ERDOĞAN AKTAŞ

 

ERDOĞAN AKTAŞ (23.01.1952-25.02.2012)

Erdoğan Aktaş dostumuzu 25.02.2012 tarihinde kaybettik. Emekçi bir ailenden gelen Erdoğan Aktaş, ilkokulu İzmir/Üçyol da okudu, Ortaokula İzmir’de devam etti. Küçük yaşta işçiliğe başladı.Yaşamı boyunca işçilik yaptı. Proleter devrimci hareketin işçi militanlarındandı. 1974-1980 döneminde gözaltıları, işkenceleri yaşadı. Şiriyer askeri cezaevi ve Buca Kapalı Cezaevinde kaldı. Demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm davasına gönül vermiş bir can dostumuzdu. Artık yaşamıyor, Kuşadası Yenimezarlıkta yatıyor.

Demokrasi, bağımsızlık ve   sosyalim mücadelesinde yaşatılacak. Unutmayacağız !

GÜLEN YILMAZOĞLU

GÜLEN YILMAZOĞLU  (20.07.1960-26.10.2013)

Kırgın düşlerin yoldaşına !

Sevgili Gülen’e…..

Yakın zaman Gülen’in eski eşi Hasan abiyi  kaybedince  başladı bendeki travma. Aynı gün evde İMECE-DER sitesinde “YİTİRDİKLERİMİZ” sayfasında Gülenin gülen bir fotoğrafıyla yüz yüze gelince acaba hakkında neler yazılmış diye sayfayı incelerken koca bir boşlukla karşılaşınca o an içimin nasıl acıdığını anlatamam.  Onu unutmaktan ziyade zamanın akışında yokluğunu kanıksamak. Ağır geldi.  Ve o fotoğrafla yüzleşince vefasızlık ve utanç yeniden bir tokat gibi çarptı yüzüme. Çarptı diyorum çünkü hayatını sonlandırırken de bendeki duygu buydu. Bu sanki başka bir meydan okumaydı hayata. Ve “hayatıma ilişkin kararları ancak ben veririm” der gibiydi …. Çok acı gelmişti… Çok….

Şimdi yüzleşmenin vaktidir!

Her insanın bir öyküsü vardır ama bu kişi devrimci sosyalist biriyse bu öykü daha da kıymetlidir. Gülen yoldaşımız da sosyalizme inanmış bunun için mücadele etmiş bedel ödemiş bir arkadaşımızdı. Buna şüphe yok. Dolayısıyla onu geç de olsa “iyi çocuklara, halden bilenlere” anlatmak boynumuzun borcudur.

“BİR KİTABA BAŞLAR GİBİ KOŞARKEN YAVAŞLAR GİBİ…”

Onunla 88-90’lı yıllar da başlayan dostluğumuz son yolculuğuna kadar devam etti.

1960 İzmir doğumlu muhtemelen öğreniminin tamamını bu şehirde yaptı. Kuşkusuz gençlik yıllarında mücadeleye atılıp ‘Halkın Kurtuluşu’ saflarında yerini almakta tereddüt etmeyecekti. Devrim ve sosyalizm mücadelesini 12 Eylül koşullarında da sürdürmeye devam edecekti. İşte bu mücadele bizi ’87 Parti operasyonu sürecinde karşılaştırdı.

İHD yeni kurulmuştu sanırım. Cezaevlerindeki insan hakları ihlallerine karşı kamuoyu oluşturmak için ailelerin dernek toplantılarında ve eylemlerinde karşılaştık. Sonraki yıllarda yine başka bir Parti operasyonu sürecinde sanırım ’94 yılında Konak ‘ta emniyet binasının yakınında karşılaştık, kendisine durumu anlattım ve dikkatli olmasını söyleyip ayrıldık. Gerek cezaevleri için yapılan eylemlerde gerekse diğer tüm eylem ve etkinliklerde karşılaşır olduk. O dönem hem 9 Eylül Üniversitesi  “drama yazarlığı ve dramaturji” bölümünde  okuyor, aynı zaman bir devlet kurumunda da memur olarak çalışıyordu. İnceliği ve zerafetiyle, kararlı mücadeleci kişiliğiyle başka bir renk katıyordu arkadaşlığımıza.

Ege türküleri hayranı olduğu kadar Kürtçe türkülerin tutkunuydu.

Sonraki yıllarda İstanbul’da başlayan ‘Evrensel Kültür Merkezi’ (EKM)  kuruluş çalışmalarının İzmir  ayağının oluşturulmasında birlikte çalıştık. EKM’ nin kuruluş sürecindeki coşkusu ve heyecanı anlatılır gibi değildi. Bu nedenle yıllarca çalıştığı kurumdan istifa edip EKM’nin yönetiminde yer alacaktı. Denebilir ki Kültür Merkezinin teşrifatından tutun da aylık programların hazırlanmasına, konukların bulunup getirilmesindeki özverili ve fedakar tavrı hala hatıralardadır. Bu çabanın bugün doğru anlaşılması ve anlatılmasını çok önemsiyorum. Bu mücadele Türkiye’de 12 Eylül sonrası sosyalist hareketin kültür- sanat alanında da söz söyleyebileceğinin, devrim ve sosyalizm mücadelesinin estetize edilmiş halinin ifadesiydi. İlk ve tek örnekti. İşte Gülen yoldaş bu alana onlarca yıllık memurluk hayatını hiç tereddütsüz bir kenara itip bu onurlu görevi üstlenmişti. Bu süreci başlangıçtan ayrılana kadar birlikte sürdürdük. Sonra ilkokul öğretmenliği için Urfa yolları, tekrar İzmir’e dönüş ve emeklilik…

“BİR ÇİFT GÜVERCİN HAVALANSA DA

YANIK YANIK KOKSA KARANFİL

DEĞİL BU ANILACAK ŞEY DEGİL….”

Ve bir gün kötü bir haberle sarsıldık. Trafik kazası geçirmişti.  Ağır yaralıydı durumu ciddiydi ama hayati tehlikesi yoktu. Uzun bir tedavi sürecinden sonra ayaklandı. Artık eve taşınmıştı . Bir ziyaretimde Virginia Wolf kitaplarını istemişti, bir kısmını alıp kendisine iletmiştim.

Bu arada ülkenin dört bir yanında gezi eylemleri hepimizde müthiş bir heyecan yaratmıştı. Gülen yoldaş bu anları yaşadı, coşku ve heyecanı görülmeye değerdi.

Virginia Wolf bilinçli bir tercih olduğunu ancak daha sonraları anlayabilecektim.

İlkini atlatmıştı. İkincisi…..

“UYUDUM UYANDIM BÜYÜ BOZULDU, BİR KAPI KAPANDI GEÇMİŞE.

TOPRAK YOK ARTIK SU YOK

SEVİNÇ,TELAŞ YOK.

EY ŞEHİR SEN YOKSUN…”

Bir sonbahar günüydü çekip gitti hayatımızdan, sessiz sitemsiz! Geride bizlere onlarca soru, neden,neden! Biz neyi kaçırdık!

Hoşçakal inceliği ve zerafetiyle hayatımıza renk katan GÜLEN YOLDAŞ…Bağışla beni…

Yüksel Alp/22.05.2025

 

 

Gökyüzüne Uçan Bir Hatıra

Ortaokuldaydım, ablam Gülen ise liseye gidiyordu. Bir gün Bornova Büyükpark’ta birlikte oturuyorduk. Hava sakindi, insanlar parktaydı, biz de sohbet edip, insanları izliyorduk.

Birden, parkın sakin havasını bir çocuğun ağlaması deldi. Küçük bir çocuk, elindeki uçan balonu gökyüzüne kaçırmıştı. Balon, bir anlık dikkatsizlikle elinden kurtulmuş, göğe süzülüyordu. Çocuk gözyaşlarıyla balonuna bakarken biz, o balonun ardına takılmış gözlerimizle sessizce gökyüzünü izliyorduk. Rüzgâr onu hafifçe savuruyor, güneşin ışığı balonun parlak yüzeyinde yansıyor, sanki gökyüzüyle dans ediyordu. Uçan balon, gözden kaybolana dek başımız yukarıda kaldı.

O günden sonra ne zaman birlikte gökyüzüne baksak, o balonu yeniden görür gibi  “Bak, hâlâ orada uçuyor,” derdik. O balon gerçekten de hâlâ gökyüzündeydi, sadece bizim gözlerimize görünüyordu.

Gülen ablam da bir uçan balon gibi sonsuzluğa süzüldü. Gökyüzüne baktığımda, o günün balonunu değil artık, onun gözlerini, sesini, gülüşünü arıyorum. Ama biliyorum ki, o hâlâ orada. O balonun yanında, gökyüzünde bir yerlerde.

Onu çok özlüyorum.

Hüseyin Yılmazoğlu (kardeşi)/29.05.2025

ANNE SÜTÜ

O kendini hep suçlu hissetmişti, dahası yaşananlardan ve dışarıda kalmış olmaktan büyük bir sıkıntı duyuyordu.  12 Eylül döneminde yüz binlerce kişi mahpushaneleri doldurmuşken, işkenceler, işkence sonucu ölümler, idamlar, yargısız infazlar kitlelere korku salmışken o, yedi yıl boyunca bir günlüğüne bile olsa gözaltına alınmamıştı, oysa gözaltı süresi otuz gündü o dönemde.. Askeri faşist cuntanın eylediklerinden okuduğu, duyduğu her haber, liseli, üniversiteli anti faşist gençlik derneklerinde birlikte boykotlara katıldığı, semtlerde protesto eylemlerinde yan yana durduğu arkadaş çevresinden “içeri” alınan her bir tanıdığının yaşadıkları yüreğine ağır bir yük gibi oturuyordu. Kaygı, korku, merak ve gecenin bir yarısında bir  kapının  çalacağını beklemek koyu renkte ipliklerden bir ağ örüyor gibiydi  yüreğinde. Diğer yandan da gözaltına alınmadığı, işkence görmediği, işkencelere tanıklık etmemiş olmaktan için için seviniyor olması da ayrı bir dertti. Nasıl oluyordu da bu iki çatışan duyguyu bir anda yaşayabiliyordu! Nasıl oluyordu da bir yandan faşizme bu kadar öfkeliyken ve mücadele etmek isterken diğer yandan korkuyu yüreğinden atamıyordu? Yüreğinde yazı ve kışı, korkuyu ve devrimci heyecanı aynı anda nasıl yaşayabiliyordu?

1987 yılı Aralık ayı sonunda  yapılan  TDKP operasyonu kapsamında göz altındaydı. Kendisiyle yüzleşme zamanıydı; ya korkuya teslim olacaktı ya da korkuyu yenmeyi öğrenecek, o kara ağı parçalayacak  ve neredeyse çocukluğundan bu yana hayranlık duyduğu devrimcilerin yolunu izleyecekti. Onbeş gün süren bu gözaltı süresi sonunda kendisine olan güvenini, savunduğu düşüncelerin haklılık ve doğruluğunu kanıtlamıştı ona.

Beraatle sonuçlanan bu davanın ardından üç yıl geçmişti ve  işte  yine gözaltındaydı. Bu kez üniversite gençliğinin 16 Mart İstanbul Beyazıt ve Halepçe katliamını protesto eyleminde polisin saldırı sonucunda topluca kocaman kocaman araçlarla emniyet müdürlüğüne getirilmişlerdi. Daha binaya girer girmez gözleri bağlanmış, diğerlerinden ayırmışlardı.

Zaman ve mekan kavramı yok edilmeye çalışılıyordu. İşkence temalı öykülerden, romanlardan, yaşayanların anlatımlarından biliyordu bunu. Tek başınaydı, karanlıkta ve tek başına..Kulaklarının  giderek bir baykuş gibi hassaslaştığını fark ediyordu. Tüm duyargaları sağlı sollu bu iki kıkırdak kepçede toplanmıştı sanki..

Kapatıldığı hücreden sürekli ayak sesleri, koşuşturma, tekme-tokat sesleri, hayvani frekanslarda küfürler, bağrışmalar duyuluyordu. Göz altında yalnız değildi, bunu biliyordu ama diğerlerini nereye götürmüşlerdi, n’apıyorlardı, anlamaya çalışıyordu.

1978 yılıydı. Kara günlerden biri yaşanıyordu: Martın onaltısı.  İstanbul Üniversitesi Eczacılık fakültesi önünde öğrencilerin çıkış saatinde faşistler bomba ve silahla öğrencilere saldırdılar, ortalık toz, duman, alanın mahşer günüydü sanki! Yedi genç, yaşamlarının ilk baharındayken yaşamları kışa dönüşmüş, yüreklere ateş düşmüş,  hain pusularda katledilmiş kırkı aşkın  fidanın dalları kesilmiş, filiz yeşili yapraklar kurutuluvermişti. Memleketimin güzel insanlarının iniltisiydi  kulaklara dolan.

On yıl sonra. Yıl 1988, 16 Mart. Sınırın hemen ötesinde Halepçe’de yaşanmıştı bir kıyam günü. Irak-İran savaşının şiddetlendiği zamanlardı. Saddam yönetimi “Kimyasal Ali” lakaplı korgeneraline 8 MİG-23 uçağıyla kuzay Irak semalarında kimyasal silah kullanarak Kürtlere ölüm emir vermişti..  Kasabada  yaşayan kadın çocuk, bebek, yaşlı, erkek binlerce insan vahşice katledildi; belleklerde kaçmaya bebesini kurtarmaya çalışırken kollarından bırakmadığı bebesiyle eşik basamağına yığılan bir anne, babasına sığınmaya çalışırken gözleri açık kalakalan iki küçük erkek çocuğunun bedeni, üstüste düşmüş insan bedenlerinin fotoğrafları kaldı. Kansız bir katliamın,  savaşın kural tanımazlığının, soykırımın, vahşetin fotoğrafları ..

12 Eylülün kitleler üzerine örttüğü siniklik, korku örtüsü kalkmaya başlamıştı 1989′ daki işçi hareketleri gür sesle konuşmuş, tüm ezilenlerin yüreğindeki ateşi harlamıştı. Üniversite gençliği de örgütlenmeye başlamış, fakülteler özgülünde dernek, klüp kurma çalışması başlamıştı. Ege Üniversitesi öğrencileri de her iki olayı protesto etmek için eylem ve güç birliği yapmıştı. Gençlik hareketi kadın hareketi gibi yaş, dil, etnik köken farkı tanımıyordu, farklı olarak ta sistemle göbek bağı da yoktu. Üniversiteliler hep beraber yaptıkları yürüyüşle kampüsten Ankara yoluna çıkıp seslerini duyurmak istemişlerdi.  Derelerin ırmakla birleşmesi gibi farklı fakültelerden akıp kampüs içerisinde aynı yolda birleşerek binleri bulmuşlardı. Faşizmin sisini yırtmaya başlamıştı gençlik. Siyasi geçmişin belleklerden silinmesine karşı katliamlar üzerine farkındalık yaratmak, sorumluların açığa çıkarılmamasını, cezasız kalmasını protesto etmek istemişlerdi. Dolunay da izleyip, sessiz kalarak ortak olmak istememişti  o suçlara.  Her iki katliam da bir daha yaşanmamalıydı. Siyasi bellek uyanık tutulmalı, katliamlardan ders çıkarılmalı , neden ve sonuçlarıyla bilinçlerde yer etmeliydi.

Daha asfalta adım atamadan  eylemi önceden haber alan güvenlik güçleri acımasızca saldırmıştı. Kolkola girip zincir oluşturarak dağılmamak için tüm ağırlıklarıyla birbirlerine kenetlendiklerini, copla, tekme-yumruklarla koparıldıklarını, sürüklenerek birbirlerinden koparıldıklarını hatırlıyordu.

Başında müthiş bir ağrı vardı,  yarılmış olabilir miydi, kan var mı diye yoklamak için elini başına götürdü yolunmuş saçları avucuna doldu. Saç köklerinde parmak uçlarıyla hissettiği pütür pütür, yarı ıslak şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştı. Kafa derisini yoklarken hissettiği yanma mı, sızlama, derin bir acı  mıydı tam anlayamadı. Kitaplardan okumuştu, kurşun da tene girdiği dakikalarda hissedilmez, sonrasında acısı  hissedilirmiş ama kurşun sesi de duymamış gibiydi.. O arada,  kulağına gelen sesleri ayırt etmeye başladı, bağırtılar arasından arkadaşlarınınkiler de vardı, ağrıları geride kaldı. Yalnız değildi işte!

Bunları düşünürken birden bir erkek sesiyle irkildi.  Nazım’ın şiirinden dizelerdi  yüksek sesle okunan:

“Bir ölü yatıyor /on dokuz yaşında bir delikanlı/gündüzleri güneşte /geceleri yıldızların altında /İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda.

…………/Bir ölü yatıyor /vurdular /kurşun yarası /kızıl karanfil gibi açmış alnında /İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda. /Bir ölü yatacak /

toprağa şıp şıp damlayacak kanı/silahlı milletimin hürriyet türküleriyle gelip /zaptedene kadar/ büyük meydanı. “

Evet, protesto eylemine polis saldırmıştı. Erkek ve kadın öğrenciler kolları kırılırcasına coplanmış, hırpalanarak saçlarından yerlerde sürüklenmiş, erkeklerin hayaları postallarla ezilmiş, Ankara yoluna çıkamadan eylem dağıtılmıştı.

Kapılar şangırtıyla açılıp kapanmaya, ad okunarak sayım yapılmaya başlanmıştı. O da dikkat kesilmiş, kaç kişi olduklarını anlamak için saymaya, tanımak için isimleri duymaya çalışıyordu. Gözaltında yetmişiki kişiydiler, hepsi üniversite öğrencisiydi değişik fakültelerden.. Dolunay kendini de sayarsa kadınlar  40 kişiydi.

Sayım sonrasında kadınları iki geniş bölüme koymuşlardı. Polis şiddetiyle ezilen bedeni, derisi yüzülen ve yolunan saçlarıyla yılların öfkesini kuşanmıştı, gülen gözleriyle arkadaşlarına yüreğiyle kucak açmıştı. Protesto etmeleri zorbalıkla engellenmiş, küfür ve tehditlerle tıkılmışlardı madem, bir yolu olmalıydı yaşadıklarına karşı çıkmanın.. Gözaltına alınanların tümü bedenlerini yatırdılar açlığa. Hem fiziksel hem psikolojik şiddet uygulayan, küfürlerle politik kimliklerine saldıran güçlerin elinden yiyecek almayacaklardı. Kendinden genç arkadaşların ürkekliklerine, şaşkınlıklarına gülümsedi, şevkatle uzattı ellerini örselenmiş bedenlerine. İşte tam da o an, sızladı göğüsleri. Olaydan birkaç saat sonra doğal çalışması başlamıştı bedeninin. Yavrusunu düşündü bir an, daha üç ay önce doğmuştu, süt bebesiydi, meme aranan minicik dudakları düştü aklına, gözleri dolu dolu oldu ama yine gülümsedi. Yanında kendinden 3-4 yaş genç olan hukuk fakültesi öğrencisi sordu, “n’oldu sana?” “Göğsüm süt dolmaya başladı , oğluşum acıktı demek ki” derken yüzü kızardı. Bir çığlık attı bunu duyan bir diğeri, “ayyy, sen anne misin?” Ortam bir anda değişmişti, çevresini sardılar Dolunay’ın. Kimisi hayretler içinde, kimisi şaşkın, kimisi bir tür umarsız bir panik halinde.. Aralarında en genç görünenlerden ince çocuksu sesiyle “delisin sen, insan bebeğini bırakır da gelir mi hiç..saldırı olabileceğini kestiriyorduk hepimiz, peki bebek kaç yaşında” diye sordu. Dolunay “ne yaşı, daha üç aylık” diye yanıtladı. “hiii, ay yazııkk!” Bunun üzerine bir tartışmadır başladı, olurdu, olmazdı, olmalıydı, doğruydu, yanlıştı.. Döndü yumuşacık ancak net bir sesle “hatırlıyor munuz, Halepçe’de kucağından bebesini bırakmadan ölen anneyi? çocuğunu emzirip büyütememişti hem de hayatında belki bir kez olsun eyleme katılmamışken. Peki ya İstanbul’daki katliamda öldürülen Hatice Özen’i. O anneliği bile tadamamıştı.”

Sonra mazgala yaklaştı, “biri buraya baksın” diye seslendi, sesinde ne bir yakarış, ne de bir eziklik! Kapıya vurdu güçlü bir şekilde “buraya baksanıza, kimse duymuyor mu beni?” kapıyı yumruklamaları devam edince içerdeki sesler de kesildi. Kadınlar merak kesmiş, soluklarını tutmuş, olacakları bekliyorlardı. Nihayet bir polis yanaştı kapıya “n’oluyor burada, devleti yıkacaksınız sanıyordunuz, hepiniz bir yere tıkıldınız, şimdi de kapıyı  kıracağınızı mı sanıyorsunuz?” “Yetkili amirinizi çağırın, görüşmek istiyorum” dedi Dolunay. İçerdeki sessizlik büyüdü de bilinmezliğin gizi oldu sanki..

“Sen kimsin de komiserimiz seninle görüşsün?”

“Çağır, yoksa olanların sorumlusu sen olursun, ben sana çağırmanı söylüyorum, o kadar” diye sürdürdü konuşmasını Dolunay, gayet kendinden emin hatta otoriter bir tonlamayla sonra arkasına döndü, kadınların arasına girdi. Çok geçmedi, biri yanaştı nezarethanenin mazgalına: “kimmiş o görüşmek isteyen?” Dolunay şimşek gibi kalktı yerinden, mazgala yaklaştı hızlıca. “Emzikliyim, ya bebeğimi getirirsiniz emziririm ya da süt pompası alırsınız! ”Getirmezseniz ya da pompa almazsanız sorumlu olacaksınız, haklarımı biliyorum ve nasıl olsa birgün buradan çıkacağım, hem basının önünde teşhir ederim hem de hukuksal yoldan ararım haklarımı, bilesiniz. Diyeceğim bu kadar, gerisini siz düşünün” dedi.

Genç kadınlardan biri utandı aklına gelenden. Dolunay’ın dayanamayıp pişmanlık getirebileceğini nasıl olup ta düşünmüş olduğuna şaştı, yerin dibine girdi sanki, ateş gibi oldu bedeni, yüzü kızardı. Arkadaşları “yoksa sen de mi, emziklisin, al bastı yüzünü, göğüslerin mi şişti senin de?” diye takıldılar. “Yok bir şeyim benim” diyerek geçiştirdi soruyu genç kadın, usulca yanaştı Dolunay’a sokuldu sevgiyle, omuzlarından kavrayıp sarılıverdi.

Birkaç saniyede belki de birçoğunun annelik durumunu sorguladığı, belki de kendisiyle yüzleştiği o sessizlikte  ince ve yumuşak bir ses işitildi “bugün efkarlıyım açmasın güller, yiğidimden kara haber verirler..” sesler çoğaldı ve birleşti sonra, konuşmuş, anlaşmışlar gibi farklı frekanslardan yürekten kopan, yatağında akan nehir gibi ezgiler, türküler geldi, ardından bir daha bir daha derken “susun, dinleyin siz de duyuyor musunuz? dedi aralarından bir diğeri. Herkes aynı anda sustu. Bir çığlıktı duyulan hançeresinden kopan bir erkeğin çığlığı, can acısının hücrelere dolan sesiydi, ardından bir daha, bir daha. Bıçak gibi kesilmişti sesler, kulaklar tetikte! Aniden patlayan gür bir ses ve “senin alnındaki yara, halkımın yaralarıdır, seni kırbaçlayan eller, halkı kırbaçlayanlardır, halkı da örseliyor, beynini sarsan elektrik..” diğer erkek sesleri eşlik etti direniş türküsüne. Kapılara vurulan cop sesleri, “susun laan” çemkirmeleri  bastıramadı öfkeli isyanın gürlemesini.

Dolunay göğüslerini parmaklarıyla yuvarlayarak sağmaya çalışıyordu usul usul, parmağının her dokunuşu duyduğu çığlığın acısıydı sanki, iğneleniyordu bedeni, sütle iyice dolmuş memeler patlayacakmış gibi şişiyor içindekini dışarıya vermek için sarsılıyordu damarlar. Bir çığlık, bir çığlık daha, “yüreğim volkan, öfkemi kinimi sağıyorum düzene karşı, sağıyorum damarlarım çatlayacak, bu ne zulüm” diye geçirdi usundan Dolunay. Süt fışkırdı meme ucundan; aynı anda duyulan bir slogan” Faşizme ölüm, halka hürriyet!” Devam ediyordu fışkırmaya süt, sloganlar ardı ardına patlıyordu …Dolunay seslendi, “melamin bardağı bana versenize arkadaşlar”. Koşup getirdiler hemen, bir annenin becerisiyle meme ucuna doğru basarak eğdi bardağı, yana tuttu ve fışkırmaya devam eden süt bardağa akmaya devam ediyordu aynı gürlükte,  slogan sesleri  de tüm nezarethaneye ..

Bir süre sonra ortalık yatışmıştı ,yine gülen gözleriyle döndü arkadaşlarına Dolunay, “Hadi bakalım gelin, her birinize yeter bu süt, yüzünüzü temizleyin, cildinizi de besler, her zaman bulamazsınız ana sütünü, hem de bu yaşınızda..” dedi anaç bir tonda arkadaşlarına.

Yürürken anlatmıştı tüm bunları, hava kararmıştı, sokak lambaları aydınlatıyordu etrafı. Durdum ve baktım arkadaşımın gözlerine. Kirpiklerinde gördüğüm çiğ damlaları parlıyordu cılız lambanın ışığında, pırlanta bu olmalıydı; o da bir an baktı bana,  titreyen dudakları  aşağıya kıvrımlandı.

“Anladım” “ dedim boğazımdaki düğümü fark ettirmemeye çalışarak, “ondan teninin ve yüreğinin güzelliği. Gözaltında birlikte olduğun ve bana söylediğin  isimlerin her birinin yüreğine, faşizme karşı mücadele eden cesur bir  ananın  sütüymüş sağılan.”

Günseli Kaya/08.10.2014

*Öyküdeki Dolunay Gülen Yılmazoğlu’dur.

 

 

 

 

 

AYŞE BAYAR

Saygıyla Anıyoruz..

TURHAN AKTAŞ

TURHAN AKTAŞ

1952 Antalya doğumlu.

Babası ilk okul öğretmeni olan yedi çocuklu, tek maaşlı bir ailenin ilk çocuğu.

Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinden mezun oldu; öğrenciliği boyunca yazları harçlığını çıkarmak için hep çalıştı. Eli açık, cömert aynı zamanda kazancını mücadele arkadaşlarıyla hemen paylaşmasını bilen bir arkadaşımızdı. Anti faşist gençlik mücadelesinde yer alan, mücadele dostlarıyla ortaklaşmasını bilen zeki, doğa dostu bir kimlikteydi.

Aynı fakülteden Neriman’la evlenerek Kınık’a yerleştiler. Bir oğlu (veteriner hekim) ve bir kızı (tıp hekimi) oldu.

30 Mart 2014 te kanser hastalığından kurtulamayarak yaşamını yitirdi.

Saygıyla Anıyoruz.

Hakan Yurdakuler

ANIYORUZ..

1976 yılında Milliyetçi Cephe(MC) hükümeti döneminde öğrencilere yönelik saldırılar artmıştı.

Hakan Yurdakuler Siyasi Bilimler Fakültesi (SBF)  öğrencisiydi. Faşistlerin 8 Nisan 1976 tarihinde

SBF’ne silahlı saldırısı sonucu öldürüldü. İki öğrenci de yaralanmıştı. Hakan Yurdakuler’in

katledilmesi üzerine aynı gün öğrenciler Kurtuluş’a doğru yürüyüşe geçti, Hacettepe Köprüsü

altına mevzilenmiş polisler kitlenin üzerine yaylım ateşi açtılar. Açılan ateş sonucu devrimci öğrenciler

Burhan Barın ve Eşari Oran  yaşamını yitirdi.  En az, 50 kişi yaralanmıştı.

Onları saygıyla anıyoruz. Unutmadık..

Kahrolsun Faşizm..

 

Deniz, Yusuf, Hüseyin


Ölülerimiz .İşte Deniz, Yusuf, Hüseyin

Bağımsızlık,demokrasi ve sosyalizm fidanları

Emperyalizmin, faşizmin işbirlikçileri kuşatmış çeveresini

Sehpadalar

Boyunlarında faşizmin ipi

Ve Onlar son nefeslerinde

Yırtıyor inançları hançerelerini

haykırıyorlar..

”Kahrolsun faşizm, kahrolsun emperyalizm

Yaşasın işçiler köylüler ve devrimciler”

Onlar devrim ve sosyalizm mücadelesinin

Onurun bekçisi

Direnmenin..

Üniversitelerde, kampüslerde

Beyazıtta, Kızılayda, Cumhuriyet meydanlarında, alanlarda

Zapsuyunda

Fabrikalarda,atelyelerde

Grevlerede,direnişlerde

Toprak işgallerinde

Üreticilerin eylemlerinde

Köy meydanlarında,

Miting alanlarında,

Yürüdükleri gibi

Omuz omuza

Emperyalizme ve faşizme karşı

Sonsuzluğa yürüdüler

Devrim ve sosyalizm mücadelesinin kızıl gelinliğiyle…

İşçiler,yoksul köylüler, tüm emekçiler , gençlik

Yürüyorlar elele….

Kahrolsun faşizm…

Yaşasın devrim ve sosyalizm mücadelemiz…

MehmerT Ali,İlhan Emre

ANIYORUZ.

(MEHMET ALİ ÖZPOLAT, İLHAN EMRE/8-9 HAZİRAN 1976)

Gaziantep’te Düztepe mahallesinde kaldıkları evin asker ve polislerce kuşatılması sonucu çıkan çatışmada ölen Mehmet Ali Özpolat ve İlhan Emre, hiçbir örgütsel bilgi, belge ve sırrı teslim etmeyerek ölümü seçti.

İbrahim Öztaş, Cihan Alptekin, Alpaslan özdoğan, Sinan Cemgil, Kadir manga, Ömer Ayna ve Mahir Çayan’ların kavgaya atıldıkları ve tarih yazdıkları sürecin baş eğmez devrimcileri olarak devrimci hareketin geleneğini sürdürdüler.

1970’lerin yükselen devrimci hareketinin baş eğmez mücadele geleneğinin çelikleştirdiği iki yiğit militandı İlhan ile Mehmet Ali. İlhan, mücadele içerisinde çelikleşmiş bir Üniversite öğrencisi, Mehmet Ali ise işçiydi .

İlhan,’73’te ilgisi olmayan bir olaydan dolayı aranmaya başlar. İlhan Emre teslim olmaz; işçilerin köylülerin arasında çalışmayı tercih eder. Gaziantep’te işçiler, Maraş’ta köylüler arasında çalışır. Veliç fabrikası’ndaki direnişin örgütlenmesinde, zamlara karşı yürüyüşün ve Gaziantep’te ilk kez 1 mayıs’ın kutlanması çalışmalarında aktif olarak yer alır.

Mehmet Ali Maraş’lıdır. Dörtyol ilçesinde,özellikle tarım işçileri arasında çalışır; daha sonra Gaziantep’e yerleşir ve Düztepe Sanayi Çarşısı’nda çalışmalarına devam eder.

Mehmet Ali ve İlhan’ın kaldıkları ev bir ihbar sonucu polisler tarafından sarılır. Sayıları on kadar olan polisler karşılarında teslim olacak birilerini beklerken tam tersi olur.İlhan ve Mehmet Ali’nin teslim olmak gibi bir niyetleri yoktur;yığınak artırılır ve çatışma başlar;gece yarısına doğru ilhan barikatı yarmaya çalışırken katledilir.Mehmet Ali artık yalnızdır; bu arada Düztepe halkı iki yiğit devrimcinin bu şekilde katledilmek istenilmesine büyük bir tepki duyar.Mustafa adında bir işçi polis jandarma barikatının önüne atılırken,vurulur.Yüzlerce polis ve asker ile bir türlü ele geçirilmeyen Mehmet Ali’yi yok etmek için ertesi gün en ağır silahlarla,kışladan getirdiği tank ile ev ateşlenir ve 1. Kat yerle bir edilir. Mehmet Ali’nin silahı artık susmuştur ama Mehmet Ali ve İlhan’ın yarattığı direniş ,Gaziantep’in emekçilerinin ve yoksullarının yüreğine kazınmıştı .

Faşist MC iktidarının ağır bir iktisadi ve siyasi kriz içerisinde bulunan çürümüş düzeni yaşatmak ve emekçi halkın insanca yaşama; gençliğin demokrasi ve bağımsızlık mücadelesini kanla boğmak için saldırılarını artırdığı bir dönemdir. Hergün mücadele eden kitleler üzerine kurşun yağdırılan, devrimcilerin, yurtseverlerin meydanlarda, okullarda, fabrikalarda, tarlalarda kurşun yağmuruna tutulduğu; kürt milleti üzerinde zulmün yoğunlaşarak sürdürüldüğü ve giderek yoğunlaşarak ivmesinin arttığı bir dönemdir. Demirellerin,Türkeşlerin ,Erbakanların Milliyetçi Cephe Hükümeti ile faşist çetelerin ve kontrgerilanın halka saldırılarının tırmandırıldığı bir sürece girilmiştir. Faşist dikdatörlüğün has adamlarıyla da saldırılar sınırlı olmamış; dönemin muhalefet lideri Ecevit; ‘’yasal olmayan sola karşıyız’’ diyerek faşist teröre ve devlet terörüne yeşil ışık yakmıştır. Tip,TSİP gibi dönemin sözde sol partileri anarşizme ve goşizme karşı olduklarını açıklayarak olayı benimsemediklerini ve bu nedenle saldırıların kendilerine yöneltilmemesi gerektiğini işbirlikçi burjuvaziye salık vererek görevlerini yerine getirirler.

Bu süreçte CHP Gençlik Kollarının Raporu, Almanya İçişleri Bakanlığının gizli raporu, DGM Savcısının beyanatı,Tercüman gazetesinin yayınları ve TRT’nin naklen yayını Ecevit’in, TİP,TSİP’in demeçleri … faşistdikdatörlüğün birleşik orkestrası düzenli bir şekilde çalışır.…

Bu süreçte tüm Gaziantepte fiili bir sıkıyönetim sürdürülerek, dikdatörlük ‘‘savaşa’’ devam etti. Yüzlerce ev basıldı ve arandı. Yüzlerce devrimci, demokrat gözaltına alındı. Baskı, zulüm, işkence ve örgütlü bir devlet terörü uygulandı.

8,9 haziran 1976’da İlhan ve Mehmet Ali’nin devrime ve örgütüne adanmış yaşamları yine devrimi ve örgütü savunarak son buldu. Antep direnişi olarak adlandırılan bu tutum,’71’in devrimci mirasının devrimci hareket saflarındaki en güzel örneğiydi; ve Antep direnişi faşizme karşı bu baş eğmez geleneğin,devrime sosyalizme,örgüte güven ve sahiplenmenin simgesi olarak tarihe geçti.

‘71’in devrimci ruhunun,’76’da Antep’deki şahlanışı,daha sonraki dönemlerde yeni yetişen ve mücadeleye atılan gençlik üzerinde toprağa atılan filiz gibi boy vermiş; fabrikalarda, işletmelerde, tarlalarda, okullarda, yurtlarda yaşamın olduğu her yerde her saldırıda kendidini yeniden üretmiştir. Bu direnme ruhu her geçen gün kendisini yenileyerek 1980’de işçi sınıfını partisinin kuruluşunda kendisini göstermiştir. Binlerce devrimci bu kararlılığı 12 Eylül askeri faşist Cuntasının işkence tezgahlarında, cezaevlerinde, mahkeme salonlarında göstermiştir. Kararlılık ve azim Erdal’ın idam sehpasında; İmran Aydın’ın işkencede; Kenan Bilgin’in faşist katillere karşı kararlı ve ölümüne direnişinde kendini yeniden üretmiştir. Antep’in iki yiğit şahinin; diktatörlüğün en ağır silahlarla saldırısına karşı kararlılığı geleceğe faşizme ve sermayeye karşı direnmenin yolunu açmıştır. . Dost-düşman biliyor ki; bu gelenek ülkenin dört bir yanına kitlelere bilinç taşıyan ve bu uğurda gecesini gündüzüne katan her devrimcinin sürdürmesi gereken zafere kadar direnişin yoludur.

Uğruna ölünesi sınıfa karşı sınıf kavgası , sosyalizm kavgası, sürüyor sürecek…

Mehmet Ali ve İlhan kısa ama örnek bir hayat yaşadılar ve yaşamı örnek bir sonla noktaladılar, Onlar hiçbir belgeyi ve sırrı teslim etmeyerek ölümlerin en güzelini seçtiler…

Halkının kurtuluşu için faşizmi ve emperyalizmi yenmek için bütün yaşamlarını adayan, halkı için yaşayan, halkı için savaşan ve halkı için ölen Mehmet Ali ve İlhan Emre’nin anısı mücadele tarihinde bir anıt gibi yükseliyor.

Onları saygıyla anıyoruz.

ZEKAİ TANKİŞİ

1959 Yılının 6 Mart günü İstanbul’un Kocamustafapaşa semtinde dünyaya geldi. İlkokulu Fındıkzade’de bulunan Özel Yeni Nesil İlkokulu’nda okudu. Ortaokul ve liseyi Şehremeni Lisesi’nde bitirdi. Liseyi okurken tanıştığı arkadaşları sayesinde devrimci fikirlerle, halkın kurtuluşu ile tanıştı.

1977 yılında başarılı olarak aldığı yüksek puanla Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazandı.1978 yılından 1981 yılına kadar Ankara’da devrimci mücadelesini sürdürdü.

1978-1979 Yılında Ankara YDGD’ni yönetim Kurulunda görev aldı. Aynı dönemde komünist gençlik yöneticilerinden ve Cebeci bölgesinin gençlik önderlerindendi.

Mamak semtinde devrimci faaliyet yürüttüğünden dolayı gözaltına alındı. Tutuklanmadı.

Bu dönemde Site öğrenci yurdunun faşist işgalden kurtarılmasında örgütlü çalışmanın içerisinde yer aldı. Devrimci öğrenciler Site Öğrenci temsilciliğini kazandı. Site Öğrenci yurdundaki faşist işgalin kırılmasının getirdiği moralle, Ankara Kredi ve Yurtlar Kurumunun öğrenci temsilciliği kazanıldı.

Ancak 1980 12 Eylül darbesinden sonra oldukça sıkıntılı bir dönem yaşadı. Tabi ki bu arada devrimci mücadele ile okul aynı anda yürümediği için okulu terk etmek zorunda kaldı.

12 Eylül döneminin zorluklarından dolayı 1981 yılında tekrar İstanbul’a ailesinin yanına dönmek ve babasının dükkanında çalışmak zorunda kaldı. 1983 yılına kadar çalışmaya devam etti; ancak yaşı itibariyle askerlik yapması gerektiğinden, 1983 yılının temmuz ayında İzmir’e acemi birliğine askerliğini yapmak üzere gitti. Daha sonra oradan Ağrı Eleşkirt’e sakıncalı piyade olarak tayin oldu.1984 yılının şubat ayına kadar orada devam etti ve teskeresini aldı.

Askerlik döneminden sonra tekrar babasının dükkanında çalışmaya başladı. Bu arada tanıştığı Figen hanımla 1985 yılının şubat ayında evlendi.1988 yılına kadar devam eden bu evliliğe 1988 Aralığında birlikte karar vererek son verdi. İlk eşinden boşanmanın verdiği moral bozukluğunu atmak için gittiği, eski devimci arkadaşlarının yoğun olduğu İzmir’e yerleşme kararı aldı.

1989 yılında İzmir Karşıya’da ev kiralayarak yeni yaşamına başladı. Bu arada bir boya firmasında pazarlamacı olarak çalışmaya başladı.1993 yılında İzmir’de tanıştığı Deniz hanımla ikinci evliliğini yapma kararı aldı. 1993 yılından 2012 yılına kadar gayet mutlu ve güzel bir hayat yaşadı. Taaki 2012 yılında o amansız lösemi hastalığına yakalanana kadar. Eşinin hemşire olması ve Ege Üniversitesi Hastahanesi’nde görev yapması sebebi ile 1.5 yıl kadar bu kötü hastalıkla mücadele etti.

Hasta yatağında 2012 1 Mayısına katılmak istedi doktorların sağlığı açısından uyun olmadığını söylemesine karşın hekimlere ve eşine karşı direndi ve katılmak isteğinde vazgeçmedi. Yüreği hep işçi sınıfının ve emekçilerin daha iyiyi ve güzeli yaşaması için örgütlü mücadele etmesinden yana çarptı.

Ancak ilik nakli yapılmasına rağmen maalesef bu kötü hastalıktan kurtulamayıp 2013 yılının 7 Eylül günü çok sevdiği İzmir’e ve hiçbir zaman umudunu yitirmediği devrim ve sosyalizm inançlarına, mücadelesine ve tüm sevdiklerine veda etti. Vefatından sonra anne ve babasının arzusu üzerine doğduğu şehir olan İstanbul’a getirilerek orada defnedildi.

Aslan yürekli, cesur, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm davasından bir an bile dönmeyen, dürüstlük timsali bir devrimci olan Tankişi hiçbir zaman ne arkadaşları ne de onu seven saygı duyan kişiler tarafından unutulmadı ve de sonsuza kadar unutulmayacak..

YUSUF EKİNCİ


YUSUF EKİNCİ
(1956-11 Aralık 1977)
Tokat merkezine bağlı Karkıncık köyünde 1956 yılında doğdu. Karkıncı köylüleri tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlıyordu. Babası İsmail Ekinci annesi ise Gülsün Ekinciydi. Yusuf’un üç kız iki erkek kardeşi vardı. Aile az topraklı yoksul bir köylü ailesiydi.
Yusuf Ekinci Karkıncık Köyü İlkokulunu bitirdikten sonra ortaokulu ve liseyi Tokat’ta bitirdi. Tokat Lisesini bitirdikten sonra ablası Hatun Ekinci’nin yaşadığı İzmir’de Narlıdere’ye geldi. Narlıdere’de inşaat işçiliği ve narenciye bahçelerinde tarım işçisi olarak çalıştı.
Üniversite sınavlarına girmiş ve Bursa Yaygın Eğitime kayıt yaptırmıştı. Okula devam zorunluğu olmadığı için Yaygın eğitimde okumayı tercih etmişti. Narlıdere’de bir süre ablasının evinde kaldıktan sonra ağabeyinin oğlu ile birlikte ayrı bir ev kiraladı. Yaşamlarını gündelik işlerde çalışarak sağlıyorlardı. Narlıdere’de yeni arkadaşlar ve çevreler edindi. Modern revizyonizmin etkisi altındaki gençlerle tanıştı. O dönemde modern revizyonizmin etkisi altındaki gençler Dostlar Kıraathanesinde biraraya geliyordu. O da kahveye gider gelir buradaki politik tartışmalara katılırdı. Okumayı çok severdi. Ne bulursa okurdu. Politik bir yön arayışı içindeydi. Roman ve siyasi içerikte kitaplar okumayı severdi. Okuduğu kitapları tartışırdı. İşçi olarak çalıştığı iş yerlerinde kolaylıkla yeni ilişkiler, arkadaşlıklar kurardı. Bu süreçte inşaatlarda işçi olarak çalışırken Halkın Kurtuluşu gazetesi ile tanıştı.
Emperyalizm, faşizm, kapitalizm, artı-değer sömürüsü vb konularla ilgili yeni bir öğrenme sürecine başladı. Emperyalizm, modern revizyonizmin ideolojisi ve sosyalizmden geri dönüş sorunlarını anlamaya çalıştı. Sosyalizmin klasik kitaplarını okumaya başladı.İlk sosyalist ülke Sovyetler birliğinde 1953 yılında Kruşçev ve kliğinin iktidara gelmesinin ardından modern revizyonist ideoloji iktidara çöreklenmişti. Proleter devrimci ideolojiyi ve politikaları etkisiz duruma getirerek sosyalist yapılanmayı tasfiye etmeyi ve kapitalizmi ilerletmeye çalışıyorlardı. İzleyen dönemde devlet, devrim, demokrasi, sosyalizmin sorunları, dış politika konularındaki revizyonist ideoloji ve politikalar Brejnev döneminde de sürdürülerek kapitalizmin restorasyonu gerçekleştirildi..
Modern revizyonizmin karşı-devrimci özünü açığa çıkaran yayınları inceleyen ve sonuçlarını irdeleyen Yusuf proleterya devriminin temel sorunlarını özümseyerek dünyayı değiştirme, kapitalizmi yıkma ve sosyalist bir dünya için komünist devrimcilerin safında yer aldı. Dünyanın ezilen uluslarının ve emekçilerin emperyalizme ve modern revizyonizme karşı mücadelelerinde ideolojik-teorik mücadelenin, Marksist-Leninist teorinin çarpıtılmasına, revize edilmesine karşı pratik mücadeleyle birleştirmenin önemini kavradı.Modern revizyonizmin ideolojik etkisinden bir kopuş yaşadı. Dostlar kıraathanesinde modern revizyonizmin ideolojik tezlerini tartışmaya başladı. Modern revizyonizmin etkisi altındaki gençleri revizyonizmin devlet, devrim, demokrasi, barış içerisinde bir arada yaşama vb. tezlerini açığa çıkarıcı politik çalışmalar yürüttü. Modern revizyonizmin ve onun ikiz kardeşi reformizmin ideolojik etkilerinin devrimci, paylaşımcı ve ortaklaşmacı değerleri ve kazanımları çürüttüğünü yaşayarak görmüştü. Faşist, revizyonist ve reformist burjuva ideolojilerin çürümüşlüğünü günlük yaşamın siyasi sorunlarıyla ilişkili anlatırdı. Sömürücü zulüm düzeninin karşısında komünistlerin işçi sınıfına ve halka bağlılığını, çıkarlarını savunmadaki kararlılığının ve mücadelesinin işçi sınıfını iktidara taşıyacağını, işçi sınıfı iktidarının emekçilerin kurtuluşu sağlıyacağını başkaca da bir çözümün olmadığını belirtirdi..
Narlıdere’de Halkın Kurtuluşu gazetesinin dağıtıcılarından biriydi. Haftalık gazeteyi, disiplinli bir biçimde semtte oturan emekçilere dağıtırdı. Gazete dağıtımı aracılığıya emekçilerle yeni ilişkiler kuruyor, her yeni ilişkiden yeni hayatları ve yaşam deneyimlerini de öğreniyordu. Narlıdere Çamlıkta Yusuf’u herkes tanırdı, severdi. Onun canlılığını, ataklığını çürümüş sömürücü düzeni anlatırken heyecanını ve coşkusunun kendilerine geçtiğini farkederlerdi. Gür saçlarını tarar gibi yapar bıyıklarını çekiştirerek emperyalizmin vahşetini kapitalizmin sömürüsünü, düşük ücretleri, sendikasızlığı, konut sorununu, gecekonduları, ulaşım sorununu anlatır, sorunları çözmenin örgütlü mücadeleyle mümkün olduğunun propagandasını yapardı.
İşçilere emekçilere düzen partilerini; dönemin Adalet Partisini, Milliyetçi Hareket Partisini, Cumhuriyet Halk Partisini, bu partilerin çözüm olmayacağını; işçilerin kendi partisinde kendi sınıf çıkarları için örgütlenmesinin ve iktidar için mücadele etmesinin önemini anlatır inançla proleter devrimci hareketin saflarına katılmaya çağırırdı.
Narlıdere’de Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği’nin kurucularından biriydi. Genç işçilerin, öğrencilerinbağımsızlık demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin önderlerinden biri haline gelmişti. Yaşamının önemi ve anlamı işçileri, içlerinden biri olarak emekçileri çok sevmesi, değer vermesiydi; yaşamının yönü işçi ve emekçilerin yaşamlarını iyileştirme ve köhnemiş düzenden kurtulmanın yolunu açmaktı.İşçi sınıfının mücadeledeki rolünü ve işçilerin kurtuluşunun sosyalizm ile olacağını kavramıştı. İşçi sınıfı partisinin oluşumunun işçilerin kendi güçleriyle gerçekleşeceği bilincini taşıyordu. Proleter devrimci hareketin emekçilerin önüne koyduğu görevlerin önemini haftalık basından ve teorik yayınlardan izler ve işçi arkadaşlarına anlatırdı.Yusuf yoksul bir köylü ailesinden gelmenin bütün halkçı özelliklerini taşırdı. İşçi arkadaşları onu çok severdi, onlardan hem öğrenir hem de öğretir; onları harekete geçirir, sorgulamaya, tartışmaya yönlendirirdi. Yaşadığı, çalıştığı her yerde aydınlatma faaliyeti yürütürdü.
11 Aralık 1977 yerel seçimlerinde sandıkların bulunduğu Narlıdere Lisesi bahçesinde karşılaştığı modern revizyonist saldırganların silahlı saldırısına uğradı. Konak Devlet Hastahanesi’ne kaldırıldı, tıbbi müdahalelere karşın kurtarılamadı ve aramızdan ayrıldı ve ölümsüzleşti.

OĞUZHAN KARAKILIÇ

OĞUZHAN KARAKILIÇ

(1959-8.04.2013)

1959 Manisa doğumlu. Selanik’ten göç eden altı çocuklu bir ailenin en son çocuğu. Annesi ev emekçisi.

1974 Yılında İzmir’de Şehit Fethibey O.O’nu Ardından Mithatpaşa Meslek Lisesi Torna-Tesfiye Bölümünü bitirdi ve işçi olarak çalışmaya başladı. 1978 Yılında Detay Metal Eşya fabrikasından sendikal çalışma yaptığı gerekçesiyle işten çıkarıldı.

1978-1982 Tarihleri arasında İzmir D.E.Ü.Eğitim Fakültesi Almanca Bölümünde öğrenimini tamamladı. Öğrenciliği sırasında 12 Eylül faşizmine karşı gelişen öğrenci gençlik hareketinin içinde yer aldı.

Aynı yıl Trabzon’un farklı ilçelerindeki köylerde altı yıl görev yaptı.

1990 yıllarının başında İzmir’e döndü, 1991 yılında sağlık sorunları nedeniyle Konak Belediyesi Vergi Dairesinde çalışmaya başladı; 1992 yılında evlendi, 1994 Aralığında Taylan adını verdiği bir oğlu oldu.

Kamu emekçisi olarak çalıştığı yıllarda kamu emekçileri mücadelesinde aktif yer aldı. Son olarak Tüm Bel-Sen 2 No’lu Şube’de idari sekreter olarak çalıştı.

Genetik olarak taşıdığı “kardiyak” rahatsızlığı O’nu hiçbir dönem mücadele dışında kalmaya yöneltmedi; yüreği hastaydı ama asla “kuru” değildi, emeğin kurtuluşu mücadelesinde her zaman heyecan, umut ve kararlılıkla çarpan yoldaşımızı 8 Nisan 2013 tarihinde rahatsızlığı nedeniyle yitirdik.

Saygıyla Anıyoruz.