GÜLEN YILMAZOĞLU

GÜLEN YILMAZOĞLU  (20.07.1960-26.10.2013)

Kırgın düşlerin yoldaşına !

Sevgili Gülen’e…..

Yakın zaman Gülen’in eski eşi Hasan abiyi  kaybedince  başladı bendeki travma. Aynı gün evde İMECE-DER sitesinde “YİTİRDİKLERİMİZ” sayfasında Gülenin gülen bir fotoğrafıyla yüz yüze gelince acaba hakkında neler yazılmış diye sayfayı incelerken koca bir boşlukla karşılaşınca o an içimin nasıl acıdığını anlatamam.  Onu unutmaktan ziyade zamanın akışında yokluğunu kanıksamak. Ağır geldi.  Ve o fotoğrafla yüzleşince vefasızlık ve utanç yeniden bir tokat gibi çarptı yüzüme. Çarptı diyorum çünkü hayatını sonlandırırken de bendeki duygu buydu. Bu sanki başka bir meydan okumaydı hayata. Ve “hayatıma ilişkin kararları ancak ben veririm” der gibiydi …. Çok acı gelmişti… Çok….

Şimdi yüzleşmenin vaktidir!

Her insanın bir öyküsü vardır ama bu kişi devrimci sosyalist biriyse bu öykü daha da kıymetlidir. Gülen yoldaşımız da sosyalizme inanmış bunun için mücadele etmiş bedel ödemiş bir arkadaşımızdı. Buna şüphe yok. Dolayısıyla onu geç de olsa “iyi çocuklara, halden bilenlere” anlatmak boynumuzun borcudur.

“BİR KİTABA BAŞLAR GİBİ KOŞARKEN YAVAŞLAR GİBİ…”

Onunla 88-90’lı yıllar da başlayan dostluğumuz son yolculuğuna kadar devam etti.

1960 İzmir doğumlu muhtemelen öğreniminin tamamını bu şehirde yaptı. Kuşkusuz gençlik yıllarında mücadeleye atılıp ‘Halkın Kurtuluşu’ saflarında yerini almakta tereddüt etmeyecekti. Devrim ve sosyalizm mücadelesini 12 Eylül koşullarında da sürdürmeye devam edecekti. İşte bu mücadele bizi ’87 Parti operasyonu sürecinde karşılaştırdı.

İHD yeni kurulmuştu sanırım. Cezaevlerindeki insan hakları ihlallerine karşı kamuoyu oluşturmak için ailelerin dernek toplantılarında ve eylemlerinde karşılaştık. Sonraki yıllarda yine başka bir Parti operasyonu sürecinde sanırım ’94 yılında Konak ‘ta emniyet binasının yakınında karşılaştık, kendisine durumu anlattım ve dikkatli olmasını söyleyip ayrıldık. Gerek cezaevleri için yapılan eylemlerde gerekse diğer tüm eylem ve etkinliklerde karşılaşır olduk. O dönem hem 9 Eylül Üniversitesi  “drama yazarlığı ve dramaturji” bölümünde  okuyor, aynı zaman bir devlet kurumunda da memur olarak çalışıyordu. İnceliği ve zerafetiyle, kararlı mücadeleci kişiliğiyle başka bir renk katıyordu arkadaşlığımıza.

Ege türküleri hayranı olduğu kadar Kürtçe türkülerin tutkunuydu.

Sonraki yıllarda İstanbul’da başlayan ‘Evrensel Kültür Merkezi’ (EKM)  kuruluş çalışmalarının İzmir  ayağının oluşturulmasında birlikte çalıştık. EKM’ nin kuruluş sürecindeki coşkusu ve heyecanı anlatılır gibi değildi. Bu nedenle yıllarca çalıştığı kurumdan istifa edip EKM’nin yönetiminde yer alacaktı. Denebilir ki Kültür Merkezinin teşrifatından tutun da aylık programların hazırlanmasına, konukların bulunup getirilmesindeki özverili ve fedakar tavrı hala hatıralardadır. Bu çabanın bugün doğru anlaşılması ve anlatılmasını çok önemsiyorum. Bu mücadele Türkiye’de 12 Eylül sonrası sosyalist hareketin kültür- sanat alanında da söz söyleyebileceğinin, devrim ve sosyalizm mücadelesinin estetize edilmiş halinin ifadesiydi. İlk ve tek örnekti. İşte Gülen yoldaş bu alana onlarca yıllık memurluk hayatını hiç tereddütsüz bir kenara itip bu onurlu görevi üstlenmişti. Bu süreci başlangıçtan ayrılana kadar birlikte sürdürdük. Sonra ilkokul öğretmenliği için Urfa yolları, tekrar İzmir’e dönüş ve emeklilik…

“BİR ÇİFT GÜVERCİN HAVALANSA DA

YANIK YANIK KOKSA KARANFİL

DEĞİL BU ANILACAK ŞEY DEGİL….”

Ve bir gün kötü bir haberle sarsıldık. Trafik kazası geçirmişti.  Ağır yaralıydı durumu ciddiydi ama hayati tehlikesi yoktu. Uzun bir tedavi sürecinden sonra ayaklandı. Artık eve taşınmıştı . Bir ziyaretimde Virginia Wolf kitaplarını istemişti, bir kısmını alıp kendisine iletmiştim.

Bu arada ülkenin dört bir yanında gezi eylemleri hepimizde müthiş bir heyecan yaratmıştı. Gülen yoldaş bu anları yaşadı, coşku ve heyecanı görülmeye değerdi.

Virginia Wolf bilinçli bir tercih olduğunu ancak daha sonraları anlayabilecektim.

İlkini atlatmıştı. İkincisi…..

“UYUDUM UYANDIM BÜYÜ BOZULDU, BİR KAPI KAPANDI GEÇMİŞE.

TOPRAK YOK ARTIK SU YOK

SEVİNÇ,TELAŞ YOK.

EY ŞEHİR SEN YOKSUN…”

Bir sonbahar günüydü çekip gitti hayatımızdan, sessiz sitemsiz! Geride bizlere onlarca soru, neden,neden! Biz neyi kaçırdık!

Hoşçakal inceliği ve zerafetiyle hayatımıza renk katan GÜLEN YOLDAŞ…Bağışla beni…

Yüksel Alp/22.05.2025

 

 

Gökyüzüne Uçan Bir Hatıra

Ortaokuldaydım, ablam Gülen ise liseye gidiyordu. Bir gün Bornova Büyükpark’ta birlikte oturuyorduk. Hava sakindi, insanlar parktaydı, biz de sohbet edip, insanları izliyorduk.

Birden, parkın sakin havasını bir çocuğun ağlaması deldi. Küçük bir çocuk, elindeki uçan balonu gökyüzüne kaçırmıştı. Balon, bir anlık dikkatsizlikle elinden kurtulmuş, göğe süzülüyordu. Çocuk gözyaşlarıyla balonuna bakarken biz, o balonun ardına takılmış gözlerimizle sessizce gökyüzünü izliyorduk. Rüzgâr onu hafifçe savuruyor, güneşin ışığı balonun parlak yüzeyinde yansıyor, sanki gökyüzüyle dans ediyordu. Uçan balon, gözden kaybolana dek başımız yukarıda kaldı.

O günden sonra ne zaman birlikte gökyüzüne baksak, o balonu yeniden görür gibi  “Bak, hâlâ orada uçuyor,” derdik. O balon gerçekten de hâlâ gökyüzündeydi, sadece bizim gözlerimize görünüyordu.

Gülen ablam da bir uçan balon gibi sonsuzluğa süzüldü. Gökyüzüne baktığımda, o günün balonunu değil artık, onun gözlerini, sesini, gülüşünü arıyorum. Ama biliyorum ki, o hâlâ orada. O balonun yanında, gökyüzünde bir yerlerde.

Onu çok özlüyorum.

Hüseyin Yılmazoğlu (kardeşi)/29.05.2025

ANNE SÜTÜ

O kendini hep suçlu hissetmişti, dahası yaşananlardan ve dışarıda kalmış olmaktan büyük bir sıkıntı duyuyordu.  12 Eylül döneminde yüz binlerce kişi mahpushaneleri doldurmuşken, işkenceler, işkence sonucu ölümler, idamlar, yargısız infazlar kitlelere korku salmışken o, yedi yıl boyunca bir günlüğüne bile olsa gözaltına alınmamıştı, oysa gözaltı süresi otuz gündü o dönemde.. Askeri faşist cuntanın eylediklerinden okuduğu, duyduğu her haber, liseli, üniversiteli anti faşist gençlik derneklerinde birlikte boykotlara katıldığı, semtlerde protesto eylemlerinde yan yana durduğu arkadaş çevresinden “içeri” alınan her bir tanıdığının yaşadıkları yüreğine ağır bir yük gibi oturuyordu. Kaygı, korku, merak ve gecenin bir yarısında bir  kapının  çalacağını beklemek koyu renkte ipliklerden bir ağ örüyor gibiydi  yüreğinde. Diğer yandan da gözaltına alınmadığı, işkence görmediği, işkencelere tanıklık etmemiş olmaktan için için seviniyor olması da ayrı bir dertti. Nasıl oluyordu da bu iki çatışan duyguyu bir anda yaşayabiliyordu! Nasıl oluyordu da bir yandan faşizme bu kadar öfkeliyken ve mücadele etmek isterken diğer yandan korkuyu yüreğinden atamıyordu? Yüreğinde yazı ve kışı, korkuyu ve devrimci heyecanı aynı anda nasıl yaşayabiliyordu?

1987 yılı Aralık ayı sonunda  yapılan  TDKP operasyonu kapsamında göz altındaydı. Kendisiyle yüzleşme zamanıydı; ya korkuya teslim olacaktı ya da korkuyu yenmeyi öğrenecek, o kara ağı parçalayacak  ve neredeyse çocukluğundan bu yana hayranlık duyduğu devrimcilerin yolunu izleyecekti. Onbeş gün süren bu gözaltı süresi sonunda kendisine olan güvenini, savunduğu düşüncelerin haklılık ve doğruluğunu kanıtlamıştı ona.

Beraatle sonuçlanan bu davanın ardından üç yıl geçmişti ve  işte  yine gözaltındaydı. Bu kez üniversite gençliğinin 16 Mart İstanbul Beyazıt ve Halepçe katliamını protesto eyleminde polisin saldırı sonucunda topluca kocaman kocaman araçlarla emniyet müdürlüğüne getirilmişlerdi. Daha binaya girer girmez gözleri bağlanmış, diğerlerinden ayırmışlardı.

Zaman ve mekan kavramı yok edilmeye çalışılıyordu. İşkence temalı öykülerden, romanlardan, yaşayanların anlatımlarından biliyordu bunu. Tek başınaydı, karanlıkta ve tek başına..Kulaklarının  giderek bir baykuş gibi hassaslaştığını fark ediyordu. Tüm duyargaları sağlı sollu bu iki kıkırdak kepçede toplanmıştı sanki..

Kapatıldığı hücreden sürekli ayak sesleri, koşuşturma, tekme-tokat sesleri, hayvani frekanslarda küfürler, bağrışmalar duyuluyordu. Göz altında yalnız değildi, bunu biliyordu ama diğerlerini nereye götürmüşlerdi, n’apıyorlardı, anlamaya çalışıyordu.

1978 yılıydı. Kara günlerden biri yaşanıyordu: Martın onaltısı.  İstanbul Üniversitesi Eczacılık fakültesi önünde öğrencilerin çıkış saatinde faşistler bomba ve silahla öğrencilere saldırdılar, ortalık toz, duman, alanın mahşer günüydü sanki! Yedi genç, yaşamlarının ilk baharındayken yaşamları kışa dönüşmüş, yüreklere ateş düşmüş,  hain pusularda katledilmiş kırkı aşkın  fidanın dalları kesilmiş, filiz yeşili yapraklar kurutuluvermişti. Memleketimin güzel insanlarının iniltisiydi  kulaklara dolan.

On yıl sonra. Yıl 1988, 16 Mart. Sınırın hemen ötesinde Halepçe’de yaşanmıştı bir kıyam günü. Irak-İran savaşının şiddetlendiği zamanlardı. Saddam yönetimi “Kimyasal Ali” lakaplı korgeneraline 8 MİG-23 uçağıyla kuzay Irak semalarında kimyasal silah kullanarak Kürtlere ölüm emir vermişti..  Kasabada  yaşayan kadın çocuk, bebek, yaşlı, erkek binlerce insan vahşice katledildi; belleklerde kaçmaya bebesini kurtarmaya çalışırken kollarından bırakmadığı bebesiyle eşik basamağına yığılan bir anne, babasına sığınmaya çalışırken gözleri açık kalakalan iki küçük erkek çocuğunun bedeni, üstüste düşmüş insan bedenlerinin fotoğrafları kaldı. Kansız bir katliamın,  savaşın kural tanımazlığının, soykırımın, vahşetin fotoğrafları ..

12 Eylülün kitleler üzerine örttüğü siniklik, korku örtüsü kalkmaya başlamıştı 1989′ daki işçi hareketleri gür sesle konuşmuş, tüm ezilenlerin yüreğindeki ateşi harlamıştı. Üniversite gençliği de örgütlenmeye başlamış, fakülteler özgülünde dernek, klüp kurma çalışması başlamıştı. Ege Üniversitesi öğrencileri de her iki olayı protesto etmek için eylem ve güç birliği yapmıştı. Gençlik hareketi kadın hareketi gibi yaş, dil, etnik köken farkı tanımıyordu, farklı olarak ta sistemle göbek bağı da yoktu. Üniversiteliler hep beraber yaptıkları yürüyüşle kampüsten Ankara yoluna çıkıp seslerini duyurmak istemişlerdi.  Derelerin ırmakla birleşmesi gibi farklı fakültelerden akıp kampüs içerisinde aynı yolda birleşerek binleri bulmuşlardı. Faşizmin sisini yırtmaya başlamıştı gençlik. Siyasi geçmişin belleklerden silinmesine karşı katliamlar üzerine farkındalık yaratmak, sorumluların açığa çıkarılmamasını, cezasız kalmasını protesto etmek istemişlerdi. Dolunay da izleyip, sessiz kalarak ortak olmak istememişti  o suçlara.  Her iki katliam da bir daha yaşanmamalıydı. Siyasi bellek uyanık tutulmalı, katliamlardan ders çıkarılmalı , neden ve sonuçlarıyla bilinçlerde yer etmeliydi.

Daha asfalta adım atamadan  eylemi önceden haber alan güvenlik güçleri acımasızca saldırmıştı. Kolkola girip zincir oluşturarak dağılmamak için tüm ağırlıklarıyla birbirlerine kenetlendiklerini, copla, tekme-yumruklarla koparıldıklarını, sürüklenerek birbirlerinden koparıldıklarını hatırlıyordu.

Başında müthiş bir ağrı vardı,  yarılmış olabilir miydi, kan var mı diye yoklamak için elini başına götürdü yolunmuş saçları avucuna doldu. Saç köklerinde parmak uçlarıyla hissettiği pütür pütür, yarı ıslak şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştı. Kafa derisini yoklarken hissettiği yanma mı, sızlama, derin bir acı  mıydı tam anlayamadı. Kitaplardan okumuştu, kurşun da tene girdiği dakikalarda hissedilmez, sonrasında acısı  hissedilirmiş ama kurşun sesi de duymamış gibiydi.. O arada,  kulağına gelen sesleri ayırt etmeye başladı, bağırtılar arasından arkadaşlarınınkiler de vardı, ağrıları geride kaldı. Yalnız değildi işte!

Bunları düşünürken birden bir erkek sesiyle irkildi.  Nazım’ın şiirinden dizelerdi  yüksek sesle okunan:

“Bir ölü yatıyor /on dokuz yaşında bir delikanlı/gündüzleri güneşte /geceleri yıldızların altında /İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda.

…………/Bir ölü yatıyor /vurdular /kurşun yarası /kızıl karanfil gibi açmış alnında /İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda. /Bir ölü yatacak /

toprağa şıp şıp damlayacak kanı/silahlı milletimin hürriyet türküleriyle gelip /zaptedene kadar/ büyük meydanı. “

Evet, protesto eylemine polis saldırmıştı. Erkek ve kadın öğrenciler kolları kırılırcasına coplanmış, hırpalanarak saçlarından yerlerde sürüklenmiş, erkeklerin hayaları postallarla ezilmiş, Ankara yoluna çıkamadan eylem dağıtılmıştı.

Kapılar şangırtıyla açılıp kapanmaya, ad okunarak sayım yapılmaya başlanmıştı. O da dikkat kesilmiş, kaç kişi olduklarını anlamak için saymaya, tanımak için isimleri duymaya çalışıyordu. Gözaltında yetmişiki kişiydiler, hepsi üniversite öğrencisiydi değişik fakültelerden.. Dolunay kendini de sayarsa kadınlar  40 kişiydi.

Sayım sonrasında kadınları iki geniş bölüme koymuşlardı. Polis şiddetiyle ezilen bedeni, derisi yüzülen ve yolunan saçlarıyla yılların öfkesini kuşanmıştı, gülen gözleriyle arkadaşlarına yüreğiyle kucak açmıştı. Protesto etmeleri zorbalıkla engellenmiş, küfür ve tehditlerle tıkılmışlardı madem, bir yolu olmalıydı yaşadıklarına karşı çıkmanın.. Gözaltına alınanların tümü bedenlerini yatırdılar açlığa. Hem fiziksel hem psikolojik şiddet uygulayan, küfürlerle politik kimliklerine saldıran güçlerin elinden yiyecek almayacaklardı. Kendinden genç arkadaşların ürkekliklerine, şaşkınlıklarına gülümsedi, şevkatle uzattı ellerini örselenmiş bedenlerine. İşte tam da o an, sızladı göğüsleri. Olaydan birkaç saat sonra doğal çalışması başlamıştı bedeninin. Yavrusunu düşündü bir an, daha üç ay önce doğmuştu, süt bebesiydi, meme aranan minicik dudakları düştü aklına, gözleri dolu dolu oldu ama yine gülümsedi. Yanında kendinden 3-4 yaş genç olan hukuk fakültesi öğrencisi sordu, “n’oldu sana?” “Göğsüm süt dolmaya başladı , oğluşum acıktı demek ki” derken yüzü kızardı. Bir çığlık attı bunu duyan bir diğeri, “ayyy, sen anne misin?” Ortam bir anda değişmişti, çevresini sardılar Dolunay’ın. Kimisi hayretler içinde, kimisi şaşkın, kimisi bir tür umarsız bir panik halinde.. Aralarında en genç görünenlerden ince çocuksu sesiyle “delisin sen, insan bebeğini bırakır da gelir mi hiç..saldırı olabileceğini kestiriyorduk hepimiz, peki bebek kaç yaşında” diye sordu. Dolunay “ne yaşı, daha üç aylık” diye yanıtladı. “hiii, ay yazııkk!” Bunun üzerine bir tartışmadır başladı, olurdu, olmazdı, olmalıydı, doğruydu, yanlıştı.. Döndü yumuşacık ancak net bir sesle “hatırlıyor munuz, Halepçe’de kucağından bebesini bırakmadan ölen anneyi? çocuğunu emzirip büyütememişti hem de hayatında belki bir kez olsun eyleme katılmamışken. Peki ya İstanbul’daki katliamda öldürülen Hatice Özen’i. O anneliği bile tadamamıştı.”

Sonra mazgala yaklaştı, “biri buraya baksın” diye seslendi, sesinde ne bir yakarış, ne de bir eziklik! Kapıya vurdu güçlü bir şekilde “buraya baksanıza, kimse duymuyor mu beni?” kapıyı yumruklamaları devam edince içerdeki sesler de kesildi. Kadınlar merak kesmiş, soluklarını tutmuş, olacakları bekliyorlardı. Nihayet bir polis yanaştı kapıya “n’oluyor burada, devleti yıkacaksınız sanıyordunuz, hepiniz bir yere tıkıldınız, şimdi de kapıyı  kıracağınızı mı sanıyorsunuz?” “Yetkili amirinizi çağırın, görüşmek istiyorum” dedi Dolunay. İçerdeki sessizlik büyüdü de bilinmezliğin gizi oldu sanki..

“Sen kimsin de komiserimiz seninle görüşsün?”

“Çağır, yoksa olanların sorumlusu sen olursun, ben sana çağırmanı söylüyorum, o kadar” diye sürdürdü konuşmasını Dolunay, gayet kendinden emin hatta otoriter bir tonlamayla sonra arkasına döndü, kadınların arasına girdi. Çok geçmedi, biri yanaştı nezarethanenin mazgalına: “kimmiş o görüşmek isteyen?” Dolunay şimşek gibi kalktı yerinden, mazgala yaklaştı hızlıca. “Emzikliyim, ya bebeğimi getirirsiniz emziririm ya da süt pompası alırsınız! ”Getirmezseniz ya da pompa almazsanız sorumlu olacaksınız, haklarımı biliyorum ve nasıl olsa birgün buradan çıkacağım, hem basının önünde teşhir ederim hem de hukuksal yoldan ararım haklarımı, bilesiniz. Diyeceğim bu kadar, gerisini siz düşünün” dedi.

Genç kadınlardan biri utandı aklına gelenden. Dolunay’ın dayanamayıp pişmanlık getirebileceğini nasıl olup ta düşünmüş olduğuna şaştı, yerin dibine girdi sanki, ateş gibi oldu bedeni, yüzü kızardı. Arkadaşları “yoksa sen de mi, emziklisin, al bastı yüzünü, göğüslerin mi şişti senin de?” diye takıldılar. “Yok bir şeyim benim” diyerek geçiştirdi soruyu genç kadın, usulca yanaştı Dolunay’a sokuldu sevgiyle, omuzlarından kavrayıp sarılıverdi.

Birkaç saniyede belki de birçoğunun annelik durumunu sorguladığı, belki de kendisiyle yüzleştiği o sessizlikte  ince ve yumuşak bir ses işitildi “bugün efkarlıyım açmasın güller, yiğidimden kara haber verirler..” sesler çoğaldı ve birleşti sonra, konuşmuş, anlaşmışlar gibi farklı frekanslardan yürekten kopan, yatağında akan nehir gibi ezgiler, türküler geldi, ardından bir daha bir daha derken “susun, dinleyin siz de duyuyor musunuz? dedi aralarından bir diğeri. Herkes aynı anda sustu. Bir çığlıktı duyulan hançeresinden kopan bir erkeğin çığlığı, can acısının hücrelere dolan sesiydi, ardından bir daha, bir daha. Bıçak gibi kesilmişti sesler, kulaklar tetikte! Aniden patlayan gür bir ses ve “senin alnındaki yara, halkımın yaralarıdır, seni kırbaçlayan eller, halkı kırbaçlayanlardır, halkı da örseliyor, beynini sarsan elektrik..” diğer erkek sesleri eşlik etti direniş türküsüne. Kapılara vurulan cop sesleri, “susun laan” çemkirmeleri  bastıramadı öfkeli isyanın gürlemesini.

Dolunay göğüslerini parmaklarıyla yuvarlayarak sağmaya çalışıyordu usul usul, parmağının her dokunuşu duyduğu çığlığın acısıydı sanki, iğneleniyordu bedeni, sütle iyice dolmuş memeler patlayacakmış gibi şişiyor içindekini dışarıya vermek için sarsılıyordu damarlar. Bir çığlık, bir çığlık daha, “yüreğim volkan, öfkemi kinimi sağıyorum düzene karşı, sağıyorum damarlarım çatlayacak, bu ne zulüm” diye geçirdi usundan Dolunay. Süt fışkırdı meme ucundan; aynı anda duyulan bir slogan” Faşizme ölüm, halka hürriyet!” Devam ediyordu fışkırmaya süt, sloganlar ardı ardına patlıyordu …Dolunay seslendi, “melamin bardağı bana versenize arkadaşlar”. Koşup getirdiler hemen, bir annenin becerisiyle meme ucuna doğru basarak eğdi bardağı, yana tuttu ve fışkırmaya devam eden süt bardağa akmaya devam ediyordu aynı gürlükte,  slogan sesleri  de tüm nezarethaneye ..

Bir süre sonra ortalık yatışmıştı ,yine gülen gözleriyle döndü arkadaşlarına Dolunay, “Hadi bakalım gelin, her birinize yeter bu süt, yüzünüzü temizleyin, cildinizi de besler, her zaman bulamazsınız ana sütünü, hem de bu yaşınızda..” dedi anaç bir tonda arkadaşlarına.

Yürürken anlatmıştı tüm bunları, hava kararmıştı, sokak lambaları aydınlatıyordu etrafı. Durdum ve baktım arkadaşımın gözlerine. Kirpiklerinde gördüğüm çiğ damlaları parlıyordu cılız lambanın ışığında, pırlanta bu olmalıydı; o da bir an baktı bana,  titreyen dudakları  aşağıya kıvrımlandı.

“Anladım” “ dedim boğazımdaki düğümü fark ettirmemeye çalışarak, “ondan teninin ve yüreğinin güzelliği. Gözaltında birlikte olduğun ve bana söylediğin  isimlerin her birinin yüreğine, faşizme karşı mücadele eden cesur bir  ananın  sütüymüş sağılan.”

Günseli Kaya/08.10.2014

*Öyküdeki Dolunay Gülen Yılmazoğlu’dur.

 

 

 

 

 

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.