YILMAZ CEREK (1958-27.11.2024)
Adı Yılmaz, kendi yılmazdı…
Çok değil ortaokula yeni başlamış öğrencileriz, küçüğüz ama sokaktayız, sıcak günlerde mahallede
çılgınca top oynar sucuk gibi terlerdik… serinlemek için mezarlığın altında Abazoğlu’nun ‘boklu’
gölüne girer serinlerdik, bizim oraların deyimiyle ‘çimerdik’ demek daha doğru.
İlk kez orada gördüm tanıdım Yılmaz’ı, komşu mahalle çocuklarıydık. Diğer arkadaşlarından daha zayıf,
uzun boylu, ince dalan, esmer tenli, zeytin gözlüydü, cılız yapısına rağmen çevresine müdahil,
arkadaşlarını yönlendiren, sözünü dinleten biri olarak hatırlıyorum.
Hepimiz çocukluğumuzdan az biraz mahalleler arası iddiaları, çekişmeleri, kavgaları hatırlarız. Bizimkisi
kavgadan çok mahalleler arası rekabetten doğan gerginlik . Komşu mahalle ile ilişki kurmadan daha
sınırlı seviyede çok muhatap olunmadığı bir dönemdi, ilk kez onun girişimiyle komşu mahallemizle
muhatap olup tanıştık, gölü hep beraber kullanmaya başladık… Bunda belki de Yılmaz’ların oturduğu
Öğretmenler sokağı sakinlerinin okumuş mektep medrese görmüş, kültürlü olmalarının da etkisi
vardır, kim bilir…
Ortaokul sonlarına doğru okulla birlikte gölet muhabbetleri de bitince Yılmaz’la uzun süre
karşılaşamadık.
O liseye devam ederken benim yolum Sanat okuluna düşmüştü. Sanat okulu bittiğinde İstanbul’da
yaklaşık 1 yıl torna işçisi olarak çalıştığım fabrikada, Disk Maden İş sayesinde sol düşünceyle tanışarak
Merzifon’a döndüm. Döner dönmez memlekette devrimci kimler var diye bakınırken, ilkokul
arkadaşım Arif aracılığıyla farklı örgütlere sempati duyan devrimci gençlerin bir toplantısında buldum
kendimi ve Yılmaz’ı… Ben de dahil hepimizin Aydınlık’tan TİP’e kadar uzanan geniş yelpazede yol
arayışımız bir süre devam etti . Bu süreçte okurduk, çokça yayın takip ederek dünyadaki siyasi
gelişmeleri takip ederdik. Her zaman ciddi değildik, gırgırımız şamatamız da eksik olmazdı, Yılmaz isim
takmayı çok severdi, dönemin siyasi tiplemelerine göre isimler takılırdı her birimize, Allende’miz,
Pinochet’imiz vardı, bizde Yılmaz’ı sertliğine vurgu yapmak için Salazar yapmıştık bir süre…
Merzifon’a dönüşümle beraber zaman zaman ve kısa aralıklarla kesintiye uğrasa da yaklaşık 3 yıl
boyunca Yılmaz’ın devrimci gençleri yönlendirmesi, örgütlemesi ve önderlik etmesine tanıklık ettim…
Merzifon’da sol hareketin gençler arasındaki ateşleyicisi oldu, en kitlesel gençlik örgütüne liderlik
ederken diğer tüm devrimci güç ve gruplara karşı dar grupçuluktan uzak pozitif yaklaşmış, devrimci
gençlerin tümünün katılımıyla daha etkin ve güçlü eylemlere yönlendirme becerisini göstermiş .
Yine o günlerde Meray Ayçiçek Yağ Fabrikası açılmış . Merzifon’un en büyük ve en fazla işçi çalıştıracak
fabrikasıydı. İşçi alımına başlanmış, fabrika yavaş yavaş faaliyete geçiyordu. Sermayesinin yarısı
oranında kooperatif temelli bir fabrika olması nedeniyle, tüm Merzifon halkının gözü kulağı oradaydı.
Bir kış günü onlarca işçinin işten atıldığı ve işçilerin direnişe başladığı haberi Yılmaz’dan gelmişti . Hep
birlikte koştuk fabrikanın önüne. Merzifon, ilk fabrikasıyla beraber ilk işçi direnişine de tanık oluyordu.
Fabrikanın kapısının önüne grev çadırı kurulmuş, havanın soğuk olması nedeniyle önünde ateş
yakılmıştı . Atılan işçiler fabrikanın kapısını kapatmış, jandarmalar gelmiş kapıya yakın bir yerde
bekliyorlardı. Gergin bir ortamda pazarlıklar görüşmeler bir hafta on gün kadar sürmüştü. Biz gençler
Yılmaz’ın yönlendirmesiyle gerekli olacak her şey için mümkün olduğunca kalabalık orada olurduk. İlk
kez Nihat (Toktay) ağabeyle orada tanıştık, henüz çiçeği burnunda genç bir avukattı . Akşamları Grev
çadırında geç saatlere kadar işçilerle görüşür onlara hukuki haklarını anlatır, aydınlatır ve idareyle
görüşmelere katılırdı. Samsun’dan Eşber (Yağmurdereli) ağabey geldi birkaç gün hukuk desteği
vermek için, ama daha çok megafonik sesiyle siyasi eğitim vermişti işçilere…
Atılan işçilerin işe tekrar alınmasıyla sonuçlanan direniş, gençlik harekemizi canlandırmış daha çok
gence ulaşmamızı sağlamış, bizlere tecrübe olmuştu.
Şehirde öğretmen hareketi güçlüydü, merkezde bulunan Töb–Der binası çok hareketliydi,
öğretmenler kendi aralarında sık sık seminerler tartışmalar düzenlerdi. Yılmaz yanına bir arkadaş
alarak bu toplantıların çoğuna katılırdı. Beraber gittiğimiz bir akşam Şeref (Aydın) hocayla tanıştırdı
beni, sonra düzenli aralıklarla sürdü görüşmelerimiz. Bazen Çorum’dan Mahmut (Pala) hoca gelirdi
Töb-Der’e… Yönümüz belli olmuştu artık, Nurettin Altaylı’yla kesişti yolumuz… Tüm bu önderleri ve
yiğit devrimcileri Yılmaz sayesinde tanımış oldum.
Köylüler arasında oldukça etkin Vahittin abimiz vardı bize güç veren, yol gösteren… Yılmaz başta olmak
üzere propaganda için hep birlikte köylere giderdik.
Ülkede gelişen sol harekete paralel, özellikle gençler arasında bize sempati duyan yaşları ortaokul
seviyesine kadar inen çok fazla genç sempatizanlarımız vardı. O günlerde yine Yılmaz’ın önerisi ve
başkanlığında gecikmeden Merzifon YDGD’yi kurduk, ekin (buğday) pazarının altında 3 katlı bir
binanın üst katını kiralamıştık. Güzel bir derneğimiz vardı, her gün gençlerden yeni katılımlar oluyordu,
okul çıkışlarında sürekli toplantı ve eğitimlerimiz olurdu… Halkın Kurtuluşu gazetesini ana caddede
yukardan aşağıya topluca sesli propaganda eşliğinde dağıtmaya başlamıştık. Bu günlerde gerek
Amasya gerekse Samsun’daki devrimcilerle çok yakın ilişki ve ile iletişim içindeydik, bunları genellikle
Yılmaz organize ederdi. Çorum, Ankara ve İstanbul’daki tüm önemli mitinglere otobüslerle gider,
topluca katılım organize ederdik.
Bu hareketliliğimiz, çok geçmeden faşistler ve polislerin dikkatini çekti dernek basmalar, kavgalar, göz
altılarla engellemeye çalıştılar. Mücadele sertleşmiş , tüm sertliğine rağmen Merzifon gençliği başta
Yılmaz önderliğinde bu baskılara yiğitçe direndi. Ana davalarımızın yanında lafı olmaz ama, o günlerin
faturası için 12 Eylül’den sonra Yılmaz’la birlikte Merzifon YDGD davasından gıyabımızda
yargılanmıştık.
Bu hareketli günlerin arasında önce ben ODTÜ için, sonra Yılmaz öğretmen olması nedeniyle
Merzifon’dan ayrılmak zorunda kaldık, Merzifon’daki mücadeleyi diğer arkadaşlarımız ve gençler
başarıyla sürdürdüler.
Bir kez daha Yılmaz’la ayrılmıştık. Sonrasında 12 Eylül’e kadar geçen günlerin oldukça sert ve çok
tempolu geçmesi nedeniyle zaman zaman haber almak dışında ilişkimiz olamadı.
Bu ara dönemde Samsun ve bölgesindeki devrimci gençlik hareketinin önderi Nurettin Altaylı faşistler
tarafından katledildi. Hepimiz çok üzülmüştük, ama çocuğuna adını koyacak kadar sevdiği yiğit
devrimci genç komünist Nurettin Altaylı’ nın kaybı Yılmaz için çok daha üzücü olmuştu. Yılmaz’la her
görüşmemizde mutlaka Nurettin’i anardık…
12 Eylül olmuş, Mamak Askeri Cezaevi A blokta kadınlar koğuşundan sonraki ilk erkek koğuşundayım.
Bir gün koğuşa Kastamonu bölgesi öğretmen hareketinden Sami hocayı getirdiler. Epey hırpalanmış
toparlanıp kendine geldikten sonra sohbet esnasında Yılmaz’la cürüm olduklarını, Yılmaz’ında Zemin
1-2-3 de olduğunu öğrendim. Aynı koğuşta kaldığımız sürece Sami hocayla oldukça yakın olduk. Bu
yakınlığımız Sami hocanın düzgün karakteri ve samimiyeti yanında sanırım Yılmaz’ın arkadaşı
olmasının katkısı çoktu, Sami hocayı onun emaneti olarak görmüştüm. Sami hocadan dinlediğim
Yılmaz ile benim tanıdığım Yılmaz birebir aynıydı. Çok geçmeden bir gün görüşçü listesinde Yılmaz’la
benim ismimi peş peşe okudular. Annelerimiz birlikte geldikleri için bizde aynı grupta görüşe
çıkacaktık. O günlerde görüşe çıkmak bir işkenceydi. Görüşe çıkacak tutuklular en uzaktaki koğuştan
toplanmaya başlayarak görüş kabinlerinin olduğu yere kadar askeri nizamda götürülür, koridor
boyunca her mazgallı kapıda bolca coplanırdı. En yakın koğuş olduğumuz için biz şanslı sayılırdık, en az
cop yiyen biz oluyorduk. Yılmaz’ın bulunduğu grup bizim koğuşun önüne geldiğinde ben de sıraya
girerek aynı muameleyle görüş alanına götürüldük. Görüşme kabinleri önünde sıramızı beklerken
arkadaki askere çaktırmadan sessizce sohbete başladık. Anlatacak ve aktaracak çok şeyimiz vardı,
bitmemişti… Görüşmeden sonra geri dönerken yine aynı gruptaydık, bizim koğuşa geldiğimizde Yılmaz
en son koğuşa gitmesi gerekirken benimle bizim koğuşun önünde kaldı, gardiyan gelip kapıyı açıncaya
kadar bitmeyen sohbetimizi devam ettirdik. Gardiyan kapıyı açmaya geldiğinde Yılmaz, Zemin 1-2-3
koğuşunda kaldığını söyleyince ortalık karıştı . Yılmaz, cezaevine yeni geldiğini, bilmediği için yanlışlık
yaptığı gibi mantıklı bir yalan uydursa da dinlemediler tabi. Daha sonraki arkadaş sohbetlerimizde
benim yüzümden, koğuşuna kadar her mazgallı kapıda gardiyanı bekleme süresince onlarca cop
yediğini anlatır, yediği dayağın sitemini ederdi…
Bu arada Sami hocayı da anmadan geçmeyelim. Emekliler sendikası çalışmaları yaparken 3-4 yıl öce
trafik kazasında kaybettik kendisini, anılarda yaşasın.
Cezaevi askerlik vs. derken 90’lı yıllarda Ankara’da tekrar yollarımız kesişti , yaşamımızı devam
ettirebilmek için iş güç peşindeydik, Yılmaz’ın şantiye ortamında işçilerle birlikte olan iş hayatını
seçmesi de dünya görüşünün yansımasıydı bence.
O hep mücadelenin içinde oldu, 12 Eylül’de gasp edilen haklarını geri almak, insanlık dışı uygulamalar
yapan Mamak işkencecilerinin ortaya çıkarılması ve yargılanması için amansız takipteydi. Devrimci
78’liler Federasyonu tarafından oluşturulan 12 Eylül Utanç Müzesi’nin yıllar süren çalışmalarına çok
emek verdi. Devrim mücadelesinde kaybettiğimiz devrimcilerin anılarının yaşatılması ve hafıza
kaybımızın önlenmesi için çok çalıştı .
Merzifon’la ilgisini hiç kesmedi, belediye tarafından şehrin en büyük ikinci meydanına 12 Eylül de
Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı yapmış psikolojik harekât uzmanı eski Özel Harp Daire Başkanı ve
maalesef Merzifonlu olan Kemal Yamak adının verilmesine ilk tepki verenlerden oldu, belediyeye itiraz
başta olmak üzere kamuoyu yaratmak ve tepkiyi büyütmek için çalıştı .
Hayatın içindeydi hep, teoriden çok uygulama peşindeydi, tepki ve talepleri örgütlemeyi iyi bilirdi.
İnandığı devrim ve sosyalizm yolunda her zaman somut olarak yapılacaklar üzerine yoğunlaşmış
eylemciydi. Tüm faaliyetlerinde, yolun başında Merzifon’da tanıdığım; tek bir devrimciyi dahi dışarda
bırakmayan, dar grupçuluktan uzak, tüm devrimci grupları katmaya çalışan ve önemseyen Yılmaz
vardı.
12 Eylül de gasp edilen kişisel haklarının bir zerresini dahi bırakmama inadıyla amansız mücadele etti ,
geri almaya hak kazandığı kazanımları diğer emsallerine ulaştırarak onların da bu haklarını geri
almaları için yönlendirerek teşvik etti .
Bana kızdığı zaman gözlüğünün üstünden bakıp ‘aslanım’ derdi, ‘’sen işkence görmedin mi, Mamak ta
eşek sudan gelinceye kadar dayak yemedin mi, işte ben senin de hakkını koruyorum’’ derdi…
Onunla en son, yol arkadaşlarımızla beraber doya doya muhabbet ettiğimiz Merzifon’daki EMEP
buluşmasında beraberdik. Uzun zamandır görüşemediğimiz, bizden sonra Merzifon’u teslim ettiğimiz
gençliğimizin ortaokullu önderleri Sadık ve arkadaşları başta olmak üzere tüm yol arkadaşlarımızla
görüşeceğimiz için heyecanla bir araya gelmiştik. Ve geceye Şeref hocanın emaneti , belki de yaşayan
en yaşlı komünist olan Vahittin abimiz sürpriz yapmıştı . Eski günleri yad ederek, anılarımızı hatırladık.
Bana takılmayı severdi yine muzipliği tuttu takılmalara başladı. Bizi tanıyan ve yanlış anlaşılmayacağını
bildiği arkadaşlarımıza benim örgütte yükselmek için rüşvet verdiğimi çeşitlendirerek, ballandırarak
anlattı durdu… Ağız dolusu güldük eğlendik, en güzel gecelerimizden biriydi…
Yılmaz, yaşantımdaki köşe başlarının birçoğunda beraber olduğum, yön bulduğum, referans aldığım;
dostumdu, kardeşimdi, yoldaşımdı…
Yılmaz’dı bu!… Susmaz konuşurdu, fısıldayarak konuştuğunu hiç görmedim, içinden konuşmazdı öyle,
söyleyeceğini hep yüksek sesle söylerdi, alem duyardı.
Gülmesi de yüksek perdendi, biraz hoyrat ama daha çok herkes katılsın diye davetkardı.
Başını eğdiğini, durumu kabullendiğini hiç görmedim hep dikti , dik durdu.
Tek değil birlikte-beraber yapmayı her zaman tercih etti , iyi bir eylemci, sıkı bir örgütçüydü.
Devrime ve sosyalizme inancını hiç kaybetmedi, düzene karşı duruşundan ve mücadeleden hiçbir
zaman vazgeçmedi.
Yaşamlarına tanıklık ettiğim, peşlerine düşüp yolumu bulduğum o güzel insanlar; Nurettin, Şeref Hoca,
Bedo gibi Yılmaz ‘da gitti sessiz sitemsiz…
Adı Yılmaz, kendi yılmazdı…
Mücadeleyle geç ömrü hep ve hiç yılmadı…
Yazan: Hikmet Taşkın