gazeteci Ruken Tuncel, Avukat Özkan Yücel katıldı. Ruken Tuncel ve Özkan Yücel Prof. Şebnem Korur Fincancı’nın davasını izlemek için istanbul’da bulunduklarından panele online olarak katıldılar. Deniz Poyraz davası avukatlarından İmdat Ataş, “Uluslararası Ceza Mahkemeleri’nde adalet, gerçeği bilme ve tazminat hakkı ve bir daha tekrarlanmama garantisi karara bağlandı. Adaletin böylesi bir toplumsal sistemin ve düzende adaletin gerçekleşebileceğini düşünmüyorum. Ama bu adalet mücadelesi verilmeyeceği anlamına gelmiyor. Adalet mücadelesi yeni bir sistem ve düzen mücadelesiyle iç içe geçiyor. Bizim bugüne kadar işlenen bu suçlar nedeniyle devletten çokça alacağımız var. Bunun için ciddi mücadele ve bedeller ödemek zorundayız” dedi.
Gazeteci Ruken Tuncel, “Onur Gencer’in mahkeme salonundaki davranışları, aileyi, avukatları ve mahkeme heyetini tehdit eden duruşu çok şey söylüyordu. Bir katilin ne kadar korunduğunu, bu kendinden emin halinden bile anlamak mümkün. Arkanızda birisi olmayan bir durumda bu kadar net ve cesur davranamazsınız. Onur Gencer’de bu emin olma hali çok fazla. Kendisi bireysel kararı olduğunu söylese de ona nefretin işlendiği belli. Siyasi cinayetler artıyor ama katil profilleri de değişiyor. Hrant Dink davasında adil bir yargılama sağlanmadı deniz poyraz yaşandı. Eğer adalet sağlanmazsa bunun devamı gelecek ve karşımıza daha farklı katil profilleri çıkacak.”

İzmir Barosu eski başkanı Özkan Yücel, “İktidar düşman gördüğü kişilere karşı cezasızlık kültürünü işletiyor. Bu cezasızlık kültürü farklı işliyor. Kiminde etkin ve yetkin bir soruşturma yapılmadığı için failleri hiç bulamıyoruz. Tüm çabalarım yargı ve iktidarın duvarına çarpıp geri dönüyor. Kiminde ise failler bulunsa bile arka planı aydınlatılmıyor. Deniz Poyraz davasında da soruşturma evresinden beri bazı delillerin toplanması konusunda talepler vardı. Ama bunların hiçbiri yerine getirilmiyor. Bu koşullar altında adalet tesis etmeye çalışıyoruz. Bunun sonucunda ortaya çıkan şeye ise adalet denilmesini bekliyorlar. Dönsünler baskıcı yönetimlerin sonrasında yargılamalara baksınlar. Ya da bu iktidarın bir parçasıyken 15 Temmuz 2016 sonrası ‘avukatımı istiyorum’ diyen insanlara baksınlar. Yargı herkes için ihtiyaç. Karanlık tabloyu rengarenk bir tabloya çevirecek, ülkeyi yaşanabilir, demokratik bir ülkeye çevirerek güçteyiz. O günler çok yakın” dedi

Çiğli Kent Konseyi Kadın Meclisi: Hükümeti, muhalefeti, yargıyı, meslek odaları, sendikaları, Demokratik Kitle Örgütlerini ülkenin geleceği, kadına ve çocuğa yönelik şiddetin, istismarın önlenmesi için göreve davet ediyoruz.

Çiğli’li kadınlar, Kent Konseyi Kadın Meclisi’nin çağrısıyla çocuk istismarına karşı, Çiğli eski belediyesi önündeki meydanda bir araya geldiler. Son dönemde görsel ve sosyal medyada gündeme gelen çocuk yaştaki kız çocuklarının istismar ve tecavüzüyle gündeme gelen insanlık onuruyla, bilimle, vicdanla, akılla bağdaşmayan yaşananlara karşı seslerini yükselttiler. Açıklama sırasında “erkek adalet değil, gerçek adalet”, “kadın, yaşam, özgürlük/ jin jiyan azadi”, “Öldüren sevgi istemiyoruz” sloganları atıldı.

Açıklamayı Çiğli kent Konseyi Kadın Meclisi Başkanı Kızbes Seyhan Aydın okudu.
Açıklama şöyle:

“Ülkemizin yakın tarihi çocukların tarikat ve cemaatlerin yatılı okullarında, yurtlarında maruz
bırakıldıkları istismar ve yaşam hakkı ihlalleriyle doludur. En değerli varlığımız olan çocuklarımız ne yazık ki kimi zaman en güvenli olmaları gereken evlerinde de cinsel istismara maruz bırakılmaktadır. Bizler, çocuklara yönelik cinsel istismarın iktidar tarafından gösterilmeye çalışıldığı gibi “münferit” olmadığını, toplumsal, politik bir sistem sorunu olduğunu çok iyi biliyoruz.

İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfında yaşanan son olay ise cemaat ve yargı arasındaki suç
ortaklığını açıkça ortaya koymuş, bu olayı iktidarın meşru gösterme çabaları ise toplumsal
muhalefetin itirazları sonucunda ,haberin ortaya çıkmasından günler sonra , Aile ve Sosyal Hizmet
Bakanı ve Diyanet İşleri Başkanlığınca kerhen yapmış oldukları açıklamalar ile bir kez daha
anlaşılmıştır.

Hiranur Vakfı’nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in 6 yaşında kız çocuğunu cemaatin mensubu olan
ve o zaman 29 yaşında olan Kadir İstekli ile imam nikâhı kıyıp evlendirmesi kesinlikle münferit bir
olay değildir. Tam aksine iktidarın laiklik karşıtı politikalarının, cemaatler ve tarikatlarla girdiği çıkar ilişkilerinin, bu yapılar eliyle toplumsal ilişkilerin dinsel referanslarla yeniden şekillendirilmesi girişimlerinin bir sonucudur.

Çocuk her gün cinsel işkence görürken , istismarcının evliliği ve cinselliği bir oyun gibi gösterdiğini, çocuğun annesi ve babasının ise bu işkencenin devam etmesi için, istismarcıyla suç ortağı olduğunu, henüz 14 yaşındayken 2012 yılında muayene için götürüldüğü hastanede bir doktorun fark edip ihbar etmesi ve yapılan soruşturma gereği yaş tespiti sırasında yaşı büyük başka birinin muayene edilmesi sağlanarak, suçun üstünün örtüldüğü, eğitim çağında okulda arkadaşları ile olması gerekirken tüm ailenin ve çevresinin göz yumması ile istismarcısıyla yıllarca bir arada yaşatıldığı ortaya çıkmıştır.

İki yıldır sürdürülen bu soruşturmada , yıllarca bu istismarı yaşamış ve hayatta kalmayı başarmış olan
kadının beyanı, doktor raporları, fotoğraflar, ses kaydı, şüpheli ikrarları dikkate alınarak; suçlular ve bu suça yardım ve yataklık eden anne ve babası hakkında tutuklama kararı verilmesi gerekirken ,
delilleri karartma ve kaçma ihtimaline rağmen başka hiçbir adli kontrol kararı verilmemiş, iddianame
tamamlanarak İstanbul Anadolu 2. Ağır Ceza Mahkemesinde 2023 yılı Mayıs ayına duruşma
verilmiştir.

Türkiye’nin hemen her yerinde kadın örgütleri, sendikalar,meslek odaları, siyasi partiler, barolar ve
diğer STK lar ile spor kluplerinin protesto ve baskıları sonucunda ,iki yıldır H:K:G.nin devlet
korumasında olduğunu beyan eden Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı davaya müdahil olduğunu
açıklayabilmiştir. Kamuoyundaki infiali bastırmak için duruşma günü 30 Ocak 2023 tarihine
alınmıştır. Kızı, H. K. G.yi 6 yaşındayken, müridiyle “evlendiren” ve çocuğunun istismarına rıza
gösteren Yusuf Ziya Gümüşel ile istismarcı Kadir İstekli haklarında mahkemece 14.12.2022 tarihinde
tutuklama kararı verilebilmiş ve her ikisi için de yakalama emri çıkarılmıştır. Aynı dava kapsamında
suçlanan anne Hatice Kübra Gümüşel’in ise ruh sağlığının yerinde olup olmadığına ilişkin tıbbi
muayene ve rapor aldırılması kararı verilmiştir.

Bu istismar ilk değildir. 2012-2015 yılları arasında Karaman’da Ensar Vakfında defalarca cinsel
istismara maruz bırakılan 9-10 yaşlarındaki çocukların yaşadıkları için “büyütülecek bir şey değil, bu
nedenle vakıf suçlanamaz” diyen Aile ve Sosyal İşler Bakanını, Ocak 2022’de gördüğü baskıya
dayanamayarak yaşamına son veren Enes Kara’yı intihara sürükleyen cemaatleri, İstanbul’da,
Erzurum’da, Dikili’de, Çivril’de, Muş’ta, Fatsa’da, Gerger’de cemaat- tarikat yurtlarında, okullarında
cinsel istismara maruz kalan çocukları unutmayalım…

Açığa çıkan her çocuk istismarı vakasında iktidar toplumun aşina olduğu farklı bir gündem yaratma,
faili değil mağduru suçlama, normalleştirme, münferit bir olay gibi yansıtma vb politikalarla istismarın üzerini örtmeye çalışmaktadır. İstanbul Sözleşmesini bir gecede fesheden iktidar; çocuğu koruyan diğer ulusal ve uluslararası sözleşmeleri etkin olarak uygulamamakta; şiddet ve istismar faillerini cezasızlık politikalarıyla aklayarak bu çocuk yaşta evliliklerin ve istismarın suç ortağı olmaya devam etmektedir.

Son olay ve benzeri istismarlar çocuğa yönelik şiddet ve istismar vakalarının faillerini cesaretlendiren yasal düzenlemeler ve çocuk evliliklerinin önünün açılması gibi politikalarla birlikte ele alınmalı, değerlendirilmelidir. Zorla evlendirme hukuki, sosyal, toplumsal yönden mücadele edilmesi gereken bir insan hakkı ihlalidir.

On sekiz yaş altı evlilikler zincirleme olarak katılım, eğitim, sağlık gibi bir dizi çocuk hakkı
ihlalini doğurmakta ve bu çocuklar yaşamları boyunca da ekonomik, fiziksel, psikolojik şiddete ve
istismara maruz kalmaya devam etmektedirler. Milyonlarca kız çocuğu bu ülkede eğitim hakkından
ve sosyal haklardan yoksun bırakılmaktadır. Eğitimden uzak kalan kız çocukları ya ev içi emek
sömürüsüne ya da erken yaşta evlendirilerek cinsel saldırıya ve şiddete açık hale getirilmektedir.

Çocuklar bizim en hassas noktamız, en dokunulmaz olan varlıklarımızdır. Devletin ve yargının;
mağdur çocukları koruması gerekirken, istismarcısının eline bırakması kabul edilemez. Bu nedenle
ilk soruşturma dosyasının da itinayla incelenmesi ve sorumlular için kamuoyu baskısı sonucu
başlatılan hukuki sürecin derhal sonuçlanarak cezalandırılmaları gerekmektedir.

Eşitlik ve laiklik ilkelerine savaş açanlar, İstanbul Sözleşmesi’ne saldıranlar, “evlilik” kisvesi altında çocuk cinsel istismarına yol açanlardır. Aynı çevreler , çocukları cinsel istismar ve sömürüden korumayı amaçlayan Lanzorete Sözleşmesini de hedef almışlardır.

Dokuz yaşında kız çocukları ile evlenilebilir fetvası verenler, küçüğün rızası vardır, bir kereden bir
şey olmaz diyen bakanlar, birkaç oy uğruna cemaat ve tarikatlara ses çıkarmayanlara sözümüz var!

Bizler yaratmaya çalıştığınız karanlığa inat tüm kadınlar ve çocuklar için aydınlık bir Türkiye
istiyoruz. Çocuklara yönelik istismar insanlık suçudur. Çocuğun cinsel istismarının evlilik adı altında meşrulaştırma çabalarına son verilmelidir. Çocukların üstün yararı ve hukukun evrensel ilkeleri ile taraf olduğumuz BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, İstanbul Sözleşmesi ve diğer uluslararası
sözleşmelere uygun iç hukuk düzenlemeleri ivedilikle yapılmalıdır.

Çocukların, kadınların, insan hak ve özgürlüklerinin güvencesi olan laiklikten asla taviz vermeyen
demokratik, sosyal hukuk devleti normları çağdaş, toplumsal düzlemde vücut buluncaya değin
mücadelemiz devam edecektir.

Hükümeti, muhalefeti, yargıyı, meslek odaları, sendikaları, Demokratik Kitle Örgütlerini ülkenin
geleceği, kadına ve çocuğa yönelik şiddetin, istismarın önlenmesi için göreve davet ediyoruz.
Çiğli Kent Konseyi Kadın Meclisi Bşk.
KIZBES SEYHAN AYDIN”

Türk Tabipler Birliği-İzmir Tabip Odası: “Geleceğimize Sahip Çıkıyoruz! TTB ve Sağlık Hakkı Mücadelemiz Susmadı, Susmayacak!

İzmir Tabip Odası Yönetim Kurulu, doktorlar başta olmak üzere sağlık çalışanlarının yaşamakta olduğu sorunlar nedeniyle çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaşmasına, şiddete, mobbing uygulamalarına karşı mücadelelerinin sesini yükseltmek üzere bir basın toplantısı gerçekleştirdi. Yaptıkları açıklamada bilimi ve gerçeği esas alarak yaptıkları çalışmalar nedeniyle siyasi iktidar tarafından TTB’nin hedef haline getirildiğini ifade eden İzmir Tabip Odası Başkanı Süleyman Kaynak’ın yaptığı basın toplantısına Emek ve Demokrasi güçleri katılarak destek verdi.
Açıklama şöyle:

“Geleceğimize Sahip Çıkıyoruz!
TTB ve Sağlık Hakkı Mücadelemiz Susmadı, Susmayacak! 13 Aralık 2022, İzmir

Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve tabip odaları olarak etik-bilimsel temellerle savunduğumuz hekimlik değerleri, halk sağlığını önceleyen çalışmalarımız iktidarlarla ters düşebilmiştir. Bu nedenle TTB, onların hedefinde olmuş ve olmaya da devam etmektedir. COVID-19 salgınında olduğu gibi bilimsel bilgiyi her daim şeffaf bir şekilde toplumla paylaşmamız, hekimlerin yaşadığı şiddete ve mobbinge karşı sesimizi yükseltmemiz, hekimlerin emeğini ve sözünü meydanlara taşıyarak insanca yaşama ve çalışma koşullarını savunmamız ve sağlıkta yaratılan çöküşü gün yüzüne çıkarmamızın da son dönem iktidarın bizleri hedef almasında asıl nedenlerden olduğunu hem hekimler hem de kamuoyu açıkça görmektedir.

Son dönem TTB Merkez Konseyi Başkanımız Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı üzerinden başlatılan algı yönetiminin asıl hedefi de iktidarın son yaptığı açıklamalarla açıkça ortaya konmuştur. Hedefleri tüm meslek birliklerinin kendilerinin istediği şekilde hareket etmesi ya da etkisizleştirilmesidir. Bunu her birlik için ayrı yöntemler ortaya koyarak yürüttüklerini, açıkladıkları çalışmalarda bir kez daha görmekteyiz. Ancak bilinmelidir ki; TTB hangi iktidar olursa olsun halkın sağlığı, toplumun yararı için doğruyu söylemekten asla vazgeçmemiştir/ vazgeçmeyecektir. Binlerce yıllık hekimlik değerlerimize dayanan Hekimlik Andımızda topluma söz verdiğimiz gibi; “Tehdit ediliyor olsak bile, tıbbi bilgimizi, insan haklarını ve bireysel özgürlükleri çiğnemek için kullanmayacağız.” TTB ve toplum için mücadele veren emek-meslek örgütlerini denetim altına almak, öncekiler gibi mevcut iktidar çevrelerinin de siyasi ajandasının üst sıralarında yer alıyor olabilir; ama dün gibi yarın da toplum, hekimler ve emek-meslek örgütleri sağlığına, emeğine, geleceğine sahip çıkacaktır.

Bizler biliyor, görüyor ve yaşıyoruz. Demokratik ülkelerde en geniş yetkilerle donatılan, mesleki bağımsızlıkları güvence altına alınan meslek örgütleri; totaliter rejimlerde yetkileri kısıtlanan, mesleki ve mali özerklikleri daraltılan, halkın ve meslektaşlarının yararına tutum aldıklarında iktidarlar tarafından hedef haline getirilen bir anlayışla karşılaşmaktadırlar.

TTB özelinde, 1980 askeri darbesi ve sonrasındaki süreçlerde yapılan yasa değişiklikleri ile mali, mesleki kısıtlamalara gidilmiş; bununla da yetinilmeyerek yasada var olan yetkilerin uygulanmasında bürokratik engeller çıkarılmıştır. Hekimlik değerlerinin, mesleki bağımsızlığın, halkın sağlık hakkının savunucusu olmuş olan TTB ve tabip odaları, bu değerlerin korunup geliştirilmesi için büyük mücadeleler vermiş, bu nedenle birçok baskıya maruz kalmış ancak hepsinde de haklı çıkmış, bugünkü gücüne ulaşmıştır.

Bizler önce meslek örgütümüzün başkanı ve yöneticileriyle başlatılan; ardından meslek örgütü değerlerine, mesleki bağımsızlık ilkelerine yöneltilen bu demokrasi düşmanı müdahaleleri aslında tüm topluma verilmiş bir gözdağı olarak görüyoruz. İktidar çevreleri ülkemizde halkın sağlığının en önemli savunucusunun TTB olduğunu çok iyi bilmektedir. TTB’yi etkisizleştirmeye, güçten düşürmeye, mümkünse tamamen susturmaya yeltenmeleri; siyasal, sosyal ve sağlık alanı başta olmak üzere hayatın tüm alanında sürdürdükleri halkın sağlığına zararlı politikaları daha da artırmaktan başka amaç taşımamaktadır.

TTB ve tabip odaları olarak, bugün yaşanan uygulamaları kabul etmediğimizi, hekimlik değerleri, mesleki bağımsızlık ve halkın sağlık hakkı için mücadeleye devam edeceğimizi bir kez daha vurguluyoruz. Son 40 yıllık süreçte hakkında açılan davaların tamamından beraat etmiş olan TTB ve yöneticileri, bütün baskılara rağmen yaşanan bu süreçten de gücünü ve meşruiyetini artırarak çıkacaktır.

Türk Tabipleri Birliği Yasası’nda bir değişiklik yapılacaksa, ancak TTB ve tabip odalarının gücünü artıran, yetkilerini genişleten, mesleki bağımsızlığın önündeki engelleri kaldıran bir şekilde olmalıdır. Bu değişiklik TTB, tabip odaları ve hekimlerin katılımıyla yapılmalıdır. Bunun haricinde yapılacak hiçbir müdahaleyi kabul etmediğimizi bir kez daha ifade ediyoruz.

Halkın sağlığı, hekimlerin hakları, toplum yararı için kılını kıpırdatmayanların TTB’nin ve meslek örgütlerinin yasaları için; gelecekleri için tek bir söz etmeye hakkı yoktur. Biz topluma ve hekimlere onların sağlığını, emeğini korumak için söz verdik. Dün olduğu gibi bugün de hiçbir iktidar bize geri adım attıramayacak. TTB, kimlerin iktidarda olduğuna bakmadan, tarihinin her döneminde olduğu gibi bugün de hekimler için hekimlerle birlikte mücadelesine devam edecektir.
Hekimler susmaz, TTB susturulamaz!
Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi”

İzmir Kadın Platformu: Çocukların tüm haklarıyla insan onuruna yaraşır bir ortamda büyüyene dek oluşturacağımız bir ülke için sürecek mücadelemiz. İstismarı aklamanıza izin vermeyeceğiz!

İzmir Kadın Platformu, ” Çocukları karanlığa teslim etmeyeceğiz. istismarı aklatmayacağız” pankartı açarak, Konak Vapur iskelesi önünde 6 yaşındaki bir çocuğun sistematik istismarından hareketle çocuklara yönelik tecavüz ve cinsel istismarı protesto için basın açıklaması yaptı.

Açıklama sırasında “çocuk istismarları politiktir”, “çocuk çocuktur, istismar suçtur”, “sözleşmeler bizimdir, vazgeçmiyoruz”, “karanlığa teslim olmayacağız”, “susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganları atıldı.
Yapılan Açıklama şöyle:

“Bugün burada ismini dahi bilmediğimiz ama hikayesini yakın süreçte öğrendiğimiz, 6 yaşından beri sistematik istismara maruz kalan kız kardeşimiz için toplandık.

Göğsümüzde koca bir öfke ile buradayız, bize öfkeden başka bir şey bırakmayanlara karşı bir aradayız. Tüm öfkemizle çoçuklara yapılan her türlü kötülüğün hesabını sorma inancıyla buradayız.

Öfkeliyiz, çünkü biliyoruz bu ilk çocuk istismarı değil ve bugün güçlü bir ses çıkaramazsak sonda olmayacak. Biz kadınlar, “çocukları mahkum ettikleri bu istismar düzenini aklatmayacağız diyerek yaptık bu çağrıyı.

Buradan “Çocuk istismarı siyasetin konusu değildir” diyen atanmış bakan Derya Yanık’ a bir kere daha sesleniyoruz: İstismarı önleyen hiçbir adım atmamak siyasi değil midir?
Mevcut noksan yasaların bile uygulanmıyor olması siyasi değil midir?
Lanzarote sözleşmesi yani çocukların cinsel suistimal ve cinsel istismara karşı korunmasına ilişkin Avrupa konseyi sözleşmesinin uygulanmıyor olması siyasi değil midir?

Devletin açması gereken yurtları açmayıp, Eğitim Bakanlığının cemaatler ve tarikatlara yaptığı anlaşmalar sonucu çocukların, gençlerin buralara mahkum edilmesi siyasi değil midir? Sizin atandığınız bakanlığın adı dahi siyasi değil midir?

Madem siyasi değil, o zaman siyasilerin cemaat ve tarikat liderleri ile boy boy neden fotoğrafı var? Madem siyasi değil bir çocuğun istismarı meşrulaştılırken neden hiçbir şey yapılmıyor?

Elbette atanmış bakanda gayet iyi biliyor ki çocuk istismarı politiktir.
“Siyasi” bir mekanizma olan devlet yasalarıyla, kurumlarıyla çocukları korumadığı için, suç işlendikten sonra yaptırımda yetersiz olduğu için siyasidir.

Ve hep birlikte soruyoruz; siyasiler tüm mekanizmalar ile bu sistematik kötülüğe dur diyemeyicekse neden var?

İktidarın kadına, çocuğa, gence, işçiye, ağaca, toprağa yaklaşımından biliyoruz ne kadar kötü olduğunu. İktidar mekanizmalarının ve ortağı MHP’ nin baronlarla, tacizcilerle, istismarcılarla, katillerle boy boy fotoğrafları olmasının da tesadüf olmadığını biliyoruz.

Çünkü mevcut iktidarın siyasi çizgisi tam da budur! Bu sistematik kötülükten adalet, iyilik veya hukuk beklentimiz yok. Çocukları, kadınları, LGBTİ+’ları korumak için değilde suç işlemek için kullandıkları yetkileri bir bir ellerinden alacağız.

İstismarı yapandan, istismarı önlemeyenden, istismara yasal yaptırım uygulamayandan da hesap soracağız!

Bugün çok güçlü bir ses çıkarmak bir yana sözde muhalif kesimin bileşeni olan Saadet Partisinin yöneticisi yaşlı muhafazakar bey diyor ki; “Önyargılı olmamalıyız!”

Tacize, tecavüze, istismara karşı önyargılı olmamamızı bekliyorsanız, yanılıyorsunuz!

Kadınlar bugün yetkilerini çocuk istismarını, tecavüzü, tacizi ve şiddeti önlemek için kullanmayan hiç bir siyasiyi unutmayacak, bilesiniz!

Suçludan da suçluyu aklayandan da, suçu cezalandırmayandan hesabını soracağız.
Sizin yarattığınız dine ve sizin karanlığınıza kurban edecek bir tane bile çocuk yok.

Çocukların tüm haklarıyla insan onuruna yaraşır bir ortamda büyüyene dek oluşturacağımız bir ülke için sürecek mücadelemiz. İstismarı aklamanıza izin vermeyeceğiz!”

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Kabul Edilişinin 74. Yılında hak örgütleri ve İzmir Barosu; ekonomik krize ve yoksulluğa karşı ekonomik ve sosyal haklarımızı, savaşa karşı barış hakkımızı, baskılara karşı insan hakları değerlerini ve demokrasiyi savunuyoruz!


İzmir’de hak örgütleri ve İzmir Barosu, 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nde Alsancak’ta bulunan 10 Ekim Anıtı’nda bir araya geldi. Basın açıklaması yaptı. Açıklamada, ‘Şebnem Korur Fincancı’ya özgürlük’ yazılı dövizler açıldı. Kurumlar adına ortak açıklamayı TİHV Genel Sekreteri Coşkun Üsterci, okudu. Açıklama şöyle;

“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Kabul Edilişinin 74. Yılında Ekonomik krize ve Yoksulluğa Karşı Ekonomik ve Sosyal Haklarımızı, Savaşa Karşı Barış Hakkımızı, Baskılara Karşı İnsan Hakları Değerlerini ve Demokrasiyi Savunuyoruz!

Kabul edilişinin 74. Yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirge ’si hala kutup yıldızı gibi insanlığın yolunu aydınlatmaya devam ediyor.

29 Nisan 1946 tarihinde, Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde, İnsan Hakları Komisyonu kurulmuş ve komisyonca hazırlanan bir giriş ve 30 maddeden oluşan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 10 Aralık 1948 günü Fransa’nın başkenti Paris’te toplanan BM Genel Kurulu’nda kabul ve ilan edilmiştir. Türkiye, Evrensel Bildirge’yi 27 Mayıs 1949 tarihli Resmi Gazete ’de yayınlayarak yürürlüğe koymuştur. Evrensel Bildirge 500’den fazla dile çevrilmiştir. Bu özelliği ile de en çok dile çevrilen insan hakları belgesi olma özelliğini taşımaktadır. BM Genel Kurulu, 4 Aralık 1950 tarihinde gerçekleştirdiği toplantıda, 423 (V) sayılı kararıyla 10 Aralık tarihini “İnsan Hakları Günü” olarak ilan etmiştir.

BM, İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı ağır insani yıkımın bir daha asla yaşanmaması için, barış, insan hakları ve demokrasi ideallerine dayalı uluslararası bir sistem oluşturma hedefiyle inşa edilmiştir. Günümüzde maalesef bu ideallerin çok gerisinde kalınmış, Evrensel Bildirge’de yer alan hak ve özgürlüklere dayalı uluslararası bir düzen hâlâ kurulamamıştır. BM, varoluş gerekçesiyle çelişir biçimde, hak ihlallerinin başlıca sebebi olan savaşları ve iç savaşları önlemede/sonlandırmada, mülteci krizlerine müdahalede, küresel çapta doğal ve kültürel mirasın korunmasında, yoksullukla ve adaletsizlikle mücadelede, başta kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet, kötüye kullanma, tecavüz olmak üzere her türlü hak ihlalini ve ayrımcılığı sonlandırmada yeterince etkin olamamaktadır. Maalesef güçlü devletlerin bir araya gelerek oluşturduğu çıkar ilişkileri, askeri ve ekonomik birliktelikler, insanların hak ve özgürlüklerini kullanmalarının önünde birer engele dönüşmüştür. Özellikle devletlerin demokrasi ve hukuk taahhüdünden giderek uzaklaşmaları insanlığın en önemli kazanımlarından birisi olan insan haklarının, hem bir referans sistemi hem de bir denetim mekanizması olarak zayıflamasına yol açmıştır.

Yaşanan tüm olumsuzluklara karşın dünyanın her yerinde halklar özgürlük, adalet, eşitlik ve insan hakları talepleriyle itirazlarını yükseltmeye devam etmektedir. Devletlerin ve hükümetlerin bu itirazlara yanıtı ise şiddetin her türünü sistematikleştirip yaygınlaştırma ve hayatın tek gerçeği olarak toplumlara dayatma şeklinde olmaktadır.

Bu çoklu kriz hali Türkiye’de de tüm yoğunluğu ve ağırlığı ile yaşanmaktadır. Türkiye, 2016 yılından bu yana pek çok düzenleme ile süreklilik kazandırılan bir OHAL rejimi ile yönetilmektedir. Bu süreç, siyasal iktidarın gücünü sınırlandıran anayasacılık ilkesinin terkedilmesine, böylece hem hukukun hem de kurumların baskıcı rejimin birer “aracı” haline getirilerek keyfiyetin ve bilhassa da belirsizliğin kamusal alana hakim kılınmasına yol açmıştır. Özellikle bir yönetim tekniği olarak başvurduğu belirsizlik yaratma gücü, siyasal iktidara erkini daha da merkezileştirip toplum üzerindeki baskı ve kontrolünü arttırmasına olanak sağlamaktadır.

Siyasal iktidarın ekonomiden toplum sağlığına kadar ülkenin tüm meselelerini güvenlik sorunu haline getiren, toplumu kutuplaştıran, ülke içinde ve dışında şiddeti esas alan, bilhassa da Kürt sorununun ve uluslararası sorunların çözümünde çatışma ve savaşı tek yöntem haline getiren politikaları sonucunda, günümüzde başta yaşam hakkı olmak üzere birçok hak ihlali ile karşı karşıya kalmaktayız. Çok faklı toplumsal kesimlerden insanlar, ya doğrudan kolluk güçlerinin şiddeti ya da, devletin “önleme ve koruma” yükümlülüğünü yerine getirmemesi sonucu üçüncü kişiler tarafından gerçekleştirilen şiddetin sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir.

Anayasa’nın ve Türkiye’nin de bir parçası olduğu evrensel hukukun mutlak olarak yasaklamasına ve insanlığa karşı bir suç olma vasfına rağmen işkence olgusu 2022 yılında da Türkiye’nin en başta gelen insan hakları sorunu olmuştur. Ayrıca yakın tarihimizin en utanç verici insan hakları ihlallerinden biri olan insanlığa karşı suç niteliğindeki zorla kaçırma/kaybetme vakalarının OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından bu yana yeniden yaşanmaya başlaması son derece endişe vericidir.

Devletlerin insan haklarına yönelik saygısının doğrudan göstergesi olan hapishaneler, bugün Türkiye’de siyasal iktidarın hukuku bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanmasının sonucunda tıka basa dolu durumdadır. Yaşam hakkı ihlalinden işkenceye, sağlık hakkına erişime kadar ağır ve ciddi ihlallerinin yaşandığı yerlerdir. Tek kişi ya da küçük grup izolasyonu uygulamaları çözülemeyen kronik bir soruna dönüşmüştür. Covid-19 salgını gerekçe gösterilerek alınan tedbirlerle mahpusların zaten kısıtlanmış olan hakları daha da kısıtlanarak hapishanelerde yeni bir “normal” yaratılmıştır.

İfade özgürlüğünün korunması ve etkin kullanımı, demokratik bir toplumun can damarlarından birini oluşturur. Farklı fikir ve görüşlerin kamusal alanda özgürce dolaşıma girmesi; siyasal çoğulculuğun esası olan özgür tartışma ortamının, bağımsız medya ve canlı bir sivil toplumun varlığı; toplumsal talepler etrafında kamuoyu oluşturulabilmesi; siyasal karar alıcılara yönelik eleştirilerin dillendirilmesi ve kamu gücünü kullanan makamların yurttaşlar tarafından denetlenebilmesi ancak ifade özgürlüğünün korunduğu ve etkin biçimde kullanıldığı koşullarda mümkün olabilir. Oysa OHAL ilanıyla birlikte siyasal iktidarın düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları, özellikle de basın ve insan hakları savunucuları üzerindeki kaygı verici boyutta artan baskı ve kontrolü 2022 yılında da sürmüştür. Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı ve TİHV Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın evrensel hukuk ilkeleri ve ifade özgürlüğü kapsamında yaptığı bir açıklama nedeniyle hukuk dışı biçimde tutuklanmış olması hak savunucuları üzerindeki söz konusu baskının en somut örneğini oluşturmaktadır. Nitekim insan hakları savunuculuğunu tanımlayan evrensel ilkelere göre hak savunucuları, sadece insan hakları ilke ve değerlerinden yana taraftır ve kimden gelirse gelsin hak ihlali iddialarını eşit önemde bir titizlik ve gayretle incelemekle yükümlüdürler.
2022, bir önceki yıl gibi toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü açısından kısıtlama ve ihlallerin kural, özgürlüklerin kullanımının ise istisna olduğu bir yıl olmuştur. Yıl içinde her toplumsal kesimden kişi ve grup toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini mülki idare amirlerinin yasakları veya kolluk güçlerinin fiili müdahaleleri sonucunda kullanamamışlardır. Cumartesi Annelerinin, Galatasaray Meydanında oturma eylemlerinin yasaklanması devam etmiştir. Anayasa tarafından da teminat altına alınmış olan toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini çeşitli vesilelerle kullanmak isteyen kadınlar, LGBTİ+’lar, Cumartesi Anneleri, barış ve insan hakları savunucuları, öğrenciler, çevreciler, işçi ve emekçiler ve muhalif siyasetçiler kolluk güçlerinin zalimane ve utanç verici şiddetine mazur kalmışlardır.

Örgütlenme özgürlüğü, demokrasilerin işlemesi için elzem olan temel insan haklarından biridir. Türkiye’de yurttaşlar, toplu olarak bir araya gelip, düşüncelerini açıklayamadıkları için örgütlenme özgürlüklerini de kullanamamakta, müşterek geleceklerini şekillendirmek üzere sivil ve kamusal alana örgütlü olarak katılamamaktadırlar. 2022 yılında insan hakları örgütlerinin, sendikaların, dernek, vakıf, ve meslek örgütleri ile siyasi partilerin çok sayıda üye ve yöneticisi gözaltına alınmış, tutuklanmış, haklarında açılan davalar ile üzerlerinde baskı oluşturulmaya çalışılmıştır. Amaçlanan, bu kuruluşların, barış ve demokrasi mücadelesini baskı altına almak, kamusal ve sivil alanı tümden kapatmaktır.

Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en temel engellerden biri olarak varlığını korumaya devam eden Kürt sorununun barışçıl, demokratik ve adil bir şekilde çözümüne yönelik hukuk devletinin gereği olan adımların atılması gerekirken, seçilmiş siyasetçilerin siyasi iktidarın söylemleri ile cezaevlerine konulması, seçmen iradelerinin yok sayılarak yapılan kayyım atamaları gibi hukuk dışı uygulamaların artarak devam etmesi temel siyasi hak ve özgürlüklerin açık ihlali olup kabul edilemez.
2022 yılında yüzlerce kadının erkekler tarafından öldürülmesi, LGBTİ+’ların nefret saldırıları sonucu yaşamlarını yitirmesi, kadın ve LGBTİ+ hakları için yapılan barışçıl toplantı ve gösterilerin mülki idare amirleri tarafından yasaklanması ya da kolluk güçleri tarafından şiddet uygulanarak engellenmesi, yüzlerce kadın ve LGBTİ+’nın işkence ve diğer kötü muamele ile gözaltına alınması, yetkililerin desteklediği LGBTİ+ karşıtı nefret mitinglerinin yapılması ve her bakımdan derinleşen ayrımcılık, tezavüz, taciz ve istismarın çocukları da kapsar hale gelmesiyle İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının ardında yatan gerçek amacın ne olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

Artık Türkiye toplumunun bir parçası, asli unsuru haline gelen sığınmacı, mülteci ve göçmenler, hala her türlü ayrımcılığa ve istismara, şiddete, nefret söylemine ve ekonomik sömürüye yoğun bir şekilde maruz kalmakta ve bu nedenlerle yaşam hakları da ellerinden alınmaktadır. Ülkede yaşanmakta olan ağır krizin fiziksel, ruhsal, sosyal ve ekonomik tüm sonuçlarından en derin şekilde etkilenen sığınmacı ve mülteciler, ne yazık ki toplumumuz açısından görmezden gelinen, hatta gözden çıkarılan hayatlar oldular.

Türkiye, son kırk yılın en ağır ekonomik krizlerinden birini yaşamaktadır. Yıllardır uygulanan borçlanmaya dayalı neoliberal ekonomi politikalarının, savaş ve çatışma harcamalarının sebep olduğu ekonomik kriz ve derin yoksullaşma, yurttaşların hem biyolojik hem de sosyal yaşamlarını sürdürülebilmelerini tümüyle imkânsız kılan ağır insan hakları ihlalidir. Hayat pahalılığı, işsizlik, yoksulluk, güvencesizleşme ve örgütsüzleşme en çok kadınları, çocukları, işçi ve emekçileri ve mültecileri vurmaktadır.

Son söz olarak; var oluş nedenleri hak ihlallerinin son bulduğu, hukukun, adalet, barış ve demokrasinin tesis edildiği bir ülke ve dünyaya ulaşmak olan bizler, dün olduğu gibi bundan sonra da tüm zorluklara karşın ihlalleri belgeleyip, raporlayarak görünür kılmaya, böylelikle önlemeye, cezasızlıkla mücadele etmeye ve insan haklarına saygıyı yükseltmeye devam edeceğiz.

İzmir Barosu
Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi
Hak İnisiyatifi Derneği
Halkların Köprüsü Derneği
İmece Dostluk ve Dayanışma Derneği
İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi
İnsan Hakları Gündemi Derneği
Özgürlük İçin Hukukçular Derneği
Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği”

Açıklamanın ardından İzmir barosu Başkanı Sefa Yılmaz söz alarak “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ne yazık ki bugün ülkemiz dahil dünyanın bir çok yerinde göz ardı edilerek yok sayılmaktadır. Buna bağlı hak ihlallerinin önüne geçmek adına hiçbir şey yapılmamaktadır. 2016 yılından itibaren ülkemizde OHAL uygulamaları olağan uygulama haline getirilmek suretiyle kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin yok sayılması, avukatların, akademisyenlerin, öğrencilerin, gazetecilerin, fikir insanlarının düşüncelerinden dolayı soruşturmalara uğramaları ve bu soruşturmalar çerçevesinde hukuka aykırı olarak sabaha karşı apar topar gözaltına alınarak tutuklanmaları; hak ihlallerine sistemli bir biçimde devam edilmesi bugün en önemli sorunlardan biridir” dedi.

İzmir’de hak örgütleri 36 gündür tutuklu olan Prof.Dr. Şebnem Korur Fincancı’ya dayanışma kartı gönderdi ve özgürlüğünü istedi..


Çağdaş Hukukçular Deneği (ÇHD), İnsan Hakları Derneği(İHD), Hak İnisiyatifi Derneği, Halkların Köprüsü Derneği, İmece-Der, İnsan Hakları Gündemi Derneği, KESK İzmir Şubeler Platformu, Özgür Hukukçular Deneği (ÖHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı(TİHV) İzmir Temsilciliği; 36 gündür tutuklu olan Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi Başkanı Şebnem Korur Fincancı’ya dayanışma kartı gönderdi. Cumhuriyet Meydanında bulunan PTT Şubesi önünde toplanan örgütler basın açıklaması yaptı ve dayanışma kartlarını gönderdi.

Açıklamayı örgütler adına, Av. Nehir Bilece okudu. Açıklama sırasında “Şebnem Korur Fincancı yalnız değildir” ve “Şebnem Korur Fincancı onurumuzdur” sloganları atıldı.
Açıklama şöyle;

“1 Kasım 2022 tarihinde yaptığımız basın açıklamasında “çok öfkeliyiz, çünkü sevgili arkadaşımız Şebnem Korur Fincancı, 6 gündür tutuklu” demiştik.
Bugün itibariyle 36 gün oldu hala yanlış düzeltilmiyor, keyfi ve hukuk dışı bu tutukluluk hali devam ediyor. Bu nedenle öfkemiz daha da artmış durumda.
Hep söylüyoruz, bu saçmalığın ardında, sevgili Şebnem Hocamız gibi hakikati görme kapasitesini genişletmiş, sıradanlaştırılan kötülüğü anlatma riskini göze almış kişilerin seslerini kısarak tüm topluma gözdağı vermek gibi bir amaç yatıyor.
Ne var ki, insan hakları, barış ve demokrasiye inanan geniş toplumsal kesimler 36 gündür hakikati her defasında daha yüksek sesle ifade ediyorlar. Sevgili meslektaşları, iyi hekimliğin kararlı savunucuları, insan halkları mücadelesinde omuz omuza yürüdüğü yol arkadaşları, hatta Şebnem Korur Fincancı’yı hiç tanımasalar bile akıl ve vicdanlarının sesini dinleyen pek çok yurttaş bu hukuksuzluğu hiç çekinmeden ısrarla dile getiriyorlar. Hep bir ağızdan Şebnem Hocamıza ÖZGÜRLÜK diye haykırıyorlar.
Sadece ülke içinden değil uluslararası ortamdan da bu hukuksuzluğa büyük bir tepki var. Dünyanın dört bir yanından başta Dünya Tabipleri Birliği olmak üzere meslek örgütlerinden, insan hakları ve hukuk örgütlerinden, diğer sivil toplum kuruluşlarından, başta Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Konseyi olmak üzere uluslararası mekanizmalardan, bilim insanlarından çok sayıda destek ve dayanışma mesajı geldi. Kurum ve kişiler, hukuk dışılığa derhal sona erilmesi ve yanlışın düzeltilmesi için siyasal otoritelere talepte bulundular. Türkiye’nin hukuk ve insan hakları konusundaki uluslararası yükümlülüklerini hatırlattılar.
Kısa sürede hazırlanan içi tamamen boş bir iddianame, Ankara’da kendini kabul edecek yetkili mahkeme dahi bulamadı. Bu durum bile sevgili Şebnem Hocamızın evine baskın yapılıp, sorgu için apar topar Ankara’ya götürülmesine ve tutuklanmasına kadar varan sürecin nedenli hukuk dışı ve keyfi olduğunu bir kez daha açıkça göstermektedir.
Dava dosyası şimdi İstanbul mahkemelerinin önünde. İddianame derhal iade edilmeli ve beraat kararı verilerek sevgili Şebnem Korur Fincancı serbest bırakılmalıdır.
Bizler bugün Şebnem Hocamıza dayanışma ve destek kartları göndermek için burada toplandık. Onun yalnız olmadığını bir kez daha haykırıyor ve sürdürdüğü hakikat mücadelesinden onur duyduğumuzu ifade ediyoruz.

Şebnem Korur Fincancı’ya Özgürlük!
Şebnem Korur Fincancı Onurumuzdur!

Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi / Hak İnisiyatifi Derneği / Halkların Köprüsü Derneği
İmece Der / İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi / İnsan Hakları Gündemi Derneği
KESK İzmir Şubeler Platformu / Özgürlük için Hukukçular Derneği İzmir Şubesi
Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği”

İzmir Kadın Platformu; eşitlik ve özgürlük, laiklik ve barış için örgütlü mücadele dışında bir seçeneğimiz yok. Bizi korkutmaya, sindirmeye, yaşamdan izole etmeye çalışanlara bir kez daha bu sokaklarda meydan okuyoruz.


İzmir Kadın Platformu’nun çağrısıyla Alsancak-Kıbrıs Şehitleri caddesinde buluşan yaklaşık ikibin kadın 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’nde “Eşitlik, özgürlük ve laiklik için ayaktayız” pankartı açarak ÖSYM binası önüne yürüdü ve basın açıklaması yaptı.

Kadınlar yürüyüş boyunca, “Kadın yaşam özgürlük”, “Jin Jiyan azadi”, “Susmuyoruz korkmuyoruz itaat etmiyoruz”,” Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa”,”Faşizme inat yaşasın hayat”, “İstanbul sözleşmesi yaşatır””, “Haklarımızdan hayatlarımızdan vazgeçmiyoruz”, “Sözleşmeyi değil cinayeti engelle”, “kadın cinayetleri politiktir”, “Güvenceli İş Güvenceli Gelecek İstiyoruz”, “Yoksulluğa teslim olmayacağız” vb. sloganlar atıldı.

Açıklama şöyle;

“1960 yılında Dominik’te Mirabel kardeşlerin diktatör güçleri tarafından katledilişinin üzerinden 62 yıl geçti. Faşist diktatörlüklere karşı dayanışmanın, mücadelenin, direnişin simgesi haline gelen Mirabel kardeşler bugün Türkiye’de ve dünyada kadınların özgürlük mücadelesinde yaşıyor.
Mirabel kardeşlerin ölümünden onlarca yıl sonra bugün, tüm dünyada kadına yönelik şiddetin devlet şiddetiyle nasıl iç içe geçtiğini görüyoruz.

Türkiye’de de doğrudan erkek-devlet tarafından örgütlenen baskı ve şiddetle, yasaklar ve tutuklamalarla, gerici politikalarla pekiştirilen ataerkil tahakkümle kadınların ve LGBTİ+ların eşitlik, özgürlük, şiddetsiz bir yaşam, insanca çalışma hakları adına ne varsa hedefe konmuş durumda.
Tek adam rejimi, bir yandan gerici, gelenekçi, cinsiyetçi,erkek egemen söylemlerle şiddeti sıradanlaştırırken, diğer yandan İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması, nafaka hakkının kısıtlanmak istenmesi, boşanmalara arabuluculuk uygulamaları, şiddet faillerine cezasızlık politikası ve iyi hal indirimleriyle kadına yönelik erkek şiddetini ve kadın katliamlarını körüklüyor. Artan enflasyon, her gün her şeye gelen zamlar bir yandan yoksulluğu, diğer yandan kadınların ev içi yüklerini artırıyor. Artan yoksulluk ise kadınlara fiziksel, psikolojik, ekonomik şiddet olarak dönüyor. Kadınlar şiddet dolu birlikteliklere mahkum edilirken, kadın cinayetleri artıyor.

Barınamıyor, geçinemiyor, sağlıklı yaşayamıyoruz. Ucuz, güvencesiz, güvensiz işlerde, uzun mesai saatlerine mahkum ediliyoruz. Sendikalaşma hakkımız engelleniyor, grevlerimiz yasaklanıyor. Grev ve direnişlere öncülük eden kadınlar hedef gösteriliyor. Kadınlar ev bulamadığı ya da kirasını karşılayamadığı için şiddet dolu aile- evlilik çemberi içine geri dönmek zorunda kalıyor. Sağlık hakkımız gasp ediliyor, ped, tampon gibi hijyen ürünleri yüksek KDV oranlarıyla ulaşılamaz hale geliyor.

Biz kadınlar sadece yaşamak değil, insanca yaşamak istiyoruz. Her kadına güvenceli iş ve çocukların sağlıklı koşullarda büyümesi için her iş yerine kreş istiyoruz.
Ekonomik kriz, artan hoşnutsuzluk büyüdükçe tek adam rejimi diyanet fetvalarıyla, dinci, ırkçı, ayrımcı politikalara sarılıyor. Baş örtüsü tartışmaları üzerinden kadınların anayasal hakları gasp edilmek isteniyor. Kutsal aile, dini değerler, gelenek görenek diyerek kadınlar ataerkiye mahkum ediliyor, LGBTİ+lar hedefe konuyor. İstanbul Sözleşmesi’ni toplum ahlakı bahanesi ile fesheden siyasi iktidar LGBTİ+ları geleceksizliğe, işsizliğe, yoksulluğa, toplumsal dışlanmışlığa, nefret cinayeti kurbanı olmaya, intihara sürüklüyor. Kendi siyasi iktidarı etrafında faşist gerici bir kitle desteği yaratmak isteyen AKP, MHP ittifakı, bu hedefi için nefret mitingleriyle LGBTİ+ düşmanlığını körüklüyor.

Bizi hapsetmek istedikleri cinsiyet kalıplarını, bizi içinde boğdukları o ataerkil aileyi reddediyoruz. Erkek egemen sistem için kârlı olanı değil, özgürlüğümüzü seçiyoruz. Başörtülü, örtüsüz, lezbiyen, biseksüel, trans, Kürt, Alevi, Laz, ev emekçisi, fabrika işçisi kadınlar olarak makbul olmayacağız, ataerkil ailenize sığmayacağız. Kirli siyasi oyunlarınıza araç olmayacağız.
Genç kadınlar olarak her geçen gün daha da yoksullaştırılıyoruz. Genç kadın işsizliği had safhada, bazımıza hiç tanınmayan eğitim hakkı, artık çoğumuz için erişilemez hale geldi. Yeterli yurt sağlanmıyor, yapılan yurtlarda sağlıksız ve tehlikeli koşullarda fahiş fiyatlarda yaşamaya zorlanıyoruz. Erkek yurtlarında esnek tutulan kurallar, genç kadınlar için erkek egemen bir sopa olarak kullanılıyor.

Kampüslerde, yurtlarda erkek egemenliğine karşı ses çıkartan genç kadınlar; disiplin soruşturması, gözaltı ve tutuklamalarla karşı karşıya kalıyor. Sözde barınma ve güvenlik tedbirleri adı altında yayınlanan faşist genelge ile de kadınlar olarak örgütlenmemiz, yan yana gelmemiz, dayanışma göstermemiz engellenmeye çalışılıyor. Paralı ve cinsiyetçi eğitim sisteminin çarkları arasında ezilen genç kadınlar mücadeleye atıldığında erkek devlet şiddeti ile karşı karşıya kalıyor. Kadın Üniversitesi projesi ile genç kadınlar toplumsal üretimden, bilgi üretim süreçlerinden tecrit edilmek isteniyor. Erkek egemen eğitim sistemi genç kadınlara itaat etmek dışında bir şey öğretmiyor.
Erkek egemen faşist sistemin makbul kadınları olmayı reddediyoruz. Özgürlüğümüz için tüm genç kadınları örgütlü mücadeleye çağırıyoruz.

Faşist AKP/MHP, iktidarını devam ettirme çabasıyla şiddet, baskı ve yasaklarla ifade özgürlüğünden örgütlenme özgürlüğüne, basın özgürlüğünden, toplantı ve gösteri yapma özgürlüğüne varana kadar demokrasi adına ne varsa saldırıyor. Kadın gazeteciler gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. İktidar ve yandaş medya tarafından hedef gösteriliyor. Sansür yasasıyla sesimiz kısılmak isteniyor, polis şiddeti ve taciziyle, erkek yargı kararlarıyla korku politikaları en çok da kadın özgürlük mücadelesini engellemek için sürdürülüyor.
Meslek onuruna yakışan bir tutum alan ve Türkiye’nin kimyasal silah kullanıp kullanmadığının araştırılmasını isteyen TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı tutuklanıyor. Mücadele eden, dayanışan, söz söyleyen kadın avukatlar, aktivistler kriminalize ediliyor. Karşılaştığımız polis şiddeti ve tacizi, karakolların birer işkence haneye dönmüş olması, mahkemeler kadın katillerini adeta ödüllendirirken, politik kadınların mesnetsiz iddialarla tutuklanmaları ve cezaevlerinde artan işkenceler hepsi ama hepsine sözümüz var.

Çalmaya çalıştığınız maya tutmuyor, kadınlar sokakları, meydanları, tarlaları terk etmiyor. Korku politikaları, baskı ve işkencelerinize karşı kadınlar susmuyor.
Tek adam kaybediyor, kaybettiğini gördükçe savaş politikalarına sarılıyor. Kadınlara bütçeden ayrılmayan pay, silahlanmaya savaşa, aktarılıyor. Savaş politikaları en çok kadın ve çocukları hedef alıyor. Mülteci kadınlar vahşi koşullarda çalışmak zorunda bırakılıyor. Siyasiler tarafın sistematik şekilde hakarete uğruyor ve taciz ediliyor. Kürt kadınlar hedefe konuluyor, özgür basın emekçisi Nagehan Akarsel, Deniz Poyraz başta olmak üzere kadınlar katlediliyor. Seçim politikalarının bir parçası olarak halkların üzerine bomba yağdırılıp toplum terörize ediliyor. Bu savaşta yine en çok kadın ve çocuklar zarar görüyor.

Bizi sadece “kutsal aile” içinde tanımlayan gerici politikalardan güç alan erkek şiddeti gösteriyor ki tek adamıyla, yandaş medyasıyla, polisiyle, mahkemesiyle örgütlenmiş erkek egemen devlete karşı en büyük gücümüz örgütlülüğümüz. Eşitlik ve özgürlük, laiklik ve barış için örgütlü mücadele dışında bir seçeneğimiz yok. Bizi korkutmaya, sindirmeye, yaşamdan izole etmeye çalışanlara bir kez daha bu sokaklarda meydan okuyoruz.

İran’da faşist molla rejimi tarafından Jinna Mahsa Amini’ nın katledilmesiyle başlayan özgürlük mücadelesiyle bir kez daha yükselen ve dünyanın her yerinde yankılanan sesi duyuyor ve büyütüyoruz ve bu 25 Kasım’da tekrar ediyoruz; Jin, Jiyan, Azadi
İZMİR KADIN PLATFORMU”