Madımak katliamının siyasi sorumluları halka hesap verecek..

Sivas Madımak otelininde 33 aydınımızı bedenleri yakılsa da düşünceleri yok edilemedi.Faşist iktidarlar ve devlet katliamın üzerini kapatsa, devletin başı olduğunu söyleyen kişi katliamı aklasa da insnlık suçlarını işleyenler, zaman aşımı işlemeksizin birgün hesap verecekler. Bu ülkede hiçbir katliamın üzeri kapatılamayacak kadar açık ve ideolojik siyasi tertipcileri bellidir ve hereşey nettir.
Sivas katliamının siyasi sorumluları ve tertipçileri ergeç birgün yargılanacak.. o tarihi günde
katiller halka hesap verecektir..

İşkencesiz Bir Dünya Mümkün

26 Haziran İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü dolayısıyla İzmir Barosu, İzmir Tabip Odası, İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği, Çağdaş Hukukçular Derneği, Özgürlük İçin Hukukçular Derneği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası İzmir Şubesi, İmece Dostluk ve Dayanışma Derneği, Hak İnisiyatifi Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği, Halklararası Dayanışma Köprüsü Derneği’nin katılımıyla İzmir- Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde ortak basın açıklaması düzenlendi.

“26 Haziran İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü

Bugün 26 Haziran, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından ilan edilmiş olan İşkence Görenlerle Dayanışma günü…

BM, uzun yıllar süren hazırlık çalışmaları ve tartışmalar sonucunda 1984 yılında, kısaca “İşkenceye Karşı Sözleşme“ olarak ifade edilen, “İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Muamele ya da Cezaya Karşı Sözleşme”yi kabul etmiştir. Sözleşme, yeterli sayıda devlet tarafından imzalandıktan sonra 26 Haziran 1987 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu tarihten on yıl sonra, 1997’de ise BM Genel Kurulu, Sözleşme’nin insanlık ailesi ve uygarlığımız açısından taşıdığı önem nedeniyle, kabul ediliş günü olan 26 Haziran’ı “İşkence Görenlerle Dayanışma Günü” olarak ilan etmiştir.

Sözleşme, işkenceyi mutlak olarak yasaklar. İnsanlık ailesinin ortak kazanımı olan ve modern insan hakları hukukunun en temel kurallarından birini oluşturan bu yasak, normlar hiyerarşisi açısından üstün bir kural, başka bir deyişle buyruk kural niteliğindedir.

İşkence yasağı hiçbir koşulda istisnaya tabi tutulamaz, işkence yasağının esnetilmesi için herhangi bir çekince ileri sürülemez. Yetkili makamlarda bulunanlar bu konuda hiçbir şekilde emir ve talimat veremez. Nitekim, Türkiye’nin de altına imza attığı BM İşkenceye Karşı Sözleşmesi’nin 2. maddesinin 2. paragrafında da aynen şöyle denilmektedir: “Hiç bir istisnai durum, ne harp hâli ne de bir harp tehdidi, dâhili siyasî istikrarsızlık veya herhangi başka bir olağanüstü hâl, işkencenin uygulanması için gerekçe gösterilemez”. Bir başka deyişle neyle suçlanırsa suçlansın hiç kimse işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarına maruz bırakılamaz.

Buna karşın maalesef işkence, hâlen dünyanın pek çok ülkesinde devletler tarafından toplumlara karşı insanlık dışı bir cezalandırma ve yıldırma aracı olarak kullanılmaktadır. Son yıllarda sadece otoriter rejimler ve diktatörlüklerde değil, gelişkin demokrasilerde bile işkence uygulamalarında bir artış gözlemlenmektedir.

Türkiye “İşkenceye Karşı Sözleşme”yi 1988 yılında kabul etmiş, Anayasa ve Ceza Kanunu’nda işkenceyi yasaklamıştır. Buna rağmen son yıllarda, 2015 Temmuz’unda çatışmaların yeniden başlamasından sonra, bilhassa da OHAL sürecinde artan biçimde ve OHAL’in kaldırılması sonrasında iktidarın kontrolünü ve baskısını artırmak, dehşet ve korku yaymak amacı ile cezaevlerinde, her türlü toplumsal gösterilere müdahale sırasında ya da gündelik olaylarda, resmi ya da resmi olmayan gözaltı ortamlarında işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları ve iddiaları önceki dönemlerle kıyaslanmayacak boyutlara ulaşmıştır.

Sadece içinde bulunduğumuz aylarda yoğunlaşan işkence iddiaları dahi durumun vahametini göstermek için yeterlidir:

18 Mayıs 2019 tarihinde Urfa’nın Halfeti ilçesine bağlı Dergili mahallesinde gözaltına alınan 51 kişinin maruz kaldığı iddia edilen ters kelepçe, göz bağı, başa çuval geçirme, elektrik verme, kaba dayak, falaka, cinsel işkence, hakaret, kendisine ve yakınlarına (özellikle kız çocuklarına ve eşlere) yönelik tehdit gibi uygulamalar mutlak işkence yasağı ihlallerinin hangi boyutlara ulaştığının somut bir örneğini oluşturmaktadır.
Keza 2019 Mayıs ayı sonunda kamuoyuna yansıyan Ankara Barosu Avukat Hakları Merkezi, Cezaevi Kurulu ve İnsan Hakları Merkezi tarafından hazırlanan, Ankara İl Emniyet Müdürlüğü Mali Suçlar Soruşturma Bürosu’ndaki işkence iddialarına yer veren rapor kaygıları daha da güçlendirmektedir.
Daha da ürkütücü olanı, aslında uygarlığımızın bir karadeliği ve yakın tarihimizin bir utancı olan zorla kaçırma/kaybetme vakalarının yeniden yaşanmaya başlanmasıdır. İnsan Hakları Derneği (İHD) Dokümantasyon Birimi’nin tespit edebildiği kadarıyla 2018 yılında en az 28 kişi zorla kaçırılmış ya da kaçırılma girişimine maruz kalmıştır. İşkenceye de maruz kalan bu kişiler bir süre sonra serbest bırakılmıştır. Hak İnisiyatifi Derneği’nin 20.06.2019 tarihli “2016 Yılı Sonrası Kamu Görevlileri Tarafından Yasadışı Alıkonulma İddialarına İlişkin İnceleme ve Araştırma Raporu” na göre 2016 yılından bu yana toplamda 28 kişinin kendisini kamu görevlisi olarak tanıtan kişiler tarafından yasadışı bir şekilde alıkonulduğu iddia edilmektedir. 2019 yılında ulaşılabilen bilgilere göre Gökhan Türkmen (137 gündür), Özgür Kaya (132 gündür), Yasin Ugan (132 gündür), Erkan Irmak (128 gündür), Salim Zeybek (124 gündür) ve Mustafa Yılmaz (126 gündür) adlı kişilerin yasadışı bir şekilde alıkonulduğu ve kendilerinden hiçbir haber alınamadığı belirtilmektedir. Bu denli ciddi iddialara karşın bilinen hiçbir etkili soruşturma süreci söz konusu değildir.
Bu tür zorla kaçırma/kaybetme ve sonrasında gözaltı merkezinde uygulanan işkence uygulamalarının nasıl yaşandığını Ayten Öztürk adlı kişinin mahkeme kayıtlarına geçen ifadelerinden somut olarak öğrenebiliyoruz. Ayten Öztürk, 8 Mart 2018 tarihinde Lübnan’da gözaltına alınarak Türkiye’ye iade edildikten sonra resmi bir gözaltı işlemi yapılmaksızın 6 ay boyunca tutulduğu bir merkezde ağır işkence uygulamalarına maruz kalmıştır. Bu olayın nisyan ile malul toplumsal hafızamızın derinliklerinde kalan benzer bir gözaltında zorla kaybetme uygulamasını hatırlatıyor olması tüylerimizi diken diken etmektedir. 1992 yılında Tunceli’de çalıştığı işyerinden çıktığı sırada beyaz bir Toros araca bindirilerek kaçırılan ve daha sonra Elazığ’da işkence edilmiş cesedi bulunan Ayten Öztürk ile aradan 26 yıl geçtikten sonra Lübnan’dan kaçırılan ve işkence edilen Ayten Öztürk vakaları devlet aklının nasıl değişmez bir sürekliliğe sahip olduğunu göstermesi bakımından endişe vericidir.
Veriler mutlak yasağa ve insanlığa karşı bir suç olma vasfına rağmen işkencenin hâlâ Türkiye’nin en başat insan hakları sorunu olduğunu ortaya koymaktadır:

2018 yılında TİHV’e ülke içinden işkence ve diğer kötü muameleye maruz kaldığı için tedavi ve rehabilitasyon desteği almak üzere 505 kişi başvurmuştur. 2019 yılının sadece ilk beş ayında ise başvuran kişi sayısı 356 olmuştur.
2018 yılında işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarına maruz kaldığı gerekçesiyle İHD’ye başvuru yapan kişi sayısı ise 2719’dur.
TİHV Dokümantasyon Merkezi verilerine göre 2018 yılında en az 5 kişi gözaltı merkezlerinde şüpheli bir şekilde yaşamını yitirmiştir.
İHD verilerine göre 2018 yılında cezaevlerinde en az 23 mahpus şüpheli bir şekilde yaşamını yitirmiştir. 1149 mahpus da işkence ve diğer kötü muameleye maruz kaldığına dair şikâyet başvurusu yapmıştır.
Bu arada cezaevlerinde 2000 yılından bu yana uygulanmakta olan ve tutuklu ve hükümlülerin fiziksel ve psikolojik bütünlüklerinin ciddi şekilde zarar görmesine neden olan tek kişi ya da küçük grup izolasyonu/tecrit uygulamalarının son yıllarda daha da ağırlaştığını belirtmek gerekir.

Keza cezaevlerinde ağır hasta tutuklu ve hükümlülerin durumu başlı başına bir işkence uygulaması haline gelmiştir. İHD verilerine göre 12 Nisan 2019 tarihi itibari ile cezaevlerinde toplam 456 ağır hasta mahpus bulunmaktadır.

Askeri ceza ve disiplin evleri de yoğun işkence ve kötü muamele iddialarına karşın hâlâ her türlü denetimden uzaktır.

Mülteci ve sığınmacılardan idari gözetim kararı verilenlerin tutulduğu “Geri Gönderme Merkezleri” de aynı şekilde işkence ve kötü muamele iddialarına karşın denetimden uzaktır.

Verilere bakıldığında işkence uygulamaları bakımından iki olgu özellikle dikkat çekmektedir. Resmi olmayan gözaltı yerlerinde (araç içinde, evde, işyerinde, açık alanda vb.) ve toplanma ve gösteri yapma hakkını kullanan kişilere yönelik kolluk müdahaleleri sırasında yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarında yine son yıllarda ciddi bir artış görülmektedir. Nitekim 2018 yılında İHD’ye başvuranlardan 2598’si (% 95), TİHV’e başvuranlardan 221’i (% 43,2) açık alanda ve kolluk güçlerince müdahale edilen toplantı ve gösteriler sırasında işkence ve diğer kötü muameleye maruz kaldığını belirtmiştir.

Dünyada da kaygı verici bir trend haline gelen bu durum, uluslararası belgelerde de açıkça işkence olarak tanımlanmaktadır. 20 Temmuz 2017 tarihinde BM İşkence Özel Raportörü tarafından yayınlanan “Gözaltı dışı yerlerdeki zor kullanımı ve işkence ve diğer zalimane, insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele veya cezalandırma yasağı” başlıklı özel raporunun 47. paragrafında şöyle denilmektedir: “Resmi olarak deklarasyonlarda yer alan ‘işkence’ tanımına uygunluk için gerekli olan ek koşullar mevcut olmasa bile, toplantı ve gösteri hakkının kullanmak isteyen kişiler dahil belirli bir amaç doğrultusunda kaçma imkânı olmayan, ‘çaresiz’ bir kişiye yönelik acı veya ıstırap yaratma amaçlı kasti zor kullanımı, her zaman ağırlaştırılmış zalimane, insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele veya cezalandırma (işkence) olarak kabul edilecektir.”

Bütün bu iç karartıcı veri ve tespitlere karşın İşkenceyi Durdurmak Mümkündür!

Her şeyden önce sıradan bir kural haline getirilmeye çalışılan cezasızlık politikalarına son verilmelidir:
İşkencenin ülkemizde bu boyutta olmasının en temel nedeni işkence yasağının mutlak niteliği ile bağdaşmayan çok ciddi bir cezasızlık kültürünün varlığıdır. Bu kültürün güçlenmesinde ve yaygınlaşmasında birincil etken ise cezasızlığın bir devlet politikası olmasıdır. Yıllardır her düzeyden devlet ve hükümet yetkilisi, kolluk güçlerinin şiddetini koruyan hatta teşvik eden ve işkenceyi meşrulaştıran söylem ve davranışlar içinde olmuştur. Özellikle son dönemde mevcut siyasi iktidar, işkenceyi “terörizm ile mücadele”, “olağanüstü hal”, “milli güvenlik” ve “kamu düzeni” adı altında meşrulaştırma eğilimindedir.

Siyasi otoritenin yaklaşımı böyle olunca, haliyle işkence yapan kamu görevlilerinin ve işkence iddialarının resen soruşturulmaması, yapılan soruşturmaların etkin ve bağımsız olmaması, işkence yapan kamu görevlilerinin yargılanması için izin sistemine başvurulması, ceza ertelemeleri, savcı ve yargıçların subjektif ve tarafsızlıktan uzak zihniyet yapıları gibi cezasızlığa yol açan nedenlerin hiçbiri konuşulamaz, tartışılamaz hale gelmektedir.

Yanı sıra son dönemde adeta cezasızlığı “güvence” altına almaya yönelik yasal düzenlemeler yapılmıştır. 14 Temmuz 2016 tarihinde çıkarılan 6722 sayılı kanuna göre operasyonlara katılan askeri personelin işkence ve diğer kötü muamele iddialarına yönelik soruşturulması özel izin prosedürüne tabi kılınmış, geriye dönük olarak cezasızlık zırhı tesis edilmiştir. Keza OHAL Kararnamesi ile OHAL ile ilgili işlerde karar veren ve görev alan kişilerin bu görevleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluklarının olmayacağı düzenlenmiş, mutlak dokunulmazlık getirilmiştir.

Diğer yandan işkence suçunun kovuşturulması için yasadaki muğlaklık yerini korumaktadır. İşkence suçu nedeniyle yapılan suç duyurusu başvuruları ya çeşitli gerekçeler ile takipsizlikle sonuçlanmakta ya da daha az cezayı öngören ve zamanaşımına tabi olan basit yaralama, zor kullanma sınırının aşılması ya da görevi kötüye kullanma suçlarından soruşturulmaktadır.

Ayrıca işkence yapan güvenlik görevlileri hakkında bir şikâyette bulunulması, soruşturma ya da dava açılması halinde işkence görenler hakkında derhal “memura hakaret etmek, mukavemet etmek, bu sırada yaralamak, kamu malına zarar vermek” gibi gerekçelerle karşı davalar açılmaktadır. İşkenceciler aleyhine açılan davalar cezasız kalırken işkence görenler aleyhine açılan davalar kısa sürede ağır cezalar ile sonuçlanabilmektedir.

İşkenceyi ve işkenceciyi öven, teşvik eden söylemlerden vazgeçilmeli, uluslararası mekanizmaların tavsiyeleri doğrultusunda işkence uygulamaları kamuya açık bir şekilde kesin olarak kınanmalıdır:
Yetkililerin her vesileyle başvurdukları aşağılayıcı şiddet dili sonlandırılmalı, işkenceyi ve işkenceciyi öven, teşvik eden söylemlerden vazgeçilmelidir. 2 Haziran 2016 tarihinde yayınlanan BM İşkenceye Karşı Komite (CAT) tarafından hazırlanan “Türkiye’nin Dördüncü Periyodik Raporu”nda yer alan 47 öneri kapsamında yapılan Türkiye Devleti tarafından “İşkencenin mutlak bir şekilde yasak olduğunun belirsizliğe mahal vermeyecek şekilde yeniden teyit edilmesi ve işkence suçunu işleyen, bu suça iştirak eden veya göz yumanların kanun karşısında kişisel olarak sorumlu tutulacağına, ceza yargılamasına tabi tutulacağına ve cezalandırılacağına dair açık bir uyarı verilerek işkence uygulamalarının kamuya açık bir şekilde kınanması” tavsiyenin gerekleri derhal yerine getirilmelidir.

Gözaltı koşullarında usul güvenceleri eksiksiz olarak uygulanmalıdır:
İşkencenin önlenmesinde önemli rolü olan ancak yıllardır uygulamada büyük ölçüde ihmal edilen usul güvenceleri, işkence ile ilgili mevzuatta özellikle son dönemdeki olumsuz düzenlemeler ve siyasi iktidar temsilcilerinin söylem ve tutumlarının da etkisiyle önemli ölçüde tahrip olmuştur. Kişiye gözaltı hakkında bilgilendirme, üçüncü taraflara bilgilendirme, avukata erişim, hekime erişim, uygun ortamlarda uygun muayenelerinin gerçekleştirilmesi ve usulüne uygun raporların düzenlenmesi, hukukilik denetimi için süratle yargısal makama başvurabilme, gözaltı kayıtlarının düzgün tutulması, bağımsız izlemelerin mümkün olması başlıklarında toplanabilecek usul güvenceleri eksiksiz olarak uygulanmalıdır.

Gözaltı süreleri kısaltılmalıdır:
31 Temmuz 2018 günü onaylanarak yürürlüğe giren “7145 Sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile gözaltı süresinin hâkim kararıyla dörder günlük sürelerle uzatılarak, mevcut Anayasa hükümlerine bile aykırı bir şekilde, toplamda 12 güne çıkarılabileceği şeklinde düzenlenmiştir. Gözaltı sürelerini kısaltan yeni bir düzenleme yapılmalıdır.

Mevcut Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) kaldırılmalı OPCAT ve Paris İlkelerine uygun tümüyle bağımsız bir ulusal önleme mekanizması oluşturulmalıdır:
İşkencenin önlenmesinde önemli bir araç olarak bir ulusal önleme mekanizması fonksiyonunu da üstlendiği iddia edilen mevcut TİHEK, hâlihazırda kuruluş yasası, yapısı, işlevi, çalışmaları, yapısal, işlevsel ve mali bağımsızlığı, kurul üyelerinin bağımsızlığı, üyelik teminatı ve seçilme kriterleri bakımından BM İşkenceye Karşı Sözleşmeye Ek İhtiyari Protokol (OPCAT) ve Paris İlkeleri ile uyumlu değildir. Kurumun, 2015 yılı sonrasında Türkiye’de meydana gelen çatışmalı ortam ve OHAL döneminde yaygın ve yoğun olarak yaşanan insan hakları ihlallerine karşı etkili bir şekilde izleme ve soruşturma gerçekleştirmemiş olması önemli bir göstergedir. TİHEK kaldırılmalı ve yerine OPCAT, Paris İlkeleri ve BM İşkenceyi Önleme Alt Komitesi’nin (SPT) önerileri ışığında amaca yönelik etkin bir ulusal önleme mekanizması kurulmalıdır.

İşkencenin belgelenmesi ve raporlandırılması bir BM belgesi olan ‘İstanbul Protokolü’ ilkelerine göre yapılmalıdır:
Gözaltına alınan kişilerin tıbbî muayenelerinin tam, bağımsız ve tarafsız bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamaya dönük gerekli düzenlemeler yapılmalı ve bu düzenlemelerin uygulanıp uygulanmadığı sıkı bir şekilde kontrol edilmelidir. İşkence iddialarının, ispatlanmasında fiziksel bulgular kadar ruhsal bulgular da eşit önem taşır. Rapor veren tıbbî personelin, işkencenin fiziksel ve ruhsal izlerini tespit etme olanağı veren adlî tıp teknikleri konusunda gereğince eğitilmeli işkence konusunda şikâyette bulunan kişiye İstanbul Protokolü prosedürü eksiksiz olarak uygulanmalıdır.

İşkenceye ilişkin iddialar hızlı, etkin, tarafsız bir şekilde soruşturulmalı, bağımsız heyetlerce araştırılmalı, adli yargılama süreçlerinin her aşamasının uluslararası etik ve hukuk kurallarına uygun davranılmalıdır.
Sonuç olarak, biz aşağıda imzası olan kurumlar olarak, verilerle yansıtmaya çalıştığımız bu gerçekliğin bir kader olmamasını ve insani varoluşumuzun anlamına ters düşen, daha aydınlık bir gelecek için taşıdığımız umutlara gölge düşüren ‘işkence’nin ülkemizden ve dünyadan mutlak olarak silinmesini istiyoruz.

Bu hedefe ulaşıncaya kadar da, tüm örtbas etme, korkutma, susturma çabalarına karşın, başlarına geleni kader olarak kabul etmeyip, işkence gördüklerini yüksek sesle haykırabilmeleri ve kendilerini güvende hissetmeleri için her koşulda işkence görenlerin yanında olmaya devam edeceğiz.

Ancak şunu hatırlamak isteriz ki, mutlak olan işkence yasağının tavizsiz biçimde yaşam bulması görevi her ne kadar uluslararası hukuk tarafından devletlere verilmiş bir yükümlülük ise de aynı zamanda tüm toplumun da görevidir. Çünkü bir arada yaşadığımız yurttaşlardan bir kısmına bizzat “bizim adımıza” acı çektirilmesine izin veremeyiz. İnsanlık onurunu korumak, insan olmayı sürdürebilmek için herkesin ödevidir. Bu nedenle işkencenin önlenmesi ve işkencenin yol açtığı acıların görülmesi hepimizin ortak sorumluluğudur.

İnsanlık Onuru Mutlaka İşkenceyi Yenecektir!

İzmir Barosu, İzmir Tabip Odası,İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği, Çağdaş Hukukçular Derneği, Özgürlük İçin Hukukçular Derneği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası İzmir Şubesi, İmece Dostluk ve Dayanışma Derneği, Hak İnisiyatifi Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği, Halklararası Dayanışma Köprüsü Derneği“

İşkencesiz Bir Dünya Mümkün

Aşağıda imzası bulunan kurumların katılımıyla yapacağımız basın açıklamamızda tüm dostlarımızla beraber
“İşkencesiz Bir Dünya Mümkün” diyeceğiz. Gelin işkencenin bir insanlık suçu olduğunu 26 Haziran İşkence ile Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü’nde hep birlikte söyleyelim.
İzmir Barosu
İzmir Tabip Odası
İnsan Hakları Derneği
Türkiye İnsan Hakları Vakfı
Çağdaş Hukukçular Derneği
Özgürlük İçin Hukukçular Derneği
İnsan Hakları Gündemi Derneği
İmece Dostluk ve Dayanışma Derneği
Halkların Köprüsü Derneği
Sağlık Emekçileri Sendikası
İzmir Hak İnisiyatifi

İrfan İnan

İRFAN İNAN
(20.08.1954-26.03.2019)
Manisa’nın yerlisi bir ailenin çocuğu olarak 20.09.1954 yılında Manisa/Ahmetli’de (o dönem Ahmetli nahiye/bucaktır.) doğar. Köyü Kenderlik ile bağlarını koruyan, yaz döneminde kendi topraklarını işleyen, bağ, bostan, küçük ölçekli ekin ve tütün üreticiliği yapan, kışın Ahmetli’de terzilikle geçinen üç çocuklu bir ailen ilk çocuğudur. Annesi ev emekçisidir, yaşamı her gün yeniden üretendir. Ailesi, toprağı yakın akrabalarla, dayısı ve ailesiyle aynı bahçeyi kullanan, yazın birlikte çalışan, yaşayan, birlikte çalışmayı ve paylaşımı yaşam biçimi olan bir karakterdedir. Yazın köyde çardağa gittiklerinde içme suyu olmayan tarlada çalışırken aşağı tarafta akrabaların bağındaki tulumbadan eşeklerle su taşırlar. Toprak köyün içinden geçen Gediz’in sularıyla beslenir. İrfan da dayısının erkek çocukları da yüzmeyi Gediz’de öğrenirler.

Baba aydın bir insandır, çocuklarını her hafta sinemaya, Fuar döneminde tiyatrolara götüren, sanata duyarlı olmalarını isteyen, yeniliklere açık bir insandır. Her gün gazetenin girdiği bir evde yetişir İrfan. İlk çocukluk döneminde ava merak salar ve babası öğrenmesi için ona tek kırma av tüfeği alır, kullanmasını öğretir. Ekin tarlalarının içinde yatıp yabani kuşları beklerken kuşları vurmasını istemeyen kız kardeşi Selma gürültü çıkarınca ona kızar, bir süre oynamaz ama asla anne-babasına şikayet etmez. Baba çocuklarının yüksek öğrenim görmesi için fedakarlığa hazır ve anlayışlıdır. Çalışmaya önem veren, emeği gören, değerini bilen biridir. Ortaokul son sınıftayken öğretmeniyle tartıştığı için okula devam etmek istemeyen İrfan’ı, babası yaşamı tanıyarak karar verebilmesi için sabahçı kahvesine çırak olarak verir. Bir aylık bir çalışma sonrasında İrfan okula geri döner, derslerini telafi eder ve mezun olur. Lisedeyken ara tatillerde iş bulursa, yazın da mutlaka çalışır. Kültürpark Villa Çay Bahçesinde garsonluk, Ege Süs mağazasında tezgahtarlık yapar.

İlkokulu Ahmetli 6 Eylül İlkokulunda tamamlar, yavrukurt olur, trampet çalar. Nahiyede o dönem ortaokul olmadığından trenle gidip dönerek Turgutlu’da okur. Ortaokulda kız kardeşiyle pazara alış verişe giden İrfan parayı kullanmayı, verilen parayla yetinmeyi, iş yapmayı belki de o günlerde öğrenir. 1968 Yılı yazında şiddetli dolu yağması nedeniyle tüm ürünler telef olur; banka borçları ödenemez, eve haciz gelir, satılır ve aile İzmir’de Mersinpınar’a taşınır. Mahalle evlerinde su yoktur, haftada bir mahallenin ortak çeşmesine su verilir; halk geceden sıralar oluşturur, nöbet tutar ve su tenekelerle evlere taşınır.

İrfan İzmir Atatürk Lisesine kaydolur. Dersaneye gitmeyen, derslerde zorlanmayan başarılı bir öğrencidir. Buca Mimarlık Mühendislik Yüksek Okulu’nun Kimya Mühendisliği Bölümünü’ne ve öğrenimini çalışarak bitirmek istediğinden ikinci öğretime (gece bölümü) kaydını yaptırır. Üniversite yıllarına dek kurtuluş savaşından etkilenen Atatürkçü bir gençtir. Milliyetçi Cephe döneminde, faşistler öğrencileri kendi taraflarına çekemedikleri için sınıfa molotof kokteyli atarlar, dağılan parçalardan biriyle hafif yaralanır. Bu olaydan sonra çatışan tarafları, nedenlerini anlamaya, tartışmaya, sorgulamaya başlar ve giderek devrimcileşir. Buca MMYO da boykotlar ve mücadele sonrası Buca MMYO E.Ü Mühendislik Bilimleri Fakültesi ile birleşmiş ve Kimya Mühendisliği E.Ü Müh.Bilim. Fak.sine taşınmıştır. İrfan öğrencilerin ücretsiz, bilimsel, özerk demokratik üniversite mücadelesinin içerinde hızla politikleşir, bu mücadelenin kapitalizme ve faşizme karşı mücadele olmadan sürdürülemeyeceğini mücadele içinde kavrar. Dönemin Halkın Kurtuluşu çevresiyle tanışır ve aktif mücadele dönemi başlar. Kimya Fakültesi, E.Ü kampüsüne taşındıktan sonra da demokratik özerk üniversite, bilimsel eğitim ve faşizme karşı mücadelenin ön saflarında yer alır.

Milliyetçi cephe hükümetlerinin iktidarda olduğu dönemlerde yükselişe geçen, üniversitelerin faşist işgal tehdidi altına girdiği zamanlardır. Fakülte ve yurtlarda faşistlere karşı devrimci aktif direnişler yapılmaktadır. Her koşulda zorluğu, darlığı, yaşamı paylaştığı Neşe, o zamanlarda kampüste koşuşturmalar içinde görmektedir İrfan’ı. Bir gün Hemşirelik Fakültesi öğrencisi olan Selma ile yan yanayken Selma küçük kantinden çıkan, bir kolu alçıda olan İrfan ı işaret ederek “bak bu benim abim, seni tanıştırayım” diyerek yüz yüze tanışmalarını sağlar. Bir süre uzaktan birbirlerini izler, karşılaştıklarında selamlaşır, göz göze gelirler, zamanla aralarında duygusal bir yakınlık oluşur ama fakülteler ayrı, ortak zamanlar azdır. Bir fırsatını bulan İrfan, Neşe’ye kampus dışında bir ara konuşmak istediğini söyler; ama mücadele koşullarında nereye gideceklerin, nerede oturacaklarını bilemezler ve İrfan ın liseli yıllarından beri çalıştığı Villa Çay Bahçesine giderler. Aynı yerde dönemin birçok üniversite öğrencisi de vardiyalı çalışmaktadır. Konuşma “özelleşemez”, gelen bir arkadaş Bornova yurtlarına faşist saldırı olduğu haberini getirir, apar topar kalkarlar. Yaklaşık altı ay yan yana gelemezler, uzaktan birbirlerini izler, haber almaya çalışırlar.

İrfan 1974 Yılından başlayarak özel okulların kapatılması, üniversitelerde, okullarda ve KYK yurtlarında faşist işgale karşı mücadelede aktif görevler üstlenmektedir. İzmir’de İzmir Yüksek Öğrenim Derneği (İzYÖD) faşist MC iktidarı tarafından kapatılmıştır. Tutuklanan yöneticileri hapse mahkum edilmişlerdi. Kapatılan bu derneğin yerine kurulan Demokrat Yurtsever Gençlik Derneği de 1977 şubatında faşist iktidar tarafından kapatılmıştı. Yeni kurulacak gençlik örgütünün yönetimini oluşturmak amacıyla bütün fakültelerde ve okullarda forumlar yapılmış ve Halkın Kurtuluşu taraftarları bu toplantılarda görüşlerini açıklamış, hatalı görüşleri eleştirmiş ve etkiniğini pekiştirmiştir. Fakülte ve yüksek okullarda yapılan delege seçimlerinde 4144 oy kullanılmıştı. Gençlik kitlelerinde seçimlere ilgi de devrimci demokrasinin uygulama biçimlerine ilgi de oldukça fazladır. Kullanılan oylardan 2829 unu yurtsever devrimci gençler kazanmıştır.

İrfan, Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği’nde (YDGD) kurucu başkandır ve 1980 faşist askeri cuntasına dek iki dönem YDGD yönetimde başkanlığı sürdürür. Bu dönemlerde YDGD gençliğin anti-faşist anti-emperyalist ve anti-şövenist mücadelesinin yanı sıra, İzmir’deki barınma-konut hakkına sahip çıkar; gecekondu direnişlerinde, fabrikalardaki faşist kadrolaşma nedeniyle işten çıkarmalara karşı mücadelelere, işçi direnişlerine, grevlere, mahalle direnişlerinde de emekçi halkın yanında yerini alır, destek verir. YDGD, Gençliğin can güvenliği ve öğrenim özgürlüğü mücadelesinde, akademik ve demokratik mücadelesine, faşist-gerici eğitime karşı, siyasi cinayetlere karşı aktif olarak mücadele eder. Gençlik içerisinde grupçuluğa, tekkeciliğe karşı geniş gençlik yığınlarını siyasi demokrasi talepleri temelinde kitlesel mücadelesine yol gösterir. Yasal ve pratik sorumluluk açısından o dönemlerde bu görevi üstlenmek, tahmin edilebilir ki hiç te kolay ve herkesin harcı değildir. İrfan, aynı zamanda Yurrtsever Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (YDGF) kurucularından birisidir. Federasyonun kuruluş döneminde Ege Bölgesi kuruluş komitesi sorumlularındandır.

 

1979 yılında Kimya Fakültesinden mezun olduğunda hala Villa Çay Bahçesinde çalışmayı sürdürmektedir; Neşe Tıp Fakültesinde öğrencidir hala..Aileler tanışır, evliliklerine itirazlar olur, onların kararlı duruşu, kardeşlerin desteğiyle aşılır. 12 Eylül faşist cuntasından hemen sonra 1980 yılı kasımında nikahlanırlar. Nikah salonu YDGD li gençler tarafından güvenlik kuşağına alınmış gibidir.

1980’de “24 Ocak kararları” olarak bilinen ve tekelci kapitalizmin IMF dayatmaları, neo-liberal yeniden yapılanma programına karşı işçi sınıfının grev ve direnişlerle verdiği mücadele ancak engelsiz, tüm burjuvaziyi ve emperyalist kesimleri de arkasına alan bir askeri darbeyle başarılabilirdi. 1980 Şubatında İzmir’de sıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetim koşulları içerisinde de YDGF örgütlenmesini ve çalışma tarzını yeni koşullara göre geliştirdi, özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdürdü. Yurt genelinde olduğu gibi, İzmir’de de devlet terörü alabildiğine yaygın ve yoğun sürmekte partiler, sendikalar, meslek, kitle örgütleri gibi gençlik derneklerinin yöneticileri, önderleri de aranır duruma gelmişti, işkence sesleri sadece “Emniyet Müdürlükleri”nden değil, garnizonlardan, kışlalardan, karakollardan da dışarıya taşmaktaydı. ABD’nin “bizim çocukları” faşist generaller harekete geçti ve 12 Eylül sabahı askeri faşizminin kanlı süreci başladı.

12 Eylül 1980 faşist cuntası emperyalist-kapitalist neoliberal politikaları ve IMF patentli 24 Ocak kararlarını hayata geçirme hedefli programı ve ABD patentli ılımlı islam projesini her türlü zoru kullanarak uygulamaya başladı. Ekonomi ve siyaset ile birlikte toplumun da neoliberal yönde yeniden yapılandırılmasını amaçlayan bu programın en önde gelen iki hedefi vardı. Biri siyasi ve ekonomik yapının merkezileştirilmesi diğeri ise başta devrim ve sosyalizm iddiası taşıyan siyasi yapıların ve işçi sınıfı örgütlülüğünün tasfiyesi olmak üzere, tüm siyasal muhaliflerin tasfiye edilmesi ve kapitalizmin kabul edilebilir sınırları içerisine çekmekti. Türk-islam sentezi programını ve ılımlı islami bir cumhuriyet oluşturma projesi için harekete geçti. Emniyet müdürlükleri işkence merkezleri durumuna getirildi. Bir milyona yakın insan işkence tezgahlarından geçirildi. Binlerce insan işkence tezgahlarında, katledildi, idam edildi ve infaz edildi. Faşist cunta, siyasi partileri, sendikaları kapattı. Parti yöneticileri ve önde gelen burjuva politikacıları ev hapsi ile ya da tutuklanarak etkisiz duruma getirildiler. MHP yöneticileri ve bazı ülkücü tetikçilerle birlikte hapsedilen ve hapisliğini hastanede rahat koşullarda geçiren Alpaslan Türkeş mahkemede savunmasında, “Fikirlerimiz iktidarda biz içerdeyiz” diyerek faşist cuntayı destekledi. Bugün MHP, hem parti olarak hem fikir olarak iktidarı, faşist askeri cuntanın düzeninin ürünü AKP ile paylaşıyor..

YDGF faşist askeri cuntanın saldırılarından payını aldı. Binlerce üyesi işkence tezgahlarından geçti, idam edildi, öldürüldü ya da hapsedildi. İrfan da 28 Ocak 1981 de göz altına alındı, 30 gün İzmir’de siyasi şubede kaldı, Buca Cezaevi’nde kalırken gizli örgüt üyesi olmakla sorgulandı, on dört ay sonra bırakıldı, yıllar sonra o dosyadan beraat etti ve cezaevinden çıktı.1982 Yılında oğulları Eren dünyaya geldi. Baba olarak Eren’e ayırdığı zaman belki fazla değil ancak nitelikliydi. Sevgisini sözle dışa vurmaktan çok davranışlarıyla ifade ederdi oğluna. Onun ilkeli ve bizim kuşağımızın ortaklaşmacı, paylaşımcı değerleriyle yetişmesini istedi; zaman zaman katı, kuralcı ama her zaman gözeten, koruyan ve kollayıcı olmaktan vaz geçmeyendi..

Dernek çalışmaları arasında doğaldır ki basın, yayın, dergi, bülten çıkarmak ta vardır. İzmir YDGD olarak yayınlanan ve İrfan’ın imtiyaz sahibi, A.Ç’nin de sorumlu müdürü olduğu derginin haber bülteninde faşist katliamlar, suikastlar işlenirken “…faşist diktatörlüğün koltuk değneği CHP’nin…” diye de bir anlatımı geçmektedir. Dönemin CHP il yönetimi şikayetçi olur. “Suç” basın yoluyla işlendiğinden TCK nın 159.md gereğince “hükümete hakaret” iddiasıyla yargılanır ve A.Ç’ye 18 ay, İrfan a da 10 ay ceza verilir. Zaman geçer, 1983 yılında bu ceza kesinleşmiştir ve bu ceza nedeniyle, apar topar alınır ve Uşak Cezaevi’ne götürülür; dört ay sonra cezası imza karşılığı denetim cezasına dönüşür. O dönemde Neşe, Uşak Eşme’de hekim olarak çalışmaktadır. Dört ay Uşak Cezaevi sonrası 1984 yılı başında askere gider ve sakıncalı piyade olarak askerliğini Antep te tamamlar. Neşe de Ankara’da ihtisasa başlar

Zor zamanlardır, hem ekonomik olarak hem de ruhsal ortam anlamda..Neşe, otuz sekiz yıllık yaşam yoldaşı, sevdiği İrfan ı sözden çok davranışıyla konuşan, çok zeki, esprili, naif olarak tanımlıyor. Uşak Cezaevi’nde bildiriden verilen hüküm kapsamı nedeniyle kalırken anneler gününde açık görüş yapılır ve görüş sonrası Neşe ayrılırken bir gardiyan koşarak yanına gelir ve eline bir zarf verir. Zarf içerisinde bir not ve bir miktar para vardır. Notta, sözle ifadeden kaçınan İrfan, anneler günü için kendisine anı olarak bir şeyler almasını istemektedir.

Askerden dönüşte, mahpustan çıkan herkes gibi işsizdir, iş aramaktadır. 1985 Genel nüfus sayımı o zaman sokağa çıkma yasağı koşullarında yapılmaktadır ve Ankara Keçiören’de oturmaktadırlar. O gün üç sivil polis tarafından gözaltına alınır, epeyce bir uğraştan sonra geçmişteki cezalardan biri nedeniyle, gözetim altında tutulmak üzere alındığı öğrenilir.

1986 Haziran ayında Neşe ihtisasını tamamlar ve İzmir e atanır. İrfan bu arada yine izleme olanağı bulmadığı bir dosyadan ceza aldığını öğrenir. Bu dosya, da geçmiş dönemdeki açılan dava dosyalarındandır.. İrfan bu kez Urla Cezaevi’ndedir, yaklaşık on bir ay da bu cezaevinde kalır.

Mahpusluk sonrası, Seferihisar yolunda Klor fabrikasında çalışmaya başlar, bir buçuk yıl kadar çalışır; işçilerin sendikalaşması için çaba gösterir. ancak bedeni alerjik reaksiyonlar gösterdiğinden ayrılmak zorunda kalır. Aynı dönemde Kimya Mühendisleri Odası’nda çalışmalara başlar. Odada bir yıl kadar yönetici olarak çalışır. Sonrasında on yıllar süren mesleki mücadele örgütünün, emek ve demokrasi mücadelesinde aktif rol alır; KMO Ege Bölge Şubesi’nin çeşitli dönemler yönetim kurulu üyeliği ve başkanlığını yapar. KMO ve TMMOB da birer dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı.1988 yılından yaşamını yitirdiği sürece kadar KMO ve TMMOB genel kurullarında delegeydi.

Eşi, ailesi ve arkadaşlarının anlatımlarında, İrfan’ı tanımlarken ortaklaştıkları özellikler O’nun dedikoduyu hiç sevmediği, yanında dedikodu yaptırmadığı; Ruhi Su dinlemeyi, doğayı, çiçekleri ama ille de laleleri; hayvanları ama en çok köpekleri ve ille de Laki’yi (Laki, yıllarca baktığı, can dostu köpeğinin adı) çok sevdiğidir.

İrfan oğlunun adını kendi koymuştur, Neşe nin de itirazı olmayacağından emin olarak. Eren’ le, koşulları nedeniyle belki az ancak nitelikli zaman geçirmeyi severdi. Koruyucuydu ancak kural koyan, kendi ilke ve kurallarında da ısrarcıydı. Özverili ve sevecendi ancak o kadar da dışa vurumcu değil!

Yaşamının sonuna dek yoldaşlarıyla bağını yitirmeyen, ilişkilerini sürdüren,İmece çalışmalarında üstlendiği görevi seçen ve mutlaka gereğini yapan bir dosttur İrfan; insanı yanıltmaz.İmece-Der in kuruluşunda aktif yer alan, aktif desteğini sürdüren; genel kurul divan başkanlarımızdan; geleneksel buluşmalarımızı örgütleyicilerinden; İmece’nin kuruluş çalışmalarında destekleyici ve eğitim gönüllüsüdür; çalışmalarda mutlaka katılımcıdır, yitirdiğimiz devrimcilere, yoldaşlarına bağlı ve vefalıdır, mezar yenilenmeleri ve anmalarda mutlaka o da vardır. Ege Bölgesi Kimya Mühendisleri Odası eski başkanlarından, TMMOB eski genel yönetim kurulu üyesi, Ege KMO ‘nın bölgesel ve genel yönetim kurullarında görev alan, her dönem örgütleyici aktif bir üye ve uzun dönemler İzmir delegesi olan yoldaşımız 2017 yılından bu yana pulmoner fibrozis tanısı nedeniyle tedavi görüyordu. 2019 yılının ilk aylarında solunum sorunları artmış ve 22 Martta hastaneye kaldırılmıştı.

27 Mart 2019 Çarşamba günü, son yolculuğuna Urla-Güvendik mezarlığında dostlarımızla uğurlamıştık..

İzmir’de, özgürlük, emek, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde bir İrfan İnan geçti.

İrfan bağımsızlık demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde bizlerle yaşıyor, ve yaşayacak..


Buca Cezaevi’ne yoldaşlarıyla

CHERNOBYL, ÇAY VE MASAL ANLATMAK


CHERNOBYL,
ÇAY VE MASAL ANLATMAK
“Chernobyl” dizisi şu sıralar IMDb sıralamasında üst sıralarda yer alan bir yapım. Geçen yüzyılın en büyük felaketleri arasında sayılan Çernobil’deki nükleer reaktörde gerçekleşen patlama ve sonrasında yaşananları belgesel/dram tadında sunma iddiasında. Eğer o dönemin SSCB’si hakkındaki temel gerçekleri göz ardı ederseniz, gayet de başarılı bir yapım diyebilirsiniz. Ki dizinin yayıncılarının sizden beklediği tam da budur. Bir felaket çerçevesinde sizden sosyalizmin aslında ne kadar da kötü bir şey olduğuna kanaat geçirmenizi isterler; “reel sosyalizm” adı altında çoktan yozlaştırılmış ve gerçekliğinden koparılmış olduğuna bakmaksızın.

Ama diziye değinmemizin sebebi bu değil. Dizi bizi o yıllara götürdü. Eski Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral’ın televizyona çıkıp “Dinine, imanına inanan radyasyon var, demez” diyerek içtiği çayı hatırladık. Ardından “İcraatın İçinden” programlarında elinde kalemiyle bize aslında ne kadar güzel bir ülkede sorunsuzca yaşadığımızı anlatan Turgut Özal. Kalemi gözümüze gözümüze sokardı.

Bugün izlediğimiz yayın işte bunları getirdi aklımıza. Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un öğretmenlerin seminer çalışmalarının başlamasına ilişkin yaptığı konuşmadan bahsediyoruz. Elinde kalem, gülen bir yüz, özenle seçilen kelimeler, öğretmenlerin önemini vurgulayan ifadeler. Çernobil gibi, kendini izlettiriyor; Turgut Özal gibi, kalemiyle saptamalar yapıyor; Cahit Aral gibi, yanındaki çay bardağına da özel bir vurgu yaparak, kendilerine güvenilmesini istiyor. Ama satır araları gerçekten uzak, yapay ve göz boyamaktan öteye gitmiyor. Şöyle bir bakalım.

VİZYON

Bir toplumu bilimsel bir çalışma yaptığınıza inandırmanın temel yolu, afilli kelimeler kullanmaktır. Yenilenme yerine “inovasyon”, uygulanabilirlik yerine “fizibilite” ve hedef yerine “vizyon”.

“2023 Vizyonu” diye bir kavram uzun süredir kulağımızda geziniyor. İçeriğini ise bilen yok. Buna eğitimi dahil etmemek olmazdı. İşte size nurtopu gibi bir “2023 Eğitim Vizyonu”.

Bakan Selçuk konuşmasında tarihler vererek bir eğitim vizyonlarının olduğuna bizi inandırmaya çalıştı. Çalıştı dememizin sebebi, son bir ayda verilen tarihlerde bir netliğin olmaması. İnterneti şöyle bir tararsanız liseler için öngörülen yeni ders programına bir yerde yeni eğitim öğretim yılında başlanacağını, başka bir yerde hayır, sonraki yıla olacağını ama bakana göre yok, 2020’de öğretmenlerin eğitimine başlanıp yeni sisteme 2024’te geçileceğini öğreniyorsunuz. Son söylenenin liselerle ilgili olmadığı, “2023 eğitim vizyonu” (ki bunun içeriği halen muamma) ile ilgili olduğu düşünülebilir. Ama öyle bir karışık söylem söz konusu ki, ne demek istendiğini anlamıyoruz.

Bir taraftan “geri bildirimlere göre değişiklikler yapıyoruz” diyor. Hemen ardından da “ortaöğretim tasarımıyla ilgili görüşlerimizi açıkladık ve temmuz sonuna kadar gereken değişiklikleri yapacağız” diyor. Yetmiyor, “gerekli öğretmen eğitimleri düzenlenecek; öğretmenlerin ihtiyaç duyduğu ders içeriği çalışmaları yapılacak” denilip bu çalışmaların 2020 ile 2024 yılları arasında yapılacağı bilgisini veriyor.

Ha bir de görüşlerini açıkladıklarını ve çalışmalara başladıklarını, bu süreçte öğretmenler, sendikalar, üniversiteler, STK’larla çalışmalar yaptıklarını bildirmeye unutmuyor Bakan Selçuk.

MERAK

İnsan merak ediyor. Dönem aralarında bir haftalık tatil uygulamasını kimlerle tartıştınız? Hangi verilerle bunun eğitime bir katkı sağlayacağını düşündünüz?

Liseler için düşünülen ders saatleri ile ilgili değişiklikleri, ders içeriklerini karman çorman etmeden nasıl uygulayacaksınız? Ve yine, hangi veriler size bunun olumlu olacağını söylüyor?

4+4+4 getirilirken eğitimcilerin yanlış olduğunu bas bas bağırdıkları okula başlama yaşı ile ilgili son değişiklik (66 aydan 69 aya çıkmış olması olumlu olsa da eğitimciler 72 ayda ısrarlı) bu görüşmeler çerçevesinde mi yapıldı?

“2023 Eğitim Vizyonu” içerisinde ilköğretim ne kadar var? Varsa neyi kapsıyor? Ya da “vizyon” dediğiniz şey nedir?

Okulun kapanmasına bir ay kala E-okul da bir “sosyal kulüp modülü” açıp çocuklara bir “sosyal etkinlik belgesi” verme fikrini size kim sundu? Dağıtılan bu milyonlarca belgenin kocaman bir yalan olduğunu, okullarda sosyal kulüp çalışmaları yapılmadığını, sosyal kulüp ve rehberlik çalışmaları için ayrılan ders saatinin uzun zamandır kaldırılmış olduğunu bilmiyor musunuz?

Laboratuvarların, atölyelerin kaldırıldığı bir okul ortamında; öğrenci sayısıyla kıyaslandığında “küçük” olarak bile adlandırılamayacak bahçelerle ne tür ek eğitimler gerçekleştirmeyi düşünüyorsunuz?

Kreş sorunu sizin için bir sorun mudur? Anaokullarına bakışınızı göz önünde bulundurursak, sorun değildir diyebilir miyiz?

Hemen her yıl, deneme yanılma yoluyla yapılan değişikliklerin neler getirip neler götürdüğünü gerçekten irdelediniz mi?

ÇAY

Konuşmasına aşağıdaki cümlelerle başladı Bakan Selçuk:
“Benim de önümde bir çay bardağı var çünkü seminer dönemi dediğimiz bu dönem için yıllarca öğretmenlerin çay içip oturdukları günler dediler. Bunu ben zaman zaman karşımıza çıkan o garip etiketlemelerden biri olarak görüyorum. İstedim ki mesleki eğitim dönemimizde bu etiketi de gözden geçirelim. Geçrekten işe yarayan bir eğitim dönemi yaşayalım. Çayımızı da içiyoruz, işimizi de yapıyoruz diyelim”

Söylenenlere dikkatlice baktığımızda Bakan Selçuk’un söylediği şey aslında şudur:
“Evet haklısınız, öğretmenler seminer çalışmalarında çay içip laklak ederler; artık onları çalıştıracağız.” Daha önceki Milli Eğitim Bakanlarının doğrudan söylediği “öğretmenler yata yata para kazanıyor” düşüncesini bu süslü kelimelerle yeniden yaratıyor Bakan Selçuk.

Öğretmen meslek kanunu, 3600 ek gösterge, sözleşmeli ve ücretli öğretmenlik sorunlarından hiçbirine değinmeyi gerekli görmeyen Bakan Selçuk, öğretmen odalarının yeniden dizayn edileceği “müjdesini” veriyor (“dizayn etme” yerine tasarlama kelimesinin kullanımı bilimsellikten uzaklaştırır, değil mi?).

Binlerce okulda hâlâ birleştirilmiş sınıf uygulamasıyla eğitim-öğretimin yapıldığı, çağın gerekleriyle uyuşmayan müfredatın her geçen yıl daha da sığlaştığı, öğretmene şiddet haberlerinin eksik olmadığı bir ortamda oryantiring, müze, doğa yürüyüşü, piknik, Arapça ve en nihayetinde masal anlatıcılığı diyen bir eğitim bakanı elbette müjde olarak bunu söyleyecekti. Çünkü öğretmenlerin en büyük sorunu, altın varaklı koltuklarda altın süslemeli çay bardaklarında ejderha meyvesi görünümlü çaylarını yudumlayabilecekleri bir saray odacıklarının olması…

(başlıksız)

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri ‘Adalet Ve Demokrasi Nöbeti’ yapacak


İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri tarafından 24 Mayıs Cuma akşamı saat 18.30’da, YSK’nin İstanbul seçimlerine ilişkin yenileme kararını protesto amacıyla Konak Eski Sümerbank önünde “ADALET VE DEMOKRASİ NÖBETİ” gerçekleştirilecek.

Ege Üniversitesi içinde ‘Millet Bahçesi’ yapılması ve kampüsün ranta açılması projelerine hayır!

İzmir’e Sahip Çık Platformu Ege Üniversitesi kampüs girişinde basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasını Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi Başkanı Özlem Şenyol Kocaer yaptı. Kocaer ”basında yer alan haberlere ve duyumlara göre Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin taşınması, diğer fakültelerin ise bir alan içine sıkıştırılarak geriye kalan alanların TOKİ aracılığı ile farklı türdeki yapılaşma faaliyetlerine konu edilmesi ve son olarak da orman statüsünde bir alanın millet bahçesi projesi ile bu alanın yapılaşma tehdidi altında olduğuna yönelik bilgiler yer aldığını” belirtti. Kocaer; “Bornova ve İzmir için önemli bir değer olan Ege Üniversitesi kamusal bir alandır ancak görülmektedir ki kamudan uzak plan ve projeler hayata geçirilmek isteniyor” dedi.

“Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un üç ay ara ile Ege Üniversitesi’ne yaptığı ziyaretlerde eğitim ve araştırma amacıyla üniversiteye tahsis edilmiş fakat henüz kullanılmamış olan boş arazilerin masaya yatırılıp bunların Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın göstereceği bir yol haritasıyla yapılacak master plan çerçevesinde değerlendirilmesinden söz edilmesi, bu arazilerin üniversite yönetimlerince sermayeye sağlanan rant amaçlı plan değişikliği ve örtülü satışın bir türü olan uzun dönemli (29-49 yıl) kiralama yoluyla elden çıkarılma olasılığını akla getirmektedir.

”Daha önce yapılmış olan Forum Bornova AVM, Bilfen Okulları, Tevfik Fikret Okulları, Kipa (MİGROS) Bornova, Egeyurt Özel Öğrenci Yurdu (Rezidans), Anemon Oteli, EÜ Cami ve Külliyesi gibi sermayeye sağlanan parasal ve siyasi rantlar, bu olasılığı güçlendirmektedir.

”Diğer taraftan bahsi geçen millet bahçesinin, halen Ege Üniversitesi’nin sosyal tesislerinin bulunduğu 545 dönümlük bölümünde yapılacağı anlaşılmıştır. Bu alanda üniversitenin konukevi, güneş enerjisi enstitüsü ve personel lojmanları bulunmakta olup, arazinin büyük bir kısmı, 290 dönümlük fıstıkçamı koruluğu ve zeytin ağaçları ile çevrilidir.

”Yapılaşma tehdidi sadece yukarıda belirtilen alanla sınırlı değildir. 1980’li yılların başlarında üniversitenin dört ayrı bölümünde Orman Genel Müdürlüğü ile Ege Üniversitesi arasında imzalanan protokol ile tesis edilen yaklaşık 590 dönümlük ormanlık alan bugün kontrolsüz yapılaşma sonucu 470 dönüme düşmüştür. Yaklaşık 40 yıllık emek sonucunda oluşturulan ve “Ege Üniversitesi Ormanı” olarak bilinen bu alandaki fıstıkçamı ağaçları günümüzde yaklaşık 15 metre boya ve 5–6 m taç genişliğine ulaşmıştır. Ormancılık bakım tedbirleri uygulanarak mevcut orman dinamik bir yapıya kavuşturulmalı ve doğal yapısı korunarak gelecek nesillere taşınmalıdır. Yerleşkenin kuzey ve batısında bulunan zeytinlikler ise yaklaşık 108 bin m2 büyüklüğündedir. Bu alanlardan birinin yapılaşmaya açılması diğer alanların da rant baskısı altında kalmasına neden olacaktır.

”Millet Bahçesi tesis edilmesi planlanan ve Ege Üniversitesi Ormanı’nın bir bölümünü oluşturan koruluğun yüzölçümü, 420 bin m2 olan Kültürpark’ın yaklaşık 4’te 3’ü büyüklüğünde olup İzmir’in akciğeri konumunda önemli bir yeşil alandır.

”Ayrıca ilgili imar planında EÜ ormanı olarak bilinen bu koruluk, imar yasaklı bölge olarak tanımlanmaktadır ve plan kararı ile tüm ağaçlar koruma altına alınmıştır. Dolayısıyla imar kararları yönünden bu alanın başta üniversite için gerekli kullanımlara uygun olduğu ve herhangi bir yapılaşmaya konu edilmemesi gerekmektedir.

”E.Ü Ormanı’na yapılmak istenen Millet Bahçesi’nin projesi henüz açıklanmamış olsa da başka kentlerde uygulanmaya konulan projelerde son derece geniş bir alana yayılan tesis ve birimler inşa edilmesi söz konusudur. Üstelik bugüne kadar üretilen örneklerin, kamusal alan üretebilme konusunda, dünya standartlarının epey gerisinde olduğu, orantısız olarak uygulanan yumuşak (toprak)–sert (beton) zemin kullanımı ve mevcut peyzaj dokusuna yapılan aşırı müdahaleler sonucunda ortaya çıkan projelerin niteliksizliği de kamuoyu tarafından bilinmektedir.

”Örneğin EÜ Ormanı ile yaklaşık aynı büyüklükte olan ve geçtiğimiz günlerde TOKİ tarafından ihalesi yapılan 288 dönümlük Pendik Millet Bahçesi projesinde Millet Kıraathanesi ile cami, otopark, açık hava sineması, eğlence parkı, piknik alanı ve pazar yeri, mini gölet, açelya ve su bahçeleri ile donatılmış oturma ve dinlenme alanları, farklı yaşlardaki çocuklar için oyun alanları, koşu ve bisiklet parkuru yapılması öngörülmüş ve dolayısıyla birçok yapılaşma, beton zemin oluşturulması proje içerisinde yer almaktadır.

”Pendik örneğindeki gibi çeşitli tür aktivite mekânları ve yapılar yapabilmek için, bu koruluğun en az yarısı büyüklüğünde bir alanda binlerce ağacın kesilerek seyreltme yapılmasının gerekeceği ve bu durumun EÜ Ormanı’nın iklim ve hava kirliliği gibi çevresel etki faktörlerine olan paha biçilmez olumlu etkisini yok edeceği açıktır.

”Ayrıca çıkan haberlerde bu alanın halkın kullanımına açılması gerektiği ve bu gerekçeye dayandırılarak Millet Bahçesi düzenlemesi yapılmasının uygunluğundan bahsedilmektedir. Oysa yaklaşık 550 dönümlük lojmanlar bölgesinin yarısını kaplayan yaklaşık 290 dönümlük bu ormanlık alan hâlihazırda halka açık olup, isteyen herkes tarafından kullanılabilmektedir. Buna ek olarak konuk evi içinde bulunan restoran ve kafeterya, ana kampüs içinde bulunan yüzme havuzu ve tenis dâhil açık-kapalı her türlü spor tesisleri, kütüphane ve kafeteryalar ile bisiklet ve yürüyüş yolları ve yeşil alanlarıyla arazi halka açık bir park işlevi görmektedir. Millet Bahçelerinin, kentlerin akciğerlerini oluşturan yetişmiş ormanlık alanlarda değil kente yeni yeşil alanlar kazandırılması gözetilerek çıplak arazilerde yapılması ve kamu kaynaklarının daha adil ve eşit dağılımı da gözetilerek yeşil alan gereksiniminin olduğu bölgelerde inşa edilmesi daha uygun olacaktır.

”Diğer taraftan İzmir’in kentleşme tarihinde büyük önem taşıyan ve kent ile iç içe geçmiş bir üniversite yerleşkesi hakkında yerleşke alanının küçültülmesi, bir kısmının başka yere taşınması ve farklı işlevlerde kullanılmak için dönüştürülmesi gibi spekülatif söylemler üretmek, üniversite yerleşkesine ve bölgenin yapısına zarar verecektir. Bu tür kent parçalarına ilişkin alınan kararlar, demokratik katılımcı bir şekilde ve yerelin talepleri göz önüne alınarak kararlaştırılmalıdır. Ancak sürecin aktörlerinin yereli dışlayan bir yapıda olduğu görülmektedir. Oysa Ege Üniversitesi rektörünün başlıca görevinin üniversitenin bilimsel faaliyetlerini geliştirmek ve bu yönde öneriler geliştirmesi olması beklenirken yerleşke alanını ranta yönelik spekülatif söylemlere konu etmesi kamu ahlakı açısından endişe yaratmaktadır.

”Millet Bahçeleri, tüm bunlarla birlikte, iktidarın kentlerde mekânın kendi ideolojileri yönünde dönüşümü için ürettikleri, Millet Kıraathanesi, ihtiyaçtan bağımsız camilerin yer aldığı düzenlemeler ile kentlerin sosyo-kültürel yapısını değiştirmede araç olarak kullanılmak üzere üretilmiştir. Bu değişim muhafazakâr olmayı hedeflemektedir.

”Ege Üniversitesi üzerindeki niyetlerin yalnızca bir mekânsal rant meselesi olmadığı, bunun yanında üniversite yerleşkesinin içinde yapımı devam eden külliye niteliğinde cami ile birlikte şimdi de Millet Bahçesi projesinin gündeme getirilmesiyle iktidarın İzmir için çizdiği muhafazakâr kent kimliği oluşturma çabasında önemli bir yerde olduğunu göstermektedir.

”Unutulmamalıdır ki Ege Üniversitesi Kampüsü, üniversite eğitimi ile bilimsel araştırma ve uygulamalar yapılması amacıyla hazine tarafından tahsis edilen ve özel şahıslara ait arazilerin kamulaştırılması yoluyla halkımıza kazandırılmıştır. Ancak, kent içindeki konumu gereği kampüs alanı günümüzde sermaye ve rant çevrelerinin baskısı ile karşı karşıya kalmıştır. Ormanı, zeytinlikleri, parkları ile bir bütün olan bu bilim kompleksinin sermaye ve rant çevrelerinden korunması gerekmektedir.

Sonuç olarak Ege Üniversitesi yerleşkesi kent ile iç içe geçmiş, doğal varlıkları ile kent içinde açık yeşil alan niteliğinde ve başta bilim üretiminin yapılması ve bu yönde ihtiyaçlar için kullanılması gereken bir alandır ve bu nitelikleri ile korunmalıdır.

Yukarıda açıklanan nedenlerle bahsi Millet Bahçesi için geçen EÜ Ormanı imar yasağına uyularak yapılaşma baskısına karşı bitki dokusu ve açık-yeşil alan varlığıyla mutlaka hassasiyetle korunmalıdır. Siyasi erkin Millet Bahçesi gibi aksine bir uygulama adına bu korumadan vazgeçerek EÜ Ormanı’nı yapılaşmaya açmasının çevre hakları bağlamında kamu yararına ve hukuka aykırı bir uygulama olacağı açık olup bu projeden derhal vazgeçilmelidir.

EÜ Ormanı’na ve Ege Üniversitesi yerleşke alanına sahip çıkmakta kararlı olduğumuzun bilinmesini isteriz.

”Tüm bunlarla birlikte başta Cumhurbaşkanına, Çevre ve Şehircilik Bakanı’na ve Ege üniversitesi Rektörüne Ege Üniversitesi yerleşke alanına ilişkin aşağıdaki soruları soruyor ve halkın iç huzuru için bu sorular çerçevesinde Ege Üniversitesi’nin geleceği hakkında bir an önce kamuoyunu bilgilendirmeleri gerektiğini hatırlatıyoruz:

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın öncülüğünde hazırlandığı söylenen söz konusu EÜ Master Planı ve Bakanlıkla bu bağlamda imzalanan protokolün içeriği nedir?
Bu protokol kapsamında şu anda kullanılmadığı gerekçesiyle ele alınıp değerlendirileceği söylenen kampüs arazileri nereleridir ve bunlar ne şekilde değerlendirilecektir? (satış, uzun süreli kiralama vb.)
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi kentin başka bir bölgesine taşınacak mı? Taşınacaksa nereye taşınması ve mevcut tıp fakültesi alanının ne amaçla kullanılması planlanıyor?
Millet Bahçesi için önerilen yere dair imar planı değişikliği planlanmakta mıdır?”

Emperyalizme ve faşizme karşı ileri..

Şiir kitabı tanımı ve imza


Şiir Kitabı Tanıtımı ve İmza Günü

Düşler-Kifayet Ceylan

01 Haziran 2019 Cumartesi Saat:15.30

İmece-Der
859 Sk vatan işhanı K.6/602 Konak-izmir
GSM:536 402 0628