
İzmir’de 1 Eylül Dünya Barış Günü Yürüyüş ve Mitingi.
İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla yürüyüş ve miting düzenledi. Cumhuriyet Meydanı’nda bir araya gelen sendikalar, siyasi partiler ve kitle örgütleri, “Barış, özgürlük, eşitlik ve adalet istiyoruz” yazılı pankart arkasında kortej oluşturarak Gündoğdu Meydanı’na yürüdü.
Yürüyüş ve miting hafta içi mesai günü ve akşam saatine denk gelmesi nedeniyle katılım görece düşük oldu. Yürüyüş boyunca “Savaşa değil emekçiye bütçe”, “Filistin halkı yalnız değildir”, “Katil İsrail Filistin’den defol”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Yaşasın barış – Biji aşiti” sloganları atıldı.
Miting alanında ortak açıklamayı İzmir Barosu Başkanı Sefa Yılmaz ve DEM Parti İl Kadın Meclisi Sözcüsü Türkan Aslan Ağaç okudu.
Açıklamanın tam metni şöyle:
“Değerli Basın Emekçileri, Değerli Arkadaşlar
Bugün, insanlık tarihinin en büyük yıkımlarından birine yol açan İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı günün yıldönümünde; 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde halklar dünyanın dört bir yanında barışın, eşitliğin ve özgürlüğün sesini yükseltmek için buluşuyor.
Sadece haksız savaşlarla değil; doğasız, çevresiz, işsiz, aşsız, umutsuz ve geleceksiz bırakılarak da yok edilmek istenen toplumlar için barış, en büyük kurtuluş umudu haline gelmiştir. Bugün daha iyi anlıyoruz ki barış, hiçbir sömürücü güce bırakılmayacak kadar kutsal ve hayati bir duruştur. İçinden geçtiğimiz barbarlık çağında bu gerçek, her zamankinden daha açık biçimde karşımızdadır.
1939’da Nazi Almanyası’nın Polonya’yı işgaliyle başlayan İkinci Dünya Savaşı, tarihin gördüğü en büyük trajedilerden biriydi. 60 milyondan fazla insan hayatını kaybetti, milyonlarcası göçe zorlandı, şehirler haritadan silindi. Savaşın ardından “bir daha asla” sözü milyonların dilinde yankılandı. Ancak geçen on yıllar, bu sözün sermaye düzeninde sadece bir temenni olarak kaldığını gösterdi.
Bugün de tablo değişmiş değil:
- Ukrayna’da emperyalist blokların çıkar çatışmaları halkları ateşe sürüklüyor.
- Filistin’de İsrail işgali altında yaşam hakkı yok sayılıyor.
- Ortadoğu’dan Afrika’ya, Latin Amerika’ya kadar halklar savaşın, darbelerin ve açlığın pençesinde kıvranıyor.
Bütün bu savaşların ortak paydası kapitalist sömürü düzenidir. Kapitalizm, eşitlik değil; savaş, yıkım ve sömürü üretir.
Her yıl dünyada silahlanmaya trilyonlarca dolar ayrılıyor. Uçaklara, tanklara, füzelere harcanan kaynaklar; açlıktan ölen milyonlarca insana, eğitimsiz bırakılan çocuklara, sağlıksız koşullarda yaşayan işçilere aktarılmıyor. Oysa Birleşmiş Milletler raporlarına göre, dünyada her gün 20 binden fazla çocuk yoksulluk ve açlık nedeniyle hayatını kaybediyor. Yalnızca birkaç günlük silahlanma harcaması, bu çocukların tümünü yaşatmaya yetebilir. Bu tablo, savaşın ve yoksulluğun “kader” değil; sermaye düzeninin bilinçli tercihi olduğunu açıkça göstermektedir.
1 Eylül, yalnızca savaşın yıkıcı sonuçlarını hatırlama günü değildir. Aynı zamanda kapitalizmin yarattığı sömürü düzenine, emperyalist işgallere, militarizme ve her türlü baskı ile gericiliğe karşı ortak mücadele çağrısıdır.
Barışa ulaşmanın ya da onu korumanın, yalnızca iyi niyetli dileklerle veya saf duygularla mümkün olmadığı, içinde yaşadığımız barbarlık çağında her gün yeniden kanıtlanmaktadır. Savaş, kötü niyetli birkaç siyasetçinin kaprisi ya da film sahnelerindeki karikatürleşmiş kötülüklerden ibaret değildir. Aynı şekilde barış da, yalın bir temenni ya da soyut bir ideal değil; somut bir toplumsal ve siyasal mücadelenin ürünü olabilir.
Bugün açıkça görülmektedir ki, savaş üretmeyen bir kapitalizm mümkün değildir. Zira kapitalizm, doğası gereği sömürüye, rekabete ve yeniden paylaşım savaşlarına dayanır. İki büyük dünya savaşından sayısız bölgesel savaşa kadar bütün kanlı deneyimler, bu düzenin barış üretemeyeceğini, aksine savaşı yeniden ve yeniden üretmek zorunda olduğunu göstermiştir. Silah tekelleri devasa kârlarını savaşlardan sağlamaktadır; emperyalist devletler enerji kaynakları ve pazarlar uğruna uluslararası hukuku ayaklar altına alarak halkların üzerine bombalar yağdırmaktadır. Bu tablo, savaşın yalnızca “dış politikadaki bir tercih” değil, bizzat sermaye düzeninin devamlılığı için zorunlu bir mekanizma olduğunu kanıtlamaktadır.
Bugün Ortadoğu’dan Afrika’ya, Latin Amerika’dan Asya’ya, Ukrayna’dan Filistin’e, Suriye’den Sudan’a kadar milyonlarca insan savaş, işgal, açlık ve göç ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Filistin’de halk, önce bombalarla, sonra açlık ve susuzlukla katledilmektedir. Bu durum tesadüf değil; emperyalizmin ve kapitalist tekellerin çıkarlarının doğrudan sonucudur. Dolayısıyla barışın yolu, savaş üreten düzenin teşhir edilmesinden, yani kapitalist sömürünün ve emperyalist işgallerin karşısında örgütlü ve ortak bir mücadele hattının kurulmasından geçmektedir.
Değerli basın emekçileri,
Barış, halkların dilinde gerçek, anlamlı ve yaşatıcıdır. Ne var ki bugün dünya siyasetine yön veren güçlerin dilinde barış, çoğu zaman yalnızca bir aldatmacadır. Savaş üretenlerin, silah tekelleriyle iş tutanların, halkları açlığa ve göçe mahkûm edenlerin barıştan söz etmesi, aslında yeni bir savaşın hazırlığını gizlemekten öteye gitmez. Kapitalizmde barış, egemenler için yalnızca geçici bir nefes, çıkarlarının yeniden düzenlendiği bir mola olabilir. Oysa gerçek barış, sömürünün sona ermesiyle, halkların eşitlik, özgürlük ve kardeşlik temelinde kendi geleceklerini kurmalarıyla mümkündür.
Savaşın ekonomik doğası emperyalist sömürü düzenine sıkı sıkıya bağlıysa, barış mücadelesi de sadece romantik barış çağrılarıyla sınırlanamaz. Barış, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, kadınların, gençlerin ve tüm ezilen halkların dayanışmasını büyütmek; sömürüye, baskıya, doğanın talanına ve cinsiyetçi eşitsizliklere karşı örgütlü bir direniş inşa etmekle mümkündür. Barış, sınıf mücadelesinden ve halkların özneleşmesinden ayrı düşünülemez. Açlığa, yoksulluğa, kadınların ikinci plana itilmesine “evet” deyip yalnızca savaşlara “hayır” demek, barışın eksik ve çelişkili bir tanımıdır.
Türkiye’de barış talebi, yalnızca bir seçenek değil, toplumsal varlığımızın hayati bir gereğidir. Kürt meselesinde çözüm arayışı, toplumun tüm kesimlerinin katılımına açık, demokratik, şeffaf ve adil bir süreçle yürütülmelidir. Evrensel hakların tanınması, eşitlik ve özgürlük temelinde güvence altına alınan bir zemin oluşturur; ancak bu şekilde halklar birlikte, eşit ve özgür bir geleceği inşa edebilir.
Barış, sadece “savaşsızlık” değildir. O, emeğin hakkının teslim edildiği; işçinin insanca yaşadığı, köylünün emeğinin değer bulduğu; kadınların eşit, gençlerin umutlu olduğu; halkların kendi kaderini tayin hakkını özgürce kullanabildiği bir toplumsal düzenin adıdır. Barış, bir toplumu ayakta tutan adaletin, özgürlüğün ve eşitliğin somut karşılığıdır.
Barış, kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinden ayrı düşünülemez. Çünkü savaşların en ağır yükünü taşıyanlar, çoğu zaman kadınlardır. Göç yollarında parçalanan ailelerin yükünü omuzlayan, kaybolan hayatların yasını tutan, yıkılmış kentlerin enkazında kalan yine onlardır. Kadınların barış talebi, yalnızca hayatta kalma mücadelesi değildir; yaşamın her alanında eşit, özgür ve görünür olma iradesidir. Gerçek barış, ancak kadınların toplumsal yaşamın öznesi haline geldiği, karar mekanizmalarında yer aldığı, eşit yurttaşlıkla güçlendiği bir dünyada anlam bulur. Aksi halde barış, erkek egemen düzenin geçici bir suskunluğu olmaktan öteye gidemez.
Gençler, bugün geleceksizliğe, işsizliğe ve savaşın gölgesinde yaşamaya mahkûm edilmek isteniyor. Onlara umut yerine güvencesizlik, bilim yerine dogma, özgürlük yerine baskı dayatılıyor. Oysa gençlik, barışın en dinamik ve en yaratıcı gücüdür. Onların emeğe, bilime, sanata ve özgürlüğe açılan yollarını kapatmaya çalışan her düzen, aslında barışın düşmanıdır. Gençlerin yükselttiği itiraz, yalnızca bir öfke değil; aynı zamanda yeni bir dünyanın kurucu sesidir. Barış mücadelesinin en güçlü nefesi, gençliğin örgütlü enerjisinden ve değişim iradesinden doğar.
Barış, yalnızca coğrafi sınırlarla veya politik anlaşmalarla sınırlı bir kavram değildir; farklı inançlara, kimliklere, kültürlere ve yaşam tarzlarına saygıyı da içerir. Etnik, dini veya kültürel ya da yönelim farklılıklar birer çatışma kaynağı değil; toplumsal zenginlik ve dayanışma zemini olarak görülmelidir. Gerçek barış, kimliği, inancı veya yönelimi ne olursa olsun her bireyin eşit haklara sahip olduğu, önyargıların, ayrımcılığın ve baskının ortadan kaldırıldığı bir toplumda mümkün olur. Halkların bir arada yaşama iradesi, farklılıkların çatışmaya değil, birlikte üretime ve ortak dayanışmaya dönüşmesi, barışın en sağlam temelidir.
Barış mücadelesi yalnızca meydanlarda değil; düşüncede, kültürde ve sanatta da verilir. Çünkü emperyalist ideoloji, medya ve kültürel araçlar yoluyla savaşları meşrulaştırmaya, şiddeti olağanlaştırmaya, sömürüyü görünmez kılmaya çalışmaktadır. Bu nedenle aydınların, sanatçıların, yazarların, bilim insanlarının sorumluluğu büyüktür. Bir şiir, bir şarkı, bir tiyatro oyunu ya da bir resim, tanklardan ve füzelerden daha güçlü bir barış çağrısı olabilir. Kültür ve sanat, halkların belleğini diri tutar, gerçeği görünür kılar ve barışın toplumsal zeminini inşa eder. Barışın dili, en çok sanatın özgür yaratıcılığında hayat bulur.
Kapitalist düzen yalnızca savaşlarla değil, doğanın hoyratça talan edilmesiyle de insanlığa ölüm getiriyor. Enerji tekelleri, maden şirketleri ve büyük sermaye grupları kâr hırsıyla hem savaşların hem de ekolojik yıkımların kaynağıdır. Savaş alanlarında yakılan ormanlar, kirletilen nehirler, bombalanan topraklar; doğanın da insanla birlikte savaşın kurbanı olduğunu gösteriyor. Oysa barış, yalnızca silahların sustuğu bir an değil; doğayla uyumlu, sürdürülebilir, yaşamı ve tüm canlıları koruyan bir düzenin kurulmasıdır. İnsanlığın barış hakkı, doğanın yaşam hakkıyla iç içedir. Doğasız bir barış, barış değildir.
Değerli halkımız,
Bizler, emeğin, özgürlüğün ve halkların kardeşliğinin savunucuları olarak bir kez daha yineliyoruz:
- Emperyalist savaşlara ve işgallere hayır!
- NATO’ya, militarizme ve silahlanmaya hayır!
- Yaşasın halkların eşitliği ve kardeşliği temelinde gerçek barış!
Emeğin sömürülmediği, halkların özgür olduğu, kadınların eşit ve gençlerin umutlu bir geleceğe sahip olduğu; doğanın ve tüm canlıların korunduğu bir dünya için barışa evet!
1 Eylül Dünya Barış Günü’nü bu duygularla anıyoruz. Kutlamıyoruz, çünkü ortada kutlanacak bir barış yoktur. Kutlamıyoruz, çünkü her dakika masum insanlar haksız savaşlarda katledilmektedir. Bu barbarlık sona ermeden 1 Eylül, ancak bir mücadele günü olarak anılacaktır.
Ülkemizde ve dünyada halkların eşit, özgür ve barış içinde yaşayabileceğine olan inancımızla mücadelemizi sürdürüyoruz. İnancımızı koruduğumuz sürece, er ya da geç barış kazanacak ve bizler kazanacağız.
Unutulmamalıdır ki barış yalnızca bir özlem değil; uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış temel bir haktır. Birleşmiş Milletler Şartı’ndan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne, Helsinki Nihai Senedi’nden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne kadar pek çok metin, halkların barış hakkını açıkça tanımaktadır. Bu nedenle barış talebimiz hem hukuki hem de meşru bir haktır.
Bizler bu hakkı elde edinceye ve kalıcı hale getirinceye kadar mücadelemizi sürdüreceğiz. Çünkü barış ertelenemez, pazarlık konusu yapılamaz ve hiçbir gücün insafına bırakılamaz bir insanlık hakkıdır.
Barış Hemen Şimdi! Yaşasın Barış!”