Kocaoğlu’ aday açıklaması

Sevgili İzmirliler;

Kocaoğlu’ aday açıklamasında geç kalındığı gerekçesini öne sürerek İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığına adaylığını açıkladı.Üç dönemdir başkanlık koltuğunda oturan Aziz Kocaoğlu, kendinde keramet bulanlardan. Yurttaşlara teşekkür ederek koltuktan ayrılmasını bilmeyenlere İzmirli seçmen sandıkta cevabını vermeli.

AKP’nin Körfez geçiş projesini, İstinye Park (Üçkuyular da yapımı süren AVM projesi ve 36 katlık otel inşaatı-İstinye AVM Park Bostanlı Mavi Bahçe olarak bilinen AVM den 4 katı büyüklükte ve bunun ayrıca bir parçası olarak 36 katlı otel yapılıyor), Bayraklı’da Folkart projelerini onaylayan ve çok katlı yapılaşmaya açan Aziz Bey, Mimar ve Mühendis Meslek odalarının karşı çıktığı AKP’nin bütün projelerini onayladı. Sermayenin bütün politikalarını savunan ve işçi düşmanlığında da geri kalmayan Kocaoğlu 248 işçiyi bir gecede kapıya koyması ile de tanınıyor.

İzmir Emek ve Demokrasi güçlerinden bazı meslek odalarına ve demokratik kitle örgütlerine randevü bile vermeyen Kocaoğlu; işçi tenkisatları konusunda CHP il Yöneticileri ve kendi partisinin milletvekilleri’ylede görüşmemişti.

Geçtiğimiz günlerde İzban işçilerine %22 vermek çoktur diyen ve Hemşehrilerimize ulaşım çilesi yaşatmasının yanısıra AKP’nin politikalarına su taşıyan Kocaoğlu, kamuoyunu yanlış yönlendirmiş Büyük Başkan’ın grevi yasaklamasından sonra, onca çile ve eziyeti yaşattıktan sonra sendika ile sözleşme imzalamıştı.

İzenerji işçilerinin belediye önünde basın açıklaması yapmasına da karşı çıkan Kocaoğlu demokratik hakkını kullanan işçilerin açıklamasına polisin müdahalesini istemiş ve işçilerin gazlanmasına ve gözaltına alınmasına yol açmıştı. Aziz Kocaoğlu evine ve işlerine dönsün..

Saygılarımızla.

İmece-Der

Tarihi İzmir Elektrik Fabrikası Özelleştirme İdaresi tarafından satışa çıkarıldı.

 

Sevgili İzmirliler;

Tarihi İzmir Elektrik Fabrikası Özelleştirme İdaresi tarafından satışa çıkarıldı.

Ülkenin en zor yıllarında kıt kaynaklarla kamulaştırılmış bu tarihi değerimizin özelleştirme adı

altında haraç-mezat satılmasına ve yandaşlara rant sağlanmasına karşı mücadele etmek İzmirli

hemşehrilerimizin görevidir. İzmirliler olarak 11 dönümlük arazinin ve Elektrik Fabrikası binasının

satışına izin vermemeliyiz. 2018 yılında yapmış olduğumuz çağrıyı bir kez daha yeniliyoruz; kentli

olarak tarihi kültürel mirasımıza sahip çıkmalıyız ve tarihi Elektrik Fabrikası ve alanı

hemşehrilerimizin yaşamına katkı sağlayacak bilim teknoloji müzesi ve eğitim merkezi kompleksine

dönüştürülmelidir. ”Korunması Gerekli Kültür Varlığı” niteliğindeki Elektrik Fabrikası’nın

‘özelleştirme’ adı altında yok edilerek, arazisinin ticari olarak yapılaşmaya ve sermayeye

alan açılmasına karşı mücadele edelim. Belediye başkan ve meclis üyesi adayları satışa karşı çıkmalı ve

alanın İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne devrini talep etmelidir.

Saygılarımızla

İmece-Der

Sevgili İzmirliler,

Sevgili İzmirliler,

Ekonomik krizin derinleştiği işyerlerinin, fabrikaların kapandığı , milyonlarca emekçinin, binlerce öğretmenin, akademisyenin, her meslekten kişinin Ohal kararnameleriyle işsiz bırakıldığı koşullarda ülkemiz yerel yönetim seçimlerine gidiyor. Yerel seçimlerle ilgili siyasi partiler ittifaklar kuruyor adaylarını açıklıyor. Seçimlerde her birinin “benim partim, benim adayım daha iyi” açıklamalarını dinliyoruz.

TV’lerin, aday toplantılarının, iktidar medyasının propaganda bombardımanına maruz kaldığımız bu koşullarda tarihin bize öğrettiklerini akıl süzgecimizden geçirmemiz önem taşıyor.

AKP’nin ülkemize getirdiği tek adam-devlet partisi uygulamasını nasıl değiştireceğiz, hangi adayları desteklemeliyiz? Irkçı, ayrımcı, ötekileştirici, sermayenin adaylarına mı oy vereceğiz?  Nasıl bir kent, nasıl bir yerel yönetim istiyoruz?

Tekelci kapitalist düzeni  savunan  partilerden, siyasetçilerden yana mı tutum alacağız yoksa emekçilerin, işçilerin yani bizlerin, halkın çıkarlarını savunan partiler ve siyasetçilerin yanında mı yer alacağız?

Yerel seçimlerin düğüm noktası, emekçi sınıfların çıkarını ve yüz elli yıllık demokrasi ve özgürlük mücadelesinin kazanımlarını savunacak adayların desteklenmesidir.  Kuşkusuz sermayenin ve faşizmin adaylarını değil emeği, demokrasiyi savunan adayları desteklemeliyiz.

AKP’nin 16 yıllık iktidarı döneminde sömürü ve rant politikaları, kentlerde ve yaşam alanlarında tüm canlıların varlıklarına uygun doğal, sürdürülebilir yaşam koşullarını  daraltmış ve kötüleştirmiştir..

Bugün içinde yaşadığımız kentlerin mekansal ve çevresel bağlamda, niteliksiz yapılaşmasının, sağlıksız büyümesinin ardında piyasa güçlerini kent politikalarının belirlenmesinde tek hakim güç olarak gören siyasal yaklaşımlar yatmaktadır.

Kente yönelik politika ve uygulamalarda, insan hakları, kentli hakları, kent insanları arasında kardeşlik-barış iklimi, birlikte yaşama, engelli, hasta, çocuk ve kadına duyarlı planlama, yerellerde hizmetlere eşit erişim, insan ve çevre sağlığı gibi kriterler temel referanslar olmalıdır.

Kentlerin sahibi o kentte yaşayan halktır ve yerel yöneticilerin demokratik biçimde seçilmesi ve başarısızlıkları durumunda geri alınması esas olmalıdır. Seçimler gibi, kente dair kararlar da kentlilerin katılımcısı olduğu demokratik süreçler, mekanizmalar  işletilerek alınmalıdır.

Fiziksel, doğal, tarihi ve kültürel değerleri korumak ve geliştirmek, koruma ve kullanma dengesini sağlamak, ülke, bölge ve şehir düzeyinde sürdürülebilir kalkınmayı desteklemek, yaşam kalitesi yüksek, sağlıklı ve güvenli çevreler oluşturmak  merkezi yönetimin olduğu kadar yerel yönetimlerin de görevidir.

Kentimiz İzmir’in yapılan araştırmalarda beş bin yıl öncesine kadar uzanan bir tarihi vardır. Yıllarca süren çalışmalarla ortaya çıkan tarihi mirasına sahip çıkan bir yerel yönetim anlayışı,  kentin tüm kültür ve doğal varlıklarını geleceğe taşıyabilir.

Kent yönetimine talip olan başkan adayları ve meclis üyelerinin kentin sorunlarının çözümü konusunda önerilerde bulunması bir program ortaya koyması kuşkusuz önemli, ancak yeterli değildir. Sermayeye karşı emekçi halkın çıkarlarını savunan  yerel yönetim adayları, tekellerin, uluslar arası ya da yerli sermaye gruplarının değil halkın taleplerini, çıkarlarını savundukları ölçüde halkın desteğini ve sevgisini kazanabilirler. Sermaye partilerinin adaylarından ayıran başlıca farklılık da ekonomik, sosyal ve siyasi demokrasi taleplerini savunması, buna uygun politikaları geliştirerek uygulamasıdır.

İzmir kentinin özellikle son yıllarda almış olduğu yoğun göç ile hızlı artan nüfusu düşünüldüğünde kentin  kamu yararından uzak sermaye odaklı planlanması İzmir‘in gelecekte; hava kalitesi daha da kötü, yaşam standartları düşük, yeşil alanları  olmayan, ranta odaklı yapılaşma  ve ulaşım sorunlarıyla  İstanbul’un kaderini yaşaması kaçınılmaz olacaktır.

Ne yazıktır ki İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı CHP li A.Kocaoğlu, AKP iktidarının rantçı politikalarını destekler duruma gelmiş, meslek odalarının karşı çıktığı  ranta açık, doğal yaşamı tehdit eden politikalarına onay vermiştir. Kent ve doğal yaşam alanlarında uzman meslek odalarının tüm uyarılarına karşın halkın çıkarlarına, doğal yaşam dengesine aykırı politikaları yaşama geçirmeyi gündemine almıştır. AKP’nin ‘Körfez Tüp geçiş Projesi’ni destekleyen ve savunan Kocaoğlu ve benzeri anlayıştaki sermayenin rant politikalarını destekleyen belediye başkanlarına İzmir’in ihtiyacı yoktur.

‘‘( Körfez Tüp Geçiş Projesi, henüz yapım aşamasında olan İstanbul Otoyolu ile Çiğli’de sulak alanların ve Kuş Cennetinin olduğu bölgeden güneyde doğal sit statüsü değiştirilen İnciraltı ve Çeşme yarımadasını birbirine bağlayacaktır.) Bu proje Gediz deltasınıdaki kuş türlerinin yoğun bulunduğu bölgede sulak alanların tasfiyesi ile kuş, bitki, memeli hayvan, çeşitli kelebek türleri yok edilerek, ekolojik dengeleri tahrip edecek, betonlaşmaya yol açacak ve plan değişiklikleri ile yüksek rant artışlarının önünü açarak kıyıları betona teslim eden bir kentin yolunu açacaktır.’’(1) İzmir’in tarihi, kültürel ve doğal değerleri-zenginlikleri rant için tasfiye edilmiş olacaktır. İzmir’in İstanbul olmasını istemiyorsak bu ‘‘ihanet’’ projelerine karşı durmak İzmir’i yönetecek başkanların öncelikli görevidir.

Bayraklı bölgesini çok katlı beton bloklara , İnciraltı’nı  AVM projelerine açan Kocaoğlu gibi bir başkan  istemiyoruz. Kentte yaşayanların değil sermayenin çıkarlarına, rant ekonomisine peşkeş çekilen anlayışlara halkla birlikte karşı duracak ve direnecek bir yerel yönetim anlayış ve uygulayıcılarının yönetime gelmesi önem taşımaktadır

Egemen iradenin, siyasi iktidarın kürt sorunundaki şiddet yanlısı ırkçı, ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı, yandaşlarını kayırmacı politikalarına karşı, Kocaoğlu  kent düzeyinde eşitlikçi, özgürlükçü, yerel hizmetlerin  gerçekleşmesinde yoksul-dar gelirli yerleşimlere öncelikli, barışçıl ve demokratik projeler üretememiştir. Kardeşlik, birlikte yaşam ancak bu anlayış ve uygulamayla mümkün olacaktır.

Yönetime aday olanlar, alevilerin, farklı din, mezhep ve kültürlerin inanç özgürlüğünü ayrımsız savunmalıdır. İbadet mekanlarını restorasyonu desteklenmeli, güvenlikli kılınmalıdır ; devletin din, dinin devlet işlerinden tamamen bağımsız olması ve elini çekmesini kentsel düzlemde yaşama geçirmeli, laik uygulamaların kararlı savunucusu olunmalıdır.

Yönetmeye aday olanlar, sendikalaşmayı, sendika seçme özgürlüğünü, taşeron uygulamasına karşı kadrolu-güvenceli çalışma hakkını esas alan anlayış ve uygulamaların savunucusu olmalıdır. Belediye emekçilerinin kadrolu, güvenceli istihdamını esas almalı, liyâkattan taviz verilmemeli, sendikaları tahakküm altına almaya çalışmadan, eşit ilişki kurabilmelidir. Sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin İzmir’de yerel demokrasinin gelişiminin bir parçası olduğu bilinmelidir. Kocaoğlu döneminde kadrolu olabilmek için hukuk yoluna başvuran ve işinden atılan tüm işçilerin yeniden iş başı yapmalarını sağlayacak bir yerel yönetim istiyoruz.

696 Sayılı kanun Hükmün’de kararnameyle  belediyelerde çalışan şirket işçileri, süresiz işçi statüsüne geçirildi. Bu işçiler için  2020 yılına kadar toplu iş sözleşmesi yapılmayacak, kadrolu işçi gibi 4 ikramiye verilmeyecek ve bu işçiler sosyal ve ekonomik haklardan yararlanamayacaklar. Bu işçilere sadece düşük bir zam öngörülmektedir. Bu kararname eşitlik ilkesine aykırıdır. Kadroya geçirilme adı altında işçilerin ekonomik ve sosyal hakları gasbedilmiştir. Yerel yönetim adayları bu kararmaneye karşı çıkmalı ve işçilerin ekonomik ve sosyal haklarını savunulmalıdır.

Toplu İş Sözleşmeleri (TİS) nin sendika, sendika olmayan iş kollarında işçi temsilcileriyle yapılmasını savunumalı; grev hakkının önündeki engelleri kent bazında yok saymalıdır. Kıdem tazminatı hakkını güvenceye almalı; kiralık işçilik uygulamalarına karşı çıkmalıdır.

Çalışanlar arasında cinsiyet eşitliğini savunmalı; özellikle kariyer, kadro yükseltmede pozitif ayrımcı, ücret politikasında mutlak eşitlikçi olmalıdır.

Kentimizde kadın hak ve özgürlüklerine uygun koşulları oluşturmayı; kentin gecesi-gündüzüyle, toplu taşım araçlarıyla, sokaklarıyla güvenli kılıcı politikaları geliştirmelidir.

Gençliğin bilimsel-özerk-demokratik-parasız eğitim-öğretim hakkında her gün daha fazla artan eşitsizliğe karşı politikalar geliştirilmeli; barınma, ulaşım, beslenme konularında ücretsiz olanaklar yaratılmalı; ücretsiz öğle yemeği sağlanmalıdır.

Küçük üreticilere ve köylülere düşük oranlı kredi tahsisi, kooperatifleşme olanaklarını sağlamalı; Kooperatifleşmenin yaygınlaştırılması için üreticilere yardım ve destek politikaları (destekleme alımları) geliştirilmelidir. El emeği üretimi yapan kadınlara yerel pazarlarda ücretsiz  alanlar sağlamalıdır.

Tarım ve hayvancılığa yapılacak ekonomik destekleri yerel bütçe kaynaklarından yapmalı ve halka aracısız, ucuz beslenme olanaklarını sağlamalıdır.

Tarım emekçilerine yönelik bir ekonomik ve sosyal güvence ağı geliştirilmesini savunmalı; kırsal kesimde kadınlara yönelik özel bir sosyal güvenlik sistemini bu döngü içerisinde  projelendirilmesini savunarak uygulamasını gerçekleştirecek bir alan açmalıdır.

Tarım alanları, sulak alanlar, su kaynaklarının özelleştirmelere açılmasını, sermayeye bırakılmasına kararlılıkla karşı çıkmalıdır. Bu temelde HES, RES, Termik santrallerin yerlerini meslek örgütleri, uzmanlar ve yöre halkı ile belirlemeyi savunmalıdır.

Kentimiz yeşil alanlardan yoksun durumdadır. Kentin yeşil alanları artırılmalıdır. Hava kirliliği, araç yoğunluğu ve diğer nedenlerle yoğunlaşmıştır. Koah, astım, solunum yolu hastalıkları yüksek orandadır. Kentimizdeki hava kirliğini ortadan kaldıracak politikalar geliştirmek zorundayız.

Gıda güvenliğini denetimleri sıklaştırarak sağlamalı, bünyesinde araştırma laboratuarları kurmayı projelendirmelidir.

Yerel yönetimlerin ulaşım hizmetlerinden kar elde etmesi düşünülemez. Yerel yönetimler ulaşım hizmetini diğer gelirlerinden sübvanse etmelidir. Kentlerde ulaşım hizmetleri yerel yönetimlerin kamusal bir görevidir. Kentte yaşayan tüm yurttaşların toplu taşıma hizmetlerinden yararlanması en ucuza olmalı ve esas olarak kamu taşımacılığı ücretsiz olmalıdır. 10.01.2019

Saygılarımızla

İmece-Der

(1) İzmir’e Sahip Çık  Platformu

İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ

 

İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ  SİYASİ İKTİDARIN  IRKÇI,AYRIMCI, ÖTEKİLEŞTİRİCİ, MUHALİFLERİ  HEDEF GÖSTEREN POLİTİKALARINA KARŞI ÇIKARAK , HALKIN KARDEŞLİĞİNİ VE BİRLİĞİNİ  SAVUNARAK FAŞİZME KARŞI  EMEK VE DEMOKRASİ TALEBİYLE TÜM BASKILARA KARŞI DURACAĞINI AÇIKLADI..

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, Eğitim-Sen İzmir 1 No’lu Şube’de düzenlenen basın toplantısında İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adınaSağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) İzmir İl Eş Başkanı veKESK Dönem Sözcüsü Hülya Ulaşoğlu, açıklama yaptı. Ulaşoğlu; ‘’Yerel seçimler yaklaşırken, seçmen tercihlerinin AKP iktidarı tarafından toplumda kutuplaşmayı derinleştirerek, ırkçılık,  ayrımcılık ve nefret söylemi gibi toplumsal fay hatlarını harekete geçirerek şekillendirilmeye çalışıldığını’’ ve “Bu tehlikeli siyasal tarz ve söylemin sebep olabilecekleri, geçtiğimiz günlerde Sakarya’da bir yurttaşımızın etnik kimliği nedeniyle yöneltilen nefret saldırısı sonucu öldürülmesiyle gözler önüne serildi” dedi. ‘’Sakarya’da etnik kimliği sorulduğunda sadece Kürt olduğunu inkâr etmediği için bir yurttaşın katledilmesinin, oluşturulan kutuplaşma atmosferinin yarattığı tehlikeye bir kez daha işaret ettiğini’’ açıklayan Ulaşoğlu, açıklamada;

“Bir insanın etnik kimliğinin sorulması, sorgulanması başlı başına sorun iken, bu kimliğini dile getirmesinden ötürü yaşam hakkının elinden alınmasının başlıca sorumlusu, ırkçılığı ve her alanda ayrımcılığı körükleyen AKP – MHP iktidar bloğunun yöneticileridir. Zehirli ayrımcı dil sadece Kürtleri ya da başka etnik kimlikleri değil, kadınları, LGBTİ+ bireyleri, Alevileri ve hatta işçileri, emekçileri hedef almakta, geniş kitlelerin bilincine işlenmeye çalışılmaktadır. Bu dili kullanan, yeniden üreten ve destekleyenlerin ‘suça teşvikleri’ ise medya tarafından örtbas edilip görünmez kılınıyor. Nefreti, ayrımcılığı körükleyen dilin karşısında eşitlik ve kardeşlik talebini daha yüksek sesle ifade etmek, en önemli görevlerimizden biri olarak biz emek ve demokrasi güçlerinin önünde durmaktadır. Ancak bu sesin güçlenmesiyle ölüm ve çatışmaların önüne geçebiliriz.

‘’Nefret söylemini olabildiğine besleyen iktidar, bir yandan da demokrasi adına geride kalan son kırıntılara dahi göz dikerek her türlü fikir beyanını yargı sopasıyla tehdit ediyor. Daha birkaç gün önce iki tanınmış sanatçı, Metin Akpınar ve Müjdat Gezen, sadece ‘daha fazla demokrasi’ taleplerini dile getirdikleri için bizzat Cumhurbaşkanı tarafından ‘müsvedde’ olarak nitelenip kitlelere hedef gösterildi. Yalnız kendilerinin değil, çok geniş toplumsal kesimlerin özlemini ifade eden Akpınar ve Gezen, hedef göstermeyi talimat bilen savcılarca gözaltına aldırılırken, bu tür baskılarla esas korku salınmak isteyen iki sanatçı şahsında bütün toplumdur. Gösterilen sopa, demokrasi talebini yükselten bütün yurttaşlaradır.

‘’Halklar arası kutuplaştırma, düşmanlaştırma çabalarına karşı durmak için tüm gücümüzle mücadele etmek, coğrafyamızda kardeşliği hâkim kılmak biz emek ve demokrasi güçlerinin birincil görevidir. Bunun aksi yönde bütün çabalara karşı yükselteceğimiz sese, tüm yurttaşlarımızın da ses katması çağrısında bulunurken, otoriter, totaliter ve tekçi zihniyet ve uygulamalara karşı demokrasi ve özgürlük talebiyle söylenen her sözün de sözümüz olduğunu, baskılara karşı tüm yurttaşlarımızla omuz omuza duracağımızı ifade ederiz.”

Carrar Ana’nın Tüfekleri

Ülkenin dört bir yanından mücadele sesleri de geliyordu.

Ülkenin dört bir yanından mücadele sesleri de geliyordu. 30 Ocak 1980 gecesi Ankara-Hoşdere caddesinde genç komünistler  faşist cuntayı protesto  eden duvar yazıları yazıyordu.  30 Ocak gecesi hava çok soğuk ve Yukarıayrancı  Hoşdere caddesi buzluydu.   Bir çift göz onları izliyordu. Bu MHP’li Bakan Cengiz Gökçek’in bir dönem korumalığını yapmış  MHP’li polis Süleyman Ezendemir’di. Ezendemir silahını doğrultarak Yurtsever  Devrimci Gençlik Derneği üyesi  ODTÜ öğrencisi 21 yaşındaki Sinan Suner’e ateş etti. kurşun arka yan kalçasından girip ön tarafından çıkmıştı. Hoşdere caddesinde evi bulunan tanık Ali Soyoğlu, Sinan’ı kendi arabasıyla götürmek istiyor, ancak MHP’li polis buna engel oluyordu. Daha sonra polis Ezendemir, Sinan’ı kendisinin getirttiği sarı bir mercedes arabaya bindiriyor ve Dikmen Polis Karakolu’na oradan bilinmeyen bir yere ve en son hastahaneye götürüyor ve aradan geçen iki saat sonra bilerek kan kaybından ölümü sağlanıyordu.Tanık hemşire Müjgan Taymaz ”15 dakika önce getirilseydi yarasını diker çocuğu kurtarırdık”  demişti.

Sinan’ın katledilmesi  yurtsever  devrimci gençliği harekete geçirdi. Devrimci gençler Sinan?ın ölümünü protesto etmek için yine Hoşdere caddesinde toplanarak,  Sinan’ın öldürülmesini protesto ediyorlardı. Askeri İnzibat  ekibi gösteriye müdahale ediyor; gençlere ateş ediliyordu. Çıkan çatışmada Zekeriya Önger adında bir er ölüyordu. Gözaltına alınan 21 genç insandan biri Erdal Eren’di.

Sadece üç duruşmada herşey tamamlandı. 19 mart 1980 tarihinde 17 yaşındaki,cuntanın korktuğu adama idam cezası verildi.  Avukatı Nihat Toktay’n anlatımıyla; Zekeriya Önger  asker arkadaşlarının silahından çıkan mermi ile vurulmuş olması olasıydı. Arkadan vurulmuştu.  Ateş eden yakın mesafeydi. Oysa ki Erdal Eren ve arkadaşlarıyla yüzyüze olması gerekiyordu. Mahkeme  tarafından tüm  inceleme talepleri  reddedildi. ..Dava ciddi bir şekilde yürütülmedi.

Erdal mahkeme heyetine sunduğu savunmasında  şöyle diyordu:

”Sayın yargıçlar;

Türkiye ve dünyada görülmemiş bir yargılama usülüyle karşı karşıyayız. Bu davanın o kadar çabuk sonuçlandırılmak istenmesi, olay dahi anlaşılmadan yukarıdan gelen emirlerle çoktan verilmiş bir kararın formalitesini yerine getirdiğinizi gösterir.

Benim hakkımdaki kararın üst düzeydeki sıkı yönetim komutanları tarafından verildiğio kadar açıktır ki normal hukuk usulleri dahi ayaklar altına alınmıştır.

Mahkemeniz sadece bu düzeni koruyan bir mahkeme değil, aynı zamanda askeriyenin hiyerarşik emirlerine de bağlıdır. Ve sizin burada emir kulu olmaktan, tanrıların kan isteğini onaylamaktan başka bir göreviniz yoktur. Bu o kadar açıktır ki mahkemenin bırakalım hukukun diğer kurallarını, sadece usule ilişkin yöntem bile bunun kanıtı olmak için yeterlidir.

Hakim sınıflar ve onların uşakları bu sömürü ve baskı düzenine yönelen her hareketi kanla boğmak istiyorlar. Bunun için olmadık tertipler tezgahlıyorlar. Halkın kurtuluşu için mücadele veren baskı ve sömürüye karşı çıkan herkes bu tezgahlara muhataptır. Ve siz bir mahkeme heyeti olarak bu tezgahın bir dişlisinden başka birşey değilsiniz. Benim hakkımda ne kadar peşin bir yargılama yapıldığı son derece ortadadır.Nitekim benimle ilgili olayın ertesinde Genel Kurmay Başkanının “çoktandır idam olmuyor. Bazı kişilerin idam edilmesi gerek” şeklindeki demeç vermesi benimle ilgili idam kararıdır. Ve size bu konuda ulaştırılan emirlerin açıkca dışa vurulmasıdır.

Hakim sınıflar ve uşakları kan isteklerini benim idamımla tatmin etmeyi düşünüyorlar. Ben bu olayın içerisinde kasten bir eri öldürmedim. Benim bu koşullar içerisinde bir eri öldürmek siyasi inancıma terstir .Kaldı ki, eğer ben isteyerek öldürmüş olsaydım bu öldürme olaylarını sürdürecek durumdaydım.

Herşeyden belli olduğu gibi sadece havaya iki el ateş ettim. Tabancamda beş mermi vardı. Ve ayrıca yedek şarjör doluydu. Askerlerin hemen hepsi benim hedef sınırlarım içinde olmasına rağmen ne öleni nede başkasını öldürmedim. Kastım olmadığından ateş etmedim. Kaldı ki o panik içerisinde askerler de bol miktarda mermi sıktılar.

Sıkı yönetim varlığıyla birlikte, halklar ve halk gençliğine başlı başına bir saldırıdır. Sıkıyönetimden bu yana dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle onlarca vatandaş ve devrimci jandarma ve polis tarafından katledilmiştir.Ve benim katıldığım gösterinin nedeni olan, bir gün önce polis tarafından katledilen Sinan Suner’in ölümü de bunlardan biridir.

Her türlü demokratik hakkın hakim sınıflar ve sıkıyönetim tarafından ayaklar altına alındığı şu dönemde, biz devrimcilerin alçakça katledilen yoldaşlara son saygı görevini yasaları da çiğneyerek yapması meşrudur. Meşru olmayan şey sıkıyönetimin ta kendisidir.

Biz devrimciler sizlerin şartlandırılmış düşüncelerinizdeki gibi terörist veya anarşist değiliz. Biz devrimcilerin Türkiye halkının her türlü baskı ve sömürüden kurtulması dışında hiçbir kaygımız yoktur. Anarşi yaratmak veya terör estirmek bizim düşüncemizle çelişen bir şeydir. Tersine en büyük terörist ve katil bu devletin kendisidir. Buna sıkıyönetim öncesinde ve sonrasında  devletin güçleri tarafından katledilen halk ve halk gençliğinin kanları tanıktır.

Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni aldığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru karar verecektir.

Faşist cuntanın acelesi vardı. 12 Aralığı 13 üne bağlayan gece saat 02.55 de  genç fidanı kırıverdiler, ”Gözdağı olur” dediler, ”devletin büyüklüğü” görülsün istediler. İşçilerin, emekçilerin,  halk gençliğinin  soyguncu, sömürücü, zulumcü  düzenlerine  karşı dirençlerini kırmak;  baskıya, zulme, sömürüye boyun eğen bir gençlik istediler.

Avukatı anlatıyor; ”Bize sarıldı öpüşürken göz kırptı. Sonrada yürüdü gitti çocuk. Resmen gitti. ”KAHROLUSUN FAŞİST DİKTATÖRLÜK YAŞASIN TDKP” diye haykırınca sehpayı ayaklarının altından çektiler..

Ercan Koca, Erdal’ın yoldaşıydı. Erdal’ın idamını duyar duymaz  13 Aralık 1980 günü saat 17.00?de Demetevler’de, Erdal Eren’in idam edilmesini protesto eden bir pankart asıyordu. ”Erdal Eren’in hesabını Faşist Cuntadan Soralım-YDGF”  Pankartı astığını gören askeri tim komutanı Üsteğmen Yaşar Kunduh mahkemede ”Pankartı bizzat kendisine indirtmek için zor kullandık..”  diyecekti. Onyedi yaşındaki  Ercan Koca vahşice dövülecek, kafasına tabanca kabzası ile vurulacak, daha sonra ise Yenimahalle Polis Karakolu’na oradan da Etimesgut Zırhlı Birlikler Komutanlığına götürülecekti. Fenalaşan Ercan ancak ertesi sabah Gülhane Askeri Hastahanesine götürülecek ve orada yaşamını yitirecekti. Ankara 4. Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi Ercan Koca’nın yerlerin buzlu olması nedeniyle düştüğü ve beyin zarı kanamasından öldüğü belirtilecekti. Annesi Yaşar Koca  ”Elbiselerini aldığımızda çamur içinde olduğunu gördüm.Öyle bir kere düşmekle o kadar çamurlanması mümkün değildi. Ayrıca çevreden insanlar oğlumun dövüldüğünü görmüşler, eyvah çocuk gitti demişler.Ama hiç kimse korkudan bir şey söyleyemedi, şahitlik yapamadı” Ercanı, bir fidanı daha hoyratlıkla kırmışlardı.

”Yıldızlar metal metal düşmüş yere

Her yerde sessizlik kaynaşıyor, Kafalar

susmuş omuzlar konuşuyor”

Ankara Karşıyaka mezarlığında üç fidan yatıyor. Dünya işçi sınıfına ve gençlerine selam gönderiyor. Zulme ve sömürüye karşı direnmiş üç komünist genç yatıyor, birbirine yakın sanki elele. Oradan geçenler, ziyaret edenler Ercan’ın mezarının üstündeki şu dizeleri okuyorlar.
”Dağ keçileri nasıl yerlerse taptaze sürgünleri

Seni de, tam sürerlerken

Alacakaranlıklardan masmavi göklere
Kopardılar, o koskoca umut ağacının
Dev gölgesinden.”

O dönem Mamak Askeri Cezaevi’inde bulunan  kadın yoldaşları  Erdal’ın Türküsü’nü yazdılar ve bestelediler. O türkü o zamandan bu zamana  dilden dile dolaşıyor.

ERDAL’IN TÜRKÜSÜ

O, genç bir yiğitti o

O, genç komünistti o

Küçücük gözleri, incecik elleri

Kocaman, kocaman, yüreğiyle.

Deniz’im, Yusuf’um, İnan’ım,

Tohum saçtınız çorak topraklara.

Ulaşmak istediğiniz hedefe varmak için

Bu toprak elif elif işlendi

Ve çelik su vere vere sertleşti.

Suların çağıltısı

Dalların uğultusu

Halkının, halkının onuruydu O

Halkının, halkının coşkusuydu O!

Erdal’ım,

Darağaçlarında Deniz’leri yaşatan

Körpecik fidanım benim!

Andın andımız,

Sevdan sevdamız.

Yıkacağız darağacı seni kurduranları

Kavgamız, kavgamız, kavgamızla,

İşçimiz köylümüz halkımızla.

İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ’NDEN DİRENİŞTEKİ İŞÇİLERE ZİYARET

 

30 Nis 2018

İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ’NDEN DİRENİŞTEKİ İŞÇİLERE ZİYARET

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ndeki işlerinden çıkarılan ve direnişte olan işçileri ziyaret etti.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, İzmir Büyük şehir Belediyesi’ne karşı açtıkları kadro davasından sonra işlerinden çıkarılan ve Konak’ta direnişlerini sürdüren işçileri ziyaret etti. Genel-İş Sendikası 2 Nolu Şube’nin eski baş temsilcisi Mahir Kılıç işine geri iade edilme talebiyle başladığı açlık grevinin 169. gününde İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri direnişteki işçileri ziyaret etti. Basın açıklaması yaptı.Basın açıklamasını KESK İzmir Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Ulaş Yasa okudu.

Yasa açıklamasında, ‘‘ İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne kadro davası açtığı için çeşitli gerekçelerle işten çıkarılan 258 işçiden biri olan Mahir Kılıç’ın, 13 Kasım’da işe geri dönme talebiyle başlattığı açlık grevi eyleminde 169. günü geride bıraktığını ifade ederek, “Kendisini izleyen ve sağlık kontrollerini yapan hekimler, Mahir’in sağlık durumunun kötüye gittiğini ve kaygı verici bir aşamaya geldiğini belirtmekte. İnsanın en temel hakkı yaşam hakkıdır. Yaşam olmadan diğer hakların varlığından ve kullanılmasından söz etmek dahi mümkün değildir. Ancak en az yaşam hakkı kadar temel ve kutsal olan bir diğer hak ise çalışma hakkıdır” dedi. Açıklamada;

“İnsan, ancak çalışarak ve üreterek insan olur. Zira çalışmak ve üretim içinde bulunmak, öteki ile ilişki içinde olmak demektir ki bu da toplumsal varlığımızın ön şartıdır. İşte bu toplumsallık sayesindedir ki insan zorunluklar dünyasından sıyrılarak milyonlarca yıl ayakta kalabilmiş ve bugünün uygarlığını yaratabilmiştir. Ancak bugün dünyaya egemen olan kapitalist uygarlık, çalışmayı yaşamın anlamı olmaktan çıkararak yaşamı sürdürebilmenin zorunlu bir şartı haline getirmiştir. Maalesef bugünün dünyasında her insan yaşamak için çalışmak zorundadır. İşte Mahir Kılıç’ da işinden atılarak yaşam ile ölüm arasında bir tercih yapmaya zorlanmıştır. 169 gündür de sürdürdüğü eylemiyle bu paradoksu tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir.

15 Temmuz darbe girişimini bir fırsata çeviren AKP İktidarı, OHAL uygulamaları ve KHK’lar ile yüzbinlerce emekçiyi işinden atarak, hatta sadece atmakla yetinmeyip her türlü çalışma imkân ve koşulunu kısıtlayarak, çalışma hayatını iyiden iyiye kuralsızlaştırıp keyfileştirerek emekçileri adeta sivil ölüler haline getirmekte, toplumsal varoluşlarını yok saymaktadır.

Emeğin birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’ın arifesinde emek ve demokrasi güçleri olarak bizlere dayatılan, adeta alın yazısı olarak kabul ettirilmek istenilen işsizliği hiçbir şekilde kabul etmediğimizi bir kez daha buradan kararlı biçimde dile getiriyoruz:

Çalışma hakkı kutsaldır ve Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde belirtildiği gibi herkesin çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, adil, elverişli ve sağlıklı çalışma koşullarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır.

Bu hakikati hatırlatıyor, Mahir Kılıç ve onunla aynı kaderi paylaşmak zorunda bırakılan arkadaşlarının işsizlik sorunun bir an önce çözümü için yetkisi ve sorumluluğu olan herkesi harekete geçmeye ve adım atmaya davet ediyoruz.

Mahkeme kararları derhal uygulansın, Mahir Kılıç ve arkadaşları işlerine geri alınsın. Ücret ve kıdem dâhil her türlü hakları eksiksiz olarak verilsin.”

21 Mart ve Demirci Kawa

 

21 Mart ve Demirci Kawa

Bugün Newroz (Nevruz)  efsanesi olarak bilinen ve özgürlük tutkusuyla bütünleşmiş üç Demirci Kawa efsanesi anlatılır.

Her üç efsanede de demirci Kawa ezilenleri, zalim Dehak ta ezeni temsil eder. Efsanelerin tarihsel kökenine inildiğinde günümüzden yaklaşık 4350 yıl gerilere dayanan bir geçmişinin olduğu görülmektedir.

Günümüzde bilinen ve özgürlük tutkusuyla bütünleşmiş olan Demirci Kawa efsanelerinden biri şöyledir:

“Efsane ye göre Asur kralı Dehak Mezopotamya ve Ortadoğu’nun tek hâkimidir. Kürtlerin ataları olan Medler, İranlıların ataları Persler, Ermenilerin ataları Urartular ve şimdi soyları tükenen Huriler, Babiller ve Elamlılar Dehak’ın hükümranlığı altında yaşamaktadırlar.

Zalimliği ile ünlenen Asur kralının omzunda iki yılan çıkar. Buyılanların Dehak’a zarar vermemesi için şeytan her gün iki Med gencinin beyninin yılanlara verilmesini önerir. Bunun üzerine her gün iki Med gencinin beyni yılanlara verilmeye başlanır. Ancak hızla gençler azalmakta ve de halk bu duruma tepki göstermeye başlamaktadır. Gençlerin hızla yok olmasını engellemek için halk, Dehak’a ikinci beyin olarak kestikleri hayvanların beynini vererek zulmü biraz yumuşatmaya çalışırlar. Dehak’tan kurtardıkları ikinci gençleri dağlara gönderip orada saklamaya başlarlar. Dağlarda toplanan bu gençler daha sonra bugünkü Kürtlerin atalarını oluştururlar…

Dehak’ın omzundaki yılanlarının beyin yeme sırası demircilik yapan Kawa’nın oğluna gelir. Demirci Kawa yiğit, cesur ve iyi yürekli biridir. Oğlunun ve halkının böyle katledilmesini kabullenmez. Çevresindeki insanlarla konuşur ve onlara Dehak’ın zulmünden kurtulmanın tek yolunun onu öldürmek olduğunu anlatır.

M.Ö. 612 yılında Demirci Kawa örgütlediği Med halkıyla birlikte Dehak’ın sarayını basarak balyozla Dehak’ın kafasını parçalayarak öldürür. Dağda yaşayanlara haber vermek için de sarayın avlusunda büyük bir ateş yakarlar. Bu ateşi gören dağdaki gençler evlerine geri dönerler. Ve her yıl, 21 Martta büyük ateşler yakarak, özgürlüklerine kavuşmalarını kutlarlar. Demirci Kawa’nın zalim Dehak’ın sarayını başına geçirdiği gün olan 21 Mart tarihini o günden sonra başta Medler olmak üzere tüm Ortadoğu halkları bayram olarak kutlamaya başlarlar.

DEMİRCİ KAWA’NIN EMEKÇİLER AÇISINDAN ÖNEMİ:

Efsane gerçeğin ta kendisi olmamakla birlikte kaynağını gerçeklerden alır. Efsane, yaşanmış ya da yaşanması muhtemel olaylar manzumesidir. Kulaktan kulağa, nesilden nesle yayılan aktarımların bir ürünü olarak yaşar. Efsaneleri yaratanlar halklardır.

Tarih kayıt altına alınmışın resmi aktarımdır. Efsane ise yaşanmış ya da yaşanması muhtemel olayları kuşaktan kuşağa aktararak mitolojik bir özellik taşır. Efsanede anlatılan olaylar-hikayeler bazen hayali olabilir.

Asur Kralı zalim Dehak ve onun sarayını yerle bir eden Demirci Kawa ile ilgili aktarımlar tamamen birer efsanedir. Efsanelerde bir şekilde kulaktan kulağa, nesilden nesle bir aktarım olduğuna göre içinde gerçek paylarda taşımaktadır.’’

Efsanede anlatıldığı gibi 21 Mart’ı başta Kürtler ve İranlılar olmak üzere tüm Ortadoğu halklarının iki bin yıldır bayram olarak kutlamaktadır

ZALİMİN ZULMÜNE KARŞI KAWA’ LAR UMUDU, MÜCADELE ve ÖZGÜRLÜĞÜ SİMGELER!

O halde yaşasın Newroz; NEWROZ PİROZ BE !!

Bügün temel hak ve özgürlüklerin olmadığı,  Ohal koşullarında   karşıladığımız Newroz; bütün renklerin, bütün inançların  ve bütün emekçilerin kardeşçe biraraya geldiği eşitliği, kardeşliği ve özgürlüğü ve savaşa karşı barışı hep birlikte haykırdığı, gün olsun!

OHAL kaldırılsın, KHK’yle işten atılanlar geri alınsın! Hapishanelerde ve ülke genelinde zor ve  tek tip politikaları son bulsun !

Temel hak ve özgürlüklerini kullandığı için hiç kimse cezaevlerinde olmasın!

Emekçilere iyi yaşama koşulları sağlansın! Emek özgür olsun!

Taşeronlar eliyle çalıştırılan kamu işçilerinin kadroya geçişleri

adli sicil sorgulaması,güvenlik soruşturması, sınav yapılmadan

sağlanmalı..Binlerce işçi, aç bırakılmamalı..

Şeker fabrikaları satılmasın! İşçiler ve pancar üreticileri mağdur edilmesin!

Politikacılar, milletvekilleri, gazeteciler özgür olsun!

Havamıza, suyumuza, toprağımıza dokunulmasın!

Kadın cinayetleri ve çocuk istismarlarına karşı mücadele yükseltilsin!

Bütün renkler, diller, dinler, inançlar eşit ve özgür olsun!

Halkın iradesi seçim yasaları ile gasp edilmesin!

Ortadoğu’da  işgaller, çatışmalar, savaşlar son olsun!

Zulümler son bulsun, savaş değil barış olsun…

Faşizme boyun eğmeyelim.

Unutmayalım ki Newroz sadece baharın gelişini müjdeleyen bir gün değil, özgürlüğü müjdeleyen bir gündür.

Newroz  faşizme karşı halkların bayramıdır.

O halde yaşasın Newroz; NEWROZ PİROZ BE!

Kaynak;kurtedebiyati.blogspot.com/2013/07/devrimci-kawa-efsanesi.html )

Şeker Fabrikalarının Özelleştirilmesinden Vazgeçilmelidir!

Şeker Fabrikalarının Özelleştirilmesinden Vazgeçilmelidir!

Ülkemizde 25 i devlete, 8 fabrika da özel sektöre ait toplam 33 şeker fabrikası bulunmaktadır. Devlete ait Türkşeker bünyesindeki şeker fabrikaları 2000 yılında özelleştirme kapsamına, 2008 yılında da özelleştirme programına alındı.

Bu fabrikalardan 14 tanesi, Afyon, Alpullu, Bor, Burdur, Çorum, Elbistan, Erzincan, Erzurum, Ilgın, Kastamonu, Kırşehir, Muş, Turhal ve Yozgat şeker fabrikaları Özelleştirme Başkanlığı tarafından 20 Şubat 2018 tarihinde ihale ilanına çıkarılarak satışa çıkarıldı.

ABD merkezli Cargill Raporu’nda şeker fabrikalarının bir an önce özelleştirilmesi istenmişti. Özelleştirme adı altında yapılacak satışla birlikte bütün verimli şeker fabrikaları satılmış olacak. Bu büyük satış sonrasında siyasi iktidarın tarım politikaları sonucu,  yıllardır önemli ölçüde düşen şeker pancarı üretimi büyük bir tehlikeye girecek. Kırsal kesimden önlenemeyen göç, bu fabrikaların satışıyla birlikte daha da artacaktır.

Özelleştirme İdaresi’nin şeker fabrikaların satışıyla ilgili olarak Ak Yatırım’a hazırlattığı stratejik rapor ise açıklanmıyor. Kuşkusuz 14 fabrika, değerli arazisi ve şeker kotası için satılacaktır. Bu satıştan sonra Orta Anadolu bölgesinde pancar üretimi çok daralacak, sonrasında tasfiye edilmiş olacaktır. Avrupa’da pancar üretiminde söz sahibi olan Almanya, Fransa, Hollanda ve Polonya bile şeker fabrikalarını korurken, siyasi iktidarın fabrikaları satışa çıkarması tekelci burjuvazinin Cargill raporunun gereğini yaptığını göstermektedir.

Tütün, pamuk-iplikten, tahıldan  sonra şeker pancarı üretimi de düşecek ülkenin çocukları nişasta şekere mecbur edilerek hastalıkların yolu açılacaktır, böylelikle ilaç tekellerinin de geniş pazar bulması kolaylaşacaktır.

Ülkemizde şeker kanunu 2001 yılında çıkarıldı. Şeker Kanunu çerçevesinde kurulan şeker kurumu, şirketlere şeker üretimi kotaları tahsis etmiş, şirketlerde ihtiyaçları çerçevesinde sözleşmeli olarak, çiftçilere taahhütleri karşılığında üretim yaptırmıştır.

Daha 2000’li yılların başlarında ülkemiz, şeker pancarı üretiminde Fransa, Almanya ve ABD’nin ardından dünya dördüncüsü idi ve Avrupa Birliği ülkeleri arasında üçüncü sırada yer alıyordu. Ancak Cargill gibi uluslararası tekellerin pazarlarını genişletmek için IMF(Uluslararası Para Fonu), DTÖ(Dünta Ticaret Örgütü) ve DB (Dünya Bankası) nın özelleştirme yönergelerini uygulayan  politikalar sonucu bugün ülkemiz şeker ithal eder duruma düşmüştür.

Uluslararası tekelci kapitalizmin başlıca kurumları DTÖ, IMF ve DB güdümlü tarım politikaları, çiftçilerin tarlalarını terk etmesine yol açmıştı. Kotalar ve tekelci kapitalist tarım politikaları, şeker pancarı üreten çiftçimizi doğrudan etkilemiş ve 2003 yılında pancar eken çiftçi sayısı 460 bin  iken 2016 yılında 105 bine gerilemiştir. Tarlalar boşalmış ve tarım dışı arazi kullanımları artmıştır.

Şeker Kanunu ile nişasta bazlı şeker (NBŞ) kotası, yurtiçi pancar şekeri üretimimizin yüzde 10’u düzeyinde belirlenmiştir. Bu kota 28 üye devlete sahip AB’de yüzde 5 ile sınırlandırılmıştır. Diğer yandan Şeker Kanunu ile NBŞ üretiminde Bakanlar Kuruluna kotayı yüzde 50 artırma ve eksiltme yetkisi verilmiştir. Bakanlar Kurulu bu yetkisini hemen her yıl yüzde 35 civarında NBŞ kotasını arttırma yönünde kullanmıştır. Bu çerçevede Türkiye, AB’nin ürettiği NBŞ’in neredeyse yarısına yakın bir miktarı tek başına üretmektedir. Piyasaya yüksek miktarda NBŞ girişi şeker fabrikalarımızın üretim ve satışlarını olumsuz etkilemiştir.

Türkşeker 2005 yılına kadar kârlı bir şekilde üretimi sürdürür, 2003 yılı kârı 265 milyon TL olurken, 2006 yılında 61 milyon TL zarar etmiş, 2009 yılından itibaren ise sürekli zarar eden bir kurum gibi gösterilmiştir.

Türkşeker’in kamuoyuna açıklanan en son 2016 yılı faaliyet raporunda, 25 şeker fabrikasının 28,2 milyon TL, şeker enstitüsünün de 2,7 milyon TL olmak üzere toplamda 31,9 milyon TL zarar ettiği belirtilmektedir. Bu zararda Ağrı, Alpullu (Kırklareli), Çarşamba (Samsun) ve Susurluk (Balıkesir) fabrikalarının üretim yapmamasına karşın bakım ve personel giderlerinin payı çok büyüktür. Çarşamba ve Susurluk Şeker Fabrikaları 2011/2012 (Susurluk Şeker Fabrikası bu arada sadece 2014/2015 üretim yılında çalıştırılmıştır), Alpullu Şeker Fabrikası 2013/2014 ve Ağrı Şeker Fabrikası 2014/2015 üretim yılından itibaren çalıştırılmamıştır. Çalıştırılmayan fabrikaların giderleri de eklenerek şeker fabrikalarının zarar ettiği söylemi algı yanılsaması oluşturmaya dönük tam bir aldatmacadır.

Tarım Kanunu’na göre çiftçiye verilecek desteklerin milli gelirin %1’inden az olamayacağı açıkça belirtilmektedir. Buna göre 2017 yılında çiftçiye 30,4 milyar TL destek verilmesi gerekirken, 12,7 milyar TL verilmiştir. 2018 yılı için verilmesi gereken 34,5 milyar TL iken, bütçeye konan 14,5 milyar TL’dir. Her iki yıl için verilen ve verilmesi öngörülen desteklerin milli gelire göre oranı %0,4 olmuştur. Kanunun çıkarıldığı 2006 yılından beri bu oran hep %0,4 ve %0,6 aralığında gerçekleşmiştir.

Şeker sanayinin hammaddesini oluşturan şeker pancarı üretimine devletin kurumu Türkşeker verileri üzerinden baktığımızda 2001 yılında çıkarılan Şeker Kanunu ve bu çerçevede kurulan Şeker Kurumu’nun şeker üretim kotası getirmesi sonucu şeker pancarı eken köy ve çiftçi sayılarında çok hızlı bir gerileme sürecine girilmiştir.

Türkşeker’e üretim yapan köy ve çiftçi sayısına paralel şeker pancarı ekim alanında da önemli düzeyde gerileme yaşanmıştır. Üretimi durdurulan Ağrı Şeker Fabrikası için şeker pancarı ekimi yapılan alan 2002 yılından 2016 yılına %90, Alpullu Şeker Fabrikası için %77, Çarşamba Şeker Fabrikası için neredeyse %100 ve Susurluk Şeker Fabrikası için %78 oranında küçülmüştür. Türkşeker’in fabrikaları genelinde ekim alanındaki gerileme aynı dönem için %30 düzeyinde olmuştur. Ancak, aynı dönem için şeker pancarı verimindeki artışla birlikte üretim 12,8 milyon tondan 13,1 milyon tona yükselerek yaklaşık 300 bin ton düzeyinde artış göstermiştir.

Türk Şeker’in web ana sayfasından Yönetim Kurulu Üyelerine baktığımızda: Özelleştirme İdaresi başkanı ve başkan yardımcısı Türk Şeker’in Yönetim Kurulunda yer alıyor. Bu bile Türk Şeker’e ait fabrikaların özelleştirilmesine bizzat Türk Şeker Kurumu yöneticilerinin neden karşı çıkmadığının, özcesi özelleştirme yolunun nasıl açıldığının cevabını açıkça ortaya çıkarıyor.

Bu fabrikalarda çalışan 5 bin civarındaki çalışan işlerinden olacak, 50 bin civarındaki üretici ise pancar ekimi yapamayacaktır. Pancar küspesini hayvan yemi olarak kullanan besiciler de dahil edildiğinde onbinlerce insanın pancar üretimine bağlı olarak yaşamının olumsuz anlamda etkileneceği çok açıktır.

Bu anlamda ülkemiz tarımı ve tarıma bağlı sanayi ham maddesi kaybederken, toprak kendini besleyen, zenginleştiren üretimden yoksun kalacaktır. Kazanan ise ülkemizin en verimli tarım arazilerine hukuka ve üreticilerin çıkarlarına aykırı olarak açtıkları fabrikalarda mısır nişastasının kimyasal yollarla parçalanmasından elde edilen nişasta bazlı şekerler üreten ABD`nin küresel şirketi Cargill  olacaktır.  Cargill gibi Amerikan tarım tekellerinin GDO’lu mısırlarının ülke pazarını tümüyle ele geçirmesi, toplumsal sağlığı da tehlikeye atıyor olacak..

Bilimsel çalışmalar, toplumda nişasta bazlı glikoz veya fruktoz tüketiminin, şeker kamışı veya pancardan elde edilen sakkarozdan daha fazla sağlık sorununa yol açtığını ortaya koymaktadır. Bu çalışmalara göre, nişasta bazlı glikoz veya fruktoz şekeri tüketenlerde, insülin salınımında düzensizlik yaratmasından dolayı daha yüksek oranda metabolik sorunlar ortaya çıkmaktadır. Çalışmalarda, nişasta bazlı şeker tüketimine bağlı olarak, obezite, metabolik sendrom, tip 2 diyabet, kalp ve damar hastalıkları, hipertansiyon, osteoartrit gibi hastalıkların sıklığında artış görüldüğü bildirilmiştir.

Pancar üreticilerini, büyükbaş hayvan üreticilerini ve yüzbinlerce emekçiyi ilgilendiren ve onların yaşamını doğrudan etkileyen ve halkın sağlığını bozan kâr amaçlı politikalar terkedilmeli; şeker fabrikalarının satışından vazgeçilerek pancardan şeker üretimi desteklenmelidir. Şeker fabrikaları özelleştirilmemeli tersine desteklenmelidir. Nişasta bazlı şeker üretimi halk sağlığı açısından yasaklanmalıdır.

Kaynakça: TMMOB Ziraat Müh.OdasıTürk Tabipler Birlği, T.Ziraat Odaları Birliği

 

 

İZMİRE SAHİP ÇIK PLATFORMU KÖRFEZ GEÇİŞ PROJESİNE HAYIR DEDİ.

 

İZMİRE SAHİP ÇIK PLATFORMU KÖRFEZ GEÇİŞ PROJESİNE HAYIR DEDİ.

KÖRFEZ GEÇİŞ PROJESİ RANT  VE TALAN  PROJESİDİR!

Siyasi iktidarın Körfez Tüp Geçiş Projesi, henüz yapım aşamasında olan İstanbul Otoyolu ile Çiğli’de sulak alanların ve Kuş Cennetinin olduğu bölgeden güneyde doğal sit statüsü değiştirilen İnciraltı ve Çeşme yarımadasını birbirine bağlamaktadır.  Bu proje Gediz deltasınıdaki kuş türlerinin yoğun bulunduğu bölgede sulak alanların tasfiyesi ile kuş, bitki, memeli hayvan, çeşitli kelebek türleri yok edilerek, ekolojik değerleri tahrip edecek, betonlaşmaya yol açacak ve plan değişiklikleri ile yüksek rant artışlarına önünü açarak kıyıları betona teslim eden bir kent ortaya çıkaracaktır. İzmir’in tarihi, kültürel ve doğal değerleri rant için tasfiye edilmiş olacaktır. İzmir’in İstanbul olmasını istemiyorsak bu ‘‘ihanet’’ projelerine karşı durmak İzmir’li yurttaşların görevidir.

Körfez Geçiş Projesi ÇED olumlu raporuna karşı açılan davada bilirkişi keşfi gerçekleştirilirken, İZMİR’E SAHİP ÇIK PLATFORMU projenin yapılmasının planlandığı Bostanlı-Mavişehir sulak alanda bir araya gelen yaklaşık iki yüz kişinin katıldığı bir basın açıklaması yaptı.

İzmir’e Sahip Çık Platformu adına açıklamayı İzmir TMMOB İl Koordinasyon Kurulu Sözcüsü Melih Yalçın yaptı. Açıklamada;

“Bugün, adına Körfez Geçişi Projesi denilen projenin ÇED olumlu kararına karşı açılan davada bilirkişi heyeti keşif yapıyor. Ön projelerde 3.5 milyar TL’ye mal olacağı tahmin edilen, ancak aslında çok daha büyük maliyetlere mal olacak bu proje, merkezi hükümet tarafından İzmir’e dayatılmaktadır. İzmir’in 1/100.000 çevre düzeni planlarında, imar planlarında, son olarak güncellenen ulaşım master planlarında bu projenin önerilmediğini.

“Bununla birlikte kuzeyde Kuş Cenneti’nden, güneyde İnciraltı bölgesine dek tahribe neden olacağı gibi, ‘yüzülebilir Körfez’ hayalini kurduğumuz İzmir Körfezi’ne de geri dönülemez zararlar verecektir. Peki hem yüksek maliyetle sahip hem de çevreye, körfeze, Gediz Deltası’na zararı kaçınılmaz olan ve İzmir’in ihtiyacı olmayan bu projede neden bu kadar ısrar ediliyor ve proje adeta dayatılıyor?

‘’Biz söyleyelim: Körfez Geçiş Projesi, kuzeyde yapım aşamasında olan İstanbul Otoyolu ile Çiğli’de sulak alanların ve Kuş Cenneti’nin olduğu bölgeden güneyde doğal sit statüsü değiştirilen İnciraltı ve Çeşme yarımadasını birbirine bağlayacaktır. Proje, İzmir’i rant çevrelerinin talan ve yağmasına açmanın, daha fazla betonlaşmaya boğmanın araçlarından biridir.

‘‘Bu projenin, kentimizin doğal ortamına zarar vereceği açıktır. Proje alanında flamingo, kılıç gaga ve tepeli pelikan gibi türlerin dünya nüfusunun önemli bir kısmının yaşadığı bilinmektedir. Söz konusu proje gerçekleştiği takdirde, köprü ayağı, geniş çaplı yüzey yapılaşması vb. faaliyetlerden bu türlerin nüfusları olumsuz etkilenecek ve farklı statülerle korunan Gediz Deltası’nın ekolojik ve habitat bütünlüğü zarar görecektir. Proje, ülkemizin önemli su ürünleri istihsal sahalarından biri olan İzmir Körfezi’nin bentik bölgesinde yapılması planlanan inşaat faaliyetleri, körfez ve İzmir balıkçılığına önemli darbe vuracaktır.

‘‘Ama her şeyden önemlisi, İstanbul ve Ankara’ya ihanet edenler şimdi gözlerini Ege kıyılarına ve İzmir’e dikmişlerdir. Bu nedenledir ki zeytinliklerin, kıyıların, sit alanlarının yapılaşmaya açılması için sürekli kanun, yönetmelik ve benzeri ne varsa değiştirilmeye çalışılıyor.

 

 

‘‘Bir yandan kent içinde ayrıcalıklı plan değişiklikleri ile, diğer yandan tarım alanları, doğal yaşam alanları, kıyılar sit dereceleri düşürülerek rantçı sermaye İzmir’e davet ediliyor, önü açılıyor. İşte bu proje de tüm bu rant odaklı politikaların ortasında duruyor. Yarımada’da ikinci bir İzmir yaratılmaya çalışılıyor. Bu proje de şehir dışından gelenlerin Yarımada’ya ulaşımını kolaylaştırmak için yapılıyor.

‘‘İzmir üzerinde planlanan rant politikalarının en önemli aracı imar planlarıdır. Kentimizi sermayenin şekillendirdiği yağmacı bir anlayışa teslim etmek istemiyorsak; imar planlarında şehircilik ilkeleri ve planlama esaslarından uzaklaşmamak ve kamu yararını öncelemek gerekmektedir. Merkezi yönetimin ranta dayalı planlama anlayışının karşısında duracak en büyük gücün yerel yönetimler olması gerekir. Söylendiği gibi ‘İzmir’in İstanbul olması’ istenmiyorsa buradan başta İzmir Büyükşehir Belediyesi olmak üzere tüm İzmir halkına sesleniyoruz. Sözünü ettiğimiz talan projelerine bugün karşı çıkmazsak yarın çok geç olacak. Güzel İzmir’imizin tarihi, kültürel, doğal bütün değerleri gözümüzün önünde bir bir yok olup gidecektir. İzmir’e dayatılan bu rant ve talan politikalarına hukuki, siyasi tüm yolları kullanarak karşı çıkmamız gerekmektedir. Ayrıca Körfez Geçiş Projesi vasıtasıyla yapılaşmanın, betonlaşmanın önünün açılacağı alanlarda kimlerin şimdiden yatırım yaptığı merak konusudur.

‘‘İZMİR’E SAHİP ÇIK PLATFORMU olarak bugünkü keşfin bilimsel değerler esas alınarak yapılacağına inanıyor ve bunu umuyor; tüm yurttaşları doğa, kültür ve tarih talanına karşı kentimizin geleceği için mücadele vermeye davet ediyoruz.”