İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Kabul Edilişinin 74. Yılında hak örgütleri ve İzmir Barosu; ekonomik krize ve yoksulluğa karşı ekonomik ve sosyal haklarımızı, savaşa karşı barış hakkımızı, baskılara karşı insan hakları değerlerini ve demokrasiyi savunuyoruz!


İzmir’de hak örgütleri ve İzmir Barosu, 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nde Alsancak’ta bulunan 10 Ekim Anıtı’nda bir araya geldi. Basın açıklaması yaptı. Açıklamada, ‘Şebnem Korur Fincancı’ya özgürlük’ yazılı dövizler açıldı. Kurumlar adına ortak açıklamayı TİHV Genel Sekreteri Coşkun Üsterci, okudu. Açıklama şöyle;

“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Kabul Edilişinin 74. Yılında Ekonomik krize ve Yoksulluğa Karşı Ekonomik ve Sosyal Haklarımızı, Savaşa Karşı Barış Hakkımızı, Baskılara Karşı İnsan Hakları Değerlerini ve Demokrasiyi Savunuyoruz!

Kabul edilişinin 74. Yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirge ’si hala kutup yıldızı gibi insanlığın yolunu aydınlatmaya devam ediyor.

29 Nisan 1946 tarihinde, Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde, İnsan Hakları Komisyonu kurulmuş ve komisyonca hazırlanan bir giriş ve 30 maddeden oluşan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 10 Aralık 1948 günü Fransa’nın başkenti Paris’te toplanan BM Genel Kurulu’nda kabul ve ilan edilmiştir. Türkiye, Evrensel Bildirge’yi 27 Mayıs 1949 tarihli Resmi Gazete ’de yayınlayarak yürürlüğe koymuştur. Evrensel Bildirge 500’den fazla dile çevrilmiştir. Bu özelliği ile de en çok dile çevrilen insan hakları belgesi olma özelliğini taşımaktadır. BM Genel Kurulu, 4 Aralık 1950 tarihinde gerçekleştirdiği toplantıda, 423 (V) sayılı kararıyla 10 Aralık tarihini “İnsan Hakları Günü” olarak ilan etmiştir.

BM, İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı ağır insani yıkımın bir daha asla yaşanmaması için, barış, insan hakları ve demokrasi ideallerine dayalı uluslararası bir sistem oluşturma hedefiyle inşa edilmiştir. Günümüzde maalesef bu ideallerin çok gerisinde kalınmış, Evrensel Bildirge’de yer alan hak ve özgürlüklere dayalı uluslararası bir düzen hâlâ kurulamamıştır. BM, varoluş gerekçesiyle çelişir biçimde, hak ihlallerinin başlıca sebebi olan savaşları ve iç savaşları önlemede/sonlandırmada, mülteci krizlerine müdahalede, küresel çapta doğal ve kültürel mirasın korunmasında, yoksullukla ve adaletsizlikle mücadelede, başta kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet, kötüye kullanma, tecavüz olmak üzere her türlü hak ihlalini ve ayrımcılığı sonlandırmada yeterince etkin olamamaktadır. Maalesef güçlü devletlerin bir araya gelerek oluşturduğu çıkar ilişkileri, askeri ve ekonomik birliktelikler, insanların hak ve özgürlüklerini kullanmalarının önünde birer engele dönüşmüştür. Özellikle devletlerin demokrasi ve hukuk taahhüdünden giderek uzaklaşmaları insanlığın en önemli kazanımlarından birisi olan insan haklarının, hem bir referans sistemi hem de bir denetim mekanizması olarak zayıflamasına yol açmıştır.

Yaşanan tüm olumsuzluklara karşın dünyanın her yerinde halklar özgürlük, adalet, eşitlik ve insan hakları talepleriyle itirazlarını yükseltmeye devam etmektedir. Devletlerin ve hükümetlerin bu itirazlara yanıtı ise şiddetin her türünü sistematikleştirip yaygınlaştırma ve hayatın tek gerçeği olarak toplumlara dayatma şeklinde olmaktadır.

Bu çoklu kriz hali Türkiye’de de tüm yoğunluğu ve ağırlığı ile yaşanmaktadır. Türkiye, 2016 yılından bu yana pek çok düzenleme ile süreklilik kazandırılan bir OHAL rejimi ile yönetilmektedir. Bu süreç, siyasal iktidarın gücünü sınırlandıran anayasacılık ilkesinin terkedilmesine, böylece hem hukukun hem de kurumların baskıcı rejimin birer “aracı” haline getirilerek keyfiyetin ve bilhassa da belirsizliğin kamusal alana hakim kılınmasına yol açmıştır. Özellikle bir yönetim tekniği olarak başvurduğu belirsizlik yaratma gücü, siyasal iktidara erkini daha da merkezileştirip toplum üzerindeki baskı ve kontrolünü arttırmasına olanak sağlamaktadır.

Siyasal iktidarın ekonomiden toplum sağlığına kadar ülkenin tüm meselelerini güvenlik sorunu haline getiren, toplumu kutuplaştıran, ülke içinde ve dışında şiddeti esas alan, bilhassa da Kürt sorununun ve uluslararası sorunların çözümünde çatışma ve savaşı tek yöntem haline getiren politikaları sonucunda, günümüzde başta yaşam hakkı olmak üzere birçok hak ihlali ile karşı karşıya kalmaktayız. Çok faklı toplumsal kesimlerden insanlar, ya doğrudan kolluk güçlerinin şiddeti ya da, devletin “önleme ve koruma” yükümlülüğünü yerine getirmemesi sonucu üçüncü kişiler tarafından gerçekleştirilen şiddetin sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir.

Anayasa’nın ve Türkiye’nin de bir parçası olduğu evrensel hukukun mutlak olarak yasaklamasına ve insanlığa karşı bir suç olma vasfına rağmen işkence olgusu 2022 yılında da Türkiye’nin en başta gelen insan hakları sorunu olmuştur. Ayrıca yakın tarihimizin en utanç verici insan hakları ihlallerinden biri olan insanlığa karşı suç niteliğindeki zorla kaçırma/kaybetme vakalarının OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından bu yana yeniden yaşanmaya başlaması son derece endişe vericidir.

Devletlerin insan haklarına yönelik saygısının doğrudan göstergesi olan hapishaneler, bugün Türkiye’de siyasal iktidarın hukuku bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanmasının sonucunda tıka basa dolu durumdadır. Yaşam hakkı ihlalinden işkenceye, sağlık hakkına erişime kadar ağır ve ciddi ihlallerinin yaşandığı yerlerdir. Tek kişi ya da küçük grup izolasyonu uygulamaları çözülemeyen kronik bir soruna dönüşmüştür. Covid-19 salgını gerekçe gösterilerek alınan tedbirlerle mahpusların zaten kısıtlanmış olan hakları daha da kısıtlanarak hapishanelerde yeni bir “normal” yaratılmıştır.

İfade özgürlüğünün korunması ve etkin kullanımı, demokratik bir toplumun can damarlarından birini oluşturur. Farklı fikir ve görüşlerin kamusal alanda özgürce dolaşıma girmesi; siyasal çoğulculuğun esası olan özgür tartışma ortamının, bağımsız medya ve canlı bir sivil toplumun varlığı; toplumsal talepler etrafında kamuoyu oluşturulabilmesi; siyasal karar alıcılara yönelik eleştirilerin dillendirilmesi ve kamu gücünü kullanan makamların yurttaşlar tarafından denetlenebilmesi ancak ifade özgürlüğünün korunduğu ve etkin biçimde kullanıldığı koşullarda mümkün olabilir. Oysa OHAL ilanıyla birlikte siyasal iktidarın düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları, özellikle de basın ve insan hakları savunucuları üzerindeki kaygı verici boyutta artan baskı ve kontrolü 2022 yılında da sürmüştür. Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı ve TİHV Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın evrensel hukuk ilkeleri ve ifade özgürlüğü kapsamında yaptığı bir açıklama nedeniyle hukuk dışı biçimde tutuklanmış olması hak savunucuları üzerindeki söz konusu baskının en somut örneğini oluşturmaktadır. Nitekim insan hakları savunuculuğunu tanımlayan evrensel ilkelere göre hak savunucuları, sadece insan hakları ilke ve değerlerinden yana taraftır ve kimden gelirse gelsin hak ihlali iddialarını eşit önemde bir titizlik ve gayretle incelemekle yükümlüdürler.
2022, bir önceki yıl gibi toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü açısından kısıtlama ve ihlallerin kural, özgürlüklerin kullanımının ise istisna olduğu bir yıl olmuştur. Yıl içinde her toplumsal kesimden kişi ve grup toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini mülki idare amirlerinin yasakları veya kolluk güçlerinin fiili müdahaleleri sonucunda kullanamamışlardır. Cumartesi Annelerinin, Galatasaray Meydanında oturma eylemlerinin yasaklanması devam etmiştir. Anayasa tarafından da teminat altına alınmış olan toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini çeşitli vesilelerle kullanmak isteyen kadınlar, LGBTİ+’lar, Cumartesi Anneleri, barış ve insan hakları savunucuları, öğrenciler, çevreciler, işçi ve emekçiler ve muhalif siyasetçiler kolluk güçlerinin zalimane ve utanç verici şiddetine mazur kalmışlardır.

Örgütlenme özgürlüğü, demokrasilerin işlemesi için elzem olan temel insan haklarından biridir. Türkiye’de yurttaşlar, toplu olarak bir araya gelip, düşüncelerini açıklayamadıkları için örgütlenme özgürlüklerini de kullanamamakta, müşterek geleceklerini şekillendirmek üzere sivil ve kamusal alana örgütlü olarak katılamamaktadırlar. 2022 yılında insan hakları örgütlerinin, sendikaların, dernek, vakıf, ve meslek örgütleri ile siyasi partilerin çok sayıda üye ve yöneticisi gözaltına alınmış, tutuklanmış, haklarında açılan davalar ile üzerlerinde baskı oluşturulmaya çalışılmıştır. Amaçlanan, bu kuruluşların, barış ve demokrasi mücadelesini baskı altına almak, kamusal ve sivil alanı tümden kapatmaktır.

Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en temel engellerden biri olarak varlığını korumaya devam eden Kürt sorununun barışçıl, demokratik ve adil bir şekilde çözümüne yönelik hukuk devletinin gereği olan adımların atılması gerekirken, seçilmiş siyasetçilerin siyasi iktidarın söylemleri ile cezaevlerine konulması, seçmen iradelerinin yok sayılarak yapılan kayyım atamaları gibi hukuk dışı uygulamaların artarak devam etmesi temel siyasi hak ve özgürlüklerin açık ihlali olup kabul edilemez.
2022 yılında yüzlerce kadının erkekler tarafından öldürülmesi, LGBTİ+’ların nefret saldırıları sonucu yaşamlarını yitirmesi, kadın ve LGBTİ+ hakları için yapılan barışçıl toplantı ve gösterilerin mülki idare amirleri tarafından yasaklanması ya da kolluk güçleri tarafından şiddet uygulanarak engellenmesi, yüzlerce kadın ve LGBTİ+’nın işkence ve diğer kötü muamele ile gözaltına alınması, yetkililerin desteklediği LGBTİ+ karşıtı nefret mitinglerinin yapılması ve her bakımdan derinleşen ayrımcılık, tezavüz, taciz ve istismarın çocukları da kapsar hale gelmesiyle İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının ardında yatan gerçek amacın ne olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

Artık Türkiye toplumunun bir parçası, asli unsuru haline gelen sığınmacı, mülteci ve göçmenler, hala her türlü ayrımcılığa ve istismara, şiddete, nefret söylemine ve ekonomik sömürüye yoğun bir şekilde maruz kalmakta ve bu nedenlerle yaşam hakları da ellerinden alınmaktadır. Ülkede yaşanmakta olan ağır krizin fiziksel, ruhsal, sosyal ve ekonomik tüm sonuçlarından en derin şekilde etkilenen sığınmacı ve mülteciler, ne yazık ki toplumumuz açısından görmezden gelinen, hatta gözden çıkarılan hayatlar oldular.

Türkiye, son kırk yılın en ağır ekonomik krizlerinden birini yaşamaktadır. Yıllardır uygulanan borçlanmaya dayalı neoliberal ekonomi politikalarının, savaş ve çatışma harcamalarının sebep olduğu ekonomik kriz ve derin yoksullaşma, yurttaşların hem biyolojik hem de sosyal yaşamlarını sürdürülebilmelerini tümüyle imkânsız kılan ağır insan hakları ihlalidir. Hayat pahalılığı, işsizlik, yoksulluk, güvencesizleşme ve örgütsüzleşme en çok kadınları, çocukları, işçi ve emekçileri ve mültecileri vurmaktadır.

Son söz olarak; var oluş nedenleri hak ihlallerinin son bulduğu, hukukun, adalet, barış ve demokrasinin tesis edildiği bir ülke ve dünyaya ulaşmak olan bizler, dün olduğu gibi bundan sonra da tüm zorluklara karşın ihlalleri belgeleyip, raporlayarak görünür kılmaya, böylelikle önlemeye, cezasızlıkla mücadele etmeye ve insan haklarına saygıyı yükseltmeye devam edeceğiz.

İzmir Barosu
Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi
Hak İnisiyatifi Derneği
Halkların Köprüsü Derneği
İmece Dostluk ve Dayanışma Derneği
İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi
İnsan Hakları Gündemi Derneği
Özgürlük İçin Hukukçular Derneği
Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği”

Açıklamanın ardından İzmir barosu Başkanı Sefa Yılmaz söz alarak “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ne yazık ki bugün ülkemiz dahil dünyanın bir çok yerinde göz ardı edilerek yok sayılmaktadır. Buna bağlı hak ihlallerinin önüne geçmek adına hiçbir şey yapılmamaktadır. 2016 yılından itibaren ülkemizde OHAL uygulamaları olağan uygulama haline getirilmek suretiyle kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin yok sayılması, avukatların, akademisyenlerin, öğrencilerin, gazetecilerin, fikir insanlarının düşüncelerinden dolayı soruşturmalara uğramaları ve bu soruşturmalar çerçevesinde hukuka aykırı olarak sabaha karşı apar topar gözaltına alınarak tutuklanmaları; hak ihlallerine sistemli bir biçimde devam edilmesi bugün en önemli sorunlardan biridir” dedi.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.