
NURET ÇALICI (09.04.1963-16.07.2023)
Bugün 26 Temmuz günü Nuret Çalıcı yoldaşımızı, dostumuzu DEÜ Tıp Fakültesi Dekanlığı dersliğinde uğurladık. Bedenini kadavra olarak tıp bilimine , öğrencilerine ve öğretim üyelerinin hizmetine sunan yoldaşımız, eşi, dostları ve mücadele arkadaşlarının katılımı ile son yolculuğuna şükran töreni ile uğurlandı. DEÜ Tıp Fak. Dekan Vekili Prof.Dr.Hatice Nur Olgun ve Anatomi Ana Bilim Dalı başkanı Prof.Dr. Amaç Kiray teşekkür konuşması yaptı ve eşine plaket veridi. İmece-Der, Güzelyalı Haziran Meclisi, Ata Soyer Derneği, Maratoncular Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Sosyal-İş Sendikası Temsilcisi, Prof. Dr. Mehmet Zencir, hekimler ve dostlarının katılımıyla gerçekleşen toplantıda Nuret Çalıcı’ya saygı duruşu yapıldı. Dostları konuşmalar yaptı. İmece-Der adına Günseli Kaya spontane bir konuşma yaptı. Şunları söyledi;
“Bugün burada hepimiz sevgili dostumuz, yol arkadaşımız Nuret Çalıcı nın bedenini tıp bilimine, tıp öğrencileri ve bilim insanlarına kadavra olarak bağışlayan dostumuzu, arkadaşımızı saygı ve minnetle anmak için bir araya geldik; genelde herkes açısından oldukça zor görünen bir karar; toplumuzun sosyolojik dokusu açısından, genelde uygulanan ritüellere karşıtlığı açısından aile ve sosyal çevre açısından.. dolayısıyla bu kararı alan insanın kimliğine, kişilik özelliklerine bakmak gerekiyor.
Nuret 7 çocuklu bir ailenin dört erkek çocuğundan biri; yedisi çocuk 9 canın yaşamını hergün ve her gün yeniden üreten, emeği görünmeyen bir anne ile belediye işçisi bir babanın oğlu. Çorum un Mecitözü ilçesinden. Babanın ailesi tarım ve hayvancılıkla uğraşıyor. Mecitözü’nde o yıllar 23 maden, bir şeker fabrikası, Et Balık Kurumu ve küçük işletmeler var yani ilçe hem tarım hem sanayi -işçi kenti. Emek ve sermaye çelişkisinin yoğun yaşandığı kent..
Nuret küçük yaştan itibaren ev yaşamı, tarımla uğraşan dede ve belediye işçisi ve tek maaşlı bir evin yaşam gözlemcisi, yaşayanı. Yaşamın zorluklarını gözlemledikçe ve yaşadıkça nedenlerini sorgulayan, öğrenmek isteyen onun için de okuyan ve sonraki yıllarda da kitaplara aşık bir genç insan..Emek ile sermaye çelişki ve çatışmasını gördükçe, nedenlerini anladıkça safını erken yaşlarda belirliyor, tereddütsüz emeğin safında yer alıyor. İlk gözaltına alınması da lise çağında gerçekleşiyor bir bildiri dağıtımından..
Sonraki yıllarda maden işçilerinin, şeker üreticilerinin direnişleri, ..sonra 78 kuşağının özgürlük, tam bağımsızlık, demokratik TÜRKİYE şiarlarıyla mücadelesi biçimliyor kimliğini; yaşamın her alanında baskıya, sömürüye karşı çıkıyor. Suluova Yeniçeltek işçilerinin mücadelesinde Amasya, Merzifon da devrimci çalışmaları, 27 mayıs 1980 de Çorum’da faşizmin halka saldırısı ile başlayan ve ikibuçuk ay süren halkın direnişini örgütleyen ve yöneten devrimci militan; Gebze de, Kocaelinde, İstanbul da sanayide Krom Çelik fabrikasında, Galvaniz Boru Fabrikasında, Profilo’nun devrimci sınıf bilinçli işçisi… İşçilerle birlikte, onlardan biri ama bilinç taşıyanı, örgütleyeni..farklı sektörlerin işçileriyle de ilişkili sendikalara gidip geliyor, emeğin özgürleşmesi mücadelesine, örgütlenmeye, örgütlemeye çalışıyor var gücüyle..Yürekli, kararlı, inançlı bir kişilik; yaşamın zorlukları, zorlukları aşmadaki cesaret; korku iklimlerinde elini taşın altına koyan, sorumluluk almaktan çekinmeyen bir kimlik. Devrimci bir kimlik ve kişilik, örgütlü bir devrimci, işkencehanelerde, başeğmez yiğit bir militan..
Hastalığını öğrendikten sonra da yaşamı bir maratona benzeten, zaten kendisi aynı zamanda bir maraton koşucusu, son etabında da kendini bilime adayan bir kararlılık. Kendini tıp öğrencilerine materyal olarak veren ve biyolojik değilse de fiziksel varlığıyla öğreten, deneyimleten bir anlayış. Yaşamına, kararına selam olsun, saygıyla..
Nuret Çalıcı’yı ziyaret ettiğimiz zamanlarda, yaşamında önemli gördüğü kısımları bize anlatıyordu. Akçiğer kanseriydi, anlatırken çok zorlandığı oluyordu. Dinlenmesini kendisini yormamasını istiyorduk. Ama durmazdı Nuret, anlatırdı.. Biz ziyaretçilerinin yüreği elvermiyordu.. Bunun üzerine bazı kısa sorular hazırlayayım, onları kısa kısa cevaplarsın hem de kendini yormazsın dedim. Bizim Nuret sorularımı genişleterek yanıtladı. Ve bu işi ömrünün son döneminde uğraşı edindi. Kendinden yoldaşlarına, arkadaşlarına öyküsünün kalmasını istiyordu. Bize bıraktığı ses kayıtlarını metne çevirdim. Devasa bir metin çıktı. Bu metinden bazı kısımları yayınlarken çıkarabileceğimi söyledim. Sen nasıl uygun görürsen düzenle dedi. Aşağıya aldığım metin Nuret’in, devrimci komünis bir insan olarak kendi ağzından anlatımlarıdır.
“Doğum yerim Çorum Mecitözü. Beş – altı bin nüfuslu küçük bir ilçe. Geçimini çoğunlukla çiftçilikle sağlar. Bugünlerde de besicilik ve süt üretimi yaygınlaşmıştır. Ailem sosyo-ekonomik yapısı bakımından kır yoksulu sayılabilir; dedem çiftçiydi, babam belediye işçisi. Yedi kardeşiz; üç kız, dört erkek. İlkokulu Mecitözü Cumhuriyet ilkokulunda tamamladım, ortaokulu ve liseyi Mecitözü Lisesinde okudum. Çocukluk dönemiyle ilgili, yani özellikle ilkokul dönemiyle ilgili altmışlı yılların sonu, yetmişli yılların başını anlatan, çocukluk dönemiyle ilgili anılarımızı yazdığım, ailevi bir nedenle yazdığım, dedem, ebem, ben ve müştekilerin anlatıldığı “Değirmen” diye öykümsü bir yazı var. Gerekli olursa o yazıya bakılabilir, onu gönderebilirim. Onun dışında burada anlatacağım o yılları.
Küçüklüğümden, ortaokul döneminden ilk aklıma gelen; ben küçükken alışkanlık edindiğim bir huyum vardı. Bizim Mecitözü’nde bir tane gazete bayii vardı. Sabah kalktığım zaman çarşıya çıkar ilk olarak gazete başlıklarına bakardım. Bu, o dönemden kalma bir alışkanlığım, hâlâ da öyle. Günlük iki gazete okusam da, dakikalarca, alacağım gazetelerin bile gazete bayiinde başlıklarına bakarım. Bu benim için bir zevk, renkli bir alışkanlıktı. Çok da hoşuma giderdi. Bütün gazetelerin başlıklarına bakarım. O ilgimi çeken bir haber varsa farklı bir gazete daha alırım o gün. O yüzden bütün gazete manşetlerini kontrol etmiş olurum. Şimdi internetten bakma imkânı varken bile, hâlâ gazete bayilerinden bakmak çok hoşuma gider.
O yüzden ilk aklıma gelen gazete başlıklarına baktığım dönemlerde, yetmişli yılların başlarında, özellikle Günaydın Gazetesi’nde Deniz Gezmişlerin mahkeme fotoğrafları olurdu. O dönemden zihnimde kalmış Deniz’in iki fotoğrafı vardır. Birincisi bacak bacak üzerine atmış gülümseyerek yanındakiyle sohbet ederken fotoğrafı, ikincisi ise mahkemede işaret parmağını mahkeme heyetine doğrulttuğu ve savunmasını yaparken yargılanan değil de yargılıyormuş gibi olan fotoğraf, o fotoğraflara bakardım. Ne kadar yiğit insanlar diye düşünürdüm.
Daha sonra, ilk anımsadığım, siyasi ortamlarda orducular ve cepheciler diye bir ayrım vardı. Bizim orducu olduğumuz söylenirdi. Deniz’in kurduğu. Mahir’in kurduğu hareket de ‘Cepheciler’ diye isimlendirilirdi. Bu iki siyasi hareket arasındaki temel ayrımın orducuların önce mücadeleye başlayıp ondan sonra parti kurulabileceği, mücadele içinde kurulacağı, cepheciler için ise önce parti kurup sonra mücadeleye başlamak gerektiği şeklinde olduğu gibi böyle bir basit ayrım aklıma geliyor. Onun dışında ortaokul döneminde, 1973 yılında seçimler vardı, seçimlerle ilgili “Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu”nun yayımladığı bir sayfalık bildiriyi bana veren arkadaş, “Bu bildiriyi okuduktan sonra yak!” demişti. Ben, saatlerce, bayağı düşündüm, yakmak da istemiyorum. Bir yandan da disiplin var, yakmam gerekir. Yak denildi. Sonunda dayanamadım, bir saat sonra yaktım.
İlk defa gözaltına Mecitözü’nde afişleme nedeniyle alındım. İkinci gözaltı olayım ise 1976 yılında oldu. Bu arada, 1976 yılının Şubat – Mart aylarında, önce ‘Halkın Kurtuluşu’ çıkıyor diye afişler ve broşürler geldi. Daha sonra ‘Halkın Kurtuluşu’ gazetesi çıktı ve 1976 yılının Mayıs ayında, ilçemizdeki sinema salonunda 6 Mayıs’ta Denizleri anma etkinliği düzenlendi. Bu etkinlik tabii Denizleri anma etkinliği olarak duyurulmadı, o dönem hâlâ 12 Mart’ın etkisi sürüyordu. Fakat halk ozanları gelmişti. Onlardan Mehmet Koç’u ve Abuzer Karakoç’u hatırlıyorum, başka ozan var mıydı bilmiyorum, ama etkinlik konser şeklindeydi. Bu arada da konsere Çorum’dan da gelenler olmuştu. Çorum’dan, Sungurlu’dan gelen TÖB-DER’li öğretmenler bildiri dağıttılar. Aynı zamanda ‘Halkın Kurtuluşu’ gazetesi de dağıtılıyordu. Ben de dağıttım. Elimdekiler bitene kadar dağıttım. Bu arada ‘Halkın Kurtuluşu’nun içerisine de bildiri konulduğunu gördüm. Bildiri yine devrimciler imzalıydı ve bildiri “Yaşasın ulusal demokratik hak devrimi!” diye bitiyordu. Diğer şeyleri hatırlamıyorum, ama öyle bir şey vardı.
O arada benim yaşım küçük, sinemanın dışına giriyorum, çıkıyorum. Sinemanın girişinde, çıkışında polislerin bildiri dağıtan öğretmenleri gözaltına aldığını gördüm. Sonra yukarıya sinema salonuna çıktım. Uzun boylu bir abinin önünde paket vardı. O sonradan ismini öğrendiğim Çorum Sungurluluydu. “Abi,” dedim “polisler öğretmenleri gözaltına alıyor. Seni de gözaltına alırlar. Benim yaşım küçük, benden şüphelenmezler. Bildirileri ver saklayayım,” dedim. O da gülümseyerek “Tamam, al” dedi. Aldım, çıktım dışarıya. Sinemanın yan tarafı karanlıktı. Oraya attım. Orada bildirileri atarken sinemanın önüne bir ciple polisler geldi, ışıkları vardı. Cipin dışında olan polis beni fark etti. “Dur ne yapıyorsun, onlar ne?” dedi. Polis geldi, paketi aldı, paketi açınca paketin içinden gazetenin içindeki Devrimciler imzalı bildiri çıktı. Burada ikinci kez gözaltına alındım. Gözaltındayken bazı yakınlarım geldi. “Kimden aldıysan söyle,” falan dediler. “Yok!” dedim “Ben söylemem.” Bizim ilçede polis karakoluyla jandarma karakolu birbirine yakındı. Gece, karakolun Jandarma komutanı gözaltında kaldığımız kısma geldi. “Bunlar niye buradalar?” diye sordu. Paketteki bildiriye ve öğretmenlerin dağıttığı bildiriye baktı. “Öğretmenlerinin dağıttığı bildiriyi masaya bıraktık, bunda bir şey yok,” dedi. Bu yasal bildiriydi, daha sonra benim yakalattığım bildiriye baktı. “Ama, işte bu sorunlu!” dedi. Ben o zaman korktuğumu hatırlıyorum.
Hocam kaldığımız yerden devam edelim. Ortaköy’de kaldık. Ortaköy değil. Suluova’ya geldik ya. Suluova’da neden aranır duruma düştük? Evet, neden aranır duruma düştük? Önceden de söylediğim gibi Suluova’ya geldim. Her taraf polis kaynıyor. Devrimcilerin yoğun olduğu semte ve Vukuat Sinemasının önünde pazar kuruluyor. Bu bölge devrimcilerin etkili olduğu bölgeydi. Hatta devrimcilerin toplandığı yerde pazarın yanında iki tane kahvehane var. Ali’nin Kahve, Ener’in Kahve diye. Orada da hep maden işçileri, solcular, devrimcilere oturuyor. Oraya geldim, sordum, ne oldu? Ne işine her taraf polis kaynıyor diye. Orada isim vererek şu şu arkadaşların gözaltına alındığı, bugün hiçbir olay olmadığı halde gözüne kestirdiği yani önder nitelikli kişileri gözaltına alındığını söylediler. Bunun üzerine ben yeter artık bu kadar dedim. Zaten içeride beni görünce çevremde insanlar toplandı. Muhtemelen onlar da “Ne yapalım?” diye düşünüyorlar. Zaten iki kahve var orada. Onlar da solcuların oturduğu kahve. Beni de tanıyor herkes. Çevremde toplanıyor. Ben her tarafa haber gönderdim. Çağırdım herkes buraya gelsin. Pazarda, pazarın girişinde burada toplanalım diye. Sonra insanlar toplanmaya başladı.
Burada Elif Ana’dan bahsetmek istiyorum. Bunlar öğrenciler mi sadece öğrenciler değil halk. Öğrenci de var ama çok az. Tatil zamanı zaten büyük ihtimal. Tatil, okul açık olsa ben de okulda olurdum zaten. Muhtemelen cumartesi ve pazar. Neyse herkesi çağırdım. Elif ana var, Amasya’da bir ağanın yanına kadın işçileri toplayıp götüren çavuş. Oğulları bizim arkadaşımız. Oğlu şeker fabrikasında çalışıyor. Benim de kirada kaldığım, küçük, kulübe gibi gecekondu, onların evinin arkasındaydı. Arada bir onlara giderdim. Elif Ana bana çok ilgi gösterdi. Daha önce söylediğim gibi bıçaklandığımda benim kanlı gömleğimi bulmuş evden. Onu yıkamış ve bıçak deliğini dikmiş. Ben o gömleği eskiyene kadar giydim, unutmuyorum.
Hiç unutmayacağım bir şey de şu; halk arasında şöyle bir adet var. Bir yerde cenaze olduğu zaman sabaha kadar ışıklar yanar. Benim Amasya’ya gittiğimi, orada da tedavi olamadığımı Ankara’ya gönderildiğimi öğrenince bu kesin ölmüştür diye düşünmüşler. Çünkü çok kan akmış. Öyle düşünerek Elif Ana beni evladı gibi görüyor. Ağlayarak gömleğimi yıkıyor. Hem çevreden de kadınlar falan toplanmışlar. Ben ölmüşüm gibi sabaha kadar ışıklar yanmış orada. Ağıtlar yakmışlar. Sonra o da kadınları toplamış geldi.
Bir baktım şöyle, bayağı insanlar toplandı. Emre’nin kahvesinin yanında kazı mazı yoktu, ama hiç unutmuyorum, orada büyük bir kaya, belediye mi bırakmış geçici olarak, ne yapmışsa, gerçi kaya olmazsa pazarın duvarı var, duvarın üzerine çıkarım ama o kayayı hiç unutmuyorum. Kayanın üstüne çıktım. Ben orada bir konuşma yaptım. Ayrıntılarını tam hatırlamıyorum, ama “Bizim ne suçumuz var? Kimimiz madende çalışıyoruz. Kimimiz yabacıyız Kimimiz senin ağalarına gidiyoruz. Her geçen gün böyle baskı yapıyorlar. Arkadaşlar, biz bunlara sesimizi çıkarmazsak, yarın size, bir başka yarın da bize sıra gelecek. Buna artık bir dur demeliyiz!” Özet bu, ama öfkeyle söyledim. İnsanlar, gelen insanlar, kadınlar Doğu’dan gelmiş ama erkeklerin kimisinde yaba var, yaba dediğimde şeker fabrikasında küspelerin doldurulduğu uzun metal olanlar. Ama herkesin elinde bir şey var. Yüzlerce insan toplanmış.
Ben sinemanın oradan Karakolun önüne geldim. Polisler aşağıya indiler. Dedik ki; “Bizim arkadaşları bırakın!” Zaten seslerimizi duymuşlar. Hangi niyetle oraya geldiğimizi biliyorlar. Dolayısıyla dediler ki; “O kişiler burada değil, onlar Amasya’ya götürüldü. Biz bir şey yapamayız.” Birinci katta, kış ayı, şubat ayı, karakolda komiserin elinde sobayı, kömür sobasını karıştıran demirle bizi seyrettiğini gördüm. Daha önce gözaltına alındığımda, o komiserin MHP’nin gazetesi ‘Hergün’ okuduğunu biliyorum, bu yüzden sanırım özel olarak oraya göndermişler. O da aşağıya indi. Ben, o karakolunda önündeki cipin üzerine çıktım. İşte karar verelim diye düşünüyorum. Yani buraya kitlenin yürümesi bir şeyin başlanması da önemli ama bitirilmesi de önemli diye orada bitirmeye karar verdim. Ben geriye dönüşe karar verdim. Söylediğine inandım. Sonradan öğrendik ki aslında gözaltına alınanlar yukardaymış, sonradan öğrendik. Ben cipin üzerinde elimi kaldırdım, insanları susturmaya çalışıyorum. Sesim duyulsun diye cipin üzerinde çırpınıyorum. O esnada polisin biri benim iki bacağımı birden çekti. Fakat tepe taklak düşmedim de, kaydım. Cipin üstünden yere düşerken, şöyle bir sahne gördüğümü hatırlıyorum, o komiser elindeki sopayı kaldırdı, kitleye vurmak için elindeki sopayı kaldırır kaldırmaz sert bir şekilde geriye düştü, o ana tanık oldum. Zaten polisin beni cipin üzerinden düşürmesi üzerine toplanan kalabalık, elinde ne varsa cam çerçeveye atmaya başladı, karakolun camlarının tamamı yere indi. O komiser de geriye düşünce, silahlarını çekti polis, kitlelerin üzerine silahla ateş etti. Orada onlarca kişinin ölmesi gerekirdi o kadar ateş karşısında. Ama ben, “Acaba yukarı mı ateş ettiler? Kimse ölmedi.” Diye düşünür, buna hâlâ şaşırırım. Yaralanan kişi çok az oldu, dağıldık orada.
Mahalleye dağıldı insanlar kendiliğinden. Karakolun önünde, yerde yatan bir kadın gördüm. Orada kaç kişiyi gözaltına aldılar, bilmiyorum ama. Bir şekilde en geriye çekildim. O zaman bizim şöyle bir anlayışımız vardı. İlerlerken en önde, geri çekilirken en arkada olmamız gerekir. Mahallelere dağıldık, ben eve doğru gidiyordum. Kendi evime doğru gidiyorum, ama evin bilineceği için de eve de gitmek istemiyorum. O esnada herkes beni tanıdığı için mahallede bir aile beni eve davet etti. “Buraya gel!” dediler. En çok benim aranacağımı söylediler. Onların evine girdim, oturduk, böyle bir şeyler yedik içtik. Aradan yarım saat geçti geçmedi, kapı sert bir şekilde vuruldu. İçerideki kişilerden birisi çıktı. Evin bahçesi ve geniş bir bahçeye çıkan geniş kanatlı bir kapı vardı. Oradan “Kim o?” diye seslenince, muhtarla beraber polisler gelmiş “Açın kapıyı!” dediler. Ben o arada, yan pencereden ardiyeye, kömürlüğe girdim, saklandım. Gördüğüm insanların birkaçını gözaltına alıp getirdiler. Sesler kesilince, onların gittiğinden emin olunca, dışarıya çıktım. Ben o evden daha yukarıya doğru yürümeye başladım. Evime gidemiyorum tabii. Onlar da, beni kim görürse, eve çağırıyor. Bir aile gördü, çağırdı. Onlar da benim tanıdığım bir aileydi. Hatta uzaktan da bize sempati duyuyorlar. Yoksul, emekçi bir aile. Onlara gittim. Gece onlarda kaldım.
Haberleri dışarıdan alıyoruz. İnsanları gözaltına almışlar, terörist diyorlar, karakollarda dövüyorlarmış, işkence yapıyorlarmış. Bunları duyuyorduk orada. Ben, o evde 22 gün kaldım. Üçüncü gün bir tane maden işçisinin eşi geldi. Beni orada gördü ya da sürgün olduğumuz için ve ben o mahallede kaldığım için zaten herkes bizi tanıyor. Bana dedi ki, “Sen gel bizde kal,” O aile çok yoksul bir aileydi. Onların da akrabası imiş herhalde. Ben öyle tahmin ettim yani. O, yoksul aileye yük olmayım diye beni eve çağırdı ve onların evine akşam olunca gittim. Ev, bir maden işçisinin evi. Maden işçisinin çocuklarını da hatırlıyorum, okula gidiyorlar, ortaokul öğrencisi. Bunlar kendi aralarında, eşiyle maden işçisi konuşmuş, beni evde nasıl barındıracak, yarın ne yapacaklarına karar vermişler. Kendilerine göre bir plan yapmışlar. Evin girişinde salon gibi bir yer var. Salona açılan iki kapı var, iki tane oda var. Sağdaki yatak odası, soldaki çocukların odası herhalde, tam bilmiyorum. Şöyle düşünmüşler, sağdaki kendi yatak odalarını bana verdiler, “Sen burada yaratacaksın,” dediler. Odanın çatısında bir tane kapak var. O kapağın altında da masa var. Bana dediler ki “Kapı çalınırsa, polis gelirse, sen yatağından kalkacaksın Anında masaya çıkacaksın, oradan çatıya. Çatıdaki kapağı kapatacaksın. Biz de yatak odasına geleceğiz. Yani burada biz yatmış gibi olacağız, seni orada bulamayacaklar”.
Bu, arada hiç aklımdan çıkmayan bir şey. Hem bana böyle bir düzenek kurmuşlar. Ben aranıyorum herhangi bir sorun olsa zarar göreceklerini düşünmedikleri gibi kurulan düzeneği de hiç unutmuyorum. Her gün yemek yerken normal kendileri ne yiyorsa öyle değil de evlerine misafir gelmiş gibi yemek yapıyorlar. Ben de buna utanıyorum falan. Olayı hiç unutmuyorum. O ailenin fedakârlığını, soyadlarını hatırlıyorum ama şimdi söylemek istemiyorum. Fakat evin sahibinin maden işçisi olduğunu biliyorum. Bu arada sabahları ben sabahtan akşama kadar evde otururken eve kadının arkadaşları geliyor, misafirleri geliyor, beni görüyorlar. Benim yanımda normal ben yokmuşum gibi konuşmalarına devam ediyorlar. Arada bir bana bakıyorlar ama. Bildikleri için. İlgili bir şey konuşmuyorlar, ses çıkarmıyorlar, kendi aralarında konuşmaya devam ediyorlar. Bir de bunu hiç unutmuyorum.
Daha sonra Amasya’dan bizim arkadaşlardan birisi geldi. Resul, arayarak beni bulmuştu. Evi buldu. Biraz sohbet ettik. “Senin burada kalmaman gerekirdi. Artık gitmeliyiz, sen kesin yakalanırsın burada” dedi. Benim o zaman şöyle bir anlayışım var; burası benim görev alanım, buradan sorumluyum. Benim burayı terk etmemem gerekir. Olay sonrası, Hürriyet gazetesinde cenazenin hemen ertesi gün kaldırıldığını görünce ben de şöyle bir izlenim uyandı, ben komiseri polislerin vurduğunu düşündüm. Niye otopsi falan yapmadan hemen kaldırdılar diye düşünüyorum. O yüzden bildiri yayımlamak istiyorum, kendileri yaptılar falan diye. Yani otopsi yapmadan kaldırdılar diye. Yazdığım bildiriyi gönderecek kişi bulamadım. Daha doğrusu arkadaşlarla konuştuğumda, herkes çekindiği için de öyle bir işi onun için başaramadım.
Daha sonra Çorum’dan bizim yoldaşlar geldiler. Daha sonra işte Amasya’dan bir arkadaş gelip beni görmüştü. Onun kanalıyla, haberi olmuş, Çorum’dan para geldi. Önceki gelen arkadaşla beraber. “Sen burada kalamazsın artık, senin Çorum’a gelmen gerekiyor” dedi. “Orada görev alacaksın” dedi. Fakat bende de şöyle bir anlayış var. Bırakmak istemiyorum, burası benim görev alanım. Ben böyle bir olay nedeniyle görev alanımı terk etmemem lazım diye düşünüyorum. Yani böyle düşünmesem çoktan terk ederdim. Çünkü kitleyi oraya toplayan benim, kitlenin önünde yürüdüğüm için herkes biliyor. Benim bu işi yaptığım belli, en çok aranan kişi benim. Suluova’yı terk etmek istemiyorum. Birinci nedeni, şimdi bu benim görev alanım diyorum. Kaçmış gibi düşünüyorum kendimi. İkinci nedeni ise, işçi alanlarının önemini düşünerek hareket ediyorum. Bu açıdan Suluova, işçi sınıfı mücadelesi açısından çok önemli bir ilçeydi. Çünkü hem 23 tane maden var. Yeniçeltek’te, Eskiçeltek’te, bir de Suluova’nın yukarı tarafında. Savcıların etkin olduğu bir maden vardı, şeker fabrikası var. Ve bunların yan ürünlerini üreten Cevat işletmeleri var. Belediye var ve saire. Et Balık Kurumu var burada. Ve benim maden de dâhil belediye işçileri de dâhil her yerden bağlantım vardı. Hatta bir gün dışarıdan bir sorumlu yoldaş geldi. Biz evde konuşurken kapıdan iki belediye işçisi, sendikal konularda kafalarına bir şey takılmış, işle ilgili gelip bana soruyorlar. Ben de o sorunun cevabını bilmiyorum. Ben işçilerle ilgilendiğim sendika kolunda örgütlenmeye çalıştığımı zannediyorlar. O yoldaş da şaşırdı. Yani işçilerin benim evime gelmesine. Çünkü ben lise öğrencisiyim. Alanı terk etmek istemiyorum. O kadar yoğun aranmama rağmen sanki aranmıyormuş gibi ben geceleri kaldığım, barındığım evden çıkıyorum. O maden işçisi de “Nereye gidiyorsun? Başımıza iş açma!” falan diyor. Maden işçilerine işkenceler yapmışlar, bunları duyuyorum.
O kadar yoğun aranmama rağmen aranmıyormuşum gibi. Kaldığım barındığım yerden çıkıyorum. Saklayan maden işçisinden işçilere çok yoğun işkence yapıldığını öğreniyorum, duyuyorum. Aynı zamanda maden işçilerin oturduğu kahve olan kahveci Ali’nin kahvehanesi vardı. Yürüyemiyor dediler. Gittim buldum evini. Onu ziyarete gittim. Yukarıda tutuyor ayağını. Beni görünce, Ali abi ağlamaya başladı. Ama bir yandan da insanlar benim yakalanmadığımı görünce, gözlerinin parladığını hissediyorum. İnsanlar seviniyorlar, iyi insanlar. Orayı terk etmek istemiyorum. Demin dediğim gibi işçi sınıfının mücadelesi önemli. Tabii uzun süre tartıştık, tartıştık. Pala yoldaş dedi ki “Tartışma bitmiştir. Geleceksin.” Evet, diğer gelen Celal Tüzün, anlaşarak onun kanalıyla, orada çok geniş akrabaları olan bir arkadaş olduğu için sonrasında beni çok daha rahat buldu. Ne dedi geldikten sonra? Çorum’a gelip Şehir Komitesinde çalışmamı istiyor. Şehir Komitesi üyeliğine beni teklif eden Pala. Bölge komitesi sorumlusu. Şeref Hoca’yla da Suluova’da çalıştım. Buraya, Suluova’ya gelince benim evde kalıyordu. Sonra, anlatacağım.
Pala dedi ki “Hocam Çorum’da Şehir Komitesinde görev yapmaya devam edeceksin. Merzifon’a da bakacaksın. Suluova’dayken Merzifon’a da gidip geliyorum. Pala profesyonel, diğerleri memurdu. Biri öğretmen, biri ziraat memuru. Onlar daha tecrübeli benden. “Sen profesyonelsin, senin daha büyük sorumluluğun var,” dedi bana. Ben ikna oldum artık. Ben lise öğrencisiyim, aranıyorum. Merzifon’a gittiğim zaman görüyorum, polis kapıya ayağını dayamış, sokaklarda beni arıyorlar. Çorumda gençlikle ilgileniyorum. Genç Komünistler örgütü de var. O zaman GKB parti üyesi gibi çok azdı. Evet, ağırlıklı olarak komünist örgütlenmesi kurmaya çalışıyorum.
1980 Mart, Nisan, Mayıs ben çoğunu da tanıdığım ilişkileri geliştirdim, insanları tespit ettim. Bu arada 30 Mayıs’ta Çorum olayları başladı. Şöyle başladı Eskişehir’de Gün Sazak öldürüldüğü için, Gün Sazak’ın cenazesine gidenler dönüşte Çorum merkezinde, solcuların Alevilerin ve tanıdıkları kişilerin işyerlerine, dükkânlarına saldırıda bulundular, taşlarla saldırıyorlar. Bu arada, alt tarafında Milönü’nün altlarında bir Askerlik Şubesi var. Onun yanında da bir cadde. Samsun yoluna paralel bir cadde, o caddede barikat kurduk. Cevat Yurdakul’un öldürülmesinden sonra da barikat kurulmuştu. Halkın Kurtuluşu da yazmıştık. Onu örnek aldık. Gelmesinin sebebi Adana’da Cevat Yurdakul’un öldürülmesinden sonra. Halkın Kurtuluşu bunu manşetten vermişti. O da hem görsel olarak hem de haber olarak.
Paris Komünü örneği var, bütün diğer öncülleri gibi Paris Komünü de barikatları minimize ettiği için biz de Askerlik şubesi tarafındaki paralel yolları kapattık, yolların başına çöp bidonlarını koyduk, daha sonra çevresini güçlendirerek o yolları kapattık. Askerler geldi, subay geldi. Barikatın başında da ben varım, subayla ben muhatap oldum. “Niye kapatıyorsunuz?” “Böyle böyle saldırı geliyor. Üstünde görüyorsunuz ki barikat. Siz de diyorsunuz ki barikatı kaldırın. Barikat nedir? Savunma aracıdır. Saldırı aracı değildir. Biz bu barikat kanalıyla insanlara zarar veriyor muyuz? Hayır. Biz bunu savunma amacıyla yapıyoruz” deyince, “saldırganlara engel olmak için” deyince subay ikna oldu. Hatta subayla el sıkıştık gitti. Ben o zaman da çok şaşırdım. Demek ki doğruyu gören de varmış. Oradaki mücadeleye Şehir Komitesi adına yönetiyorsun. Evet, başka arkadaşlarda var. Diğer Şehir Komitesinden arkadaşlar gündüz saatinde iş yerindeler. Ama başlangıçta şöyle bir olay da oldu, uykusuz, harekâttan sonra biz biraz daha yukarı Milönü Meydanı’na çekildik ve meydandan yukarıya ana caddeyi yani, Çorum Kalesi’nden Milönönü’ne gelen Samsun – Ankara Caddesini de kapattık. Barikat kurduk. Samsun, Ankara otobüsleri de oradan geçiyor. Barikatta toplandık. Sadece taraftarlarımız var. Halktan kişiler var, çok az sayıda Milönü Meydanı’na 500 metre.
Biz, insanlar gelir diye bekliyoruz. Diğer siyasi gruplar uzaktan, kahveden bizi seyrediyorlar, fakat gelmiyorlar. Arkadaşları, “Dikkat gösterin, hassasiyet gösterin mümkün olduğunca. Daha çok insan katılsın, gelsin” diye uyardım. Genel sloganları atıyorlar. “Kahrolsun faşizm!” gibi. Kimse gelmiyor. Diğerleri de insanlar bakıyor. Arkadaşlara “Halkın kurtuluşu engellenemez!” sloganını ve diğer sloganlarımızı atmalarını söyledim. Asker geldi. Askerlerin başındaki, “5 dakika süre veriyorum. Dağılın!” diyor. Şehrin merkezinden dumanlar yükseliyor. Biz de görüyoruz. Yani herkes görüyor, dumanlar yükseldiğini. Buradan ateş emri vereceğim diyor, o öyle konuşurken. Arkasından konuşuyor tabii, öndeki askerler elleriyle böyle “ Hayır, biz yapmayız, biliyorsunuz,” anlamına gelecek işaretler yapıyordu. Yaşadığım bu olayı hiç unutamıyorum. Şimdi subay bizi tehdit ediyor, diyor ki “Ateş edeceğiz”. Sorumlu ben olduğum için arkadaşlar bana bakıyorlar. Benim kararıma bakıyorlar, ben “Dağılıyoruz” desem dağılacaklar Düşünüyorum, acaba “Ateş!” derse bir arkadaşımızı kaybedebiliriz. Onun dışında, onlarca insan ölebilir. O zaman bunun sorumluluğunu üstlenmek ağır gelir. Sırtımda tonlarca yük hissettim. Bir yandan da barikatı kaldırırsak, öbür tarafta şehir merkezinden de dumanlar yükseliyor. Bu arada subay “5 dakika, 10 dakikada barikatı kaldırın!” diyor. Biz kaldırmadıkça süreyi uzatıyor. Bu yarım saate kadar uzadı. Şöyle düşündüm, en son ateş açamazdı. Onlarca kişi ölümünü göze alamazlar diye düşündüm. Ve ben öne çıktım subaya dedim ki, önceki subaya söylediğim sözü ona da söyledim. “Bu barikat saldırı amaçlı değil savunma amaçlı. Saldırı aracı değil savunma aracıdır. Bakın aşağıda dumanlar yükseliyor. Niye oraya müdahale etmiyorsunuz?” Subay beni ikna etmek için dedi ki “Müdahale ediyoruz. İsterseniz içinizden birkaç kişiyi arabayla götürüp gösterelim”. “Göstermenize gerek yok” dedim. “Neler olduğunu görüyoruz”. “Ama burası şehirlerarası yol” dedi. Ama daha sonra asker geri çekildi. Biz de kendiliğinden araç trafiğine yolu açtık. Milönü Meydanı’ndan Yukarı Milönü Mahallesine çıkan yoldaki barikatı daha da güçlendirdik. O mahalleye açılan ana caddedeki ana barikatın arkasına da onlarca barikat kuruldu. O arada halk kendiliğinden her sokağa barikat kurmuştu. İnönü Mahallesinde neredeyse her sokağın başına halk barikat kurmuştu. Can güvenliği nedeniyle insanlar kendiliğinden barikat kurmuşlardı. Ertesi gün Milönü Meydanı’nda barikatın başında beklerken özellikle gün doğumuyla beraber görülmeye değer bir manzara oluşmuştu. İnsanlar çay yapmış, pişi yapmış barikata getiriyorlardı. Böyle bir dayanışma vardı.
O esnada yoğun bir askerî hareketlilik oldu. İki üç cemse asker geldi. Birden barikatın başına, barikatı dağıtmak için geldiler. Ben de mücadele anlayışımızdan dolayı, yani “ilerlerken en önde gerilerken en arkada” diye, kitlenin en önündeyim. Giderken de en arkadaydım, bir anda askerler çevremi sardılar. Ben yirmi otuz tane askerin ortasında kaldım. Kitle de biraz geriye çekilince, tabii asker olduğu için ne de olsa çekiniyorlar, gözaltına alıyorlar falan diye. Çoğu memur vesaire. Çalışan, sıradan insanlar, ev kadınları var. Ben askerlerin ortasında kaldım. Zaten aranıyorum. Neden arandığım da ortada
Birden, bir anda o meydanda “Yavrum!” diye büyük bir çığlık atıldı. Herkes sustu. Askerler de sustu. Ben bir baktım, bağıran kadın bizim bir kız arkadaşımızın annesi TÖB-DER’li bir öğretmen, askerleri yararak o şaşkınlıktan faydalandı. O çığlık üzerine herkes bir susup durunca, şaşırınca o gevşeklikten yararlandı. Askerleri yararak geldi. Beni ön tarafımdan kollarıyla sardı. Benim de üzerimde parka var. Parkanın dışından değil de sıkı tutayım iyice diye böyle parkanın altından vücudumu sardı. Yanında da iki tane kadın yardımcısı var. Birisi Haydar Cemiyet’in annesi. Onlar biri bir taraftan, biri diğer taraftan beni kucaklayan anneyi tutuyorlar. Onlar bir yandan bizi çekiyor, asker bir yandan. Ben ortadayım. Ama beni parkanın altından kucakladığı için öyle bir sıkı sardı ki “Oğlum, bu benim oğlum, bırakın! Ne suçu var onun?” diye. Durmadan bağırıyor böyle. “Oğlum, oğlum,” diyor, başka bir şey demiyor. Askerler de beni arkadan çekiyor. Askerler kolumdan çekiyor. Kolumdan çektikleri için parka birden çıktı. Annelerin tarafında kaldım. Parka, askerlerin elinde kaldı. O şekilde ben kurtuldum. O anı hiç unutamıyorum.
Bizim parti örgütlülüğünün dışında bir de Yurtsever Devrimci Gençlik Federasyonumuz vardı. Oradan da merkezden bir arkadaş gelirdi. Biz bir nedenden dolayı YDGF konferansına katılamamıştık. Ben de delege olarak katılacaktım. Benim katılamama rağmen konferansta beni YDGF’nin Merkez Yürütmesine seçmişler. YDGF Merkezi’nden Karadeniz Bölgesi’ne bakan arkadaş geldi. Bu kararı anlattı. Ben de bu konuda kendim karar veremeyeceğimi söyledim. “Benim de sorumlu olduğum bir yer var. Oraya sormam lazım, ona göre hareket ederim,” dedim. Pala’yla konuştum. “Asla olmaz! Niye sormadan hareket etmişler?” dedi. “Daha sonra sen toplantıya gittiğinde, söylemen lazım bunu,” dedi. Sonra haber geldi. Türkiye’nin Ege Bölgesi’ndeki bir ilinde ilk yürütme toplantısı yapılacakmış. Bir arkadaş geldi, bana hem haber verdi hem de beraber Ege Bölgesi’ndeki o şehre gidip Yürütme Kurulu toplantısına katılacağız. Ve ben ilk toplantıda diyeceğim ki “Benim sorumlu olduğum başka görevlerim var. Ben bu görevi yapamayacağım,” diye söyleyeceğim.
Ege Bölgesi’ne giderken otobüste yolun yarısında ben uyumaya başlamıştım. Kulağıma bir askerî marş sesi geldi. Ben de çok radyo dinlerim. Radyoda “Silahlı Kuvvetler Saati” diye bir program olurdu. Askerle ilgili haberler verildi. O marş orada çalardı. Fakat “Gece yarısı olmuş!” dedim. “Allah Allah! Bu saatte böyle bir program mı olur? Niye askerî marş çalıyor?” diye içimden geçirirken bir anda insanlarda böyle gürültü, uğultu oldu. Otobüste kimisi Erbakan’a kızıyor, “Baklavanın altı üstü kızardı,” diye yutturuyordu. “Şimdi görsün gününü!” diyorlar. Kimi Ecevit’e kızıyor, Kimi Demirel’e. Bir gözümü açtım baktım ki askerî darbe olmuş.
Yollarda beş on kilometrede bir askerler, otobüsü durdurup kimlik yoklaması falan yapıyorlar. Neyse sonuçta Ege Bölgesi’ndeki şehre gittik. Orada benim yakınlarım vardı. Ben elimdeki bileti göstererek sokağa çıkma yasağı olmasına rağmen garaja yakın bir yakınımın evine gittim. Sonuçta toplantı da olmadı. Oradan, ertesi gün, ben Çorum’a döndüm. Şimdi Çorum olaylarından sonra Çorum direnişi, 12 Eylül’den sonra haklı bir şekilde direniş devam etti aslında. 12 Eylül öncesi sivil faşistlere karşı barikatlı, silahlı, çatışmalı iç savaş şeklinde süren direniş, 12 Eylül sonrası, 12 Eylül faşizmine karşı, bu sefer direkt devlet ve devrimciler karşı karşıya idi. Bizim ona karşı mücadele yürütmemiz gerekiyordu. Bu mücadeleyi de biz ağırlıklı olarak şu şekilde devam ettirdik. Bildirilerimizle 12 Eylül faşizmini teşhir etmek, halka anlatmak. Çünkü o zaman kitlelere yönelik faaliyet yürütme imkânı yoktu, her şey yasaklanmıştı. Bütün faaliyetlerimiz yasaklanmıştı. Biz de faaliyetlerimizi yasaklara rağmen sürdürecektik. Çok yaygın bildiriler dağıtıyorduk. Bildirilerimizi de Partizan Teksiri’nde basıyorduk. Onun dışında daha çekici kılmak için o dönem bir şey vardı, kırtasiyelerde satılıyordu. Böyle plastik harfler dizilerek ıstampaya basılıp yazı yazılabiliyordu, halkımıza yazıyorduk. Her bilginin başlığı ‘Halkımıza,’ oluyordu. Bunu kırmızı mürekkeple yapıyorduk. Bildirinin imzası ‘Halkın Kurtuluşu Taraftarları’ şeklinde olurdu. Bu ‘Halkın Kurtuluşu Taraftarları’nı da mavi yapıyorduk, dikkat çekici olsun diye. Bunun yanı sıra resmi iyi olan arkadaşlarımıza, resim öğretmeni olan arkadaşlarımıza bu mumlu kâğıda resim de çizdiriyorduk Mumlu kâğıt aslında normal teksir de kullanılıyor ama aynı mumlu kâğıtla biz partizanda da baskı yapıyorduk. Resim de çizerdik daha etkili olsun diye. Çok yaygın bildiri dağıtırdık. 12 Eylül darbesinden bir birkaç gün sonra ilk dağıttığımız bildiride belki de Türkiye’de 12 Eylül yönetimi hakkında beşli çete deyimi ilk defa o bildiride kullanıldı. Çünkü elimize daha hiçbir yayın falan gelmemişti ama beşli çete deyimini kullandık. Çorum’da etkili bildiriler yazıyorduk
Çorum Direnişi döneminde bazen iç savaşa varan karşılıklı çatışmalar şeklinde olsa da, 12 Eylül sonrası, o bulunan ortam gereği kitle hareketleri durdu, kitle örgütlenmeleri durdu. Biz siyasi ortamın gereği teşhir faaliyetine ağırlık verdik, ama hem direniş hem saldırı devam ediyordu. Direniş nasıl devam ediyordu? Saldırı nasıl devam ediyordu? Polis yoğun bir şekilde daha önce gözaltına alınan devrimciler başta olmak üzere işyerlerinde direnen işçileri, emekçileri gözaltına alarak daha çok bu direnen kesime işkence yapıyordu. Hatta çimento fabrikası işçisini ziyaret etmiştim ben gözaltından çıktıktan sonra anekdotu burada anlatmak istiyorum.
Bir işçi, işkenceyi anlatırken diyor ki; “Şöyle elektrik veriyorlar, böyle elektrik veriyorlar”. Nasıl direndiğini de bu şekilde gerekçelendiriyordu. İçimden dedim ki; “Nasılsa Kerbela’da da böyle yapıyorlardı. Kerbela’dan beri bize işkence yapıyorlardı. Onu düşündüm, teselli buldum, direndim,” diyordu. Yani kendi anlayışına, kültürüne göre bir direniş şekli bulmuş kendine. Bana çok ilginç gelmişti. Zaten direndiği için de serbest kalmış. Devrimcilere de çok yoğun işkence yapıyorlardı. Devrimciler ve emekçiler burada saldırıya uğrayan kesim olmasına rağmen daha çok devrimcilere saldırı oluyordu. Ben neredeyse neredeyse direnişin öncüsü insanların hemen hemen tamamı o dönem biz tabii teşhire ağırlık veriyorduk. Bu teşhirde de saldırı işi en yoğun işkence şeklinde olduğu için işkencecileri teşhir etmemiz gerekiyordu. Demin bildirileri nasıl hazırladığımızı, başlığı nasıl attığımızı, imzasını nasıl yaptığımızı söylemiştim. Bildirileri biz çok yaygın bir şekilde evlere dağıtıyorduk. İnsanlar da alışmıştı. Ve hiçbir zaman bizim hakkımızda yani bildiri hakkında ihbarlar gelmedi. Bu bilgilerimizin ne kadar etkili olduğunu göstermek açısından iki tane örnek vermek istiyorum. Birincisi demin söylediğim gibi işkenceye ağırlık veriyorduk. O konuda şöyle bir şey yaptık
Bütün çevremize, taraftarlarımıza, arkadaşlarımıza haber verdik. Şöyle bir aylık çalışma yaptık. Dedim ki işkencecilerle ilgili işkenceden geçen arkadaşlar bilebildikleri işkencecilerin isimlerini, tariflerini yazıp getirsinler. Bir de işkenceciler Milönü Mahallesine geliyor, işte müşteri kılığında falan iş yerlerine girip insanlar hakkında bilgi almaya çalışıyorlardı. Bir gün de şöyle bir şeye rastladım ben. Bir gün yürürken birden üzerime sivil polis aracı sürüldü. Ben bunu hemen saniyesinde anladım. Yani kaçarsam benim devrimci olduğumu anlayacaklar diye, kaçmadığım gibi böyle kafamı uzatıp otomobilin içine baktım. Ve hemen de arkadaşlarımı uyardım, “Üzerinize polis aracı sürerse, sürülürse, kaçmayın. Tam tersine kafanızı uzatın, minibüsün içinde otomobilin içine bakın. Öyle olunca adamlar çekip gidiyorlar.” Gerçekten, ama tedirgin olup kaçsan, anında yakalayacaklar. Böyle yöntemler de kullanıyorlardı. Bunların kullandıkları araçları, renkleri, plaka numaralarını, halkın arasına nasıl girdiklerini, nasıl soru sorduklarını, genellikle hangi tür iş yerlerine girdiklerini (örneğin daha çok çay bahçelerine, çay ocaklarına gidiyorlardı orada) biz bile bazen fark ediyorduk polis olduğunu. Yanımızda oturuyor. İnsanların sohbetlerini falan dinliyorlar. Neyse böyle bilgileri topladık topladık. Geniş bir liste oluşturduk, bir bir isim listesi, tarihleri, bir de kullandıkları araçlar, bir de hangi yöntemlerle halkın arasında çalışıp bilgi topladıklarını.
Ve şu başlıkta bir bildiri yayınladık; “İşte İşkenceciler ve Yaptıkları” diye. Bildirinin girişinde işkence teşhir ediliyor, onların nasıl çalıştıklarını çok kısa anlatıyorduk Ondan sonra sıra geliyordu. Şu şu plakalı aracın işkencecilere ait olduğunu ve hemen arkasından da işkencecilerin listesini. ……..
…..
Bir gün bana çok sevdiğim genç yoldaşlardan biri geldi. Kendisinin de akrabası olan öğretmenin ismini söyleyerek dedi ki, bilmem ne hoca diyelim adı Ahmet olsun. “Ahmet hoca seninle görüşmek istiyor.” Ama bir yandan da böyle bıyık altından muzipçe gülümseyerek söylüyor Benim de bu hocayı sevmediğimi biliyor. Burada uzatmama gerek yok. “Seninle görüşmek istiyormuş” dedi. Dedim “Neymiş? Sorun neymiş?” Yine muzip muzip gülüyor. Sonunda açıkladı; “12 Eylül sonrası dağıttığımız bildiriler, oralarda etkili olmuş. Dedi ki yoldaş, dedi bu bildirileri yazan yoldaşa söyleyin, mümkünse biraz daha kötü yazsın bildirileri. Burada siz ne zaman bildiri dağıtsanız, ne kadar öğretmen, edebiyat öğretmeni varsa gözaltına alıyorlar.” Ondan dolayı öyle bir ricası varmış. Sanıyorum en başta o bildiri daha edebi dille yazılmıştı. Bu bildiriden dolayı bunlar bunu yazsa yazsa edebiyat öğretmenleri yazıyordur diye düşünmüşlerdir veya kabaca cahil olan bunlar, edebiyat öğretmenlerine yazdırıyorlar diye düşünmüşlerdir.
O dönem Bulgar işçiler çalışıyor demiştim. Göçmenler vardı ama buraya gelmeden önceden not almada unuttuğum bir şey söyleyeyim. Bu ilk dağıttığımız bildiri şey de, o dönem Özgürlük Dünyası dergisinde küçük bir kare içerisinde yayınlandı. Profilo işçilerin vefası, arkadaşlarını unutmamışlar diye, orada da haber olarak var bu tarihte görülebilir. Özgürlük Dünyası dergisinde. Neyse ben özellikle doğal olarak, bir devrimci olarak sosyalist ülkelerden gelen insanların anılarına devam ediyor, başka fabrikalarda da benim böyle çok çok uzun uzun konuşmalarım oldu. Zamanım olsa da yazsam gerçekten çok çok farklı şeyleri anlattılar ama yaşlı işçilerin anlattıklarını anlatmak isterdim. Yani çok güzel şeyler var. Ders çıkaracak olaylar var ama bu genç arkadaşlarla yaptığım konuşmayı anlatayım. Şimdi Bulgaristan’dan gelmiş. Ben onun yanına gittim. Onun yanında çalışma şeyi yani onun yanına yaklaştım, onun yanına konuşuruz, sohbet ediyoruz, yemek aralarında falan bir ara konuşurken ben ona dedim ki “Tütün romanını okudun mu?” Çocuk gözleri fal taşı gibi açıldı. Nasıl böyle şok oldu, neredeyse şaşırdı. “Sen de mi?” dedi. “Bulgaristan’dan geldin? Niye gizledin? Konuşmandan anlaşılmıyor.” “Yok,” dedim. “Ben Bulgaristan’dan gelmedim, ama sosyalist bir insanım. Biz bu romanları okuduk, çok başka romanlar da okudum,” dedim. Çocuğun heyecanlanmasının nedeni o Tütün romanı, Bulgaristan’da ödeviymiş, ödev olarak yapmış bunu. O yüzden onun heyecanlanmış çocuk aklıyla. Sohbetin bir yerinde dedi ki “Bu sene, bu yaz tatili nereye gideceksin?” “Bilmem,” dedim. “Moskova’ya gitmeni öneririm. Moskova çok güzel,” dedi. Dedim ki “Sen, daha Türkiye’ye yeni geldin, sen daha alışamadın. Bak,” dedim. İsmini hatırlamıyorum. “İstanbul’da deniz var, biliyorsun değil mi?” dedim ve “Burada bu kadar nüfus yaşıyor. İstanbul’da denize girmeden hayatını tamamlayan insanlar var. Burası öyle değil. Yaşadıkça göreceksiniz. Senin yaşadığın dönem farklıydı demek ki onlar o dönem tatil yapabiliyorlarmış ve Moskova’ya gidebiliyorlarmış” ve orayı tavsiye ediyor bana. Düşünebiliyor musunuz, o dönemin ortaların yaşadığı ortamı.
Daha sonra, burada sigorta ile ilgili bir sorun var. Neden olduğunu bilmiyorum, ama bir gün bana bir kişi gel dedi “Seni şeyden çağırıyorlar, temsilcilikten.” Tabii ki işi bende zannettim. Şey ile ilgili nedenler, sigorta ile ilgili çağırıyorlar. Ama ona gelmeden başka bir şey söylemem lazım. Oraya atladık bak. Not almamışım bu Foklis arkadaştan bahsetmiştim. Onun bir akrabasına, ben kimlik yaptım, kimlik yapma nedeni falan da anlatmayayım. Neyse önemli değil. O da çok ters bir şekilde yakalanmış. Onun yakalandığını öğrendim. Ben ertesi gün Foklis arkadaşlarla çay paydoslarında, yemek aralarında, dışarıya çıkabiliyorduk, kahvelere yakın kahvelere oturabiliyorduk, orada buluşuyorduk. Normalde benim onu şeyde görmeyince kahvede görmem, diğer arkadaşlar geldi o gelmedi. Normalde ilk olarak illegal koşullarında ben de arandığım için zaten bu konularda daha tecrübeliyim. Onun gelmediğini görünce, tedbir alıp uzaklaşmam gerekiyordu oradan. Yani yakın çözülmüş bizi ele vermiş olabilir diye. Çünkü siyasetten biliyordu. Ben de çok tartışıyordum onunla, başka detaylar da vardı anlatmayayım, neyse 90 yılı bu fabrikada çalıştığım tarih, 90 yılına kadar hep kaçmama üzerine, dediğim gibi hep kaçmama üzerine kumar oynadım ve hepsinde de kazanmıştım. Burada da aynısını yaptım. Kaçmama üzerine kumar oynadım. Çünkü ben böyle bir fabrikayı bırakmak istemem. Daha önce birçok yeri bırakmadım, burayı niye bırakayım? O yüzden şeye gittim ki temsilcileri orada 3-4 sivil oturuyor. Anladım tabii polis olduklarını. Böyle önce 5 – 10 dakika orada oturduk. Daha sonra “Hadi kalk gidelim,” dediler ve oradan Gayrettepe’ye gittik. Gayrettepe’ye götürdüler. Yani ben 1980’de aranmaya başlamıştım. Burada yakalandım, fabrikaya da Ahmet Ecmen sahte kimliğiyle girmiş çalışıyordum. Sahte kimlik suçlamasıyla alındığım için tabii ilk başta benim sahte kimliğime baktılar, ama ben kimliği o kadar güzel yapmışım ki, işlerinden tecrübeli bir polis “Yok, bunun” dedi. “Kendi kimliği sahte değil, başkasına yapmış ama” dedi. “Bu kimlik şey” dedi. Daha sonra akşam oldu. Bunlar tabii başladılar, önce kaba dayakla başladılar. Ben bu şeyleri ayrıntılı anlatmayayım ama burada anekdot olarak bazı şeyleri anlatayım. Şimdi diyelim aradan iki gün geçti, iki gün geçtikten sonra diyorlar ki “Konuş ulan, konuş, şimdi şu saatten sonra…” diyorlar. “Zaten bildiğin yerleri değiştirmişlerdir yani.” Hakikaten de bu şeyler. Sorgu grupları partilere, gruplara göreydi diyelim. Bizim partinin grubu beni sorguluyor, partinin net anlayışını asgari ölçüde bildiklerini, yani bizim pratikte yaptığımız şeyleri, aldığımız önlemleri, alacağımız önlemleri, bildiklerini gözlemledim. Onların konuşmalarından, anlatımlarından bildiklerini anladım. Bunun dışında buradaki sorgudaki tavrımda Militana Notlar kitabından okuduğum şeylerin çok faydası oldu. Sorguda nasıl davranılması gerektiği anlatılıyordu. Orada en başta gelen ilke de aklıma gelen, yani şunu söyleyeyim, biraz rahatlayayım işkence diye en küçük bir şekilde orada öyle bir şey anlatılıyordu. “Kapıyı aralamayın, kapıyı az bir şey de olsa aralarsanız, sonuna kadar giderler,” diye. O ilkeyi hiç aklımda aklımdan çıkarmadım. İkinci olarak da diyor ki, “Orada asla yalan söyleme, yalan söylesen bile, söylemek zorunda kalsan bile, söylediğin yalan açığa çıkarsa, bunu inkâr et,” deniyordu. Başka buna benzer şeyler de var. Uzatmayayım, ama ben oradaki ilkeleri aklımda tutup, hep onlar aklımda ona göre davranacağım, ama bir de ben kendi kendime özel bir ilke ekledim. O da şu: Kendi kendime karar verdim. Sorguya başlandıktan sonra dedim ki işkenceciler sorguyu arttırdıkça, uzattıkça veya işkenceyi arttırdıkça, ben de direnişimi arttıracağım. Onlar beni değil, ben onları yıldıracağım, dedim. Ben, bu şekilde psikolojik olarak karşındakini yıldıran böyle bir plan yaptım. Hem de diğer kuralları uygulayacağım. Bu arada da tabi illegal ortamda olduğumuz için üzerimizdeki defterde notlar şu şekilde: Diyelim buluşma notları, hepsini ben tamamını telefon numarası şeklinde yazıyorum. Kendime göre şifre yapmışım. Gününü, saatini, telefon numarasının içeriğine, içerisine yerleştiriyorum. Bir de telefonun karşısına buluşma yerlerini veya içeriğini belirleme açısından da bir şeyler yazıyorum. Onu da inşaat kelimelerinden seçiyorum. Örneğin Devrimin Sesi ile ilgili buluşma yapacaksam, telefon numarası, buluşma yeri, buluşma saatinin yanında fayans yazıyor. Bilmem nereyle buluşacaksam, sıva yazıyor, benzer şeyler yazıyor. İlk başta bu defterden dolayı benimle bayağı aşırı dalga geçtiler; “Bir de illegal olacak. Şuna bak telefon dolu.” Beni her gün, en az 10 kişinin karşısına çıkarıyorlar. Sonra anladılar onların telefon olmadığını. Çünkü ben şifre yapmışım, ama tesadüfen tutuyor. Telefonu arıyorlar, ev telefonu çıkıyor, direkt gidip baskın yapıyorlar. Oradaki telefonlardan sadece bir tanesi doğruydu. Ev ararken bir ev sahibiyle konuşmuştum. Yasal olduğu için siyasi bir kişi olmadığı için, ev sahibinin telefon numarasını yazmıştım. Bir tek onu getirmişler. O da demiştir “Bu benden kiralık ev aradı, ama olmadı. Anlaşamadık” diye onu anlatmıştır. Onun dışında getirdikleri sıradan insanlar. En sonunda anladılar, bozulmuşlardır. “Ulan, senin yüzünden her gün onlarca kişiyi rahatsız ediyoruz,” falan filan. Neyse benimle dalga geçtiler, ama kendileri aslında dalgaya düştüler.
Sonra bir de şöyle bir olay var. Bana normal yiyecek dışında çay, sigara teklif ettiklerinde, asla kabul etmiyorum. Bana diyorlar ki “Sen sigara içiyorsun, elinde sigara tütünü izleri var, parmağında sigara sarılığı var,” diyorlar içmiyorum. Sabah geliyorlar, kendileri kahvaltı yaparken tost söylüyorlarken “Sana da söyleyelim mi tost?” diyorlar. “Söyleyin,” diyorum. Tostu alıyorum, çünkü işkencede direnmek için, ben şey yapmak istiyorum, ne derler, vücudum sağlam kalsın, daha iyi direneyim diye. Sonuçta değişik gruplar yakalanıyor. Başlangıçta su atıyorlar, bağırıyorlar, çağırıyorlar. İki dakika sonra sesleri kesiliyor. İfade verdikleri anlaşılıyor tabii. Arkasından da hemen açlık grevine.
Özelikle sorguda açlık grevi, zayıflatır. Yani niye açık grevi yaptım. Daha sonra gruba uymak için bir kere açlık grevine katıldım. Yani madem herkes yapmış ben de uyayım diye katıldım. Yani açlık grevini bozmuş olmamak için, yoksa ben karşıyım ve verilen yiyecekleri yiyordum, üzerimde para olmadığı için onlar getiriyor. Bir de zaten yakalandığımda kıyafet olarak üzerimde işçi tulumu vardı.
Şunu söyleyeyim; benim hücremi şu şekilde ayırmışlardı, benim hücremin sağını, solunu boş bırakıyorlardı başkasını da etkilemesin diye. Daha sonra arkadaşlardan duydum. Hücreler arasında böyle duvardan duvara vurarak birbirleriyle haberleşiyorlarmış. Ben haberleşemiyordum.
Gayrettepe’yi tamamlayalım, sonra bir de şöyle bir anımı anlatmak istiyorum. Bir gün askıya aldılar. Hani kalas bağlıyorlar da çarmığa, yukarı şey yapıyorlar ya da penisine kablo bağlıyorlar, öbüründe böyle şeyde insanın suratına göğsüne kablo ile enerji veriyorlar. O sorgudayken belli bir aşamadan sonra birisi, polis ayağımı tuttu, sandalyeye şey yaptı ama o arada bir şey yapıyorlar. Koltuk altımı iğneyle kontrol ediyorlar. İşkence edilen yer zaten koltuk altı, orayı kontrol ediyorlar. Sonra ayağımın altına sandalyeyi koyunca, ben de zannettim ki ara verecekler. Ayağımı doğal olarak koydum, ayağımı sandalyeye değdirir değdirmez, “Ooo, rahatladın mı?” dedi bana. Onu söyleyince, bana küfretmiş gibi, hakaret etmiş gibi geldi. Sanki ben istemişim gibi birden sert bir şekilde sandalyeyi teptim, sandalye de metal bir ses çıkararak devrildi. Gözlerim bağlı olduğu için sadece işittim, kulaklarım hassastı. Böyle hepsinin dağılıp kaçtığını hatırlıyorum. Bir de sorguyu yöneten şef, bir şey söyledi. Ben kızdığım için küfrettim sorguyu yöneten şefe. O da, odadan aniden çıktı. İçlerinde en kincisi oydu, konuşmalarından belliydi. Yani kızgınlıkla zarar vermeyeyim diye. Odadan çıktı. Sonra geride kalan diğer polislerden, onların konuşmalarından “Niye küfür ediyorsun lan? Niye küfür ediyorsun?” diye enseme vurur gibi yaptı. Şefle arası iyi değil, hoşuna gitmiş yani şefine küfretmem. Neyse, sonuçta benim kimliğin sahte olduğunu anlayınca, kimliğin gerçek sahibini araştırıyorlar ve tesadüfen kimliğin, sahte kimliğin gerçek sahibi de avukat olmuş, hukuk öğrencileri getirmişti kimliği bana. Çocuk mezun olmuş, avukat olmuş ve ofisi tesadüfen Gayrettepe’ye yakınmış. Gidiyorlar. Çocuk şeye gitmiş, avukat ya, il dışına gitmiş, icraya falan. Galiba evine gidip evinden babasını getiriyorlar. Çocuk avukat kimliği olduğu için gerçek kimliğini evine bırakmış. Neyi bulmuşlar böyle sevinçle koşa koşa geldiler, seslerinden, ses tonlarından ve ayak seslerinden koşa koşa geldiklerini anlıyorum. Sevindiler, benim açığımı yakaladıklarını düşünüyorlar. Ama kural var, o kural benim beynime kazıdığım. Kural yalanın aşağı çıksa da, inkâr et. Gözümü hafif araladılar; bir benim üzerimden çıkan kimliği gösteriyorlar, Ahmet Ecmen, bir öbürünü gösteriyorlar, Ahmet Ecmen. Fotoğraflar farklı. Ondan sonra amcaya soruyorlar; “Bu kimliklerden hangisindeki senin oğlun?” Amca, kendi oğlunu gösterince, bana adımı sordular. Ben de dedim ki “Üzerimde çıkan kimlikteki neyse o.” Tabii yine bildiğimiz, tahmin ettiğimiz olaylar yaşandı. Ben onlara dedim ki “Ben sizin yaptığınız işkenceyi protesto ediyorum. Gerçek kimliğimi de söylemiyorum, mahkemede söyleyeceğim!” Bu arada benim fotoğrafımı çektiler. “Ulan,” dediler, “Kaç vilayetin valiliğine senin fotoğrafını gönderdik,” falan. “Açığa çıkaracağız!” diyorlar. İkinci olarak benim hangi bölgeden olduğumu öğrenmek için yani en azından bölgeni söyle falan diyorlar.
Onun dışında bir de anekdot, o şeyi örnek vermek istiyorum. Söylemiştim ya bir tane madde de ben ekledim. Onlar işkenceyi arttırdıkça, ben de direnişi, artıracağım diye, önceden sadece evet, hayır diye cevaplıyordum. Ağzımdan başka bir şey çıkmıyordu. Konuşma da zaten başka şeyler için, bilgi vermiyorum, ifade vermiyorum. Mesela biz sana ısmarlayalım. Evet, hayır, o anlamda. Evet, hayır diyorum sadece. Sonra birisi bana küfretti; “Lan bilmem ne çocuğu, Evet – Hayır mı oynuyon?” Televizyonda öyle bir oyun vardı. “Durmadan evet, hayır diyorsun,” dedi. Bu sefer öyle mi diyorsun? O zaman onu da kestim. Bu sefer sadece kafamı sallıyorum, evet anlamda aşağı, hayır yukarı “Emme basma tulumba gibi kafa mı sallıyorsun? Ne?” Bu sefer kafamı sallamayı da bıraktım. Hiçbir şey yok bundan böyle. Neyse, aradan belli bir süre geçti, o dönem yanlış hatırlamıyorsam, 15 gündü gözaltı süresi. 9. gün sorgu bitti, çünkü üç dört gün kala bırakıyorlardı yara izleri falan kapansın diye.
Beni mahkemeye götürürken ve benim yanımda açık açık konuşuyorlar doktoru ayarladık falan diye doktor morlukları şeyleri görüyor. “Ben işkence gördüm!” diyorum doktora. Doktor, “Ne malum senin kendini duvara vurmadığın?” falan diyor. Öyle ayarlamışlar. Neyse sonuçta beni Ahmet Evcimen olarak mahkemeye çıkarmak zorunda kaldılar. Bir de mahkemeye çıkmadan son gün, son gece uykusuz bırakıp tekrar son kez bir sorgu denediler. Ben öyle yorgunluktan uykusuz kalmışım ki, ayakta duruyorum. Onlar da uykuya dalmışlar, önce aralarında sohbet ediyorlar derken uykuya dalmışlar. Ben de farkında varmadan uykuya dalmışım, duvarın önünde duruyorum. Böyle birden pat diye kafamı duvara vurdum. Gerçekten, acıdan değil de kafamın duvara vurmasına çıkan sesle uykudan uyandım. O zaman telaşlandı bunlar, hemen gelip su döktüler falan üzerime. Final bu şekilde sonuçlandı. Hayatımda yaşadığım en güzel anlardan bir tanesi; polis duvara vurdu elini, bu şekilde duvardan ses çıktı. “Ulan,” dedi “taştan ses çıkıyor senden ses çıkmıyor!” ve Gayrettepe böyle bitti. Bu sözü unutmuyorum. Çok hoşuma gitti. “İşte,” dedim “bu!”.
En son Gayrettepe’de sorgu bitmişti. Mahkemeye çıkarılacaktık, mahkemeye çıkarırken de benim bütün kayıtlarımı parmak izlerimi falan Ahmet Evcimen ismiyle almak zorunda kaldılar, gerçek ismimim öğrenemedikleri için. Daha sonra mahkemeye çıktım. Savcının karşısına çıktığımda, işkenceci polislerden bir tanesi de içeri girdi. Kapının orada nöbetçi biri gibi bekliyor. İçeride ben, savcıya, emniyette bana işkence yapıldığını, bunu protesto ettiğim için ismimi söylemediğimi ve kapıda bekleyenin içerideki işkenceci polislerden birisi olduğunu, orada olduğu sürece ben ifade vermeyeceğimi söyledim.
Bunun üzerine savcı polise, “Tamam, sen çık dışarıya!” dedi. Daha sonra, ismimi söyledim ve ben orada savcıya ifademi verdim. Daha sonra dışarıda bekleyen arkadaşlar anlattılar. Onların anlattıklarından dinlediğim bu polisler ismimi öğrenir öğrenmez, koşa koşa ankesörlü telefondan emniyeti aramışlar, oradan bilgiler aldıklarında konuşan polis başta olmak üzere diğerlerine koşa koşa soruyorlar kimmiş, neymiş diye. Telefonla konuşan polisten bilgileri alan diğer polislerin suratı düşüyormuş ve bayağı moralleri bozulmuş. Bunun nedeni de tahmin ediyorum. Daha önceki anlattığım anlardan hatırlarsınız tabii. Emniyet bilgisi yok, bilgi yok…….. Neyse beni savcı dışarı çıkardı. Banka oturdum bekliyorum mahkemeye çıkmak için.
Savcılık ifadesinden sonra polislerden biri geldi, “Lan, sen Devrimci Yolcu musun, Halkın Kurtuluşu’ndan mısın?” Çünkü öyle bir bilgi öğreniyorlar. Tabi ben hem Yeni Çeltek Devrimci Yol davasından yargılanıyorum, hem de Halkın Kurtuluşu militanı olarak görülüyorum. Bankta otururken böyle gayri ihtiyari sağa sola bakıyorum. Tabii polis olduğu tarafa bakmışım. Polisin birisi geldi, benim karşıma bayağı hakikaten suratı aşırı düşük aşırı morali bozuk. “Bak bak!” dedi, “yüzümü iyi ezberle. Çıkınca öldürürsün değil mi?” dedi. Ben de ona cevap olarak dedim ki; “Bak siz bana kaç gündür, neler yaptınız emniyette, sizin bana yaptığınız şeyler psikolojik olarak beni fazla etkilemedi, hatta hiç etkilemedi, ama fiziki olarak verdiğiniz zararlar da zamanla geçer.” “Peki,” dedim “Sizin yaptığınız bu iş dolayısıyla psikolojik olarak ruhunuzun aşınan yeri ne zaman geçecek? Ailenize, çocuğunuza nasıl bakacaksınız?” diye konuştum. Kafasını yere soktu, cevap veremedi. Bu Gayrettepe olayı ve mahkeme de bu şekilde kapanmış oldu.
Oradan Sağmalcılar Cezaevi’ne götürüldüm. Bu arada benim üzerimde hâlâ fabrikanın işçi tulumu var. Bunu da şunun için söylüyorum; Sanıyorum ringten mahkeme önünde inerken böyle yoğun bir gazeteci topluluğu fotoğraf çekti. Ringte yanımızda sakallı insanlar var, o dinci gruplardan, onlarla beraber mahkemeye götürüldüğümüz için, gazeteciler de gelmiş ve fotoğraf çekiyorlardı. O dönemin gazetelerinde vardır, imkânım olsa araştırırım. 1990 yılının Eylül ayının başlarında böyle günlük gazetelere bakılsa, belki fotoğraf da bulunabilir. Öyle bir fotoğrafı görmeyi çok isterdim. Yani üzerimdeki Profilo Telra yazan işçi tulumuyla tutuklandım.
Cezaevine, Sağmalcılar Cezaevi’ne gittik. Ben o dönem evlenmiştim ve kızım altı aylıktı. İçeride arkadaşlar soyadı tutmayanlar görüş yapamıyor. Arkadaşların yönlendirmesiyle cezaevinde nikâh yaptık. Fotoğrafları da var, görmüşsünüzdür. Hatta MLSP’den bir arkadaş nikâh olayı olunca, benim takım elbisem yoktu, o “Takım elbise var,” dedi. Herkes de çok hevesli, yardımcı oluyor. Bunun nedenini sonra anladım, nikâh yapıldığı zaman idareye liste veriyorsun. Dışarıdan bu kişiler de gelecek nikâhıma, benim misafirim diye, böylece davetli kişiler yakınlarıyla açık görüş yapmış oluyorlar. O yüzden herkes hevesli, yardımcı oluyor. Takım elbiseyi denemedik. Daha sonra tam da nikâh olacağı gün giyince paçası çok uzun geldi. Fotoğraflara bakılırsa paçası iğne ile tutturuldu.
Neyse davetli listesini yapmadan önce bir arkadaş bilgi verdi; “Siyasi gruplar, liste yapılırken genelde grupların lider kadrosunun ismini yazdırıyor. İşte ben eşimle dışarıya bilgi göndereceğim. Örgütsel işlerimiz var,” diye dedi. “Diğerleri ise hiç açık görüş yapamıyor,” dedi. Bu arada volta atan birisini gösterdi. “Örneğin işte şu Fiko, hiçbir gruptan olmadığı için, hiçbir zaman listeye giremedi,” dedi. Bunu öğrenince ben şöyle bir tavır takındım. Bütün grupları dolaşıp haber verdim. Dedim ki “Ben her gruba bir tane kontenjan tanıyorum. Onun da kim olacağını kendiniz tespit edin. Diğer listeyi ben kendim şahsen yapacağım.”. Hakikaten her grubun lider sorumlusu, geldi nikâha. Ben de Fiko başta olmak üzere daha önce açık görüş, uzun süre açık görüş yapmamış kişilerden ağırlıklı bir liste oluşturdum. Böyle bir şey hatırlıyorum.
Bir de Sağmalcılar Cezaevi’nde Devrimci Sol grubunun cezaevi içinde cezaevi yarattığına tanık oldum. Yargılanan tutsaklar ailesi ile görüşmeye gidince arkalarında bir kişi bekliyor. Böyle asker gibi. Yani böyle bir şey yapıyorlardı. Bundan başka anlatacak başka bir sürü anı var gruplarla. Şunu söyleyeyim, bütün gruplarla çok samimiydim, aram çok iyiydi. ……
Diğer sol gruplar Halkın Kurtuluşu’na karşı biraz mesafeli ve soğuktular. Birkaç tanesi bana dedi ki “Ya, senin yüzünden bu saatten sonra Halkın Kurtuluşu hakkında görüşümüz değişecek” falan. Böyle bir anekdot hatırlıyorum. Onun dışında, daha uzatmaya gerek yok, anlatılacak çok şey var, ama neyse daha sonra Yeni Çeltek davası için Amasya’ya götürüldüm. Amasya Cezaevi’nde şartlar biraz daha farklıydı. Orada da şöyle bir durum var. Mesela Sağmacılar Cezaevi’nde isteyen istediği koğuşa gidip farklı gruplarla görüşebiliyordu ama Amasya Cezaevi’nde ayrı bir oda ayrılmış. Her grubun bir gün görüşme günü var. Mesela Çarşamba günü isteyen oraya gidip Çarşamba günü hangi grubun günü ise onlarla görüşüyor. Ben bütün grupların görüşüne gidiyordum……
Biz, o zaman, cezaevinde toplam üç kişiyiz. 2 Şubat’ta partinin kuruluş yıl dönümü ile ilgili etkinlik düzenledik. Bu etkinliğe Sakine katılmadı, ama diğerleri sanki kendi partilerinin yıldönümü gibi bize katkı sundular, müzikle, başka şeylerle. Onun dışında, ben orada şöyle bir olay yaşadım. Mahkemeye çıktığımda tahliye oldum. O dönem tahliye olurken 500 lira kefalet istendi mahkemeden. Bende de para yok. Cezaevine geldik. Bu 500 lirayı cezaevindeki ‘yurtsever arkadaşlarım’ verdiler….
Neyse ilk mahkemede tahliye oldum. Çünkü aradan uzun uzun süre geçmiş. Ben o zaman öğrenciyim ve orada Suluova ile ilgili bilgiler aldım. Şunları şunları sorarlar diye ben hazırlıklı çıktım mahkemeye, savcı bana ne sorarsa, “Ben, o zaman lisede öğrenciydim. Bu dediğiniz kişi lise öğrencisi ise tanıyorum, ama şimdi hatırlamıyorum,” diyorum. Neyse oradan da tahliye oldum, tekrar İstanbul’a döndüm. Tahliye olduğum yıl 91’di yanılmıyorsam. Çünkü 91 yılbaşında açık görüşü yaptık, oradan aklımda kalmış. Neyse daha sonra tekrar İstanbul’a geldim.
İstanbul’a geldiğimde, yeni görev alanı olarak İstanbul’un batı yakasında Şişe Cam Fabrikası ve çevre ile ilgili sorumluluk verildi. Daha doğrusu Şişe Cam Fabrikası’ndaki ilişkilerle görüşüyordum ve semt ilişkileri de vardı. O semt ilişkilerinde de Şişe Cam ve çevreye yönelik bildiri dağıtımları yapılıyordu. Onun dışında Şişe Cam’dan görüştüğüm arkadaşlarla yaşadığım tecrübelerden birkaç anekdot anlatmak istiyorum.
Ben her zaman olduğu gibi sadece hazır ilişki ile yetinmedim ve tesadüfen de benim olduğum dönemde Şişe Cam fabrikasında grev oldu. Grev döneminde, tabii işçiler genelde sendikada oluyor. Sendikada dolup olup taşıyor. Kristal-İş Sendikası. Grev döneminde orada çok bulundum. Tanıştığım işçilerle samimi oldum ve kimi ilişkilerin sıcaklığından dolayı kimse “Sen kimsin, nesin, niye geliyorsun, niye bizimle konuşuyorsun?” falan demiyorlar. Ve yeni tanıştığım insanları parti çevresinden sendikacılarla tanıştırmak istedim. Onun için arkadaşlara söyledim. O dönemde Kazlıçeşme’de Deri-İş Sendikası yönetiminde bir sendikacı arkadaşımız vardı, onunla tanıştırmak için, bir hafta öncesinde konuşup randevu ayarladığımız halde hafta sonu sendika kapalı oluyordu ama o gün bizim için açacaklardı. 34 işçi arkadaş, yeni işçi bunlar. Bizim arkadaşlar da değil. Böyle uzun süre yürüyerek, hatta gezerek de gittik. Sendika kapalı, sendikacı arkadaşlar da gelmemişti, çok bozulmuştum.
Düşünebiliyor musunuz? Ben söylemiştim önceden, ta bir hafta önceden bunlar yeni insanlar diye bu durum çok olumsuz etki yaptı. Bunu hatırlıyorum. Böyle bir sorumsuzluğu. Bizim parti taraftarı olan arkadaşla düzenli görüştüm. Evine gittiğim işçi arkadaşımla yaşadığım anekdotu anlatayım. Bu çok çok ilginç bir örnek. Bir gün yine gittim ve tabii yanımda Devrimin Sesi de götürdüm. O zaman Devrimin Sesi düzenli çıkıyor. Bu arada işçi arkadaş dedi ki, “Yoldaş,” dedi, “yanlış anlama, kusura bakma, ama sen işte her zaman gel dedi. Gazete vermek için geliyorsan hiç boş yere zamanını harcama buraya kadar da yorulma.” “Niye?” diye sordum. “Bu gazeteden bir tane okusam yetiyor. Zaten hemen her sayıda aynı şeyler yazıyor,” dedi. Onu hiç unutmuyorum, doğru buluyorum.
Bak işin eleştirisini düşünebiliyor musun? “Bunun bir tanesini okusam yeter, zaten hep aynı şeyler yazıyor,” diyor. Hakikaten araştırma yapılsın, benzer hep benzer şeyler. Benim bu konuda başka örneklerim de var da, şimdi anlatmak istemiyorum.
Çelikten çıktıktan sonra ben yine ilişkileri kanalıyla Anadolu yakasında Kartal’da Gülsuyu Mahallesi’nde, Ege Makine diye bir fabrikaya girdim. Burası da metal iş koluydu. Sendikasız, örgütsüz bir yerdi. 30 – 40 işçinin çalıştığı, sahibi de emekli bir işçi olan bir fabrikaydı. Burada, eskiden DİSK üyesi yaşlı bir işçi arkadaşımız vardı. Burada bir sendika çalışması başlattık kendi aramızda. Fakat o bahsettiğim eskiden DİSK üyesi sendikacı yaşlı işçi işten atıldı. Çok sevilen birisiydi. Bizim de aramız iyiydi. O işten atılınca, biz direniş yapmak zorunda kaldık. İş bıraktık. Direniş başlayınca, orada da sendikalaşma faaliyeti yarım kalmış oldu. Bir de öğlen yemeklerinde oraya Maltepe’den sivil polisler geliyordu, yemek yiyordu. Ben de işin içinde olduğum için ve elinde de sendika kitabı olduğu için işçilerin de dikkatini çekti. Bu araştırma falan, öyle bir şey olabilir diye, ortalık sakin olmasına rağmen ne olur olmaz diye ben o fabrikadan kendim ayrıldım Ege Makine’den. Hatta orada, direnişten sonra Evrensel’e, Gündem’e falan haber verip Gülsuyu Mahallesi’nde bir kahvehanede basın toplantısı yaptık. O basın toplantısında ben de konuşma yaptım, ama hiç de iyi konuşma yapamadığımı hatırlıyorum. Heyecandan bacaklarımın titrediğini hatırlıyorum. Niye öyle oldu, bilmiyorum. Tecrübe yani. Bu da olumsuz bir örnek oldu benim için. Başarılı bir şey yapamadım. Orada, o şeyi daha iyi örgütleyebilirdik. Ege Makine işi bitti.
Sonra yine Gülsuyu’nda başka arkadaşların kanalıyla Mes Makine’ye girdim, Kartal Cevizli civarında. Oradaki bir ustabaşını tanıyan arkadaş varmış. Ustabaşı kanalıyla Mes Makine’ye girdim. Mes Makine’de ilk defa kendi kimliğimle çalıştım. 1996 yılına denk geliyor. Burada bunu neden söylüyorum; ben hâlâ aranıyordum, ama nereden arandığımı biliyorum. Adana’dan aranıyorum. Adana’da yakalanan bir Çorumlu arkadaşa Çorumlu bir polis denk geliyor. Onu tanıyor, beni soruyor. O da benim dışarıda olduğumu öğrenince onun ifadesine benim adımı da koyuyor. Yani şey olsun diye, bana tepki olsun diye, oradan önemli bir şey çıkmayacağını biliyordum Burada ilk defa kendi kimliğimle çalıştım.
Şimdi bu Mes Makine, sert alüminyumdan Konya’daki silah fabrikalarına yedek parça veriyor. Burayla ilgili fotoğraflar da vermiştim. Burada çalışmaları başlattık. Orada işe girmeme yardımcı olan arkadaş, çok yetenekli bir işçi yani hem ustabaşı hem de fabrikadaki bütün aletleri edevatları çok iyi tanıyor. Hangisinde arıza olsun onu yapıyor. Çok çalışkan, fabrika için çok iyi bir eleman. Bu arada, orada eski Kurtuluşçu bir mühendis var. Mühendisin akrabası da kapıda güvenlikçi, onunla da samimi olduk. Güvenlikçi de çok kitap okuyan birisi. Orada iyi bir ortam vardı. Çevre iyi bir çevre; sendikalaşabileceğimizi düşünüyorduk. Fakat şöyle de bir durum vardı; Mes Makine’nin sahibi iki kardeşti. Oradaki eski Kurtuluşçu arkadaşların söylediğine göre bu iki kişi sosyal demokrat kişiler, ama sendikaya aşırı karşılarmış nedense. Hatta bu yüzden işçiler sendikalaşmasın, buna tevessül etmesinler diye bu Mes Makine’deki ücretler, çok net hatırlıyorum, gerçekten doğru da söylüyorum, ücretler sendikalı yerlerden daha iyi, altı ayda bir ikramiye de veriliyordu. Ayrıca çok ciddi erzak yardımı yapılıyordu. Yani sendikalı yere nazaran daha iyi haklar vardı. Nedense bunlar, sendikaya aşırı karşılar. Öyle bir şeyler… Artık çok olumsuz bir tecrübe mi yaşadılar, ne yaptılar, bilmiyorum ama burada böyle bir şey vardı.
Mes Makine’de yaşadığım tecrübelerden bir tane aklıma gelen, hiç unutmadığım, hâlâ şu elimde izi var, anlatayım. Gece vardiyasında benim görevim olmayan bir işte çalışırken elimi şeye kaptırdım, ızgara diyorum ya testere, ya demir testere sert olduğu için ya da kışlık kıyafet çok kalın olduğu için biraz kurtardı. Sol elim bileğinden kopmuş olabilirdi. İzi hala var, ama ben bu izleri bir madalya gibi taşıyorum. Gördükçe hoşuma gidiyor. O açıdan doğru bir şey yaptım. Doğru yaptığım işlerden kalan izler olarak düşünüyorum. Neyse burada yaşadığım şöyle bir tecrübe var. Şimdi tam da tesadüfen bizim bu Mes Makine’nin yakınında, ana cadde üzerinde Ortadoğu Hastanesi diye özel bir hastane var. Çok yakın. Tabii ki hemen oraya gittik. Özel hastaneler yeni açılmaya başlamıştı. İlk açılan hastanelerden birisi de buydu. Neyse, gittik oraya. Benim şansıma çok tecrübeli yaşlı bir cerrah vardı. Cerrah çok iyi yaptı işini.
Ertesi gün şöyle bir olay yaşadım. Hiç unutmuyorum. Ben odadayım, hastanede yatıyorum. Birisi geldi, böyle hastane yöneticilerinden. Yani şu an karşı karşıya olsak da ben o adamın tarifini yapsam, böyle ellerini ovuşturarak girdi, benim gözümün önünde kendisinin ellerini ovuşturuyor, bir yandan da diyor ki oradaki hemşirelere, “80, 80 binlik, 80.000 liralık hasta kim? Yani demek ki benim ameliyat param 80 binmiş. Adam benim yanımda bunu söylüyor. 80 binlik hasta kim? İşte özel hastanelerin ne olduğunu da, o şekilde yaşayarak gördüm. Biz insanların neler yaşadığını, başımıza bir şey gelmeyince görmüyoruz. Bu Mes Makine’de kaza geçirdikten sonra, tabii ben belli bir süre izin yapmak zorunda kaldım. Şimdi kolum askıda geziyorum. O dönem başka yerlerle de ilişkilerim var. Yine Gülsuyu Mahallesi’nden tanıdığım arkadaşlar, bizim parti tarafları, bir arkadaşım Uğur, Singer fabrikasında işçi ve oranın temsilcisi.
Bu arada da yasal parti kurulmuş, ama ben işte yasal partide çalışmıyorum. Hâlâ aranıyorum. Fakat yasal partide çalışan arkadaşlarla ilişkilerimiz var. Ben onları farklı çalışmaya yönlendiriyorum, partide farklı çalışmalar oluyor. Ben ilişkili olduğum arkadaşlarla şöyle tartışmalar yaşadığımı hatırlıyorum. “Ya,” diyorum “Siz niye bahane ediyorsunuz? Siz gittiniz filan fabrikayı örgütlediniz, filan işi örgütlediniz de size engel mi oldular?” diyorum. Özellikle Maraşlı, Yiğit Maraşlı Devrimci Ahmet Şamcı var. Ben böyle söyledikçe, bana diyor ki “Sen yaşamadığın için bilmiyorsun. Bir işin içine girsen de görsen. Gerçekten de senin düşündüğün gibi değil, yapamıyoruz, engel oluyorlar.” Ben insanları hep fabrikalarda çalışmaya yönlendiriyordum. Neyse, daha sonra, bir de şey de hep Anadolu yakasındayım ya arada bir yasal partiye falan gidiyorum, insanlarla konuşuyorum falan ama bildiri dağıtımı, vesaire başka işler olduğu zaman, mümkün olduğunca uzak kalıyorum. Tabii arandığım için herhangi bir durum olabilir diye.
Bu arada şeyde, Maltepe İlçe Örgütü’nde çok sevdiğim genç bir tekstil işçisinin benim arkamdan şey söylediğini duydum. “Bu konuşuyor, konuşuyor, ama iş faaliyete gelince ortada yok!” dediğini duydum. Çok bozuldum. Bir yandan da haklı. Bu Ahmet Şamcı’nın, yoldaşım, o da kanserden öldü. Ahmet Şamcı’nın evi, Ümraniye civarındaydı. Türk-Metal’in örgütlü olduğu bir fabrikada işe girmesini sağladım ve şimdiye kadar söylediğim düşüncelerimi ona da anlatıyorum. Ahmet çok iyi, fedakâr bir arkadaşımız. Hatta şunu da söyleyeyim fedakârlığını anlatmak açısından; aslında bu abisiyle tekstil işi yapıyordu, maddi durumu çok iyiydi, ben onu motive edip, ikna edip o işten koparıp tekrar faaliyete kattım. Çünkü çok iyi bir arkadaş, sevdiğim yiğit, devrimci bir arkadaş. O işi bıraktı, ortamı bıraktı, fabrikaya girdi. Neyse onun biraz düz yaklaşım olduğunu bildiğim için özel olarak diyorum ki “Ahmet, Türk-Metal fabrikasındaki temsilcilikler bu konumdadır. Biz burada başarılı olmamız için Lenin sol komünden örnek veriyorum. Lenin’in ‘çamur deryası’ örneğini veriyorum. Biz bu çamuru temizlemek istiyorsak, paçamıza çamur bulaşacak. Lenin’in böyle sözü var.” Bu çamur deryasını temizlemek için paçana tabii ki çamur bulaşacak, böyle örnekler vererek anlatıyorum. “Sakın, sakın temsilciyi eleştirme, temsilciye eleştirel yaklaşma. Hatta temsilcinin yanına, Türk-Metal temsilcisinin yanına ne zaman gidersen, onunla konuşmaya başlayacağın zaman ne soracaksan, ne söyleyeceksen, konuşmaya başlarken besmele çeker gibi söyle. Sen bilirsin, en doğrusunu sen bilirsin ama şöyle mi, böyle mi diye.” Ahmet de, “Ben öyle dememiştim, tam tersi söylemiştim,” gibi normal giriyor bir devrimci olarak “Böyle temsilcilik mi?” olur gibisinden anlatmıştım. Temsilcilerin işveren temsilcisi gibi çalıştığı için tabii ki hemen Ahmet’i işten attırıyor. Konuyu biraz dağıttım. Toparlarsam, kolumdan yaralandığım dönem, işte bir boşluk dönemi…
Mes Makine’de çalışırken tuttuğum evimi, evi de şeye taşıdım, önceden Maltepe’de oturuyordum, işyerine yakındı ama Maltepe orta halli kesimin oturduğu bir yer. Kocaeli Dilovası’na taşıdım. Dilovası da şöyle bir ilçe; fabrikalar kurulmuş, çevresine de binalar gelmiş, ilçe öyle oluşmuş. İlçe nüfusunun tamamı, yani yüzde yüzü işçi. İşçi semtleri Gebze, Dilovası. O yüzden ben evi oraya taşıdım. Ailemi de ikna ettim, onları da yanımda sürüklemiş oldum. Bu arada ben yasal kimlikle çalışmaya başlayınca, eşim öğretmen olmasına rağmen devlette çalışamıyor, özellerde çalışıyor ben arandığım için. Ama ben yasal mücadeleye başlayınca artık o şeye başvurdu. Ne derler devlette çalışmak için başvurdu.
Bu arada Polisan’da grev var. Polisan işyeri temsilcisi Recep Belek arkadaşla ilişkim var. Onun Dilovası Milli Eğitim Müdürlüğü’nde tanıdığı çalışan birisi kanalıyla belki torpil yapabileceğini söyledi. Eşimin, güya tayinini o kişi şeye çıkaracaktı, Dilovası’na. Biraz onu düşünerek taşındık. Öyle ikna ettim ben eşimi, öyle ikna oldu daha doğrusu. Fakat adam şeymiş, dindar birisi. Ya yanlış anladı ya da bilerek eşimin tayinini şey Konya’ya çıkarttırdı. Ama neyse sonuçta o zaman becayiş diye bir şey vardı. Eşim şansına İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gittiğinde, orada başka bir kişinin tayini, Konyalı bir kişinin tayini İstanbul’a çıkmış onunla becayiş yaptı. İstanbul’da kaldı, İstanbul’da, Pendik’te bir okula tayini çıktı, ama ben orada Mes Makine’ye Dilovası’ndan gidip geldim.
Polisan. Grev ile ilgili tecrübeleri daha önce anlatmıştım. Yine anlatırım. Burada da, orada da boşluk dönemimde geniş ilişkiler kurmuştum, çok geniş yerlerde ilişkilerim vardı. Bir de bu Kartal Köprüsü ayağında bir alüminyum fabrikası var, orası da Çelik-İş Sendikasına bağlı. İşte bu DİSK, Türk-İş, neydi bu bir sendika daha var ya o üçüncü sendika ismini hatırlayamadım. DİSK, Türk-İş, Hak-İş, pardon Çelik-İş’te de Hak-İş’te de ilişkilerim var. O temsilci arkadaşlar kanalıyla Dilovası’nda da grev var, hem grevle dayanışma açısından hem de İşçi Temsilcileri İnisiyatifi diye bir oluşum gerçekleştirdik. Arkadaşlarla konuştum, böyle bir şey yapalım. Örneğin işte bakın grev var, burada şu sorunlar yaşanıyor, bu sorunları yaşıyoruz, böyle birbirimize dayanışma yaparız diye. Bu oluşturduğumuz İşçi Temsilcileri İnisiyatifi kanalıyla, Kartal Sanat vardı, Kartal Sanat’ta bir panel düzenledik. Panelden önce deri işçileri ile ilgili bir film gösterimi yapıldı. Film gösteriminden sonra benim moderatörlüğümde orada bir de panel yapıldı. Bunun afişini son şeye kadar saklıyordum, son taşınmaya. Son taşınmada biraz fazla dağıldı. Bu afişi sağa sola asmıştık. Demir yollarından Haydarpaşa demiryollarında çalışan bir temsilci geldi. Türkü Şaval. Demiryolu-İş üyesi. Onunla da orada tanıştım. Bu kişi aynı zamanda Doğru Yol Partisi, Pendik İlçesi İşçi Komisyonu üyesiymiş. Onunla da orada tanışmış oldum. Onu ileride anlatacağım. Daha sonra orada, biz o şeyi gerçekleştirdik. Güzel oldu. Bu arada o İşçi Temsilcileri İnisiyatifi ismi ile ilgili yurtdışında telefonda konuştuğum yoldaşım, Şeref Hoca değil, biraz önce söylediğim kişi de değil, başka bir eski yoldaş, ismini vermeyeyim şimdi, tanınmış birisi, o ismi eleştirdi. “İşçi Temsilcileri İnisiyatifi olmasın. Bu biraz anarşizan bir şey olmuş, yani anarşizan…” dedi. Öyle bir şey aklımda kaldı.
Ben daha sonra askere gittim geldim, yasal parti onu daha sonraki anlatayım Bugün bu dördüncü kayıtta bugün 17 Eylül bitirelim. Ben bu hafta bitirmeyi düşünüyorum. Yarın bitireyim artık.
Bir önceki kayıtta da dünkü kayıtın son bölümünde Polisan Dilovası’ndan bahsetmiştim. İşçi Temsilcileri İnisiyatifinden bahsetmiştim. Sonra o afişi de buldum. Fotoğrafını da gönderdim size.
Şimdi bugünden itibaren 1997 – 2009 İstanbul’da yaşananları anlatacağım. Askerlik döneminden bahsedeceğim. 99’da bitireceğim ben bu kayıtları. Şimdi Polisan grevinde Dilovası’nda yaşanan tecrübelerden bazı anekdotlar paylaşmak istiyorum.
Polisan’ın sahibi, Jandarma Genel Komutanının, soyadını unuttum şimdi, onun akrabası olduğu için jandarma, polis, o bölgede tesadüfen Veli Küçük görevliydi, durmadan baskınlar yapılıyor. Bir gün yine bir baskına ben denk geldim. Evi oraya taşıdığım için akşamüzeri basmışlardı. İşçiler, kamyonları engellemeye çalışıyorlar. Kamyonların girişi, çıkışı, görevin etkisini azaltıyor. İşçilerle şeyler arasında, onlar arasında itiş kakış oluyor. Arada mahallede yukarıdan izliyoruz. Yükseklerden, tepedeki evlerden. Çevre işçi semti, tabii ki çocuklar, küçük çocuklar toplandılar. Çocuklar ilkokul çocukları. Bunların büyük bir çoğunluğu tepeden başladılar slogan atmaya; “Askere yuh, askere yuh, askere yuh!” diye. Jandarma çocuklara yönelince çocuklar kaçtılar. Böyle oyun gibi de onlar için.
Bu arada benim de Emek Partisi Maltepe ile ilişkim var. Önceden söylediğim gibi oradan mümkün olduğunca destek ziyaretleri düzenlemeye çalışıyorum… Maltepe içerisinde olan arkadaşlar, bir de bir gün beni bizim partili arkadaşlardan birisi aradı, eski ilişkilerimizden daha doğrusu. Dedi ki “İstanbul’a bir çuval şey getiriyorum soğan satışı yapacağım falan filan görüşebilir miyiz?” Böyle söyleyince, benim de hemen aklıma geldi, dedim ki “Ya böyle böyle. Polisan diye bir yerde grev var. Mümkünse bırakabildiğin kadar soğan bırakabilir misin?” Destek diye bırakmış. O da bayağı iyi oldu. İşçiler kendi aralarında dağıtmışlar. Temsilci arkadaşa da söyledim “Böyle böyle yardımcı olun. Arkadaş size soğan bırakacak.” Yani destek anlamında, yardım anlamında da hoş bir şey oldu. Bunun dışında Polisan’dan temsilci arkadaşım Recep.. yan yana çok resimlerimiz var. Biz onunla çok samimi olduk. Kardeş gibiyiz. Hâlâ da öyleyiz. Recep.. arkadaşımız gerçekten çok tecrübeli. Çekirdekten yetişme bir işçi, tam sınıf bilinçli bir işçi kendisi. Oğlunun ismi Nurhak. Halkın Kurtuluşu taraftarı, Nurhak koymuş. Kendisi eski devrimcilerden. Benim de siyasetimi bildiği için ilişkilerimiz olumlu gelişti. O Recep arkadaşımızın hem fabrikada işverenle yaşadığı tecrübeler hem de bu sendika bürokrasisi ile, onları burada anlatırsam uzun olur ama kayıt olarak düşsün diye, ben de unutmayayım.
Çok güzel örnekler anlattı. Çok değerli tecrübeler anlattı. Bu arada şunu söyleyeyim Dilovası’na yerleştim ya, ailemi ikna ettim. Mesela çocuğum orada kıyafetinden dolayı falan bayağı sorunlar yaşadı. Çok geri bir bölge, çarşaflıların çok yoğun olduğu bir bölge, mesela büfelerde bira falan satılmıyor günah diye. Neyse eşimin tayini dediğim gibi Pendik’e çıktığı için biz tekrar oradan şeye taşınmak zorunda kaldık. İstanbul Anadolu yakasına. Bu arada benim ilişkilerim hem Ankara’dan hem başka yerden genç işçilere yönelik çalışmaya yönlendirdiğim o yönde eğittiğim arkadaşlarla ilişkilerin devam ediyor. Onlar da geldiler İstanbul’a. Çünkü genel bir kopukluk var ve onları da şeye yerleştiler. Belli fabrikalara yerleştiler. Yine biz de, ben de yardımcı oldum. Ben kendim nasıl yerleşirsem ona benzer bir tanesinde içlerinde en iyi arkadaşımızı da eşimin velisi kanalıyla büyük bir fabrikaya yerleştirdik.
……………………………
Anadolu Grup diye bir holding var, bira falan da üretiyor yanlış hatırlamıyorum ama metal işkolu çalıştığı yer yine. Profilo’dan ayrılan başka bir arkadaş var. Kartal’da böyle fabrikalara yerleşti, yerleşiyor arkadaşlar. Biz çalışmaları bu yönde planlı yapıyoruz. Burada Emek Partisi’nin Kartal İlçe Kongresi oldu, Nisan 96’da. İlçe Kongresi yapılacaktı. Kartal’ın sanayi haritasını çıkarıp biz iş arkadaşlarla bir araya geldik. Ben tabi yasal partiye üye olamıyorum arandığım için. Şu anda önümde harita ve yazının başlığı. Yazı da el yazılı, yarısını ben yazdım, yarısını çok beğendiğim bir işçi arkadaş. Anadolu Gruba giren, ondan daha sonra yine bahsedeceğim. Çok yetenekli, çok sevdiğim bir arkadaşım. Girdiği fabrikada hemen kendini sevdiriyor. İşini de çok çok iyi yapan bir arkadaş. Eşi istese öğretmen olabilecek. Ama fedakârlık yapıp olmuyor. Benimle konuştular. Ben ikna ettim eşinin öğretmen olması için.
…….
…….
Ama dediğim gibi Adana’da beni tanıyan Çorumlu bir polis, Çorumlu yakaladığı bir arkadaşımızın ifadesine benim ismimi de eklemiş. Oradan önemli bir şey çıkacağını düşünmüyorum. Askere gideyim dedim. Tutuklarlarsa bile, daha önce duymuştum, en azından asker sayılır, zaten 16 ay askerlik. Bizim bölge genelde acemi birliği Manisa’ya çıkar. Benim de Manisa’ya çıktı Manisa’ya gittim. Manisa’dan sonra Kırklareli. Kırklareli’nden sonra benim dosyalar gelince Tekirdağ Beşiktepe’ye sürgün edildim.
Askerlikle ilgili yaşadığım bazı tecrübeleri söyleyeceğim önce. Genel anlamda şunu söyleyeyim; ben 18 ay askerlik yaptım, 18 ay askerlik yapmaktan çok memnun oldum. Hem ordu hakkında gözlem yapmış oldum, ordu hakkında bazı görüşlerim değişti. Onun dışında bir de şöyle bir şey vardı; Benim askerlik yaptığım yerlerde Manisa’da, özellikle Beşiktepe’de, Tekirdağ Beşiktepe, bilenler bilir Türkiye’nin en meşhur askerî sürgün yeridir. En kötü şartların olduğu yerdir. O yüzden orada dağdan yakalanmış insanlar vardı. Manisa’da da Kürtler çoğunluktaydı. Bir de polisler. Kürtler neden çoğunluk bilmiyorum ama çok şaşırdım.
Kürtler hakkında bir sosyolojik gözlem yapmış oldum orada. Ben hayatımda ilk defa 20 yaşına gelmiş, okuma yazma bilmeyen o kadar çok insan gördüm. Yani hemen hemen büyük bir çoğunluğu okuma yazma bilmiyorlardı ve onlar ilk defa köyden şehre gelmişlerdi. Orada çok çok ilginç gözlemlerim oldu. Korucu çocuklar da vardı. Genelde ulusal mücadeleyi destekleyen insanlar da vardı. Korucu çocuklar, köy baskınlarını, köylerde yaşadıklarını, kabuslarını bana anlatıyorlardı. Hepsi, hepsiyle samimi olup konuşuyordum. Yani sosyolojik gözlem yapmak için, onları burada anlatamam. Çok hem zaman açısından hem de hele baskınlarda yaşananları hiç anlatamam. O dönem Tansu Çiller bir laf etti; “Onların ordusu var, bizim de polisimiz var,” diye. Öyle bir durum oldu. Hatırlarsanız 28 Şubat dönemi, o zaman ordu polisin elinden bütün büyük silahları almasının yanı sıra bir de şöyle bir şey yaptı; Önceden polislik eğitimi alanlar, askerlik yapmıyormuş. Zaten asker eğitimi aldıkları için onlar da tepki
olarak madem polisiniz var diye askerliği yapmayan bütün polisleri askere almışlardı ve Manisa’da öyle bir durum vardı. Bayağı çoktular. Ben devrimci olarak, solcu olarak nasıl şeysem, ne derler sakıncalıysam, onlar da sakıncalı muamelesi görüyordu. Örneğin aşırı kilolu bir polis var, yani kalp krizi geçirecek neredeyse subaylar onu yine de koşturuyordu falan.
Bu arada Kürtlerin dışında polislerle hakkında da sosyolojik gözlemlerim oldu. Onlara karşı düşüncelerim değişti, bazılarıyla samimi oldum. Böyle onlara sorular soruyordum. Bir tanesini özellikle söyleyeyim diyordum ki şeyi sordum, merak ediyordum. O yüzden dedim, hadi bize saldırıyorsunuz bu memur sendikaları gösteri yapıyor, onlara niye saldırıyorsunuz? Onların istedikleri talepler sizin de yararınıza. Polis o zaman dedi ki “Haklısın tabii. Biz de hoşlanıyorduk memur sendikalarının gösterilerinin taleplerinden. Ama onların içinde tekkeler var. Biz onlara saldırıyoruz.” “Nasıl peki? Nereden biliyorsunuz?” Zafer işareti yapıyorlar diyor. Yani zafer işareti yapan herkesi terörist zannediyor. Ben onu anlattım. Zafer işaretinin nereden çıktığını, İngiltere’den çıktığını vesaire…
Bir de Manisa’da, en başta şundan bahsetmem lazım; dediğim gibi ben aranıyordum, bunu bilerek geldim askere. O dönemde, o tarihte, hatırlayanlar bilir basında çok yer aldı. Manisa’da liseli gençlere işkence davası vardı. Şeye ayrıldığım zaman denk gelirsem gidip davayı dışarıdan izliyordum. Sonra bir gün beni komutanlığa çağırdılar. Bir odaya aldılar. Burada ayrıntılı bazı başka olaylar yaşadım, ama uzatmayayım. Polisler ifademi almaya geldiler. Gelen polisleri, şeyden, gazete haberlerinden tanıdım. İşkenceden yargılanan polisler hepsi, ama şu şartlarda ifademi aldılar. Bölük komutanı geldi, oturuyor orada, ben tabii asker olduğum için hazır oldayım. Polisler hazıro lda değil, ama elleri önlerinde komutanın karşısında, bana laf attıkları zaman, benden önce komutan cevap veriyor. Nasıl ifade vereceğini biliyorsun falan dedi.
Polislerden biri, “Komutan, bu yaşa gelmiş, herhalde bilsin,” dedi. “Nasıl ifade vereceğini.” Neyse sonuçta polisle o dönemin koşullarında, polisle ordu arasındaki çelişkiden dolayı beni şeye vermediler, polislere vermediler, orada kaldım. İfademi bu şartlarda almak zorunda kaldılar.
…..
Daha sonra acemi birliği askerliğim bittikten sonra usta birliğim Kırklareli’ne çıktı. Kırklareli’ne gittim. Birkaç ay sonra arkamdan
dosyam geldi. Dosya dosyalar sonradan geliyormuş. Benim dosya da var. Dosyayı biraz karıştırdık. En son Adana’daki olayda benim hakkımda ifade var, arkadaşlar yakalandıkları evlerde bir sürü şey yakalatmış, bilmem ne olmuş, tabii onlar da geçtiği için dosyada, ben şeyin ordunun gözünde tabii daha ağır suçlu olmuş oldum. Beni Tekirdağ Beşiktepe’ye sürgün ettiler, oraya gittim. Tekirdağ Beşiktepe, dediğim gibi Türkiye’nin en tanınmış sürgün yeri. Kürtler burada da var, ama buradaki Kürt arkadaşlarımız daha çok dağdan yakalanmış, gelmiş veya daha önce bulunmuş olanlar. Bu arada çok konuştum, tecrübeler yaşadım, buradaki arkadaşlar bilinçli oldukları için olayları daha iyi anlattılar. Onların köy baskınlarında yaşananlarla ilgili anlattıklarını şimdi burada gerçekten de anlatamam. Bu anlattıklarını dinleyen kadın arkadaşlar da olduğu için anlatamam. Onların yaşadıklarını burada anlatamam. Derken konuya gelmişken bununla bağlantılı bir kayıt düşmek istiyorum.
Sağmacılar Cezaevi’nde bizim koğuşa Hayret isimli bir gazetenin sahibi geldi. Neydi, hatırlarsınız. Hayret, Diyarbakır Cezaevi’ndeki süreci baştan sona kadar yaşamış bir kişi ve uzun uzun sohbetlerle bana anlattı. Yani ben canlı tanığından, Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan zulmü dinlemiş oldum. Hayret’in anlattıklarını burada hepsini anlatmayacağım. Tabii sadece bir tanesini, Kemal Pir ile ilgili bir olayı anlattı. Onu anlatmak istiyorum. Kemal Pir’in şimdi koğuşunun önünde demir parmaklık koğuşu açık koğuşunun önünde Kemal’in moralini bozmak için onun iradesini kırmak için Kürt gençlere onun göreceği şekilde neler yaptırdıklarını anlatmayayım, ama orada meşhur işkenceci Yıldıran (Esat Oktay Yıldıran) vardı, şeyde vuruldu. Daha sonra İstanbul’da vurulan oranın komutanı. Yıldıran, elinde tespih sallayarak sürekli Kemal Pir’e şöyle dermiş; “Kemal, Kemal, sen büyük balıksın, seni de yakalayacağım, seni de yakalayacağım,” dermiş. Kemal Pir de ona cevap olarak demiş ki, “Büyük balığın kılçığı da büyük olur!” Bunu hiç unutmadım. Bunu da buraya kayıt düşmek istedim.
Ben işte lise ikinci i sınıftan terk olduğum için açık liseye kayıt yaptırdım. Askerlik döneminde de açık liseye devam ettim. Askerlik bitene kadar açık liseyi bitirmiş oldum. Askerlik dönüşü, tabii eşimin çalıştığı okul bölgesinden dolayı EMEP Pendik İlçe Örgütünde çalışmaya başladım. Her zaman olduğu gibi devrimci çalışmaya hazırdım. Zaten bizim taraftar olan insanları yönetmek, yönlendirmekle kendimi hiçbir zaman sınırlamadım. Burada da öyle yaptım. Tabii burada, en başta gençler olmak üzere herkesle yine sıcak, samimi ilişkilerim oldu. Onları da öyle farklı çalışmaya yönlendirdim. Burada Malazlar’dan da genç işçi taraftarlarımız vardı, üyelerimiz vardı. … ben onlar kanalıyla yeni işçilerle tanıştım. Bu arada onların çalıştığı fabrika, bizim kaldığımız eve çok yakın, yürüme mesafesinde. Ben yürüyerek oraya 10 – 15 dakikada gidebiliyorum. Daha sonra hedeflediğim, kazanmaya çalıştığım işçilere, o genç, bizim genç iş arkadaşın kanalıyla ulaştım. Bizim genç arkadaş, işçilikten çok müzikle ilgileniyor. Müzik grubu falan kurmuş, başka hayalleri var, ama onun kanalıyla yeni insanlar tanıdım ve tanıdığım o insanların nöbet görevi geldiği zaman ben gidiyordum. Önceden hazırlık da yaparak, ne konuşacağımı, ne anlatacağımı hazırlanıyordum anlatıyordum.
……
Orada, yine şeyde, toplantılarda falan. Genel toplantılarda gittiğimiz evlerde beni en çok etkileyen gözlemlerden birisi de şuydu; bir tane cami var Alt Kaynarca’da, bizim eve de yakın. İlk başta hep dedim ya, taraftarların evine gidiyorduk, bir günde bir eve gittik. Yaşlı karı koca öyle ama ev türbe gibi, her taraf yeşil falan. Çok dindar, dindar bir aile. Amca da çok yaşlı, teyze de çok yaşlı. Orada amcanın konuşmasından, hareketlerinden çok etkilenmiştim. Onun söylediklerini anlatmak istiyorum. Şöyle diyordu; “Ben camide diyorum ki,” diyordu. “Ya özgür olmayanın namazı da kabul olmaz ki diyorum,” diyordu. “Böyle anlatıyorum,” diyordu. Böyle bir duygusal uyanış gördüm. Bu yaşına ve dindar haline rağmen öyle bir gözlemim oldu. İkinci olarak da yapılan toplantılarda özellikle tabandan insanlarla yani tabandan derken eğitimsiz insanlarla konuşulurken farklı davranıyorlardı. Örneğin eğitimli insanlarla konuşulurken, ulusal sorundan bahsederken etnisite, metnisite diyor, yani konuşmasından anlıyorsun biraz eğitimli birisi, fakat diğer tabandan eğitimsiz insanlarla konuşurken hem aksanlı konuşuyor hem de konuşma şeklini değiştiriyor. Ben o insanlar bu ulusal hareketin tabanda demokratik uyanış yaptığını gördüm. Mesela bir tanesi şivesini, şive değil aksan, aksanını tarif edemiyorum. Kadın sorunu anlatırken diyor ki güvercinden örnek veriyor mesela, “Güvercinin” diyor “bir kanadını koparsan uçabilir mi?” O arkadaş “Kadın mücadelede yer almazsa, o toplum yürümez,” diye anlattı. Ben bundan çok etkilendim, çok hoşuma gitmişti. Bunu da şeyden söylüyorum. Her ulusal sorunla ilgili şey var ya “Ulusal hareket tabanda demokratik bir bilinç yaratır, demokratik bir ortam yaratır,” diye onu ben orada gerçekten de gözlemledim. Ne olursa olsun böyle şeyler demokratik bir bilinç yaratıyor tabanda. Burada bence sorunlu olan önderliğin yetersizliği. Bu konuyu burada kapatayım. Genel anlamda şöyle düşünüyorum; hem askerde yaptığım gözlemlerden hem siyasi düşüncemle okumalarımı, araştırmalarımı gözlemledim. Ortadoğu’da Türkiye’de dâhil esas olarak Kürt sorununun çözümünün önündeki en büyük engel, Kürtlerin önderlik sorunu var
…………………..
Bugün 2002 – 2009 arası dönemi, bu partiden ayrıldıktan sonraki yaşamından bazı anekdotlardan ve eğitim hayatımdan bahsedeceğim.
……………..
O dönem Pendik ilçedeydim. Üniversite sınavına girdim. Orada dediğim gibi gençlerle aram iyiydi. Bayağı benim sınav sonucunu heyecanla elimden aldılar, çok şaşırdılar. Dediler ki “Ya, senin şey, sayısal değil de sözel puanın daha iyi.” Yani dershaneye gidenlerden bile iyi puan almışım, fakat ben sayısal da yaptım yani bir şey tutturabilirim diye. Yine aklımız, fikrimiz fabrikalara gitmek ya, makine bölümünde okumak istiyorum. Yani yine metal iş kolunda çalışabilmek için, fakat çok düşük sayısal puan. Neyse, şey yaptım, o elimdeki puanın yettiği kadarıyla hep makine bölümlerini yazdım. Sonuçta Sakarya Üniversitesi Geyve Meslek Yüksekokulu Makine Bölümüne kayıt yaptırdım. İkinci öğretime. Zaten hem ona yetiyordu puanım hem çalışıp hem okuyabilmek için oraya kayıt yaptırdım.
İş olarak Meyve Sebze Halinde çalışıyordum. Halde, geceden sabaha kadar kasa bekçiliği yapıyordum. Yani kasa bekçiliği hamalların getirdiği kasaları diziyorum. Buradan başkalarının almasını bekliyorum. Bir de boş kasaları üst üste diziyordum. Her neyse orada tanıdık arkadaşlar, yine bizim eski parti çevresinden arkadaşlar kanalıyla o işe girdim. Sabah iş bittikten sonra, trenle Sakarya’ya gidiyorum. Sakarya’dan da Geyve’ye. Derse ancak yetişiyordum. Orada birçok anılarım var, ama anlatmayayım, uzatmayayım. O dönem orası Fettullahçı cemaatin elindeydi. Bayağı puanımı kestiler. Ben hocanın verdiği bütün kitapları falan alıyorum. Özellikle teknik resim, o da en önemli ders. Onu, bir kadın öğretmen vardı, o dersi o veriyordu. İlk dersteki anekdotu anlatmak istiyorum. Yani bunların şeylerini, her yerde Fetöcülerin insanları nasıl sinsice tespit ettiklerini. İlk derste, herkese en son okuduğu kitabı soruyor. Benim de hoşuma gitti. “Kitap okumayı seven birisi demek ki” dedim. O dönemde ben Güven romanını okuyordum. Vedat Türkali’nin, onu söyledim. “Konusu ne?” dedi. Yine de Komünist partisini anlatıyor demedim, olur olmaz diye “İkinci Dünya Savaşı’ndan bahsediyor,” dedim. Fakat yazarının solcu olduğunu bildiği için oradan beni mimlemiş, ne yaparsam yapayım benim puanımı sürekli kesiyor. Puanım yüksek olsa, ikinci öğretim harcını ödemeyeceğim ya da az ödeyeceğim. Ama o hoca puanımı ne kadar kıssa da, diğer derslerim iyi olduğu için 3’e yakın puanım olduğu için ikinci sınıfta Makine Bölümü için nakil yaptırma hakkım oldu. Puanından dolayı Sapanca’ya, Sapanca daha yakın olduğu için oraya geldim. Orada da derste bazen uyukluyordum, ama hocalar beni bildiği için idare ediyorlardı.
Bir de Geyve’de şöyle bir anım var. Derse ilk girdiğinde, sınıftaki bütün öğrenciler ayağa kalktılar. Yaşımdan dolayı. Daha sonra bana açıkladılar ki “Biz polis zannettik,” falan dediler. Onlara, “Polis bu yaşta birini gönderir mi?” dedim. “Sizin gibi genç insanlar gönderirler, merak etmeyin,” falan. Neyse zaten sağ eğilimli bir ilçe. Sapanca Makine Bölümünü bitirdim, fakat yani diploma benim pek işime yaramadı.
….
Neyse 2001 – 2002 öğretim yılında bitirdim. Çünkü 2001 – 2002 öğretim yılında iki yıllık mezun olduğum için, üniversite mezunu sayıldım. Pendik Kavakpınar’da bir ilköğretim okulunda vekil öğretmenlik yaptım. Bu diploma benim orada işime yaradı. Vekil öğretmenlik yaptım. Önce Ev Ekonomisi diye bir ders vardı, onu veriyordum. Daha sonra Fen Bilgisi dersi boşmuş, “Yapabilir misin?” diye sordular. “Yaparım,” dedim. Ben gece birlere, ikilere kadar çalışıyordum. Okul kitabını aldım. Benim kütüphanem geniş biliyorsunuz. O zaman ansiklopediler de vardı, ansiklopedilerden çıkarmaya çalışıyordum. O dönem ben, o sayede Fen Bilgisi dersi çalışırken hem kendimi eğittim hem DNA, evrim, o konularda öğrencileri eğittim. Hatta sınav için de çocuklara özel ders veriyordum. Öğretmen olmadığım halde, pedagoji eğitimim olmadığı halde. Hatta sınavlarda çok zor olan bir soru için çok basit bir formül buldum. O formül sayesinde, o zor sorunun çözümü kolaylaştı. Onu araştırıp burada anlatacaktım, ama zamanım olmadı. Bu Periyodik Cetvel ile ilgiliydi. Periyodik Cetvel Benim için Dünya Haritası, Türkiye haritası olur. Haritaları da çok severim. Periyodik Cetvel de, evrenin haritasıdır. Evrende ne varsa onda da var aynı zamanda. Bizim vücudumuzun haritası, vücudumuzda ne kadar element varsa, orada da var. Bunu renkli olarak, ben kendi paramla çoğalttım. Bir dergide gördüm, bütün sınıflarda öğrencilere dağıtıyordum. Daha sonra da tanıdığım bütün ailelere de veriyordum. Çocuğunuz küçük de olsa bu periyodu odasına asın. Yanına bir Türkiye haritası. Bir de Dünya Haritası bırakalım, Elimde fazla var. Genç yoldaşlarıma vereceğim tabii. Onu da sonra konuşuruz, asılması gerektiğini.
Bu makine bölümünden sonra böyle bir şey düşündüm. Açık Öğretimden bir bölüm bitireyim. O da, en uygun olarak İşletme’yi seçtim. Yüksek lisans yapmayı düşünüyordum, fakat yabancı dil sorununu aşamadığım için yapamadım. Yüksek lisansı yıllarca düşündüm ama yine bu dil sorununu aşamadığım için, iş şartlarından dolayı dil öğrenip yüksek lisansa başlayamadım. Sosyoloji açılınca, sosyolojiyi çok severek, isteyerek okudum. Çünkü bunun, sosyoloji okumamın sebebi de Nilüfer Göle var. Acayip şeyler söylüyor. Mesela diyor ki, bu Afganistan’da kadınların giydiği burka için, o kadınların özgürlük alanı diyor vesaire. Bir de ben Altan Familyası diyorum, Altanlar özellikle bu Mehmet Altan var. Profesör olan, sakallı, bu çok iğrenç yazılar yazıyor. Amerikan tekellerini savunarak Türkiye’deki üreticileri tarımı eleştiriyor. Hatta hiç unutmam onlar Sabah gazetesinde bulunabilir, manşet yaptı. Sabah gazetesi işte, “Üç ay çalışıyorlar, dokuz ay yatıyorlar,” diye. “Köylüler, Türkiye’yi sömüren bunlar,” vesaire diye. Tarımı bunlar bu şekilde bitirdi. Bence bu liberaller, bu tip liberaller, Mehmet Ali Ağcaların, Abdullah Çatlıların silahla yaptığını kalemle yapıyorlar. Onlar silahlı lejyonerler. Emperyalizmin tetikçileri. Bunlar da emperyalist tekellerin kalemli tetikçileri veya kalemli lejyonerleri Ama sosyoloji okumamdaki sebebi önyargısız şöyle de düşündüm. Bu kalemli lejyonerlerin yazdıklarını eğitim seviyem yetersiz olduğu için olabilir, belki de bunların dediği de olabilir bizim bilmediğimiz bir şey vardır diye. O yüzden sosyoloji bölümüne kayıt yaptırdım. Okudum. Öyle olmadığını gördüm. Ama yine de içimde bir kuşku vardı her şeye rağmen. Yordam Kitap’tan Sosyolojinin Marx Reddiyesi diye bir şey çıktı. Kitap çıktı. O kitabı okudum. Ne kadar sevindim anlatamam. Bu kafalı hocalardan birisi yazmış. Gerçekten yıllardır benim düşündüklerimi sayfa sayfa yazmış dedim. Demek ki sadece ben böyle düşünmüyormuşum, hoca daha birikimli, daha iyi birisi tabii. Çok daha güzel yazmış, onu okuyunca çok sevindim. Sosyoloji okumamın sebebi bu.
Bir de üniversite okumam, yani bu sürekli eğitimine devam etmemin nedeni benden bir tanesi de Troçki’nin Stalin’i anlatan büyük kitabında, Stalin’in annesinin, babasını okuma yazma bilmediğini döne döne anlatması. Stalin’in dedesinin toprak kölesi olduğunu, köle çocuğu olduğunu falan bunu aşağılamak için söylüyor. Abartmıyorum ya, bunu konuş desen saatlerce konuşurum, o da beni motive etti. Sonra Tarih okumamda da şöyle bir şey, yaşadığım bir olay bana motivasyon oldu. Sosyoloji insana geniş bakış açısı sunuyor. Yani daha detaylı anlatmayayım bayağı bana katkısı oldu. İzmir’e geldikten sonra, burada tanıdığım kişilerden biri, Erzincanlı genç bakkal bir arkadaş, samimi olduk. Şimdi Muhtar. Mahallesindeki işçilerden biriyle tanıştım, Bingöllü. Her ikisi de Alevi, Kürt. Ben bu ikisiyle konuşurken, böyle, “Siz Kürt değil misiniz?” dedim. Erzincanlı olanı, “Hayır!” diye böyle çok sert karşı çıktı. “Biz Kürt değil, Aleviyiz,” diyor. Bingöllü olan kadın arkadaş da aşırı tepki gösterdi. Sanki ben hakaret etmişim gibi. “Hayır, biz Aleviyiz!” Şimdi onların aşırı tepkisel tavrını düşünüyorum. Niye bunlar böyle tepkisel? “Senin annen, baban Kürtçe biliyor mu? Biliyor. Sen biliyor musun?” diye soruyorum. Erkek olan arkadaş diyor ki “Ben,” diyor, “anlıyor, anlıyorum, ama konuşamıyorum.” “Niye?” diyorum. “Kürt değilim. Hayır, biz Kürt değiliz, Aleviyiz,” diyor. Şimdi her ikisini de yakından tanıyorum. Hani çocuk, erkek olan özellikle İzmir’de büyümüş de Kürt olmayı, işte aşağılanma gibi düşündüğü için, ret anlamında değil. Sonradan taşınmışlar İzmir’e, köyde doğmuş. Yani öyle Kürt olmaktan, Kürtlerin kötülenmesinden dolayı üzülecek birisi değil yani. Bunları hep sosyolojik açıdan değerlendiriyorum. Doluya koyuyorum olmuyor, boşa koyuyorum dolmuyor derken tam bunu, bu konuyu böyle çok yoğun düşündüğüm dönem. Şimdi şurada, kitapta gördüm. Necdet Saraç’ın Yavuz Selim’in Akıl Babası İdris-i Bitlisî diye bir kitabı var, şuradan hatırlıyorum. Dedim ya, Mecitözü’nde çocukluk dönemini anlatırken, Ankara’da okumaya gidenler bütün dergileri getirirdi. Kürt dergilerini de getirirlerdi. Bu Kürt dergilerinin içerisinde hiç unutmuyorum İdris-i Bitlisî adı geçiyor hep. Ben de bu kitabı okuyayım dedim, onu okudum. Onu okuyunca, bu demin anlattığım sorunu çözdüm. İdris-i Bitlisî’yi ayrıntılı anlatmayayım. Neyse bu, Sultan Selim döneminde Alevi karşıtlığı ve tetikçilik yapan bir kişi. Türk Alevilere yönelik katliam yaparken, muhtemelen Şah İsmail dönemine denk geldiği için Erzincan’da, Diyarbakır’da, Safevi Devletinin en önemli şehirlerinde, muhtemelen Türklere yönelik katliam yaparken bunlar da Alevi Kızılbaş diye onlara yönelik de bir şey olmuştur, katliam olmuştur. O tepkiden dolayı da ondan. Yani doğrudan dolayı da böyle tepki gösteriyor. Tarihsel bir şey varmış. O zaman dedim ki demek ki sosyolojik şey tek başına yeterli değil. Tarihsel bir bakış açısıyla bir derinliği onu da anlamak gerekir diye. Tarihi de zaten severim. Bu konuda da şöyle bir özel durumun dışında Türkiye’de maalesef Türkiye Solu onun en büyük, en büyük eksiklerinden birisi de, daha önce konuştuğumuz kitlelere yönelik örgütlenme konusunda sekter davranışları. Kitlelere, sendikal mücadeledeki bireylere karşı sekter davranışlar. Onlar kadar ağır ve eksik olan, tarihi, tarih alanını boş bırakmalarıdır. Türkiye’de maalesef sol gerçekten tarih alanını boş bırakmış durumda.
………….
Gerçekten de mücadeleye dönülmeye de, her şeye de, bu konuda yanlış hatırlamıyorsam Marx’ın bir sözü var, onun diye hatırlıyorum; “Tarih bütün bilimlerin anasıdır,” diye. Bir de bu felsefe, hocalardan cumhuriyete çıktı. Diyordu ki: “Tarih bilinmezse, hiçbir disiplin tam olarak öğrenilemez,” diyordu. “Örneğin ben kendi alanımdan örnek vereyim,” diyordu. “Ben felsefeciyim,” diyor, “felsefenin tarihini bilmez, öğrenemezsem, felsefe öğrenemem,” diyordu. Bu derece. Tarihi bilmeyen devrimciler, sosyalistler devrimcilik de yapamaz, sosyalistlik de yapamaz. Tarihi bilmeyen parti kendine parti de demesin. Bunun da örneklerinden birisi Türkiye’deki Babai İsyanı. Türkiye’de Babai İsyanını yazan tarihçiler, sadece ve sadece sağcı ve dinciler. Türkiye’de birçok özellikle liberal sol kesimin tarih hakkında söyledikleri dincilerin söylediklerinden farkı yok. Sadece söylemde dincilerden farklı olarak, biraz daha akademik dil kullanarak söylüyorlar….
…..
Eğitim hayatından bahsediyorduk. Daha sonra Tarih bölümünden bahsettim. Tarih bölümünü bitirdim. Özellikle Sosyolojiyi üç yılda bitirdim. Üstten de ders alarak, çok severek yaptığım bir dersti. Bir de şey, ne derler? Sapanca’ya geldikten sonra, Statik diye bir ders var. O konuda zorlandığımı hatırlıyorum. O konuda bir anekdot anlatmak istiyorum. Hiç unutmadığım bir şey. Statiğin formülü var. Toplam x eşittir sıfır diyor, fakat problemin tamamı bir sayfa tutuyor, bazen 1.5 sayfa, yarım sayfa daha taşıyor. Fakat ne kadar işlem yaparsam yapayım, üç sıfır çıkıyor, benim bir türlü kafam almıyor. Hoca tahtada yapıyor falan, bu kadar işlem yapılıyor da nasıl sonuç sıfır çıkıyor falan diye. Böyle düşünürken, tek başıma yapamam bu işi. Daha önce tanıdığım, evlerinde kaldığım arkadaşlarımdan, çok sevdiğim arkadaşlardan bir aile var. İnşaat firmaları var. İnşaat mühendisi. Dedim “Bunlar bilir.” Gittim onlara. Birinin İsmet ismi, şimdi de hâlâ o işleri yapıyor. Ailenin bana çok katkısı oldu. Ben kendimi manevi olarak ailenin bir üyesi sayıyorum. Neyse uzatmayayım, “Otur şöyle,” oturduk, sehpada bir tane şey var, kül tablası. “Şu kül tablasına,” dedi, “işaret parmağınla bastır bana doğru,” dedi. İtiyorum öyle ona doğru. Sonra o da karşıdan bastırdı, durdurdu. “Statik budur!” İki tarafta eşit kuvvet olduğu zaman şey sabit kalır. O zaman gerçekten zihnimde bir aydınlanma oldu. O şeyi anlatmıştım ya, Marx’ın Manifestosunu okuyunca, aynı ona benzer. Aydınlanma. Ondan sonra ben kitaptan çalışa çalışa derste başarılı oldum. Hatta hoca baktı nasıl yapıyor diye. Dersler zor olduğu için diğer öğrenciler de zorlanıyor ve orada da çan eğrisi olduğu için öğrenciler bana şey yapıyorlardı. “Fazla yapma, en fazla bir tane yap mümkünse,” diyorlardı. Çünkü tek bir soru yapan bile geçebiliyordu. Çünkü çan eğrisi var, çok zayıf olduğu için. Yani o dersi de o şekilde öğrenmiş oldum.
Makine Bölümü, askerlik dönemi, nasıl ki Türkiye’nin toplum yapısı hakkında gözlemlerim, sosyolojik gözlem yapmak konusunda bana çok katkısı olduysa, bu Makine Bölümün de bana bir bakış açısı, belli bir zenginlik kattığını söyleyebilirim. Günlük yaşamımda bazı değerlendirmeler yaparken ya da bazı teorik kitapları okurken onları özümlemede iyi katkısı oldu. Şimdi eğitimi bu şekilde burada bitirelim, şeye geçelim. Bu dönemde yine tabii fabrikalarda çalıştım. Değişik fabrikalar, onları kısa kısa bahsedeceğim.
İlk başta Tuzla tarafında Orhanlı denen bir yer var, orada Ente Reklam diye bir fabrikada çalıştım bir süre. Burada alüminyumdan açılıp kapanır şeyler vardır. Hani bu reklam panolarını, onları üretiyor. Fabrikada şöyle bir çalışma sistemi var o dönem. Tabii o yıllarda özel, yeni yeni yasalar çıkarmış AKP. Belli belirsiz, bilmem ne sözleşmesi, şu iş yasalarını esnetiyorlar. O fabrikanın çalışma sistemi de şöyleydi. Diyelim bir dönem bir grup 20 – 30 insan alıyor. Orada sabit çalışan belli sayıda insan var diyelim. En fazla 20 kişi var, çoğu da ustabaşı. 40 kişi, 30 – 40 kişi daha alıyorlar. Yeni alınan kişiler de diyorlar ki “İş de zaten çok basit,” ama o kadar yoğun çalışılıyor ki. Çünkü çok kullanışlı bir malzeme üretiliyor ve hem yurt içine hem yurtdışına gidiyor. Gece gündüz, gece gündüz sürekli vardiya var. Tatil olduğu dönemlerde bile çalışılıyor. Bu derece çalışılan bir yer ve insanları nasıl şu şekilde çalıştırıyorlar? İşte çalışmanıza bakılıp kalıcı kadroya alınacaksınız, insanlar da kadroya girelim diye yoğun bir şekilde çalışıyorlar. Daha sonra onun, o yasağın, yanlış hatırlamıyorsam belli bir süresi vardı. Üç ay. Üç ay dolunca ya kadroya almak ya da çıkarmak zorunda. Üç ay dolduktan sonra insanların çoğunu çıkarıyorlardı parça parça. Çıkarıyorlar ki diyelim beş kişi çıkarıyor, o beş kişi zannediyor ki benim dışımdakiler demek ki kadroya alındı. Ben alınmadım zannediyor. Ve ben de o şekilde, o dönem çalıştım. Kadroya alınmadım. Öyle yaptıklarını sonradan anladık tabii ki. Neyse, o fabrika daha sonra Orhanlı’dan Gebze’ye taşınmış, sendikalaşma falan olmuş. Gazetede haberler çıktı Ente Reklam diye. Belki hatırlarsınız. Ente de, karı koca onların isimlerinin baş harfleri. Neyse işten atılma ve işsizlik döneminden bahsedeceğim daha sonra. Önce şu fabrikaları tamamlayayım.
İşsizlik dönemi yaşadım. İşsizlik döneminde iş ararken yine eşimin bir yakını Orhanlı Belediyesi’nde çalışıyordu. Onun kanalıyla gittim. Orhanlı Belediyesi kanalıyla. Orhanlı da çok uzak ulaşım açısından. Neyse, girdim. İşyeri de şöyle, çöpten toplanan plastikler oraya kamyon kamyon getiriliyor, biz çöplerin içinden plastikleri ayırıyoruz. Plastik dışında yabancı madde var. Bayağı şeyler de çıkıyor, zehirli maddeler falan çıkıyor. Hatırlıyorum çalışan bir yaşlı kadın arkadaşımın üzerine şey dökülmüştü, kıyafeti olduğu gibi eridi, derisi yandı. Oradan hatırlıyorum. Daha sonra oradan şöyle bir anekdot. Aradan bir hafta geçtikten sonra o gün, işe başladığım gün, herkes bana bakıp gülüyor. Ben de diyorum “Acaba bir yerimde bir şey mi var?” Gülüyorlar. Daha sonra benim de hissettiğimi anlayarak açıkladılar. Rekor sende dediler. “Ne rekoru?” dedim. Bir haftayı geçtim, dediler “Buraya işe gelen, bir haftayı bulmadan ayrılıyormuş.” İş gerçekten öyleydi. Çünkü plastikler daha sonra orada poşet fabrikalar için böyle mercimek büyüklüğünde şey üretiliyor, eritilerek poşet fabrikalarına hammadde üretiliyor. Neyse, ben sonra anladım ki bu Orhanlı Belediyesi iş için kendine başvuranları başından savmak için oraya gönderiyor. Orada da tabii insanlar dayanamıyor çalışamıyor. Ben orada, sonuna kadar çalıştım. Daha doğrusu yeni bir iş bulana kadar. Daha sonra başka bir arkadaş, yakın bir yerde metal fabrikasında iş bulmuş. “Hâlâ elemanı arıyorlar,” deyince ben tabii hemen koşa koşa gittim. Fabrikaya girdim. Fabrikanın ismini hatırlamıyorum. Orhanlı civarda bir fabrikaydı. Fabrikanın kendisi büyük, ama çalışan sayısı azdı. Bir de işveren orada yok. Orayı bir ustabaşına bırakmış. Ustabaşı yanında iki kişi ile bu fabrikayı aşırı suistimal ediyorlardı. Örneğin yemek parası, bizim için bırakılan yemek paralarıyla kendi evlerinin alışverişini yapıyorlar. Bize de bugün alışveriş yapmayı unuttuk diye sadece karpuz ekmek veriyorlardı falan. Buna benzer bir fabrika, yani şey olacak bir fabrika değildi. Orada biri ile bir sorun çıktı, aramızda bir tartışma çıktı. O yüzden oradan da atıldım. Oradan atıldım deyince işten atılmanın insanda yarattığı duyguyu anlatmak isterim, bunu ancak yaşayanlar anlar. İnsan bir yerde işten atıldığı zaman, bir an için kendini aşırı değersiz hissediyor. İşten atıldığımda, ailemde beni anlayabilen sadece kızım oldu. Unutmuyorum, o zaman eve geldim, kızımın suratı allak bullak. Öyle, kızım işte anladı beni. Sırtımı sıvazlayarak dedi ki, “Üzülme baba, işten atılan ilk kişi sen değilsin.” Onu hiç unutmuyorum. Bunu da bir anekdot olarak anlatmak istiyorum.
İşsizlik dönemi ile ilgili de şöyle notlar almışım. Bunları da söylemek istiyorum. Yani işsizlik gerçekten böyle bir şey. Bunu anlatmak ayrı bir şey, yaşamak ayrı bir şey. Örneğin işsiz bir insan kendisini evde misafir gibi hissediyor. Düşünsenize işsiz olduğunuz dönem sürekli misafirsin, bir yerde misafirsin, ruh hali öyle oluyor. İnsan işsiz olduğunda, işsiz olduğun dönemde çevrende herkesin gözünde değerin çok çok ileri derecede düşüyor. Bunu hissediyorsun insanların bakışlarından, davranışlarından. İşsiz olunduğu dönemde, o dönem gerçekten de yani çok değişik çözüm önerileri düşündüm, ama çoğunu başaramadım
O dönem bir şey, bana biraz moral verdi. Cumhuriyet gazetesinden Prof. Dr. Alparslan Işıklı’nın bir röportajı vardı, röportajın başlığı da şuydu; “Aç insandan ahlak beklemek, ahlaksızlıktır!” Onu hiç unutmuyorum. Bu kadar söylememin sebebi de işsizlik döneminde çaresizlikten iş bulamadığım zaman pazarlama işlerine girmek zorunda kaldım. Bu pazarlama dönemine gelmeden önce şu fabrikaları kapatalım, bitirelim. Ondan sonra, son çalıştığım fabrikadan çıktıktan sonra da Remak Marina’ya girdim. Rahmi, Mustafa Koç, onların Tuzla’da böyle bir tersaneleri, vardı, evde Tuzla’da. Oraya da eşimin okulundan bir öğretmen arkadaşın velisi kanalıyla girdim. Remak Makine diye taşeronlaşmış, orada çalıştım. Tersane tecrübem oldu. Orada da anılarım falan var, ama şimdi şey yapamam, anlatamam. Uzatmayayım. Yani orayı uzatmamak açısından orada taşeron firma olduğu için yapılan şey bitince iş bitti, yine ortada kaldım.
O dönem, partiden tanıdık arkadaşlar kanalıyla inşaat taşeron işi yapan arkadaşların yanında çalıştım bir zaman, daha doğrusu iş buldukça onların yanında çalıştım. Bir ara da Yordam Kitap’ta çalıştım. Bu Evrensel döneminde, anlatmayayım, sadece çalıştığımı söyleyeyim.
Gelelim işsizlik dönemindeki pazarlama işlerine. Çaresizlikten bu. Çorumlu, partiden tanıdığım bir arkadaş kanalıyla yine bu pazarlama işine girdim. Bir lif diye, duymuşsunuzdur. Zayıflama şeyleri yapıyor, bitkisel. Ben de pazarlama işinden hoşlanmıyorum ama çaresizlikten. Hatta o işi yaparken bile diyordum, şimdi de öyle düşünüyorum. Bana “Pazarlama nedir? Tarif et,” deseler şöyle tarif ederim diyorum; “Caminin önüne mendil serip şey yapmak gibi, dilenmek gibi. Gerçekten ruh hali olarak öyle hissediyorum. Ama başka çarem yok, çalışmak zorundayım. Ben pazarlama hakkında öyle düşünmeme rağmen yine çaresizlikten. Şimdi düşünüyorum da çaresizlik bile olsa yapmamam gerekirdi. Çok yanlış. Eski siyasetten tanıdığım kişilere de gitmiş oldum. Yani kendimi çok kötü hissettim ve onların gözünde nasıl, ne duruma düştüğümü tahmin edebiliyorum. Şimdi bile söylerken utanıyorum. Tabii o işi devam ettiremedim. Baktım iyi olmuyor, bu böyle insanların bakışı değişiyor vesaire. Yine benzer bir pazarlama işi, su arıtma cihazı, bak evde de hâlâ kullanıyoruz. Onun yaka kartı var. Onun fotoğrafını da gönderim. Bir dönem de o işi yaptım. Ankara’dan tanıdığım bazı eski arkadaşlara falan gittim. Yani o konuda da böyle olumsuz örnekler yaşandı. Şu açıdan da arkadaşların, bazı arkadaşların davranışlarında yanlışlar görüyorum. Bu insan en azından geçimini sağlamaya çalışıyor ya da zorunluluktan böyle bir şey yapıyor. Yani o kadar da değersiz görmemek lazım. Ben şahsen öyle kişilerle karşılaştığım zaman, şimdi bile elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum. Bu sokaklarda anket yapanlar falan, sırf o işini yapsın diye onu doldurmak için zaman ayırıyorum. Ama insanlar küçümsüyor onları. Öğrenciler falan öyle ek iş yapmak zorunda kalıyor. Geçimlerinin peşindeler. Bu dönemi şöyle kapatayım; işsizlik döneminde, insanın aile ilişkileri de, arkadaşlık ilişkileri de, çevre ilişkileri de aşırı, ama aşırı yıpranıyor. Hem de geri dönülmez şekilde yıpranıyor.
Bu benim hayatımın en kötü dönemi diyebilirim. Hani şöyle bir imkân olsa, silgiyle yazıyı silmiş gibi. İşsizlik dönemini ilk dönemi olmasa bile pazarlama olan dönemini silmek isterim. Neyse bu tatsız dönemi kapatalım. Şöyle oldu daha sonra bu dönemde yine artık 2009 yılına geldik. Boş kaldıkça eski tanıdığım arkadaşlarım hemşirelerin inşaatçılar çok oluyor ya, onların yanında çalışıyorum değişik yerlerde falan. Öyle öyle idare ettik. Bu dönemin bu dönemin bana tek katkısı, daha doğrusu aileme tek katkısı şu oldu: Ben kızımın eğitimine daha çok zaman ayırmış oldum. Eğitimine derken okula ve dershaneye gitmesine vesaire. O da bir teselli olsun.
2009 yılında, biz zaten hep İzmir’e gelmek istiyorduk. Eşim İzmir’e tayin istiyordu, ama buranın puanı çoktu, en ücra köşeyi yazsak bile tayin çıkmıyordu. Neyse, sonuçta yine bir tanıdık kanalıyla, şey bir eğitim kuruluşu var, Çağdaş Eğitim Vakfı var. İstanbul’da o vakıf için çelenk işi yapıyorum. , O işin İzmir’de yapılması için bir iş teklifi aldım. Tabii ki hemen İzmir’e geldim. 2009 yılının 12. ayında İzmir’e geldim. Ben burada işe başladım. Daha sonra eşimin de tayini çıktı, o da geldi. Bizim İzmir’den sonrasını da biliyorsunuz sayılır. Ama şimdi kendimi anlatma anlamında bitmiş olsun. Bu ilerde yine kayıt yaparsam, değişik temalı, konulu kayıtlar olabilir. Bu kaydı madem bitiriyorum, madem kendi yaşamımla ilgili anlattım, en son bu kanser olayını da anlatmama gerek yok. Belki bir kayıt da onun için yaparım. Hayatımla ilgili çocukluktan başladım, anlattım. Madem son şu aşamaya geldiğimizde, son durumu biliyorsunuz, son cümle olarak şunu içtenlikle ve samimi olarak söyleyebilirim; Şu an bana deseler ki, şu anki sağlık durumumu biliyorsunuz, kaçınılmaz bir son var gelecek olan. Gerçekten samimiyetle ve içtenlikle diyorum ki, bana deseler ki “Sana yeni bir şans tanıyoruz, yeni bir yaşam yaşamak ister misin?” diye. Ben asla kabul etmiyorum. A’dan Z’ye şu ana kadar ne yaşadıysam, aynısını yine yaşamak isterim. Ben çok memnunum. Yaşadığım çağdan, Ekim 17 devriminin olduğu çağda yaşamaktan, Lenin’in, Stalin’in yoldaşı olmaktan memnunum. Yine Deniz Gezmiş’in örgütünün, daha ismi değişmeden Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun üyesi olmaktan, onun safında olmaktan memnunum. Benim aileme, başta kızım olmak üzere aileme yoldaşlarıma bırakacağım en önemli miras budur. İkinci olarak da benim için bir şerefi, aşırı şeref madalyası olarak Deniz Gezmiş’in Filistin’den getirdiği silahı Çorum Direnişi’nde kullanmış olmak. Bunu sadece burada diyorum. Başka yerlerde yazılı vesairede kullanmayacağım. Doğru değil. Başkasında görmüş gibi anlatacağım. Öyle anlatıyorum zaten. Benim için bu çok büyük bir şeref. Madalya olarak kabul ediyorum. Bir de son olarak şunu söyleyeyim; şimdiye kadar bu anlattıklarıma kendi tuttuğum notlardan da eklemeler yaparak daha farklı bir yöntem de düşünüyorum. Bölüm, bölüm birkaç bölüm yazıp size örnek göndereceğim. Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum, ama bir kişiye, ikinci bir kişiyi anlatıyormuş gibi anlatacağım. Onun ismi de Adem olacak. İsminin Adem olmasının sebebi de, Adem insan anlamına geliyor. O anlamda, genel anlamda olsun gibisinden. Hani genel insanlar der ya “Hayatım roman”, o anlamda değil, hayatım roman anlamında değil de özellikle bu kitle bağlarının, kitle ilişkilerinin eksiklikleri konusunda örnek olması açısından. Demek ki şunlar da yapılabilirmiş, bunlar da yapılabilirmiş diye. Ulusal sorun da dâhil her konuda partide yaşananlarla ilgili isimler, vesaire geçmeden sadece okuyan yaşayanların anlayabileceği, ama diğer olayı net bilmeyenlerin de oradan tecrübe çıkarabileceği şekilde yapabilirsem, onu yapmaya çalışacağım. Sizden de tek ricam bundan sonra ya onu ya bu kaydı sonra yapayım, eksik olabilir,
……………………….
Bu kanserden sonra şöyle bir karar almıştım, hiçbir şey yokmuş gibi yaşamıma devam edeceğim, ama hızlandırılmış bir şekilde diye. Fakat aynı zamanda o dönem yazdığım yazılar, vesaire var görürsünüz. Kansere karşı mücadele bireysel değil, toplumsal mücadele. Bir şeyler başlattım kendi çapımda, sloganlar falan da bulmuştum. Hatta önlükler falan da. Artık arkadaşlar da yardımcı olacaktı. Hatta ilk çalışma olarak da, Onur Hamzaoğlu’ydu, Profesör doktor, bu bizim Dilovası’ndan daha önce çok bahsetti. Kanser şeyini yazan, hatta olaydan dolayı hapis yatan, hatta yine aynı nedenden dolayı Ahmet kardeşim ile ikisini de çağırıp panel yapacaktık. Çalışmalar falan. Yani bu konuya dikkat çekmek için. Ama bu arada şöyle bir şey oldu. Benim kanser olduğum dönem, aynı zamanda şeye denk geldi, Korona dönemine. Korona ağır bastı. Tabii sokağa çıkma yasakları, bilmem neler, vesaire ondan dolayı biz bunu yapamadık. O paneli sadece onları çağırma şeklinde değil de benim burada bir şekilde ilişki olduğum kurumları harekete geçirme şeklinde düşünmüştük. Mülkiyeler Birliği de dâhil, okuma grubundayım oranın üyesi değilim ama üyesi gibi arkadaşlarla beraber şeyden de İzmir Tabip Odası’ndan da hem çalıştığım kuruma bağış yaptıkları için tahsilat yapmaya gittiğim için hem de Sosyal-İş Sendikası, oranın çalışanlarına da, üyelerine de, onlara da çağrı yapmıştım. Onlar yani bu kurumlar da destekleyip kendi sendikaları, Sosyal- İş de dâhil, yani mümkünse altında bunların imzasının olduğu bir çağrıyla. Başka çalışmalar da yapacaktım. Ben bir şeylerde bastırdım ufak tefek. Neyse o olmadı, şimdi daha olmuyor. Elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışacağım, ama sadece şunu yapabiliyorum. Bu dönemde pandemi ağır bastığı için, Korona ağır bastığı için kanserle ilgili belli haftalar var, Türkiye’nin kendi haftası var, Nisan’da dünya çapında, 4 Şubat Dünya Kanser Günü, o günlere yönelik yazı yazıp gazetelere göndermek, ancak aklıma o geliyor, onu yapabilirim. Böyle blog açıp bir şeyler yapsam, Muammer Hocanın dediği gibi okunmuyor. Facebook’ta mesela ben özel paylaşım yapıyorum çok güzel. Ben kendime göre aşırı bir şey bulmuşum. Siyasi paylaşım yapıyorum ya, bırak yüzü onu bulmuyor beğenen vesaire. Bu şeyler de öyle. Sadece bir nedenle Birgün gazetesi ekinde, Ege ekinde röportaj yaptı 4 Şubat için. Kendisiyle de Haziran çalışmalarında şahsen tanıştığım arkadaş, bu bölgedeki muhabiri. Geçen 4 Şubat için. Karşılıklı birbirimizin telefonu var. Cevap bile yazmadı ya, onun için, yani yeterli olmuyor. Ondan fazla bir şey yapamıyorum bunun toplumsal mücadele olarak dikkat çekmesi açısından. Ama benim kendi bireysel çabam ile götürmeye çalışıyorum bu dönemi, geriye kalan dönemi. Bunun belli bir sınırı, herkesin sınırı var, ama en azından yakın geleceğini biliyorsun. Daha planlı çalışma yapma açısından, benim için bundan sonra en önemli olan şey birinci sırada bu Bozkırın Direnişi’ni tamamlamak. O yüzden bu konuda çok da destek değil de en azından benim iyiliğim için istediğinizi biliyorum. Ama çok iyi niyetle Günseli hocam tam bir anne şefkatiyle. Şuna dikkat et Muammer Hocam, tabii aynı şey nefesin nefesin diyor ya, çok güzel. Bunu tabii ki bana sahip çıktığınız için söylediğinizi biliyorum. Ama benim açımdan da şöyle düşünün. Bu da benim yaşamım ve benim kararım da bu yönde. Benim için yaşamak ve nefes almak bu işte. Mesela bunu tamamlamak. Burada geçmişimin tamamını belki dinlememiş olabilir. Dinleyince oradan da göreceksiniz, en az finalde bunu bari başarıyım bunu çok istiyorum, ben bundan daha çok memnun olurum. Ben şuraya gezeyim, buraya gezeyim, iki yıldır bilmem nereye gitmedim, bilmem neye girmedim böyle bir şey, böyle isteklerim yok, özel istek yok, sadece bunun için. Mesela bunun için ben bugünlerde bir saatliğine de olsa İmece’ye gitmem gerekir. Buna engel olmayın.
Benim sağlığımı düşünerek bir şey yapıyorsunuz, ama en azından bir saatliğine de olsa Milli Kütüphaneye gitmem gerekiyor. Hocam sizden 7. cildi aldım ama Çorum direnişi ile ilgili, Alpagut ile ilgili hiçbir şey yok. Sadece tek şey bulabildim. Alpagut tiyatrosunun afişini buldum. Hiç yoktan iyidir, ama orada yokmuş. Ben zannediyordum ki bu DİSK’in Aşıobası kadar geniş yer vermiştir, vermemişler. Bir de bunun gerçekten de yazılması gerekir. Bu iki direnişin önemi ortada Zaten vakit geçmeden, o insanlar ortadan kaybolmadan tanıklarını da bularak, bulmuşken şey de ben bu konuda hislerimde yanılmam Mehmet Kocatüfek’in kızının evinde bir şeyler bulabileceğini düşünüyorum. Hatta ilk aklıma gelen, eğer o tarihte yayınlandıysa Muammer Can biliyordur, kırmızı kapaklı meşhur şeyi vardır bizim dönemin Devrimler ve Karşı Devrimler Tarihi diye. Eğer Mehmet Kocatüfek biraz okumaya düşkün birisi de olsa, onda varsa muhtemelen orada görmüştür. Yani bir esinlenme var gibi geliyor bana ve onunla ilgili belge bulabileceğimi zannediyorum, ya bir dergiden okumuştur ya bir şeyden okumuştur. Böyle bir belge bulabileceğimi zannediyorum, çünkü bu kadar birebir benzerlik olması, üç madde aynen benziyor.
……………..
İzmir biliyorsunuz Türkiye’nin Batı’ya açılan kapısı. Türkiye’de ilk Sosyalist gazete İzmir’de çıkıyor. Türkiye’de ilk Türkçe gazete, Osmanlıca gazete İzmir’de çıkıyor. İlk Rumca gazete İzmir’de çıkıyor. Vesaire vesaire. Örnekleri yazmıştım, o şeyden aldığım eğitimin etkisiyle, yani kurallara uygun yazmışım. Demek ki Akdeniz Akademisi’nde orada yarı yarıya derken yüksek lisans anlamında değil de, yarı yarıya neredeyse doktora eğitimi de aldım.
…………………….
Yani beni düşünmenizi anlayışla karşılıyorum. ama siz de benim düşüncelerimi anlayışla karşılamanızı rica ediyorum. Beni sağlık şeyinden dolayı fazla sınırlamaya çalışmayın. Diyelim ki şöyle bir şey olsa, yani bu çok biraz özel bir şey olacak, duygusal bir şey olacak belki, ama diyelim benim herkesin zaten sonuçta en son şu akciğerdeki bir yana da şimdi en son yine iki tane daha el bombası bıraktığı şeye beyne, yani diyelim her an bunlar bir şey yapabilir derken biyolojik, biyolojik yaşam son bulabilir. Niye biyolojik diyorum? Çünkü benim fiziki yaşamım son bulmayacak. Ben iş başvurusu yaptım Dokuz Eylül’e, biliyorsunuz orada çalışmaya devam edeceğim. Biyolojik, biyolojik olarak zihinsel olarak olmayacak, ama fiziksel olarak çalışmaya, bilim gönüllüsü olarak çalışmaya devam edeceğim. Ne diyecektim yani? Her an bir şey olabilir. Bu olacak şey diyelim. Ben yatakta yatarken değil de kütüphanede bir şey okurken olursa, daha çok memnun olurum. Daha önceden benim kendime düşündüğüm şey bu. Böyle son nefes şekli şuydu biliyor musunuz? Ben sabahları antrenman yapardım. Sonra gelip kahvaltımı yapardım. Yorgun, taze çayla, günlük gazete okumak çok hoşuma giderdi. Ben derdim ki, yaşlılığımda ve hasta olduğum için böyle hafif uyku bastırırdı, hafif uyuklardım ve ben derdim ki kendim için düşündüğüm son nefes şekli buydu. Derdim böyle, şey yapacağım; okurken, günlük en sevdiğim şey de odur, gözüm kapanacak vesaire. Şu anda iş içinde düşündüğüm benim son nefesi almadan önce, en son, yeni bir şey öğrenmek, okumak, en çok hoşuma giden o olur. Nasıl olursa olsun, önemli diye geçti. Bir arabanın altında kalsam, dert değil. Ben yaşayacağımı yaşadım. Aynı şeyi tekrar yaşamak isterim. Benim için sorun değil, ama yani bu açıdan da bana anlayış gösterin. Muammer Hocam, diyorsun ya nefes nefes. Güzel bir şiiri var ya; “Boşa gitmesin son sıcaklığım elini ısıtayım” diye hatırla. Ben de ona benzer son nefesimde, burada son bir kelime elimden geldiğince yapayım, tamamlayamazsam bile geride kalanlar tamamlar. Bunu bitirince de başka düşündüğüm şeyler var. Dediğim eksikliklerle ilgili, özellikle sosyalist partilerin sendikalara yönelik çalışması, kitaba ilgili yapabileceğim kadar bir şeyler yazıp, gerekirse bağ kurmaya çalışıp tabii sağlığım elverirse, o konuda tecrübelerle, onlara katkı sunmak istiyorum. İşte çağrım da bu olsun.
………
Sadece soru sorarsanız veya bir şey olursa, ben açıklama yaparım. Hoşça kalın. İyi akşamlar.”
