YAKUP ERCAN

                                                                                                                                                             YAKUP ERCAN (11.01.1957-19.10.2022)

Yakup Ercan Çukurovalı’ydı. Ceyhan Lisesinde okudu. Lise öğreniminden sonra ODTÜ sınavlarına girdi ve kazandı. 1982 yılında Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni bitirdi. Yurtsever devrimci bir öğrenciydi. Emperyalizme ve faşizme karşı bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin sıcak yüreklisiydi. Yaşamı boyunca İşçilerin emekçilerin demokrasi taleplerini savundu. Eczacılık Fakültesinden arkadaşı Devrim ile evlendi. İki çocukları oldu; Ezgi ve Erinç. Eczacılık Fakültesi’ni bitirdikten sonra serbest eczacı olarak yaşamını sürdürdü. Meslek yaşamı boyunca eczacıların örgütlü mücadelesinin gelişmesi için çaba harcadı. Ecza Koparatifçiliğinin örgütlenmesi ve kuruluşunda simge isimlerindendi. Ege Ecza Kooperatifi’nin kurucusuydu. İlaç sektöründe sermayeye karşı meslektaşlarının ve hastaların haklarını savundu. İlaçta soygun ve sömürüye karşı çıktı ve örgütlü mücadeleyi savundu.

Yakup Ercan “Eczacılık Bu Değil” kitabını 18  arkadaşının katkılarıyla  çıkardı. Kapitalizmin ilaç sektöründeki vahşi sömürüsüne karşı  aydın insan duyarlılığı  ile hastaların çıkarlarını savunarak, kollektif olarak bu kitabın  basım yayınını gerçekleştirdi. Sağlık hizmetlerinin merkezine insanı koyan ve insanı önceleyen,  sağlık alanındaki insana yabancılaşmayı ve  kapitalizmin ilaç sektöründeki soygun ve sömürüsünü  anlattı.. Kitabın yazarları ilaç sektöründeki bugünü ve  geleceğin ”resmini yaptılar”. Tekelci kapitalizmin insana biçtiği rolü ve eczacı/hekimi nasıl ilaç sektörünün satıcıları haline getirdiğini ve insanı insanlığına yabancılaştıran kapitalizmin  hastayı nasıl müşteriye  dönüştürdüğünü  gösterdiler.

Yakup Ercan arkadaşımız eczacılık mesleği boyunca “İlaç ve sağlık hizmetleri bir piyasa unsuru olmamalı, herkese eşit ve ücretsiz bir kamu hizmeti olarak sunulmalı.”, “Eczacı yeni dönemin sorunlarını yeni dönemin araçlarını kullanarak baş edebilir”, “Eczacı kendine, hasta ve kendi haklarını savunabileceği bir hareket alanı tanımlamalıdır.”  ilkelerini savundu.

“İlaç, ölümcül bir rekabetin ürünü olmadan önce, eczacılık okullarında bir destur öğretilirdi ve ona göre ‘ilacın kullanım değeri değişim değerinden önce gelir’di. Bu temenniyi tersine çevirmiş olan koşullara karşı gelmek, bu çalışmanın amacı idi. Bozulan bu paradigma yeniden kurulmaz ise, eczacı ilacın hastaya ulaştırılmasının vasıfsız ve küresel bir tezgâhtarı olacaktır. Çünkü bu yeni paradigma, kamunun ve hastanın sorumluluğunu taşımaktan uzak, küresel satış gereksinimlerinin çıkarını temsil etmektedir. Mevcut konjonktür ölümsüz ve neredeyse tanrısalmış gibi bir görüntü verse de, sağlık sisteminin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi ile yeryüzünde milyonlarca insan sağlık hizmetlerine ve ilaca ulaşmakta zorlanmaktadır. Ve bu durum daha şimdiden sürdürülemez bir hal almıştır…” Günümüz koşullarına  karşı gelmezsek eczacı ilacın hastaya ulaştırılmasının vasıfsız ve küresel bir satıcısı olacak diyen kapitalizme karşı dik duran bir devrimciydi.

Yakup’un yüreği 19 Ekim 2022 de sustu.. Kalp krizinden kaybettik.

Toplumsal sorunlara, faşizme ve sermayeye karşı mücadeleye, eczacılığa, kooperatifçiliğe emek veren   Ecz. Yakup ERCAN  arkadaşımıza sevgi ve özlemle..

                                                       

İzmir Çağdaş Hukukçular Derneği, savunmayla dayanışma için duruşmaya çağırıyor..

 

İzmir Çağdaş Hukukçular Derneği,  dernek binasında basın toplantısı yaptı. Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı ve üyeleri Barkın Timtik ile Oya Aslan’ın tutuklu bulunduğu dava ‘sahte delillerle, bu delillere ilişkin eksik ve bilimsel nitelikten yoksun bilirkişi raporu ile karara çıkarılmak istenmesine’  karşı;  tüm meslektaşlarını baro başkanlarını, hukukçuları ve kamuoyunu halkın savunma hakkına ve avukatlık mesleğinin bağımsız varlığına olan saldırıya karşı dayanışmaya, savunmaya ve 7-11 Kasım tarihleri arasında duruşmaya çağırıyor..

Açıklama şöyle;

“İçinden geçtiğimiz dönem, egemen sınıfın ve onun baskı aygıtlarının kendisine aykırı gördüğü yahut doğrudan doğruya tehdit olarak algıladığı ne kadar özne varsa tümünü baskı ve zora başvurarak sindirmeye çalıştığı; kendi tekelinde bir hakikat algısı inşa ederek bunu topluma dayatmaya çalıştığı azgın bir saldırı dönemidir.

Türkiye’de hak mücadelesinin işçi sınıfının ve azınlıkların tarihsel mücadelesinin farklı aşamalarda edindiği kazanımların birikimi olarak gören ve adalet arayışında bu kazanımları pusula alan avukatlar dün olduğu gibi bugün de vardır, yarın da var olacaktır.

Her türlü saldırıya kararlılıkla direnç gösteren devrimci avukatlık pratiğinin uygulayıcılarının örgütü olan bir hukuk örgütüdür Çağdaş Hukukçular Derneği  Bu yüzdendir ki derneğimizin genel başkanı ve yöneticileri düzmece yargılama mizansenleriyle cezalandırmaya çalışılmaktadır.

2013 yılının Ocak ayında Çağdaş Hukukçular Derneği  ve üye avukatların ofis ve evlerine yapılan operasyon ile başlayan davanın 10. Yılına giriyoruz. 2017 yılında yine ÇHD’li avukatlara yapılan operasyon neticesinde görülen ikinci davanın hükmü Barkın Timtik ve Selçuk Kozağaçlı yönünden bozulmuş ve onlar yönünden şu an derdest olan dava ile birleşmiştir.

Bu dava kapsamında Selçuk Kozağaçlı’nın tutukluluğu 6 yılı doldurmuş durumda, Barkın Timtik ise 5 yıldır tutuklu. Oya Aslan ise 2 yıl 9 aydır tutuklu bulunuyor.

İşbu dosyanın esasında tüm sanıklar avukat olup takip ettikleri davalar, müvekkilleri ve mesleki faaliyetleri, hapishane ziyaretleri suçlama konusu olarak yöneltiliyor. Suçlamaların delili olarak ise bir kısım itirafçı tanık ve gizli tanık beyanları ile 2004 ile 2006 yılları arasında Hollanda Belçika ülkelerinden Türkiye’ye getirildiği söylenen “örgütsel doküman” olarak tabir edilen yazışma içerikleri sunuluyor.

Delil grubu ve dayandırıldığı iddialara karşılık 10. Yılına varmış olan yargılama sürecinde, savcılık tarafından sunulan ve delil kabul edilen gizli tanık ve itirafçılardan mahkeme huzurunda dinlenen olmadı.

Yine dosyanın en önemli delili olduğu söylenen Hollanda Belçika belgeleri diye anılan belgelerin delil akıbeti de benzer şekilde belirsiz durumda. Belgelerin yurt dışında ele geçirildiği iddia edilen tarihten bu yana 23 yıl, ülkeye getirildiği söylenen tarihten bu yana ise 18 yıl geçmiş durumda. Öyle ki bu belgelere dair açılan ilk soruşturmanın esas yılı olarak 2005 yılı göze çarpıyor. Buna karşılık davanın 9. Yılına ve belgelerin savcılığa geldiği günden bu yanan geçen 18 yıla karşılık yine sanık avukatlar ve müdafilerinin ısrarlı taleplerine rağmen bu belgelerin gerçekte var olup olmadığı ve delil niteliğinin bulunup bulunmadığı tespit edilememiş durumda.

Son olarak 5 Ocak 2022 tarihli duruşmada mahkemece bu belgelerin bulunduğu iddia edildi ve Adli Tıp Kurumuna sevk edildi. Ne var ki halen içinde anılan belgelerin olduğu söylenen dijitallerin içeriğinin ne olduğuna dair sağlıklı bir inceleme tamamlanmadı ve bu belgelerin örnekleri incelenmesi için savunma makamına verilmedi

Polis ekibi ile soruşturan savcıların kimlikleri düşünüldüğünde delili güvenilmez kılıyor. Zira delilin ülkeye gelişi ve ilk analizine dair tutanaklarda imzası bulunan polislerin tamamının FETÖ / PDY üyesi olduğu ve sahte delil imal ettikleri yargı kararlarıyla sabit durumda.

İçlerinde Serdar Bayraktutan, Ömer Köse gibi kamuoyunca da bilinen isimlerin bizzat getirip incelediklerini iddia ettikleri delilin yetersiz analizlerde dahi üzerinde oynanılmış ve güvenilmez nitelikleri verilerin, delil niteliklerinin bulunmadığına dair çok kuvvetli şüphe yaratıyor. Yine tüm bu polisler yalnız dijital delillerin transfer ve incelemesinde değil, tanık oldukları iddia edilen ve bugüne kadar mahkemece dinlenemeyen kişilerin de tanıklık süreçlerine katılmış durumdalar. Belli bir çete faaliyeti yürüttükleri çeşitli mahkemelerde yargılama konusu olan bu kişilerin hazırladıkları delilleri soruşturmaya konu eden ve iddianameye dönüştüren kişi ise ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile yargılanmak üzere aranır vaziyette olan savcı Adem Özcan.

ÇHD’li avukatlar hakkındaki yargılamanın her safhasında parmağı olan polis ve savcı ekibi şaibeli sicilleri kamuoyuna da malum bu kişilerden oluşuyor. Savunma ve sanık avukatların tüm çabalarına rağmen deliller ise mahkeme huzuruna getirilmiyor ya da getirilemiyor.

7 Eylül 2022 tarihinde görülen duruşmada ise mahkeme herhangi rapor tebligatı yapmamasına rağmen dosyaya sunulan ön rapor ve eklerinin incelenip beyanda bulunulabilmesi için dahi süre vermeyerek 7 Kasım ve takip eden günlerde görülecek duruşmada son savunmaların alınacağını söyledi. Üstelik savcılık tarafından ilk mütalaa tarihinden beri dosyaya giren dijital inceleme raporu, sunulan yeni bilgi ve talepler bulunmasına karşılık “mütalaamızı tekrar ederiz” ötesinde bir savcılık görüşü de sunulmuyor ve tüm dosya safahati yok sayılıyor.

Hal böyle iken mahkeme ve savcılığın yeterli inceleme ve araştırmalar tamamlanmadan; deliller yönünden halen masada olan bu şüphelere karşılık mahkeme ve başsavcılık eliyle dava hızlı bir şekilde bitirilmeye çalışılıyor. Mütalaa hazırlayan savcılık FETÖ firarisi savcı Adem Özcan’ın hazırlamış olduğu iddianameyi kopyala yapıştır metodu ile mütalaasına almış durumda. Öyle ki virgül ve harf hataları dahi aynı şekilde mütalaada yer alıyor ve ceza isteniyor. Tutukluluk durumu ise hep aynı basmakalıp ve kopyala yapıştır ifadelerle devam ettiriliyor. Adil yargılanma hakkı ve savunma hakkı ilkesel olarak ihlal ediliyor, yok sayılıyor ve siyasi ajandalar ile bir yargılama nihayete erdirilmek isteniyor.

7 ile 11 Kasım tarihleri arasında 5 günde görülecek duruşmada hem bahsedilen delillerin hukuki vasıfsızlığı hem de mahkemenin siyasi saiklerle olduğu açıkça görülen yargılama pratiğine karşı hukuki itirazlar sunulacak. Yine Selçuk Kozağaçlı yönünden 6 ve Barkın Timtik yönünden 5 yıla ulaşmış, neredeyse olası cezanın infaz süresine ulaşmış olan tutukluluk da tartışılacak.

Buna karşılık mahkemenin umursamaz ve ceza yargılamasının en temel ilkelerini dahi ihlal eden yargılama pratiği göz önüne alındığında hukuki müdahaleler gibi kamuoyunun davaya ilgisi ile Silivri Hapishanesi içinde bulunan mahkeme salonunu doldurmak ve etkin şekilde savunmaya ve avukatlara yönelen bu saldırıya karşı durmak en önemli gündemimiz olarak önümüzde duruyor.

Biz de tüm meslektaşlarımızı, baro başkanlarını, hukukçuları ve kamuoyunu halkın savunma hakkına ve avukatlık mesleğinin bağımsız varlığına olan saldırıya karşı dayanışmaya, savunmaya ve 7-11 Kasım tarihleri arasında duruşmaya çağırıyoruz.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri,Dün Soma, Ermenek, Bugün  Bartın Kaza Değil  Katliam

 

Fotoğraf Berkcan Zengin

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, Bartın’ın Amasra ilçesindeki maden ocağında meydana gelen grizu  patlamasında yaşanan  işçi katliamına ilişkin Alsancak Türkan Saylan Kültür Merkezi Önünde protesto  ve açıklama yaptı.  “Dün Soma, Ermenek, Bugün  Bartın Kaza Değil  Katliam” pankartının açıldığı açıklamada  “Kaza değil cinayet, kader değil katliam”,  “Soma’nın katili Bartın’ın faili”, “İnsanca bir yaşam istiyoruz” “Fıtratımız batsın işçiler yaşasın”, “İşçi katilleri hesap verecek”,  “Bartın’ın hesabı sorulacak”  sloganları atıldı.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına açıklamayı TMMOB İzmir İi Koordinasyon Kurulu  Temsilcisi Aykut Akdemir okudu. Açıklama şöyle;

“Resmi açıklamalara göre, 14 Ekim 2022 de saat 18.15 sıralarında Amasra’daki bir kömür madeninde meydana gelen grizu patlamasında 40 maden emekçisi hayatını kaybederken 11’i yaralanmış ve 1 kişinin durumu belirsizliğini korumaktadır. Yaralılara acil şifalar, hayatını kaybedenlerin yakınlarına ve halkımıza başsağlığı dileriz.

2019 yılı Sayıştay raporuna göre; ocakta -236/-300 kotları arasında biri yarı mekanize diğeri manuel olmak üzere iki adet üretim panosu bulunmaktadır. Bunlara ilaveten -250/-350 kotları arasında da pano hazırlık çalışmaları sürdürülmektedir. Söz konusu patlamanın gerçek nedeni yapılacak incelemeler sonucunda ortaya çıkacaktır.

Her olayda ortaya atılan trafo bahanesi başlangıçta burada da kullanılmaya çalışılmış, inandırıcı olmayacağı anlaşıldığında grizu patlaması olduğu gerçeği kabul edilmiştir.

Ölümlerin nedeni, grizu patlaması sonucu oluşan yüksek sıcaklık ve şok dalgası nedeniyle yanma ve ortama yayılan karbonmonoksit gazından zehirlenmedir.

TTK Tahlisiye ekipleri kurtarma çalışmalarını büyük bir özveriyle yürütürken,yer üstündeki kriz yönetimi organizasyonunda önemli aksaklıklara, madencilerin ailelerine bilgi verilmesinde eksikliklere, can kaybı sayısındaki belirsizliklere sebep olmuştur.

Bakan Dönmez’ in açıklamalarında -350 kotunda 5 işçinin mahsur kaldığı bildirilmiştir. Hazırlık kotunda yeterli güvenlik önlemi alınmadan 5 işçinin ne amaçla bulundurulduğu izaha muhtaçtır.

Gaz izleme sistemi verilerine ulaşılamamıştır. Metan sensorünün kritik seviyede uyarı verip vermediği, verdiyse ne çeşit önlemler alındığı, uyarı vermediyse nedenlerinin incelenmesi gerekmektedir.

Siyasetin bürokrasiye müdahalesi sonucu oluşan kadrolaşma, liyakatsiz atamalar ve mühendislerin yetki ve sorumluluklarının yeterli ve doğru belirlenmemiş olması; yukarıda sıralanan sayısız soruna neden olmuş ve ne yazık ki bu facia meydana gelmiştir.

Madencilik bilim ve teknolojisi grizu patlamalarını önleyecek bilgi birikimine ve deneyimine sahiptir.  Bu nedenle bu tip kazalar önlenebilir niteliktedir.

Bilim ve tekniğin gereklerini uygulamak yerine, yaşanan kayıpları kader ve fıtrat olarak tanımlamak üretim ve kar hırsına kılıf bulmaktır.

Yeraltı kömür madenciliği bir kültürdür. Bu kültür geliştirilerek yaşatılmalıdır. Bunun için TTK ve TKİ gibi kamu kuruluşlarımız üretim yaparken aynı zamanda iş güvenliği ve mesleki eğitim anlamında okul görevi görmelidirler.

Maden işletmelerinde denetim ve yönlendirme mutlaka maden mühendislerinin yetkisinde olmalıdır.

Yaşanan bu kazanın hukuki ve cezai sorumlulukları geçmişte olduğu gibi birkaç maden mühendisine yüklenmemelidir.

Maden mevzuatı; odağında insan ve doğa olan çağdaş bir yapıya kavuşturulmalı ve bunun için ulusal madencilik politikaları oluşturulmalıdır.

Buradan hükümete sesleniyoruz

Sayıştay raporunu, bakan ziyaretlerini açıklayamadığınız gibi manipülasyoncu kriz masanızla bilgilere ulaşımı engellediniz, biliyoruz ki bundan sonra da doğru bilgilere erişimi engelleyeceksiniz.

Boşuna taziye mesajları, ziyaretlerle uğraşmayın. Çünkü biz biliyoruz o madeni mezarlığa çeviren sizsiniz.

Sizde bilin; kar hırsınız, denetimsizliğiniz, vurdumduymazlığınız sebebiyle hayatını kaybeden tüm yurttaşlarımızın kanı ellerinize bulaştı.

Ve biz hayatını kaybeden, gençliklerini ve geleceklerini çaldığınız yurttaşlarımızın acısını yüreğimizde hissederek peşinizdeyiz.

Tüm sorumlular cezalandırılana kadar da vazgeçmeyeceğiz.

Kamuoyuna saygılarımızla”

Fotoğraf. Berkcan Zengin

Fotoğraf; Berkcan Zengin

Fotoğraf; Berkcan Zengin

İzmir Barosu, Şakran Cezaevinde Deniz Poyraz davasında yaşananlarla ilgili açıklama yaptı.

İzmir Barosu, Deniz Poyraz davasına katılmak isteyen avukatlara, yurttaşlara  yönelik jandarma müdahalesi ve davada yaşananlara ilişkin yazılı açıklama yaptı. Açıklama şöyle;

“Bugün Şakran Cezaevi Kampüsünde yapılacak olan HDP İzmir İl Binasında Deniz Poyraz’ın öldürülmesine ilişkin duruşmaya katılmak üzere, cezaevine giden meslektaşlarımız yetki belgeleri olmasına rağmen vekaletnameleri olmadığı gerekçesiyle duruşma salonuna alınmamıştır.

Mahkeme başkanının talimatıyla duruşma salonuna avukatların alınmasını önlemek için duruşma salonunun önünde jandarma tarafından barikatlar kurulmuştur. Duruşmaya girmek isteyen avukatlara biber gazı ve tazyikli su sıkılmıştır.

Avukatların duruşmaya girmesinin sağlanması için görüşme yapmak isteyen Baro Başkanımız Av. Özkan Yücel’e izin verilmemiş, Yücel’in mahkeme heyeti ile görüşmesi engellenmiştir. Av. Özkan Yücel’e yakın mesafeden biber gazı sıkılmış ve darp edilmiştir.

Bilinsin ki, savunmanın onurlu temsilcisi olan biz avukatlar; yasakçı zihniyetlerin, avukata olan düşmanlıkları ayyuka çıkmış bu karanlık anlayışın her zaman karşısında olacağız.

Giydikleri postal ya da cübbe fark etmeksizin iktidarın kuklası olan, zihinleri örümcek ağlarıyla kaplanmış bu kişiler, bir gün elbet yargılanacaktır. İşte o gün avukata yönelik şiddetin en ufak parçası olan jandarma, infaz koruma görevlisi ya da hakim fark etmeksizin hepsiyle yargı önünde hesaplaşacağız.”

Avukata duruşma salonunu kapatan faşizmin kolcuları da faşizm gibi tarihin çöplüğündeki yerini alacaktır.

İzmir Barosu Başkanlığı”

 

 

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri; katillerden, katliama engel olmayıp destek verenleri, yol açanları, katliamın ardından ambulans yerine toma  gönderenleri, yaralılara ve kitleye gazla saldıranları ve onları yönlendirenleri asla unutmayacaklarını ergeç hesap sorulacağını haykırdı.

10 Ekim Ankara Katliamı’nın yıldönümünde İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, katledilenleri anmak ve katliamı lanetlemek için, hayatını kaybedenlerin anısına  oluşturulan  “Hayat Çemberi” adı verilen ve  Alsancak Gar’ı  karşısındaki parkta 10 Ekim Anıtında toplandı. Anıt alanına yitirdiklerimizin fotoğrafları ve  karanfiller bırakan  yüzlerce katılımcı, katillerden, katliama engel olmayıp destek verenleri, yol açanları, katliamın ardından ambulans yerine toma  gönderenleri, yaralılara ve kitleye gazla saldıranları ve onları yönlendirenleri asla unutmayacaklarını ergeç hesap sorulacağını haykırdı.

Anma ve katliamı lanetlemeye;  çürümüş kokuşmuş kapitalist düzene muhalif  siyasi parti, meslek örgütleri, sendikalar ve  kitle örgütleri temsilcileri ve yurttaşlar katıldı.  Anma, protesto ve açıklama sırasında “Faşizme karşı omuz omuza”,   “Faşizme ölüm halka hürriyet”,  “Savaşa hayır barış hemen şimdi”,  “Karanlığa teslim olmayacağız”,  “10 Ekim’i unutma unutturma” , ” Gün gelecek devran dönecek katiller halka hesap verecek”, ” Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “Savaşa hayır barış hemen şimdi”, “Faşizme ölüm tek yol devrim” , ” Katil Işid işbirlikçi AKP”, ” Onlara sözümüz barış olacak”  sloganları atıldı.

10 Ekim  Barış ve Dayanışma Derneği adına Mustafa Özdağ ,” 10 Ekim Ankara katliamının 7. yılında yitirdiğimiz canları unutmadık ve asla unutmayacağız.” dedi.  Özdağ, 10 Ekim’de katledilenler başta olmak üzere özgürlük, demokrasi ve barış mücadelesinde yaşamını yitirenler anısına saygı duruşuna çağırdı ve  katledilenlerin isimlerini okudu. Özdağ, Mesut Bak’ın eşi Evrim Bak’a söz verdi. Evrim Bak,  “savaş ortamına karşı barış isteyenlerin yedi yıl önce katledildiğini ifade ederek, yaşananları unutmayacağını”  vurguladı. “Kızım babasız kaldı, bunun acısını asla unutmayacağım. O dönemde her gün ölüm haberleri geliyordu. Bunlar olmasın diye Mesut Ankara’ya gitti. ‘Barış’ demenin, talep etmenin bu kadar ağır bedelleri olacağı tahmin edilemezdi” dedi.  Dilan Sarıkaya’nın babası İzzet Sarıkaya ise “Biz acımızı orada gömdük. Şimdi mücadele günü” diye konuştu ve katılımcılara 10 Ekim davasına sahip çıkma çağrısında bulundu. 10 Ekim davası avukatlarından Hasan Hüseyin Evin de yedi yıldır süren yargılama sürecini anlatarak, kamu görevlilerinin ihmali ve yol açıcılığı olmadan bu katliamın gerçekleşmesinin imkansız olduğunu ifade etti, dava dosyasını özetledi.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına açıklamayı DİSK Ege Bölge Temsilcisi Memiş Sarı yaptı. Açıklama şöyle;

“7 YILDIR UNUTMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ!

Bundan tam 7 yıl önce, baskı ve sindirme politikaları üzerine kurulu saltanatlarını sürdürmek isteyenler, Diyarbakır ve Suruç’un ardından 10 Ekim 2015’te Ankara’da DİSK, KESK, TMMOB ve TTB tarafından düzenlenen “Emek, Barış ve Demokrasi” mitingini kana buladılar. 104 canımız hunharca katledildi. Katliamın ardından bugüne kadar tek bir kişi bile  istifa etmedi ve tek bir sorumlu dahi mahkemelerde hesap vermedi!

Katillerin kim olduğunu anlamak için katliamın kimleri ve neyi hedeflediğini görmek yeterli oldu. Katliamı planlayanlar, katliama engel olmayıp destek verenleri, katliamın ardından ambulans yerine TOMA  gönderenleri, yaralılara ve kitleye gazla saldıranları ve onları yönlendirenleri asla ama asla unutmayacağız!

7 yıl önce ülkemizin kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına her köşesine acı düştü.

Ama göz rengimiz ne olursa olsun gözyaşlarımız her zamanki gibi aynı renkti.

Ağıtlarımız hangi dilde yakılırsa yakılsın hep aynı acıyı anlattı.

Bu ülkede barış istemenin bedelinin ağır olduğunu biliyorduk ki bu bedeli 104 canımızla ödedik! Bu vahşi katliamı yapanlar da yaptıranlar da mutlaka bedelini ödeyecektir.Barış isteyenleri kana bulayanlar, barışı katledenler bu ülkenin aydınlık geleceğini bombalayanlar er ya da geç hesap verecektir!Bu katiller her ne yaparlarsa yapsınlar saltanatları yıkılacaktır!

Kalleşçe vurarak, öldürerek, bizi kardeşlikten-barıştan vazgeçireceğini sananlar bilsin ki ağıtlarımızla, gözyaşlarımızla, acılarımızla ve umutlarımızla birleşmeye devam edeceğiz!

10 Ekim’de yitirdiğimiz güvercinlerimizi anarken şunu bir kez daha hatırlatalım ki; barış içinde, eşitçe, özgürce, insanca yaşanan bir ülke için mücadele etmek, 10 Ekim’de yitirdiğimiz barış güvercinlerimize borcumuzdur.

Er ya da geç, katiller kaybedecek, emekten,barıştan ve demokrasiden yana olan bizler kazanacağız!

Biz İzmir Demokrasi Güçleri olarak ne yaşadığımız coğrafyada ne de dünyanın herhangi bir coğrafyasında katliam,savaş ve zulüm  istemiyoruz.

Biz emek, barış, demokrasi ve eşitlik değerlerinin hakim olduğu bir toplumdan yanayız.

Bu nedenle yaşasın emek, yaşasın Barış yaşasın tam demokratik bağımsız bir  Türkiye!”

 

 

 

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri; İran halkını selamlıyoruz. Yanlarında olmaya mücadelelerini ve seslerini büyütmeye devam edeceğiz! Molla rejimi kaybedecek İran halkları kazanacak!

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri İran  faşist rejimince katledilen Jina Mahsa Amini içinTürkan Saylan Kültür Merkezi önünde açıklama yaptı.  “İran’dan Türkiye’ye jin jiyan azadi” yazılı pankartının arkasında toplandı. İzmir’de yaşayan  bir kısım İranlı kadınlarda  açıklamaya katıldı.  Emek ve Demokrasi Güçleri  katılımcıları,  “Jin jiyan azadi”,  “Asla yalnız yürümeyeceksin”,  ” Kahrolsun faşizm yaşasın halkların direniş birliği”,  “Zen zenge azadi”,  “Kahrolsun kapitalist molla düzeni”,  “Faşizme karşı omuz omuza” “İran halkı yanlız değildir” sloganlarını attı.
Basın açıklaması  metnini TMMOB  Yönetim kurulu üyesi Esen Leyla İmre okudu. Açıklama Şöyle;

“Bugün burada 22 yaşındaki kürt kadın Mahsa Amini’nin İran ahlak polisleri tarafından işkenceyle katledilmesi ile İran halkının faşist, gerici Molla Rejimine karşı başlattığı direnişe ses vermek için toplandık.
40 yılı aşkın bir süredir ülkeyi yöneten baskıcı molla rejimine karşı İran halkı zamlara, baskıya ve faşist yönetime karşı ara ara kitlesel eylemlerle sokaklarda olmaya devam ediyorlardı. Ve bu cinayetin ardından İran halkı tam 23 gündür hakları ve hayatları için mücadele ediyor ve sokaklarda direniyor.

Orta Doğu halkı yıllar boyunca gericiliğe, kapitalist molla rejimine ve dayatılan yaşam biçimine karşı ses çıkarıyor. Hegemonik güçlerin söz sahibi olmaya çalıştığı, emperyalist ülkelerin Ortadoğu’yu kendi aralarında paylaşma savaşı yıllardır devam ediyor. İran’da ise mevcut iktidar tarafından bölünme korkusuyla tehdit edilen Kürtler, Farslar, Azeriler, Belluclar yoksulluk ve baskı altında yaşayan büyük bir hapishaneye mahkum edilmiştir. Halka, dini maneviyat adı altında yoksulluğu öven rejim güçleri kendileri ise lüks ve şatafat içinde yaşamaya devam ediyor!
Halka Amerika ve dış güçler bizi bölmek istiyor diyen bürokratların çoğununsa başta Amerika olmak üzere başka ülkelerde çifte vatandaşlığı bulunmakta.

Molla rejimi artık halkın karşısında çıplak! Mahsa  Amini İran rejiminin katlettiği ilk İranlı değil fakat bardağı taşıran son damla olmuştur.  Bugün İran halkı kadınıyla, erkeğiyle Kürdü ile Farsı ile, çocuğuyla ve yaşlısıyla sokak sokak  ‘Jin Jiyan Azadi’ ve ‘Diktatöre Ölüm’ diye haykırıyor.
Direniş büyüdükçe rejimin halk üzerindeki şiddeti de bir o kadar büyüyor; ülkeden onlarca tutuklama ve ölüm haberi geliyor.  Öğrenciler üniversitelere kapatılıp katlediliyor, katledilen yurttaşların cesetleri saklanıp kaçırılıyor. Bu vahşete ve bu zulme karşı bugün Kanada’ da, Güney Kore’ de Amerika’da, İtalya’ da ve onlarca ülkede sokaklardayız.

Çünkü biliyoruz Mahsa’ yı, Nika’ yı katleden devlet ile Dilek Doğan’ ı katledenler arasında bir fark yok. Şerif Üniversitesinin öğrencilerini okula kapatıp ateş açanlar ile Boğaziçi Direnişinde öğrencilere canhıraş saldıran, Ali İsmail’ i öldüren polis arasında da bir fark yoktur.  Veyahut her gün bizlere yoksulluğu övüp bizden çaldıkları ile saraylar inşa edenler ile İran rejimi arasında da bir fark yoktur. Her suça battıklarında “Aman dış güçler bizi ayırmaya çalışıyor.” beyanı da bu iktidarların ortak yalanıdır.

Ayrıca İran’da ki halk direnişini destekliyormuş gibi görünen, kendi çıkarları için eğip bükmeye çalışan emperyalist güçlere, bölgeyi kapitalist çıkarları için paylaşma savaşına giren güçlere de geçit vermeyeceğiz. İran emekçi halkının tek gerçek dostu dünyanın emekçi halkları ve ezilenleridir. Başta ABD emperyalizmi uyguladığı ambargo ile İran halkının yoksullaşmasının baş sorumlusudur.

Buradan bir kez daha sesleniyoruz Ortadoğu halklarının öfkesi, gerici faşist iktidarlara mezar olacak. Yaşasın Enternasyonel özgürlük mücadelemiz.

Bize öfkemiz ve hayatımız dışında bir şey bırakmadınız onu da sizi göndermek için tüm kararlılığımızla kullanacağız diyen İran halkını aynı direnişle selamlıyoruz.

Yanlarında olmaya mücadelelerini ve seslerini büyütmeye devam edeceğiz! Molla rejimi kaybedecek İran halkları kazanacak!

Selam olsun İran direnen kadınlara, işçilere öğrencilere! Selam olsun özgürlük meşalesini yakanlara!”

Korkmadan, susmadan, en yüksek sesimizle sesleniyoruz… Kadınlar barış istiyor!

İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi Kadın Komisyonu, Konak’ta eski Sümerbank önünde ‘kadınlar barış istiyor’  açıklaması yaptı. Açıklamayı Cemile Karakaya okudu.

Açıklama şöyle;

“Korkmadan, susmadan, en yüksek sesimizle sesleniyoruz…

Kadınlar barış istiyor!

7 yaşından itibaren saçlarımızı örtmezsek okula gidemeyiz ya da bir işe giremeyiz, bu cinsiyet ayrımcılığı rejiminden bıktık diyen İran’lı kadınlar , kadınlar barış istiyor diyerek yanınızdayız.

Soruyoruz ? Kimsenin saç üzerinden kadınlara tahakküm kurmadığı bir dünya zor mu dur gerçekten?

Geçmişten bu güne tüm baskıcı rejimler kadına baskıyı meşru görmektedirler. Çünkü Kadına yönelik şiddet toplum üzerindeki şiddettir. Kadın özgürse toplum özgürdür.

Aşağıda saydıklarımız Baskıcı rejimlerin desteklediği erkek zihniyetinin kadın düşmanlığı üzerinden kendini var etmeye çalışması üzerine birkaç örnektir sadece.

Uluslararası Af Örgütü’ne göre, savaş dönemlerinde bazı askeri komutanlar, özellikle askerlerin zorla silah altına alındığı dönemlerde, askeri birlikler içinde bir uyum duygusu yaratmak ve sürdürmek için askeri bir strateji olarak toplu tecavüzü kullanmışlardır.

Kadın tarihi yazarı Gerda Lerner’e göre de, savaş dönemlerinde işgalci bir grubun kadınlara tecavüz etme eylemi, milattan önce 2000’li yıllardan günümüze kadar, savaş ve fethin bir özelliği olmuştur.

Romalı devlet adamı ve yazar olan Çicero’ da kitaplarında savaş ve kadın konusuna şöyle değinmiştir; Düşmanın servetine ve mülküne el konulması başlı başına meşru bir savaş nedenidir. Kadınlar ‘mülke’ dahil edilmiş ve erkeğin, kocanın, köle efendisinin veya vasinin yasal mülkiyeti olarak kabul edilmiştir.

Eski Yunanlılar ise, savaşta kadınlara tecavüz edilmesini ‘savaş kuralları dahilinde toplumsal olarak kabul edilebilir bir davranış’ olarak görmüşlerdir.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda da, Kızıl Ordu askerlerinin yaklaşık 200 bin Alman kadına tecavüz ettiği tahmini olarak belirtilmektedir.

Elbette ki, 1939 yılının Eylül ayında Polonya’nın işgali sırasında Yahudi kadın ve kız çocuklarına tecavüz eden

Alman kuvvetlerinin askerleri de göz ardı edilemez. Bu suçlar ayrıca toplu infazlar sırasında Polonyalı, Ukraynalı, Belaruslu ve Rus kadın ve kız çocuklarına karşı da işlenmiştir.

Belçikalı gazetecilerin yaptığı araştırmalardan ve eldeki kanıtlardan da anlaşıldığı gibi , 1943 yılında Sicilya’nın işgalinden sonra İngiliz kuvvetleri tarafından defalarca tecavüz ve cinsel taciz suçu işlendiği doğrulanmış ve daha sonra bu suça ortak olan İngiliz askerleri de yargılanmıştır.

20. yüzyılın sonunda ise Bosna Savaşı sırasında kasten oluşturulan ‘tecavüz kamplarının’ olduğu açıklanmış, bu kampların amacının ise, esir olarak tutulan Müslüman ve Hırvat kadınları hamile bırakmak olmuştur.

Kadınların sıklıkla hamileliğin son aşamasına kadarda hapsedildiği belirtilmiştir

Buradan da görüyoruz ki; Kadınların dışlandığı politikalarla savaşlara karar veriliyor. Kutsanan şiddetin bedelini ise en çok kadınlar ve çocuklar ödüyor. Öldürülen, kayıpların yasını tutan, ağıt yakan kadınlar olurken, barış için savaşın olmaması gerektiğini de en iyi kadınlar biliyor.

Kadınlar, ölümden değil yaşamdan yana ses çıkardıkça kadın bedeni üzerinden eril şiddet yeniden üretiliyor. Kadınların barış dediği ilk günden bu güne geldiğimizde ise değişmeyen tek şeyin kadınların barış talebi olduğunu görüyoruz.

Savaşların sonucu hep aynı: Zorla yerinden edilen insanlar, ölümler, kayıplar ve yoksulluk…

Kadınlar; savaş dönemlerinde işsizlik, hastalık, açlık gibi durumlarla mücadele ederken savaş sonrası süreçte ise silahlara ayrılan bütçe nedeniyle eğitim ve sağlık gibi hizmetlerden mahrum kalıyor. Savaş dönemlerinde ganimet olarak görülen kadınların maruz kaldığı cinsel şiddet de cezasızlıkla sonuçlanıyor. Savaşın sona ermesi kadına yönelik şiddeti sona erdirmiyor aksine erkek otoritesine dayanan örgütlenme şekli güçleniyor ve yapısal şiddet gündelik hayatımızda devam ediyor.

Kadınların ne savaşa giden süreçte ne barış müzakerelerinde muhatap alınmadığı, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ifade edilmeyip bu eşitsizliğin sonuçlarının ortadan kaldırılmadığı yerde barış elbette tesis edilemez. Barışın tesisi için öncelikle savaşın ‘’savaş’’ olduğunu kabul etmeliyiz.

Aksi takdirde ya sessiz kalıp savaşa, ölüme ve yıkıma ortak olacağız veya en yüksek sesimizle barış talebimizin arkasında duracağız.

Yaşadığımız toprakların içinde bulunduğu savaş ortamından çıkışı, kadınların yaşamını tehdit eden bu şiddet ortamının sonuçlarının konuşulması ve barışa giden yolda kadınların sözünü söylemesiyle mümkündür.

Tüm bu anlattıklarımızın özü; Kadınlar barış istiyor, özgürlük istiyor, eşitlik istiyor. Mücadele edeceğiz ve kazanacağız.

Ve biliyoruz ki; Yaşamımızı sürdürdüğümüz bu toprakların kadın direnişine her zamankinden çok ihtiyacı var.

Saçlarını özgürce rüzgarda savurmalı, özgürlük şarkılarını okumalıdır kadınlar.

Derneği İzmir Şb. Kadın Kom.”

İzmir Kadın Platformu;İran’da Türkiye’de ve dünyada faşist otokratik devletlere karşı sözümüz bir; kadın yaşam özgürlük..

İzmir Kadın Platformu, Konak İskelesi önünde İran’da zorunlu başörtüsü kurallarına uymadığı gerekçesiyle polis şiddetiyle öldürülen Mahsa Jina Amini’nin ardından  kentlerin sokaklarını özgürlük için mücadele alanına çeviren İranlı kadınlar ile dayanışma eylemi  ve basın açıklaması yaptı.

Açıklamaya çok sayıda İranlı kadın ve erkek de katıldı; açıklama boyunca farsça, türkçe, kürtçe sloganlar atıldı: Zan, Zendegi, Azadi, Kadın Yaşam. Özgürlük, Jin Jiyan Azadi; İranlı katılımcılar”Kahrolsun Diktatör, Kahrolsun Mollalar, mollalar İran’dan Defol sloganlarını farsça olarak haykırdılar.

İranlı bir kadın açıklama yapılmadan önce bir dans performans gösterisi yaptı, performans, kadının saç örtüsünü atarak, dans ederek özgürleşme isteğini, sonrasında yaşamını yitirmesini simgelerken Mahsa Amini adının her harfinin bir kadın tarafından taşınarak, özgürlüğün bedelini  yaşamını yitirerek ödeyen Mahsa’nın ölümsüzlüğüne, kadın özgürleşmesinin simgesine dönüşmesine  atıfta bulundular.

Açıklama İzmir Kadın Platforformu’nun açıklamasıyla sürdü.

Açıklama şöyle;

“Mahsa Jina Amini’nin katledilmesinin ardından İranlı kadınların başlattığı ve dalga dalga İran sokaklarına yayılan protestolar, Molla rejiminin tüm baskı ve yasaklamalarına rağmen devam ediyor. Direniş başladığından bu yana 200’den fazla kişi hayatını kaybetti, en az 5 bin kişi İran rejimi tarafından tutuklandı.  Tutuklananlar cinsel şiddet de dahil her türlü işkenceye maruz kalıyor. Direnişin yayılmasını engellemek için ülke genelinde internet kesildi, gazeteciler ve basın mensupları özel hedef alınıyor. Şuana kadar 16 basın mensubu tutuklandı. Türkiye’de ise başta kadınlar olmak üzere eylemlere katılan İranlılar, gözaltına alınıyor,  sınır dışı edilmekle tehdit ediliyor. İstanbul ve birçok ilde gözaltına alınan kadınlar İran rejimine teslim edilmek üzere geri gönderme merkezlerinde tutuluyor.

Ancak bütün baskı, yasak ve katliamlara karşı özgürlük isyanı yükselmeye devam ediyor.  İran’da Molla rejiminin baskı ve şiddet politikalarının yarattığı zorlukları birlikte sırtlayan hareketler birbirini tamamlıyor. Yeni eğitim-öğretim yılının başlamasıyla birlikte üniversite öğrencileri boykota, öğretmenler ve akademisyenler greve  çıktı. İran’da petrol, şeker ve çelik gibi birçok farklı iş kolunda üretim yapan fabrikaların işçi konseyleri grev kararı aldı. Şeriat hükmü ile yaşamayı reddeden kadınların direnişi şimdi tüm halkların direnişine dönmüş durumda. Türkiye’de ise dayanışma büyüyor.

İranlı kız kardeşlerimizi katledilecekleri, en iyi ihtimalle tutuklanıp işkenceye maruz kalacakları biline biline geri gönderme ile tehdit eden, bir gecede İstanbul sözleşmesini fesih ederek kadın düşmanlığını tescilleyip; eşitlik ve özgürlük haklarımıza saldıran tek adam rejimine sözümüz var;  Ne kız kardeşlerimizden vazgeçeriz ne de eşitlik ve özgürlük haklarımızdan. Geri gönderme merkezinde tutulan İranlı kadınları serbest bırakın!

İran’dan Türkiye’ye, faşist otokratik  rejimlere, erkek egemen sisteme, bedenlerimizi ve yaşamlarımızı hedef alan ahlak dayatmalarına karşı eşitlik ve özgürlük isyanını büyütüyoruz.  İran sokaklarında kitleselleşen “Jin, Jiyan, Azadi” sloganını İzmir’den yükseltiyoruz.

İzmir’de geçen hafta yaptığımız eylemle başörtüsünü çıkarıp yakarken, “Şeriat işte bu, bugün benim başımda yarın sizin” diyen İranlı kadının, İranlı kadınların ve İran halkının molla rejimine karşı verdiği özgürlük mücadelesinin yanındayız.

İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz, LGBTİ+lara dini propagandalar eşliğinde yönelttiğiniz nefret söylemlerine karşı, ayrımcı ve ötekileştirici politikalarınıza karşı eşitlik için mücadele etmeye devam edeceğiz. Nafaka hakkımızın gasp edilmesine, “Toplum ve aile düzeni” kisvesiyle farklılıklarımıza, yaşam tarzlarımıza saldırılarınıza boyun eğmeyeceğiz. Varlığımızı yok sayanlara karşı her yerde özgürlüğümüzü savunuyoruz. Hiçbir gerici güç, faşist saldırı, dinci politika biz kadınların özgürleşmesine engel olamayacak.

İran’da zorunlu başörtüsü kurallarına uymadığı gerekçesiyle “ahlak polisi” tarafından gözaltına alınarak işkenceyle katledilen Mahsa Jina Amini’nin ardından sokakları özgürlük için mücadele alanına çeviren İranlı kadınlar ve bu özgürlük isyanını bütün baskılara rağmen her yerde yükselten İran halkına selam olsun! İran’da Türkiye’de ve dünyada faşist otokratik devletlere karşı sözümüz bir; JİN JİYAN AZADİ

KADIN YAŞAM ÖZGÜRLÜK / ZAN ZENDEGİ AZADİ

İZMİR KADIN PLATFORMU”

Açıklama sonrasında farklı ulusal, etnik kökenli, farklı dillerle özgürlük türküsü söylercesine sloganlar atarak dağıldılar.

Bakırçay Havzası Emek ve Demokrasi Güçleri; Aliağa dünyanın çöplüğü değildir, Zehirli gemi istemiyoruz. Sermaye elini doğamızdan çek!

 

Brezilya donanmasına ait  içinde 9 ton asbest olduğu ve gemi üzerinde nükleer araştırmalar yapıldığı insan ve çevre sağlığına zararlı ve hangi maddelerle yüklü olduğunun belirlenemediği  belirtilen Nae Sao Paulo adlı geminin, İzmir Aliağa’da sökümüne verilen izine karşı Bakırçay havzasında  ortak mücadele başlatıldı. Geminin Rio De Janeiro Limanı’ndan yola çıkması sonrası Aliağa Demokrasi Meydanı’nda miting düzenlendi. Petrol-İş Aliağa Şube’si önünde toplanan katılımcılar “Aliağa dünyanın çöplüğü değildir” yazılı ortak pankart açtı ve “Zehirli gemi istemiyoruz”, “Ölüm gemisini durduracağız” “Havama, suyuma, toprağıma dokunma”,  “Sermaye elini doğamızdan çek” sloganları eşliğinde Demokrasi Meydanı’na yürüdü.

 

Mitinge; Aliağa Emek ve Demokrasi Platformu, İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, siyasi partiler, Dikili Emek ve Demokrasi Platformu, Çandarlı Halk Meclisi ve ekoloji örgütleri  katıldı. Mitingde İzmir Tabip Odası adına Dr.Behiye Mungan  konuştu.. İzmir Gündoğdu Meydanı’nda asbestli geminin gelişine karşı da  Moğollar konseri düzenlendi.

Aliağa Emek ve Demokrasi Platformu adına açıklamayı Deniz Gültekin yaptı.

Açıklama şöyle;

“On yıllardır Aliağa’da faaliyet yürüten gemi söküm tesisleri değil Türkiye’de, Dünya’da en ilkel çalışma koşullarına sahip, önlenebilir iş kazalarının sıklıkla yaşandığı işçi ölümlerinin maalesef sıradanlaştığı alanlardan biri.

Gemi söküm patronlarının kar hırslarını bu zamana kadar ne yarattıkları çevre tahribatı ne sökülen gemilerle bizlerin soluduğu havayı, içtiği suyu, bastığı toprağı zehirlemeleri ne de işçi ölümleri durduramadı.

Gemi söküm patronlarının kar hırsı Aliağalı’ların sağlığından gemi söküm işçilerinin yaşamından değerli değildir.

Yıllardır Aliağa’da yaşayanlar olarak gemi sökümlerde işçilerin çalışma koşullarını biliyoruz. Yıllardır Aliağa’da denizimizin, havamızın, toprağımızın kurulu sanayi işletmeleriyle nasıl kirletildiğini biliyoruz. Rafinerilerinden sızan gaz kokularıyla, demir çelik fabrikalarından arda kalan cüruf dağlarıyla yaşıyoruz, gemi sökümden denize karışan zehirli maddelerle yaşıyoruz, yıllardır bu kentte yüzlerce işçinin ölümü, sakat kalması, kanser olması gerçeğiyle yaşıyoruz. Yani biz bu gemiyi buraya getirmek isteyenleri, biz işçilerin kentin sakinlerinin yaşamlarını tehlikeye atmak da beis görmeyenleri iyi tanıyoruz.

Bu işletmeler; emniyet, güvenlik, çevre, halk sağlığı konularında, uluslararası mevzuatlara da uyum sağlamıyor. Gemi sökümüne ilişkin 25396 sayılı Gemi Söküm Yönetmeliğine göre hurda gemilerin gas-free ve deratizasyon işlemlerinin, gemiler söküm bölgesine getirilmeden önce yapılmış olması gerekiyor, gemilerin sıvı atıkları, sökülecek geminin yanına yanaştırılacak yüzer duba ve benzeri veya karadan yanaştırılacak sıvı atık toplama tankına gerekli çevre, sağlık ve güvenlik önlemleri alınarak boşaltılacağı emrediliyor. Gemi sökümü, gelişmiş ülkelerde kuru havuzlarda yapılırken, Türkiye’de karaya oturtulmuş gemilerin sahilde sökülmesi ile gerçekleştiriliyor. Gemi söküm işletmelerinden petrol ve yağ, ağır metaller, polisiklik aromatik hidrokarbonlar (PAH), poliklorlu bifeniller (PCB), asbest, organotin bileşikler ve dioksin gibi kirleticiler çevreye bulaşıyor. Söküme gelen geminin sintine sularında, gemi tipine bağlı genel olarak, dizel yakıt, yağlama yağları, gres yağı, çözücüler, boyalar, temizlik maddeleri bulunabilir. Bu maddeler bulaştıkları ortamlarda kirliliğe neden oluyor ve canlı hayatını önemli derecede etkiliyor. Yine sökümü yapılan gemilerden çevreye evsel nitelikli atık sular da bulaşıyor ve bu atık sular özellikle kıyı sularında organik madde, azot ve fosfor artışına neden oluyor. Asbestin de yanmazlık özelliği sebebiyle, yalıtım güçlü kimyasal olarak nötr olmasından dolayı gemilerde makine dairesinin, mürettebat kamaralarının yalıtımında, boruların ve elektrik kablolarının izolasyonunda kullanıldığını biliyoruz. Asbest fiberleri havada solunur durumda olduğunda insan ve çevre sağlığı açısından tehlikeli ve öldürücü hastalıklara neden oluyor. Solunan fiberlerin akciğer kanserine varan çeşitli hastalıklara yol açtığı uzmanlar tarafından bildiriliyor. Özellikle gemi inşa ve gemi söküm işlerinde çalışan işçiler de, gemi söküm alanlarından etkilenen çevrede yaşayanlar da, Akciğer zarı kanseri ve akciğer kanseri gibi hastalıklarının oluşma riskinin yüksek olduğu da belirtiliyor. Bu gerçekleri gemi söküm işçilerinin açıklamalarında da biliyoruz. Babadan oğula yıllardır bu işletmelerde ter döken işçiler, Aliağa gemi söküm tesislerinin AB denetimleri olduğu sırada deyim yerindeyse çiçek gibi bir hale getirildiği ancak denetlemeler olmadığında Asbest ve zehirli kimyasallarla önlemler alınmadan burun buruna çalıştıklarını anlatıyor.

Bunlardan dolayı kamuoyundan ve uzmanlardan tepkiler yükselince, GEMİSANDER başkanı Kamil Önal’ın gemi söküme getirilmesi planlanan Brezilya donanmasına ait yüzen tehlikeli atık, nükleer savaş gemisi Sao Paulo hakkında kendine çok güvenerek yaptığı açıklama bizler için yok hükmündedir.

São Paulo gemisinin ihracatı için Sök Denizcilik’in edindiği Tehlikeli Maddeler Envanteri’nin geminin sadece en fazla yüzde 12’sinin tespite tabi olduğu bir metot ile yapılmış olduğunu uzmanların açıklamalarından takip ediyoruz. Bu haliyle bile Tehlikeli Madde Envanterini yapan şirket tarafından kabul edilen, yüzlerce ton kurşun, kadmiyumlu boya, radyoaktivite tehlikesi ve işçi ve halk sağlığına uygun bertarafı ile ilgili hiçbir güvencemiz olmayan, belirsiz miktardaki asbesti Aliağa’da kabul etmemiz mümkün değildir.

Bu gemi 5 Ağustos’ta Brezilya’dan yola çıkarılmak isteniyor. Uluslararası çevre örgütleri, Türkiye’deki kamuoyu ve STK’lar ve bizler bu kentte yaşamını sürdüren halk olarak hiçbir sözleşmeye, kanuna ve denetlemeye tam anlamıyla tabi tutulmayan Sao Paulo uçak gemisinin karasularımıza girmesini istemiyoruz. Bu geminin yaratacağı tahribatın Aliağa’yla sınırlı kalmayacağını İzmir ve hatta ege bölgesini de etkileyeceği gerçeğini de unutmamalıyız.

Tüm dünyada emperyalistler önce savaş gemilerini inşa ederek kendi çıkarlarına hizmet etmek için kullanıyor ardından bu gemilerle işleri bitse bile sökümüyle beraber yaşamlarımızı hiçe saymaya devam ediyor.

Tüm bu sebeplerle Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın bir avuç sermayedarın değil halkın bakanlığı olmaya davet ediyor ve verdiği izinleri bir an evvel iptal edilmesini istiyoruz.

Sadece bakanlık değil Aliağa Belediyesi’ni de kafasını gömdüğü kumdan çıkararak oylarını aldığı Aliağa halkının çevre mücadelesine ve taleplerine yüzünü dönmesi gerektiğini bir kez daha bu meydandan hatırlatıyoruz.

Taleplerimiz net:

Sau Paulo ve diğer tüm zehirli gemiler, nerede yapılıyorsa orada sökülsün!

Aliağa Gemi söküm tesisleri tam anlamıyla denetlensin ve çalışma koşulları, işçi sağlığı ve güvenliğine uygun hale getirilsin.

Mevcut yönetmeliklere kağıt üzerinde uyan ancak insan ve çevre sağlığını hiçe sayan işletmeler kapatılsın

Bakanlığın verdiği izinler derhal iptal edilsin

Biz bu gemiyi Aliağa’da istemiyoruz. Sao Paulo ülkemizin karasularına giremez, girmemelidir.

Hiçbir ülkenin sökümünü üstlenmediği geminin ülkemize getirilmesine itiraz ediyoruz.

Aliağa’ya dünyanın hurdalığı muamelesi yapılmasını reddediyoruz.

Türkiye Avrupa’nın, Aliağa Türkiye’nin hurdalığı, çöplüğü değildir.  Başka bir Türkiye, başka bir Aliağa yok! Çocuklarımıza yaşanabilir bir kent ve ülke bırakmak bizlerin tarihsel, insani, vicdani sorumluluğumuzdur.

Bizler yaşamı seviyor, zehir solumak istemiyor ve gelecek kuşaklara yaşanabilir bir Aliağa bırakmak istiyoruz.

Herkesi de bu mücadelede birlikte olmaya davet ediyoruz. “

 

 

 

Müzik emekçileri; yeter artık bir arkadaşımızı daha yitirmeye tahammülümüz yok! Kölece çalışma düzenine son!

İzmir Müzisyenler Derneği (İMD),  Turizm Eğlence Hizmet İşçileri Sendikası (TEHİS),  Sokak Sanatçıları Derneği ,  madde bağımlısı kardeşinin tedavisi için Milas’ta bir gazinoda çalışan ancak parasını istediği için öldürülen 18 yaşındaki müzisyen Zehra Bayır’ın katledilmesini  ve müzisyenlerin  insanca  çalışma koşulları ve onurlu bir yaşam için  seslerini  duyurmak ve dayanışmaya çağrı için   Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde basın açıklaması yaptı.

Açıklama sırasında katılımcılar, “Soruyoruz: Müzisyeni kayıt dışı çalıştırmak serbest mi? “,    “İş emek özgürlük”,  “Zehra Bayır ölümsüzdür”,  “İşçiler birlikte birlikte güçlü” “Kadınlar Birlikte birlikte güçlü” sloganları atıldı.

Platform adına yapılan açıklamayı Melodi Zengin okudu.

Açıklama şöyle;

“Pandemiyle geçen 2 yılı aşkın sürede, mekan kapatmalar ve canlı müzik yasakları sonucu müzik emekçilerinin birçoğu işsiz kaldı. Birçoğu farklı işlere girip çalışmak zorunda kaldı.

Kimileri yıllarca çalışıp çabalayıp aldığı ve gözü gibi baktığı enstrümanları satmak zorunda kaldı. Pek çoğu kayıtdışı çalıştığı için devletin nazarında müzik emekçisi olarak sayılmayan müzisyenler -talep ettiği halde- geçim desteklerinden yararlanamadı.

Kayıtdışı çalışma konusunda herhangi denetim ve kural getirmeye gerek duymayan devlet, müzik emekçilerini kendi kaderine terk etti.

Çünkü müzik emekçilerinin büyük çoğunluğu kayıtdışı, sigortasız, işgüvencesiz çalışıyor. Çalışma ortamları işçi sağlığı ve iş güvenliği yönünden yetersiz ve sağlıksız. Binlerce müzisyenin çalıştığı bu işkolunda düzenleyici, koruyucu hiçbir önlem ve yasal düzenleme yok.

Bundan anlıyoruz ki yönetenlerin ve patronların gözünde müzisyenlerin emeği en ucuz değerdir.

Binlerce emekçinin sanat ve müzik üretimi yaptığı bu alanda, turizm patronlarını maddi teşvik ve turizm işkoluna ucuz işgücü sağlamak dışında yapılan emekten yana tek bir düzenleme yoktur.

Müzisyenin emeğini böylesine değersiz saymanın yanında son dönemde bir de yasaklar ile katmerleşen bir ayrımcılık politikası sırtımıza bindirilmek isteniyor.

Ekonomik kriz bir yandan, müzik yasakları üzerinden yaşam tarzlarına müdahaleler diğer yandan bastırırken, müzik ve sahne emekçileri her geçen gün mafyatik mekânların insafında bir hayat sürdürmek zorunda kalıyorlar. İstanbul Sözleşmesi’nin fesih kararıyla birlikte kadınların yaşam güvencesinin tamamen ortadan kaldırıldığı bir süreçte 18 yaşında genç kadın bir müzisyen, Zehra Bayır katledildi. Aynı zamanda ülke genelinde evde sokakta ve nefes almaya çalıştığı her yerde hayatı zindan edilen kadınlar, çalıştıkları yerlerde de türlü mobbing ve ayrımcılığa maruz bırakılıyor. Çifte sömürüye maruz bırakılan kadınlar aynı zamanda hayatlarıyla tehdit ediliyor. İstisnasız her gün bir kadın cinayeti haberiyle karşılaşıyoruz 24 Temmuz’da Muğla’nın Milas ilçesinde Zehra Bayır arkadaşımızı katleden tam da bu mafyatik düzenin kendisidir. İktidarından, muhalefetine herkesin bu mafya düzenine bel bağladığı bu şartlarda kurtuluşumuz kendi ellerimizdedir diyerek bu düzeni protesto ediyoruz.Y eter artık bir arkadaşımızı daha kaybetmeye tahammülümüz yok…

Biz müzisyenlere sigorta yapmayan, günde beş saat çalıştırıp zam istediğimizde yemeğimizi kesen, üzerimizden bir gecede binlerce, milyonlarca para kazanan fakat o paranın içinden bize hakkımızı vermeyi çok gören, gece yasaklarıyla ekmeğimize taş koyan, yaşamımızı ve geleceğimizi hiçbir şekilde güvenceye almayan bu sistem şimdi de bize “hakkınızı isterseniz ve katledilirseniz susacaksınız” diyor. Öyle ki biz bunu, patronu tarafından hakkını istediği için katledilen müzisyen kadın arkadaşımızın katillerinden Özkul Gazino’nun sahibi Ömer İlter’in serbest bırakılışından görüyoruz. Ne susacağız, ne biat edeceğiz. Artık emeğimizin hiçe sayılmasına, hayatımızın mafya bozuntusu mekan sahiplerinin insafına bırakılmasına izin vermeyeceğiz. Başta kadın müzisyenler olarak, tüm müzisyenlerin nazarında güvenceli, eşit çalışma koşulları istiyoruz. Bu mafyaların bu cüreti müzisyenlerin emeğini hiçe sayan ve İstanbul Sözleşmesini bir gecede fesheden iktidardan aldığını biliyoruz!

Müzik emekçileri ölümlerle, intiharlarla, yoksullukla, ayrımcılık ve yasaklarla gündeme gelmeyi reddediyor!

Müzisyenler, müzikteki başarılarıyla, şarkılarla ve deyişlerle, bu çok renkli coğrafyada, medeniyetler beşiği olan memleketimizde birbirini kucaklayan ezgileri üretmek istiyor. Müzisyenler seslerin, sözlerin, lisanların birbirine karıştığı, birbirinden güç aldığı ezgilerle gündemde olmak için mücadele ediyor.

Ve duyduk duymadık demeyin!

Müzik emekçileri, emeklerinin değersiz ve görünmez kılınmasına, ayrımcılığa, yasaklara karşı insanca çalışma koşulları ve onurlu bir yaşam için dayanışmaya, seslerini birleştirmeye, örgütlenmeye çağırıyor.”