İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 75.Yılında Ekonomik Kriz ve Yoksulluğa Karşı Ekonomik ve Sosyal Haklarımızı, Savaşa Karşı Barış Hakkımızı, Deprem, Salgın vb. Olağanüstü hallerde Toplumsal Dayanışmayı, Baskılara Karşı İnsan Hakları Değerlerini ve Demokrasiyi Savunuyoruz!

İzmir’de hak örgütleri  temsilcileri İnsan hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilişinin 75.yılında  10 Ekim Anıtı’nda   “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 75.Yılında Ekonomik Kriz ve Yoksulluğa Karşı Ekonomik ve Sosyal Haklarımızı, Savaşa Karşı Barış Hakkımızı, Deprem, Salgın vb. Olağanüstü hallerde Toplumsal Dayanışmayı, Baskılara Karşı İnsan Hakları Değerlerini ve Demokrasiyi Savunuyoruz!” pankartı arkasında toplanarak basına ve kamuoyuna açıklama yaptı. Açıklama sırasında, “İnsan haklarıyla insandır, haklar kullanıldıkça vardır”, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”, “Savaşa hayır barış hemen şimdi”, “Filistin halkı yalnız değildir”, “Yaşasın halkların eşitliği, yaşasın halkların kardeşliği”, “İçerde dışarıda hücreleri parçala” , “Faşizme karşı omuz omuza”, “Mülteciler insandır insanların her koşulda hakları vardır”, “Hak hukuk adalet” sloganları atıldı.

Video: Mertcan Zengin

Açıklamayı Türkiye İnsan Hakları vakfı (TİHV) genel Sekreteri Coşkun Üsterci okudu. Açıklama şöyle:

“Basına ve Kamuoyuna

 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Kabul Edilişinin 75. Yılında Tüm İnsanların Onur ve Haklarda Eşit Olduğu Bilinciyle;

Ekonomik Kriz ve Yoksulluğa Karşı Ekonomik ve Sosyal Haklarımızı,

Savaşa Karşı Barış Hakkımızı,

Deprem, Salgın, vb. Olağanüstü Hallerde Toplumsal Dayanışmayı,

Baskılara Karşı İnsan Hakları Değerlerini ve Demokrasiyi Savunuyoruz!

 Kabul edilişinin 75. Yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirge ’si hala kutup yıldızı gibi insanlığın yolunu aydınlatmaya devam ediyor.

Bildirge’nin hazırlanması, Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde, 29 Nisan 1946 tarihinde, İnsan Hakları Komisyonu’nun kurulmasıyla başlamıştır. Komisyonca hazırlanan bir Giriş ve 30 maddeden oluşan İnsan hakları Evrensel Bildirgesi, 10 Aralık 1948 günü Fransa’nın başkenti Paris’te toplanan BM Genel Kurulu’nda kabul ve ilan edilmiştir. Türkiye, Evrensel Bildirge ‘yi 27 Mayıs 1949 tarihli Resmi Gazete ’de yayınlayarak yürürlüğe koymuştur. Evrensel Bildirge 500’den fazla dile çevrilmiştir. Bu özelliği ile de en çok dile çevrilen insan hakları belgesi olma özelliğini taşır. BM Genel Kurulu, 4 Aralık 1950 tarihinde “10 Aralık” gününü, “Uluslararası İnsan Hakları Günü” olarak ilan etmiştir.

BM, İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı ağır insani yıkımın bir daha asla yaşanmaması için, barış, insan hakları ve demokrasi ideallerine dayalı uluslararası bir sistem oluşturma hedefiyle inşa edilmiştir. Bugün gelinen noktada maalesef bu ideallerin çok gerisinde kalınmıştır. Evrensel Bildirge ’de yer alan hak ve özgürlüklere dayalı uluslararası bir düzen hâlâ kurulamamıştır. BM, varoluş gerekçesiyle çelişir biçimde, hak ihlallerinin başlıca sebebi olan savaşları ve iç savaşları önlemede/sonlandırmada, mülteci krizlerine müdahalede, küresel çapta doğal ve kültürel mirasın korunmasında, yoksullukla ve adaletsizlikle mücadelede, başta kadınlara yönelik olmak üzere her türlü ayrımcılığı sonlandırmada yeterince etkin olamamaktadır. Maalesef güçlü devletlerin çıkar ilişkilerine dayalı oluşturdukları askeri ve ekonomik birliktelikler, savaş politikaları en son Gazze’de yaşanmakta olan derin insani krizde olduğu gibi halkları temel hak ve özgürlüklerini tümüyle kullanamaz hale getirmiştir. Özellikle devletlerin demokrasi ve hukuk taahhüdünden giderek uzaklaşmaları insanlığın en önemli kazanımlarından birisi olan insan haklarının, hem bir referans sistemi hem de bir denetim mekanizması olarak zayıflamasına yol açmıştır. Bu da küresel insan hakları rejiminin ağır bir kriz içine girmesi sonucunu doğurmuştur.

Yaşanan tüm olumsuzluklara karşın dünyanın her yerinde halklar özgürlük, adalet, eşitlik ve insan hakları talepleriyle itirazlarını yükseltmektedirler. Devletlerin ve hükümetlerin bu itirazlara yanıtı ise şiddetin her türünü sistematikleştirip yaygınlaştırma ve hayatın tek gerçeği olarak toplumlara dayatma şeklinde olmaktadır. Bugün tüm dünyada yaşanan ağır kriz karşısında insan haklarını savunmak ve kurucu rolünü yeniden etkin kılmak en asli görevimizdir.

Bu kriz hali Türkiye’de de tüm yoğunluğu ve ağırlığı ile yaşanmaktadır. Ülke, 2016 yılından bu yana önce doğrudan, 19 Temmuz 2018 tarihinden itibaren de resmen kaldırıldığı söylense de yapılan pek çok düzenleme ile kalıcılık/süreklilik kazandırılan bir OHAL rejimi ile yönetilmektedir. Bu durum/süreç, siyasal iktidarın gücünü sınırlandıran anayasacılık ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin terkedilmesine yol açmıştır. Böylelikle keyfilik ve belirsizlik kamusal/siyasal alanın asli unsurları haline gelmiştir. Özellikle bir yönetim tekniği olarak başvurduğu belirsizlik yaratma gücü, siyasal iktidara erkini daha da merkezileştirip toplum üzerindeki baskı ve kontrolünü arttırma olanağı sağlamaktadır.

Siyasal iktidarın ekonomiden toplum sağlığına kadar ülkenin tüm meselelerini güvenlik sorunu haline getiren, toplumu kutuplaştıran, ülke içinde ve dışında şiddeti esas alan, bilhassa da Kürt sorununun ve uluslararası sorunların çözümünde çatışma ve savaşı tek yöntem haline getiren politikaları sonucunda 2023 yılında da ülkede yüksek sayılarda yaşam hakkı ihlalleri yaşanmıştır. Çok faklı toplumsal kesimlerden insanlar ya doğrudan kolluk güçlerinin şiddeti ya da devletin, “önleme ve koruma” yükümlülüğünü yerine getirmemesi sonucu yapısal şiddetin ve/veya üçüncü kişiler tarafından gerçekleştirilen şiddetin sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir.

6 Şubat 2023 tarihinde, Türkiye’nin de içinde yer aldığı coğrafyanın yakın tarihinde görülen en büyük doğal afetlerden biri yaşanmıştır. Resmi açıklamalara göre en az 50 bin 783 kişi yaşamını yitirmiştir. Türkiye, aktif fay hatlarının bulunduğu bir deprem ülkesidir. Bu gerçekliğe ve geçmişte yaşanan depremlerden çıkarılan acı derslere rağmen siyasal iktidarlar, sorumluluklarını yerine getirmemişler, bilimin gereklerine uygun deprem hazırlıkları yapmamışlar, etkin afet yönetim planları oluşturmamışlardır. Bu kabul edilemez eksikliği/ihmali devletlerin başta yaşam hakkı olmak üzere tüm hak ve özgürlükleri koruma ve geliştirme yükümlülüğü/sorumluluğu ile birlikte değerlendirdiğimizde depremin yol açtığı ölümler yaşam hakkı ihlalidir. Daha da ötesi yıkım ve tahribatın bu denli büyük bir boyuta ulaşmasında insan faktörünün doğrudan etkisi düşünüldüğünde yaşanan deprem bizzat ağır insan hakları ihlalidir.

Anayasa’nın ve Türkiye’nin de bir parçası olduğu evrensel hukukun mutlak olarak yasaklamasına ve insanlığa karşı bir suç olma vasfına rağmen işkence olgusu 2023 yılında da Türkiye’nin en başat insan hakları sorunu olmuştur. Resmi gözaltı merkezlerinin yanı sıra kolluk güçlerinin barışçıl toplanma ve gösterilere müdahalesi sırasında, sokak ve açık alanlarda ya da ev ve iş yeri gibi mekânlarda, yani resmi olmayan gözaltı yerlerinde ve gözaltı dışındaki ortamlarda yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları, yeni bir boyut ve yoğunluk kazanmıştır. 6 Şubat depremleri sonrasında bölgede OHAL ilan edilmesi ve gözaltı süresinin uzatılması işkence yasağı ihlallerinde endişe verici bir artışa yol açmıştır. Özellikle son dönemde yetkililerin işkence yasağına aykırı söylemleri, başvurulan işkenceyi meşrulaştırmaya yönelik teşhir edici yöntemler dikkat çekicidir. Denilebilir ki siyasal iktidarın baskı ve kontrole dayalı yönetme tarzı sonucu günümüzde tüm ülke adeta işkence mekânı haline gelmiştir.

Yakın tarihimizin en utanç verici insan hakları ihlallerinden biri olan insanlığa karşı suç niteliğindeki zorla kaçırma/kaybetme vakalarının OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından bu yana yeniden yaşanmaya başlaması son derece endişe vericidir.

Devletlerin insan haklarına yönelik saygısının dolayımsız göstergesi olan hapishaneler, bugün Türkiye’de siyasal iktidarın hukuku bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanmasının sonucunda tıka basa dolu durumdadır. Yaşam hakkı ihlalinden işkenceye, sağlık hakkına erişime kadar ağır ve ciddi ihlallerinin yaşandığı yerlerdir. İmralı Hapishanesi başta olmak üzere tek kişi ya da küçük grup izolasyonu/tecrit uygulamaları çözülemeyen kronik bir soruna dönüşmüştür.

Siyasal iktidarın demokratik toplumun can damarlarından birini oluşturan düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları, özellikle de basın ve insan hakları savunucuları üzerindeki kaygı verici boyutta artan baskı ve kontrolü 2023 yılında da sürmüştür.  Düşünce ve ifade özürlüğünün kullanımı önünde engel oluşturan mevcut yasaların yansıra kamuoyunda “Dezenformasyon Yasası” olarak bilinen, 18 Ekim 2022 tarihinde yürürlüğe giren Basın Kanunu’nda bazı değişiklikler yapan Kanun ile basının ve gazetecilerin üzerindeki baskı daha da artmıştır.

2023, bir önceki yıl gibi toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü açısından kısıtlama ve ihlallerin kural, özgürlüklerin kullanımının ise istisna olduğu bir yıl olmuştur. Yıl içinde her toplumsal kesimden kişi ve grup toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini mülki idare amirlerinin yasakları ve/veya kolluk güçlerinin fiili müdahaleleri sonucunda kullanamamışlardır. Hakikat ve Adalet talebiyle Galatasaray Meydanına çıkmak isteyen Cumartesi Anneleri/İnsanları, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ihlal kararına karşın söz konusu yasak ve müdahaleler sonucu haftalarca işkence ve diğer kötü muameleye maruz kalarak gözaltına alınmışlardır.  Benzer şekilde, Anayasa tarafından teminat altına alınmış olan toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini kullanmak isteyen kadınlar, LGBTİ+’lar, barış ve insan hakları savunucuları, öğrenciler, çevreciler, işçi ve emekçiler, muhalif siyasi partilerin üyeleri kolluk güçlerinin zalimane ve utanç verici şiddetine mazur kalmışlardır.

Örgütlenme özgürlüğü, demokrasilerin işlemesi için elzem olan temel insan haklarından biridir. Türkiye’de yurttaşlar, toplu olarak bir araya gelip eyleyemedikleri ve düşüncelerini açıklayamadıkları için örgütlenme özgürlüklerini de kullanamamakta, müşterek geleceklerini şekillendirmek üzere sivil ve kamusal alana örgütlü olarak katılamamaktadırlar. 2023 yılında insan hakları örgütlerinin, dernek, vakıf, emek ve meslek örgütleri ile siyasi partilerin çok sayıda üye ve yöneticisi gözaltına alınmış, tutuklanmış, haklarında açılan davalar ile üzerlerinde baskı oluşturulmaya çalışılmıştır. Geçen yıl TTB Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’ nın bir televizyon kanalında yaptığı açıklamalar sonrası başlayan sürecin Merkez Konsey üyelerinin mahkeme kararıyla görevden alınmasıyla sonuçlanması, seçme ve seçilme hakkını da içeren bir şekilde örgütlenme özgürlüğüne vurulan büyük bir darbedir.

Kürt sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en temel engellerden bir olarak varlığını korumaktadır. Sorunun barışçıl, demokratik ve adil çözümüne yönelik esas olarak iktidar tarafından içtenlikli, bütünlüklü adımların atılmaması, yanı sıra Ortadoğu’daki gelişmelerin de etkisi ile 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinin hemen ardından başlayan silahlı çatışma ortamı halen sürmekte ve başta yaşam hakkı olmak üzere ağır ve ciddi insan hakları ihlallerine yol açmaktadır. Hak savunucuları olarak bizler, Kürt sorununun her zaman demokratik, barışçıl ve adil çözümünü savunduk. Bunda ısrarlıyız. O nedenle, çatışmaların hemen şimdi durmasını istiyoruz. Çatışmasızlık ortamının tesisi ile birlikte çatışmasızlık halinin yaşanan olumsuzluklardan da hareketle tahkim edilmiş bir hale getirilerek güçlendirilmesi, izlenmesi ve toplumsal barışın sağlanabilmesi için tüm tarafların içtenlikli, şeffaf ve etkin programlar geliştirmesi gerekmektedir.

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının kadınlar ve LGBTİ+’lar için ne anlama geldiği  2023 yılında yüzlerce kadının erkekler tarafından öldürülmesi, LGBTİ+’ların nefret saldırıları sonucu yaşamlarını yitirmesi, kadın ve LGBTİ+ hakları için yapılan barışçıl toplantı ve gösterilerin mülki idare amirleri tarafından yasaklanması ya da kolluk güçlerinin şiddet uygulayarak müdahale ve engellenmesi, yüzlerce kadın ve LGBTİ+’nın işkence ve diğer kötü muamele ile gözaltına alınması, yetkililerin desteklediği LGBTİ+ karşıtı nefret mitinglerinin yapılması ve her bakımdan derinleşen ayrımcılık ile anlamış olduk.

Artık Türkiye toplumunun bir parçası, asli unsuru haline gelen sığınmacı/mülteci/göçmenler, hala her türlü ayrımcılığa ve istismara, nefret söylemine ve ekonomik sömürüye yoğun bir şekilde maruz kalıyorlar. 2023’de de ırkçı ve nefret içerikli şiddet maruz kalan sığınmacı ve mülteciler yaşamlarını yitirdiler. İnsan kaçakçıları tarafından ölüme sürüklendiler. Ülkede yaşanmakta olan ağır krizin fiziksel, ruhsal, sosyal ve ekonomik tüm sonuçlarından en derin şekilde etkilenen sığınmacı ve mülteciler, ne yazık ki toplumumuz açısından görmezden gelinen, hatta gözden çıkarılan hayatlar oldular.

Türkiye uzunca bir süredir cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşıyor. Yıllardır uygulanan borçlanmaya dayalı neoliberal ekonomi politikalarının, savaş ve çatışma harcamalarının sebep olduğu ekonomik kriz ve derin yoksullaşma, yurttaşların hem biyolojik hem de sosyal yaşamlarını sürdürülebilmelerini tümüyle imkansız kılan ağır insan hakları ihlalidir. Hayat pahalılığı, işsizlik, yoksulluk, güvencesizleşme ve örgütsüzleşme en çok kadınları, çocukları, mülteci ve sığınmacıları vurmaktadır. Bilhassa konut kiralarında yaşanan fahiş ve denetlenemeyen artış halkın ve metropollerde okuyan öğrencilerin barınma hakkını ortadan kaldırmaktadır. Bu koşullarda işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarına dokunulmamalı, enflasyon rakamları manipüle edilmemeli, kıdem tazminatı hakkına dokunulmamalı ve iş cinayetleri önlenmelidir. İşçi ve emekçilerin hak arama eylemleri yasaklanmamalı, sendikalaşma, grev ve toplu eylem hakkı güvenceye alınmalıdır

Son söz olarak; var oluş nedenleri hak ihlallerinin son bulduğu, adalet, barış ve demokrasinin tesis edildiği bir ülke ve dünyaya ulaşmak olan bizler, dün olduğu gibi bundan sonra da tüm zorluklara karşın ihlalleri belgeleyip, raporlayarak görünür kılmaya, böylelikle önlemeye, cezasızlıkla mücadele etmeye ve insan haklarının kurucu değerlerine kararlılıkla sahip çıkmaya devam edeceğiz.

İnsan Haklarıyla İnsandır…

Görüyoruz, Susmuyoruz, Mücadele Ediyoruz…

 Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi

Eşit Haklar İçin İzleme Derneği

Hak İnisiyatifi Derneği

Halkların Köprüsü Derneği

İmece Dostluk ve Dayanışma Derneği

İnsan Hakları Gündemi Derneği

İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi

KESK İzmir Şubeler Platformu

Özgürlük İçin Hukukçular Derneği

TMMOB İzmir İKK

Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri TTB Merkez Konseyi’nin görevden alınmasını protesto etti

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi üyelerinin mahkeme kararıyla görevden alınmasını protesto etmek için basın açıklaması düzenledi.

İzmir Tabip Odası önünde bir araya gelen  emek ve demokrasi güçleri ,  “TTB onurdur onuruna sahip çık” “Hak, hukuk, adalet”, “TTB susmadı, susmayacak” , “Susma sustukça sıra san gelecek”, Faşizme karşı omuz omuza”, “”Birleşe birleşe kazanacağız”,  “Faşizme ölüm halka hürriyet”,  “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganlarını attı. Eylemde emek ve demokrasi güçlerinden kurum temsilcileri söz alarak, siyasi iktidar ve yargı eliyle yapılan darbelerin karşısında olduklarını ve TTB’ne yapılan uygulamaların ve kayyum atama politikalarının karşısında  ve   TTB  ile omuz omuza  birlikte mücadele edeceklerini açıkladı.

İzmir Tabip Odası adına basın açıklaması  metnini Genel Sekreter  Yüce Ayhan okudu.

Açıklama metni şöyle;

“30 kasım 2023 Perşembe günü akşam saatlerinde Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi’nin görevden alınması talebiyle açılan davanın 7’nci duruşmasında Ankara 31. Asliye Hukuk Mahkemesi, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi’nin görevden alınmasına karar verdi.
Siyasi iktidarın meslek örgütlerine yönelik tek tipleştirme ve kendi görüşlerine göre uyarlama emellerinin bir tezahürü olan bu kararın hukukun ötesinde bir sürecin sonucu olduğuna inanıyoruz.
Bu karara gerekçe olarak merkez konseyin faaliyetlerinde kanunla belirlenmiş sınırların ötesine geçmiş olduğu iddiası esas alınmıştır.
Yasadaki tanımıyla tabipler arasında mesleki deontolojiyi ve dayanışmayı korumak ve meslek mensuplarının hak ve yararlarını korumak amacıyla kurulmuş kamu kurumu niteliğinde mesleki bir kuruluş olan TTB’nin yönetim organı olan TTB Merkez Konseyi, ülkemizdeki 103 bin hekim üyeyi temsil eden ve 65 tabip odasının seçilmiş delegelerinin iradesi ile yapılan bir oylama sonucunda yani seçim ile göreve gelmektedir.
TTB’nin görev kapsamı, kuruluş kanunu olan 6023 sayılı yasa ile tanımlanmıştır :
a) Halk sağlığına ve hastalara fedakarlık ve feragatle hizmeti ideal bilen meslek geleneklerini muhafaza ve geliştirmeye çalışmak,
b) Azalarının maddi ve manevi hak ve menfaatlerini korumak ve bunları halkın ve Devletin menfaati ile en iyi bir şekilde denkleştirmeye çalışmak,
c) Halkın sağlığını korumaya, azalarını muayyen refah seviyesine ulaştıracak gerekli iş sahaları bulmaya, İş Kanunu ile sosyal kanunların ve ilgili diğer mevzuat hükümlerinin tatbikatında meslek ve meslektaşların hak ve menfaatlerini korumaya ve her türlü iş tevziinin adilane bir surette düzenlenmesine çalışmak,
d) Halk sağlığı ve tıp meslekleri ile ilgili meseleler için resmi makamlarla karşılıklı işbirliği yapmak,
e) Halk sağlığını ve tıp mesleğini ilgilendiren işlerde resmi makamlardan yardım sağlamak.
TTB olarak biz,
Türkiye’de, 21 yıldır hastaları müşteri, sağlık kuruluşlarını ticarethane haline getirme zihniyetiyle uygulanan, hekimler ve sağlık çalışanlarını birer bant işçisi gibi çalışmaya zorlayan Sağlıkta Dönüşüm programına boyun eğmedik…
TTB olarak biz,
uygulanan ekonomik politikalarla ailelerin açlık sınırı altında yaşatılmasına; açlığın ve yoksulluğun yarattığı hastalıklara; çocuklarının bedensel ve ruhsal olarak gelişim geriliğine mahkum edilmesine; üniversite öğrencilerinin, büyük kentlerin ortasında barınaksız, aç, susuz bırakılmalarına duyarsız olmadık…
TTB olarak biz,
hesapsız, orantısız açılan tabela tıp fakülteleri ile tıp eğitimindeki inanılmaz çöküşe, tıpta uzmanlık eğitimindeki kalitesizleştirmeye karşı susmadık….
TTB olarak biz,
aile hekimlerimizin, kirasından malzemesine, personelinden onarımına kadar sağlık hizmetiyle ilgisi olmayan işletme sorunlarıyla uğraşmak zorunda bırakılmalarına, birinci basamak sağlık hizmetinin ötesinde angaryaya koşulmalarına göz yummadık ….
TTB olarak biz,
çok yanlış kurgulanmış şehir hastaneleri projeleri için yıllarca nitelikli sağlık hizmeti vermiş kamu hastanelerinin içinin boşaltılmasına, verimsiz kurumlar haline getirilmesine; Sağlık Bakanlığı’nın zaten yetersiz olan bütçesinin, yıllarca inşaat şirketlerine akıtılacak olmasına karşı durmaktan vaz geçmedik…
TTB olarak biz,
üniversite hastanelerinin, araştırma ve geliştirme işlevlerinden uzak, donanım ve araç gereç desteğinden yoksun hale getirilmesine; öğretim üyelerinin itibarsızlaştırılmasına; köklü kurumların, maddi ve manevi olarak ezme gayretiyle yıkıma sürüklenmesine seyirci kalmadık…
TTB olarak biz,
genç hekimleri, umutsuzluğa sürükleyen, ülkeden ayrılmaya teşvik eden liyakatsizlik ve itibarsızlaştırmaya; sağlık terörünün hedefi haline getiren çalışma koşullarına; idari baskı ve yıldırmalara terk etmedik …
TTB olarak biz,
işyeri hekimlerimizin emeklerinin sömürüldüğü ücret politikalarına, çalışma koşullarına, kurum hekimlerimizin, her türlü haksızlıkla karşı karşıya hayatlarını sürdürmelerine razı gelmedik …
TTB olarak biz,
paralel sağlık sistemi haline getirilen acil servislerde hekimler ve sağlık çalışanlarının yılda 130 milyon hastayla baş başa bırakan, şiddeti körükleyen kifayetsiz sisteme onay vermedik
TTB olarak biz,
depremlerden, sellerden, doğa olaylarının her birinden birer felaket çıkmasına, ormanların maden alanlarına feda edilmesine, orman yangınlarına müdahaledeki basiretsizliğe, zeytinliklerin yok edilmesine, ülkemizin gelişmiş ülkelerin endüstri çöplüğü haline getirilmesine, tehlikeli atık içeren gemilerin ucuz söküm alanına dönüştürülmesine, doğal yaşam alanlarımızın ve çevremizin talan edilmesine göz yummadık…
Bizler hekimler olarak, Tabip Odaları olarak, TTB olarak sadece görevimizi yaptık
TTB örgütsel bütünlüğüne yapılan müdahaleyi kabul etmiyoruz!
Bu kararın siyasi iktidar ve ortaklarının, gösterdiği hedef doğrultusunda alındığına inanıyoruz. Demokrasinin gereği olarak, TTB’nin seçilmiş organlarıyla ilgili kararı, yine seçimler sonucunda hekimler verecektir.
Sağlıkta dönüşüm adı altında sürdürülmekte olan sağlığın ticarileşmesi sürecinin büyük oranda amacına ulaştığı ve endüstrileşme yoluna girdiği, hekimlerin performansına göre değerlendirildiği; hastanın sistemin parasal kaynağı olarak görüldüğü, endüstrinin kurallarına uyan hastanelerin ayakta kalıp diğerlerinin yok edildiği ve hatta Sağlık Bakanlığı’nın görev ve yetkilerinin bile sadece bir denetleyici mekanizmaya dönüşmesinin gündemde olduğu bu yeni sağlık ortamında, sağlığın temel insan hakkı olması gerektiği konusunda taviz vermeyen, küresel neoliberal dalgadan beslenen siyasi erkin ayağına dolaşan, muhalif kimliğe sahip bir TTB istenmemektedir.
Esas amacın, siyasi iktidara bağlı, iktidarın tüm söylem ve eylemini alkışlayan, üyelerinin ve toplumun yararını umursamadan gücün yanında yer alan, akıl ve bilimin yanında olmayı değil de otoriter iktidardan aldığı emirle yol almayı seçen, nitelikten yoksun politik skandallardan geçilmeyen rant projelerini onaylamayı kendine görev sayan, mesleki ahlak ve evrensel etik ilkelerden yoksun sözde meslek birlikleri şeklinde yandaş bürolar kurmak olduğu açıktır.
Fakat, bizler mesleğe başlarken bir and içtik:
Tıbbi bilgilerimizi hastaların yararına ve sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için paylaşacağımıza, tehdit ediliyor olsak bile tıbbi bilgimizi, insan haklarını ve bireysel özgürlükleri çiğnemek için kullanmayacağımıza, özgürce ve onurumuz üzerine
and içtik.
Susmadık, susmayacağız… Korkmadık, korkmayacağız.
Tehdit altında olsak bile hekimlik yapmaya, iyi hekimlik değerlerini savunmaya, bu topluma ve bu topraklara sahip çıkmaya devam edeceğiz.
Hekimlik yargılanamaz, TTB susturulamaz”.

İzmir’de kadınlar savaşa, işgale, şiddete, eşitsizliğe, yoksulluğu, cinsiyet eşitsizliğine ve nefret suçlarına karşı yürüdü..

İzmir Kadın Platformu, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’nde  Alsancak Kıbrıs Şehitleri caddesinde  yürüyüş düzenledi. Kadınlar, “Savaşa, yoksulluğa, gericiliğe, erkek-devlet şiddetine karşı mücadeleyi yükseltiyoruz” yazılı pankartı arkasında toplanarak,  Türkan Saylan Kültür Merkezi önüne  yürüdü.   HEDEP İzmir Milletvekili Burcugül Çubuk’un da katıldığı yürüyüş boyunca kadınlar; “Kadın Cinayetleri Politiktir”, “Krizin yükü patronlara”, “kadınlar işe çocuklar kreşe”,  “parasız bilimsel anadilde eğitim”,  ” Susmuyoruz korkmuyoruz itaat etmiyoruz”,  ” Nefrete inat yaşasın hayat”, “Faşizme inat yaşasın Hayat”, ” Yaşasın kadın dayanışması”,  “Katil İsrail Filistin’den defol”, “Göçmen kadınlar yalnız değildir” sloganlarını attı.

Türkan saylan Kültür Merkezi önünde  İzmir Kadın Platformu’nun açıklaması  okundu. Açıklamanın Kürtçe özeti de yapıldı. Açıklama şöyle:

“Basına ve Kamuoyuna

25 Kasım, 1960 yılında Dominik Cumhuriyeti’nde faşist diktatör Trujillo’ya karşı mücadelenin öncüsü olan üç kız kardeşin; Maria, Minerva ve Patria Mirabel’in katledildiği gün. Kod adları “Kelebek” olan Mirabel kardeşlerin mücadelesi bugün ülkenin dört bir yanında yoksulluğa, işsizliğe, erkek-devlet şiddetine, kadın cinayetletine, faşizme, gericiliğe, savaşa, işgale, homofobiye, transfobiye, depremin yarattığı yıkıma karşı eşit, özgür bir dünya için mücadele eden kadınların isyanında yaşıyor.  Saray rejimi ve gerici ittifakları ile hayatımıza, bedenlerimize, emeğimize yönelik saldırılar her geçen gün artarken birbirimizden ve hayatımızdan vazgeçmeyeceğiz diyen kadınların, LGBTİ+’ların isyanı, öfkesi ile buradayız. Ortadoğu’dan Avrupa’ya, Latin Amerika’dan Türkiye’ye direnen kadınlar birbirine ilham oluyor, kadın dayanışması sınır tanımıyor.

AKP-MHP iktidarının ve onun gerici ittifaklarının kadın-LGBTİ+-çocuk düşmanı politikaları ile erkek şiddeti her geçen gün artarken kadınların yıllarca mücadele ederek kazandığı İstanbul Sözleşmesi bir gece de fesh edildi. 6284 sayılı yasa, nafaka hakkımız gasp edilmeye, boşanma hakkımız engellenmeye, çocuk istismarı aklanmaya, medeni kanun değiştirilmeye çalışılıyor. LGBTi+ düşmanlığı ile “kutsal aile” yalanları, cezasızlık politikaları, iktidarın en tepesinden örgütlenen nefret söylemleri şiddeti körüklüyor. 2023 yılının ilk 10 ayında 253 kadın erkekler tarafından katledildi, 194 kadın ise şüpheli şekilde ölü bulundu. Faillerin çoğu; eş, eski eş ya da yakın akraba! Meşruiyetini yitirmiş olan iktidarın toplumun rızasını yeniden kazanmak için aile politikaları üzerinden kadınlara ve LGBTİ+’lara karşı açmış olduğu savaşa karşı kazanımlarımızdan vazgeçmeyeceğiz.  Evde, okulda, sokakta, iş yerlerinde ve adliyelerde mücadele etmeye devam edeceğiz. Bir kez daha söylüyoruz: Kutsal aileniz batsın, boşanmayı değil, kadın cinayetlerini engelleyin!

Ekonomik kriz her gün daha fazla derinleşiyor. Bir yandan erkek şiddeti ile mücadele ederken bir yandan da yoksullukla boğuşuyor, şiddet gördüğümüz evlere, ailelere mahkum ediliyoruz. Ekonomik krizin yükü daha fazla bakım emeği olarak sırtımıza yıkılırken, emeğimiz ucuzluyor.2023 yılının ilk dokuz ayında 136 kadın iş cinayetine kurban gitti. Güvencesiz işlerde çalıştırılıyor, mobbing ve ağır sömürüye maruz bırakılıyor; işten çıkarmalarda ilk gözden çıkarılan biz oluyoruz.  İş güvenliği sağlanmadığı gibi sermaye düzeni devlet politikalarıyla pekiştiriliyor. Gündemdeki Orta Vadeli Program ve 12. Kalkınma Planı ile emekçilerin ağır vergi yükleri, adaletsiz ücret dağılımı, kıdem tazminatı ve emeklilik haklarına saldırı, kadınları esnek çalışma ve geleceksizlikle karşı karşıya bırakıyor. Sağlığa ve hijyene erişemiyor, temel ihtiyaçlarımızı karşılayamıyoruz. Geçinemiyoruz, barınamıyoruz, beslenemiyoruz!

Sermayeyi ve patronları korumak için kalkan olan devlet; esnek- güvencesiz çalışmaya karşı eşit işe eşit ücret, insanca yaşanacak ücret, güvenceli iş için sendikalaşan, Akbelen’de yağmacı şirketlere karşı ormanı savunan kadınların karşısına polis ve jandarma şiddetiyle çıkıyor. İzmir Bergama’da sendikalaştıkları için işten atılan Agrobay İşçileri direnişleri boyunca ekonomik şiddetin yanı sıra devlet şiddetiyle de mücadele etti. Ailedeki erkeklere, patronlara, emeğimizi sömüren çetelere karşı haklarımızdan vazgeçmiyoruz. Biz kadınlar insanca yaşanacak bir ücret ve güvenceli bir gelecek için mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğiz!

Tek adam rejimi kamusal alanı yeniden gericilik ile inşa etmeye çalışıyor. Pilot il olan İzmir’de ÇEDES uygulaması ile okullara imam, müezzin ve din görevlisi atanıyor, seçmeli din derslerinin sayısı arttırılıyor, kız okulları ile karma eğitime son verilmeye çalışılıyor. Çocukların geleceği cemaat ve tarikatlara teslim edilmeye çalışılıyor. Cemaat ve tarikatlarda  yaşanan istismar ve taciz vakaları cezasızlıkla ödüllendiriliyor. Hiranur Vakfı’nda 6 yaşındaki kız çocuğunun evlendirilmesine karşı bu davanın takipçisi olduysak bundan sonra da şüpheli olarak ölü bulunan, istismara uğrayan, çocuk yaşta evlendirilen- çalışmak zorunda bırakılan her çocuk için hesap sormaktan, cemaat ve tarikatlara karşı laik bir ülke mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz. Kadınlara bütçeden 2 milyar 900 bin yani binde 8.6 pay ayrılırken,  Diyanet’e ayrılan 35 milyar bütçe ile hayatımızı gericilik ile kuşatmanıza, bizleri öldürüldüğümüz evlere hapsetmenize izin vermeyeceğiz. Parasız, bilimsel, laik, nitelikli, anadilde bir eğitim için mücadele edeceğiz. Okullarda en az bir öğün ücretsiz yemek için bütçeden hakkımız olanı alacak, demokratik, bilimsel ve laik eğitim taleplerimizi sokaklarda, meydanlarda, okullarda, mecliste haykırarak kazanacağız.

Genç kadınlar gün geçtikçe ağırlaşan ekonomik krizle beraber barınma, beslenme, sağlık, eğitim gibi en temel haklarına ulaşamaz hale gelmekte. Erken yaşta evlilik ve çocuk doğurmaya teşvik veren devlet, üniversiteli genç kadınlara denetimsiz, güvenliksiz yurtları, içinden kurt çıkan, küflenmiş yemekleri reva görüyor. Zeren Ertaş,  Aydın KYK yurdunda asansöre sıkışarak hayatını kaybetti. Daha facianın üzerinden zaman geçmeden birçok ildeki kız yurtlarından bakımı yapılmadığı için tehlike yaratan asansör haberleri geldi. Sorumluların hiç biri ceza almazken, protesto eylemleri yapan öğrenciler gözaltı ve soruşturmalara maruz bırakıldı, yurtlardan atılma ile tehdit edildi. Genç kadınlar olarak güvenli barınma ve eğitim için bütçe talebimizle meydanlarda, sokaklarda, yurtlarda, üniversitelerde mücadele edeceğiz ve dayanışmamızı büyüteceğiz! Heybemizde Zeren’in, Sibel Ünlü’nün, Pınar Gültekin’in düşleri, isyanı ile haykırıyoruz: Faillerimizi tanıyoruz; unutmak, affetmek yok!

Faşist AKP-MHP iktidarı toplumda artan hoşnutsuzlukları ayrımcı, ötekileştirici, cinsiyetçi politikalarla kapatmak istiyor.  Geçtiğimiz son 1 yıl içerisinde özellikle kutsal aile bütünlüğü devlet bekasıdır diyerek LGBTİ+ lara karşı düzenlenen nefret mitingleri ile yaşamlarına savaş açıyor, mefret söylemleri ile  LGBTİ+ ları sadece işsizliğe ve güvencesizliğe mahkum etmekle kalmıyor psikolojik-fiziksel şiddetin ve nefret cinayetlerinin açık hedefi haline getiriyor. Toplumda körüklenen homofobi-transfobiyle yaşam alanları daraltılarak intihara sürükleniyorlar. AKP’nin ötekileştirici ve düşmanca söylemlerine karşı ayrımcı politikanın ve cinsiyetçi kalıpların bizleri boğmasına izin vermeyeceğiz, nefrete ve homofobiye-transfobiye inat yaşamı ve özgürlüğü savunmaya devam edeceğiz!

Emperyalist savaş politikaları en fazla kadınları ve çocukları etkiliyor. AKP İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırılarını kınamaktan öteye geçmezken İsrail ile tüm siyasi ekonomik ilişkilerini sürdürmeye devam ediyor. Aynı zamanda bir yanda barış elçisi(!) olmaya soyunan AKP, sınır ötesi operasyonlar ile Rojava’da savaş politikalarını sürdürüyor. HEDEP’e yönelik operasyon sürerken mücadele arkadaşımız, kızkardeşimiz HEDEP İzmir İl Eşbakanı Berna Çelik tutuklanıyor, çıplak arama işkencesine maruz bırakılıyor. Onur Gencer tarafından katledilen Deniz Poyraz’ın katiline ise ödül gibi ceza veriliyor. Azami tutukluluk süresi biten Gülten Kışanak hala cezaevinde tutuluyor. Kürt illerinde polis-bekçi-asker şiddeti, ajanlaştırma-tutuklama politikaları ile kadınlara yönelik saldırılar artıyor. 25 Kasım’da erkek-devlet şiddetine karşı sokaklarda olmayı suç saymaya çalışan devlet, Sosyalist Kadın Meclisleri’nden Satiye ve Beycan’ı evlerinden gözaltına alıyor. Halkın seçtiği vekiller, siyasetçiler, gazeteciler cezaevlerinde tutulurken; Hrant Dink’in katili, kadın katilleri, istismar suçluları sokaklarda dolaşıyor.

Erkek-devlet şiddetine karşı İran’da faşist molla rejimine karşı saçlarını özgürlüğün bayrağı yapan , Afganistan’da Taliban rejimine karşı direnen, Filistin’de işgalci-siyonist İsrail’e karşı mücadele eden kadınlardan aldığımız güçle 25 Kasım’da burada, birbirimizin suç ortağı olarak ellerimizi birleştiriyoruz. Sınırları aşan dayanışmamız ile sesleniyoruz; İsrail ile yapılan tüm ikili anlaşmaların iptal edilmeli, ABD ve NATO üstleri derhal kapatılmalı, İsrail  işgal ettiği topraklardan çekilmeli,Filistin halkının siyasal hak eşitliği ve devlet olma talebi tanınmalı, Rojava dahil olmak üzere sınır ötesi operasyonlara son verilmeli, savaş teskeresi geri çekilmelidir. Bizler ne Deniz’e verdiğimiz sözden ne de Berna’nın mücadelesinden asla vazgeçmeyeceğiz, faşizme karşı yaşamı, eşitliği, özgürlüğü ve inatla dayanışmamızı savunuyoruz, savunacağız!

Ülkemizdeki göçmen ve mülteci kadınlar hem ucuz iş gücü deposu hem de ayrımcı politikaların hedefi haline gelmiştir. Hepimizin yaşadığı yoksulluk, şiddet ve sömürüyü daha derinden yaşayan göçmen kadınlar için bir diğer tehdit ise Geri Gönderme Merkezleri’ndeki fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalma korkusudur. Biz kadınlar, ülkemizde ve dünyada savaşın yüklerinin omuzlarımıza bırakılmadığı, barış içinde bir yaşam istiyoruz.

6 Şubat depreminin üzerinden 9 ay geçti ama deprem bölgesindeki kadınlar hala temel ihtiyaçlarına dahi erişemeden, can güvenliği olmadan, taciz, istismar riski altında konteynırlarda yaşıyor. Deprem bölgesindeki kadınlar için güvenli barınma, sağlık ve hijyen ürünlerine erişim sağlanmalı. Kentlerin yağmalanmasına son verilmeli, güvenli ve sağlıklı konutlarda yaşama için geçerli önlemler alınmalı.

Savaşa, işgale, şiddete, eşitsizliğe, yoksulluğa, homofobiye-transfobiye ve kadın düşmanı politikalara karşı Mirabellerden aldığımız güçle ve örgütlü mücadelemizle varız ve bu mücadeleyi yaşamın her alanında sürdürmeye devam edeceğiz! Her yerdeyiz, her yerde olmaya devam edeceğiz.

Yaşasın mücadelemiz, yaşasın kadın dayanışması!

İzmir kadın platformu”

Fotoğraflar:Mertcan Zengin

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: Bağımsız ve tarafsız yargı istiyoruz. Özgürlük istiyoruz. Demokrasi istiyoruz. Adalet istiyoruz. Hiçbir karanlığa teslim olmayacağımızı, vazgeçmeyeceğimizi, biat etmeyeceğimizi yeniden ve yeniden haykırıyoruz!

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri,  hukuksuzluğa, adaletsizliğe ve ‘yargı darbesi’  ne karşı  ‘Demokrasi Yürüyüşü’ düzenledi.  Konak Eski Sümerbank önünde toplanan  emek ve demokrasi güçleri “Herkes için adalet, adalet için demokrasi” yazılı pankart açarak,  Cumhuriyet Meydanı’na  yürüdü.   İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in de katıldığı yürüyüşte “Karanlığa teslim olmayacağız”,  “yaşasın halkların eşitliği”,  “Hak, hukuk, adalet”, “Baskılar bizi yıldıramaz”, ” Gün gelecek devran dönecek,  AKP halka hesap verecek”, ” Birleşe birleşe kazanacağız”, “faşizme karşı omuz omuza”   sloganları atıldı.

Disk Ege Bölge Temsilcisi Memiş  Sarı ; “Gezi Parkı direnişi ve sonrasında yaşanılan protestolar sonucu hayatını kaybeden, Mehmet’i, Abdullah’ı, Ethem’i, Medeni’ yi,   Ali İsmail’i, Ahmet’i, Hasan Ferit’i ve küçücük bedeniyle  Berkin’imizi hiçbir zaman unutmayacağız, unutturmayacağız, sorumlularından bir gün elbet hesap soracağız. Ülke öyle karanlık bir güç haline gelmeye başladı ki, Geziyi savunanlar tutuklanıyor, içlerinden bir tanesi Can Atalay halkın oylarıyla milletvekili olarak seçiliyor; ancak geziyi savunmanın suç sayıldığı ülkemizde, AYM kararlarına bile uymayan iktidar Canı serbest bırakmadı gerekirken AYM üyelerini hedef gösteriyor. Bizler buradan bir kez daha haykırıyoruz, Geziye Gezinin çocuklarına ve geçici savunanlara sahip çıkacağız. Çünkü gezi bizimdir, gezi onurumuzdur, gezi umuttur, gezi yargılanamaz….Bizi içine hapsetmeye çalıştıkları karanlığı yırtacağız. Şimdi, eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik, bilimsel bir ülke yönetimine hiç olmadığı kadar ihtiyacımız ve bunun gerçekleşmesi için, Kimsenin kimliğinden, inancından, cinsiyetinden dolayı ikinci sınıf yurttaş muamelesi görmediği, barış ve kardeşliğin hakim olduğu ,Düşünce ve ifade özgürlüğünün suç olarak sayılmadığı, Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, Emeğin, eşitliğin, özgürlüğün, demokrasinin, barışın, laikliğin hâkim olduğu bir gelecek ve ülke için mücadeleye devam edeceğiz” dedi.

‘Demokrasi  Yürüyüşü’ eylemine katılan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer  “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Gününde, kadınlarımızın bir omuza mesafesinde yanında olmaya devam edeceğiz. İstanbul Sözleşmesi’nin arkasında durmaya devam edeceğiz. Diyorum ki; Susma sustukça sıra sana gelecek! Diyorum ki; Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz’ Diyorum ki; Birleşe birleşe kazanacağız! Diyorum ki; Bu daha başlangıç mücadeleye devam! Bu güzelim topraklarda; emeğin hakkının verildiği, demokrasinin layık olduğu şekilde yaşandığı, insanların dayanışma ve huzur içinde yaşadıkları bir memleketi hep beraber kuracağız.” diye konuştu.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına  açıklamayı İzmir Barosu Başkanı  Sefa Yılmaz  okudu. Açıklama şöyle:

“Dostlar!
İzmir’in demokrat insanları!
İzmir’in emekçileri!
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girdiğimiz şu günlerde, yine bir hak mücadelesi zemininde,
yine adalet arayışı içinde devam ettirdiğimiz bir adalet nöbetinin, bir yürüyüşün sonunda
buluşuyoruz, bir araya geliyoruz.
Ülkemiz hep, yargının yürütme tarafından tahakküm altına alındığı, evrensel hukuk ilkelerinin
göz ardı edildiği, insan hak ve özgürlüklerinin yok sayıldığı bir ülke olageldi. Bizler, hep birlikte
böyle bir ülkede, güce boyun eğmeyi reddedip, daha güzel, daha yaşanabilir bir düzen için
mücadele ettik, ediyoruz.
Bizler, Anayasa’da yer alan “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
devletidir.” cümlesini kitaba sıkışmış, soyut bir ifade olmaktan çıkarıp bir gerçeğe, güçlü ve
vazgeçilmez bir gerçeğe dönüştürmeyi hedefliyoruz.
İzmir’in, Türkiye’nin hak savunucuları olarak, muktedirlerin haklara ve özgürlüklere yönelik
saldırıları karşısında, yılmadan, boyun eğmeden barışı, demokrasiyi, hukuk devletini savunduk.
Bundan hiç vazgeçmedik.
Ne yazık ki ülkemiz, insan hak ve özgürlüklerini geliştirmeyi, toplumsal yaşamı bunun üzerinden
biçimlendirmeyi hedefleyen değil, koydukları sınırlarla, getirdikleri yasaklarla, acımasız sertlikte
ve antidemokratik güvenlik politikalarıyla andığımız siyasal iktidarlar tarafından yönetildi,
yönetiliyor.
Artık hukuk devletinden, tarafsız ve bağımsız bir yargıdan bahsetmek mümkün değil.
Anayasal haklarını kullanan yüzbinlerce yurttaşın protestolarına, güvenlik güçleri tarafından
acımasız ve orantısız bir şiddetle müdahale edildiği, halkın evlatlarının öldürüldüğü, binlerce
yurttaşın yaralandığı Gezi Direnişi bahane edilerek açılan ve bugüne kadar devam eden tüm
yargılama sürecinde, hukuksal açıdan birçok garabetin yaşandığı davada, arkadaşlarıyla birlikte
tutuklanan, hapis cezasına mahkum edilen meslektaşımız, dostumuz Av. Can Atalay hakkında,
Anayasa Mahkemesi tarafından verilen ihlal kararına uyulmamış, bununla da yetinilmemiş,
kararın altında imzası olan Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda
bulunulmasına karar verilmiştir.
Anayasa Mahkemesi verdiği kararda hak ihlalini tespit etmiş, dosyayı görevli İstanbul 13. Ağır
Ceza Mahkemesine göndermiş ve mahkemeye “ Can Atalay’ı yeniden yargıla, cezanın infazını
durdur ve tahliye et” demiştir.
Anayasa’nın 153. maddesi; “Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir.” ve “Anayasa
Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı
organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.” hükümlerini içermektedir.
Anayasa ve Anayasa’nın emredici hükümleri ve bağlayıcı nitelik taşıyan hukuksal düzenlemeler
ve kesin nitelikteki kararlar, istenildiğinde uygulanacak, istenilmediğinde göz ardı edilecek
metinler değildir.

Yaşanan süreç, tam anlamıyla bir yargı darbesidir!
Bir davada hakkında tahliye kararı verilen, başka bir dosyada tutukluluk süresi azami süreyi aşan
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eski Eşbaşkanı Gültan Kışanak, haksız ve hukuksuz biçimde
halen tutuklu bulunmaktadır.
Bir yandan ülkemiz aydınları, gazeteciler, yazarlar düşüncelerini ifade ettikleri için, halkın haber
alma hakkını kullanmasını sağladıkları için gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, bir yandan örtülü af
niteliğindeki infaz değişiklikleri ile kardeşimiz, dostumuz Hrant’ın katili serbest bırakılıyor.
Siyasi rehine olarak tutulan ve özgürlüklerinden yoksun bırakılmalarının gerekçesi olan, adalet
ve vicdandan uzak bu kararların, bağımsız ve tarafsız bir yargı düzeninin ürünü olduğuna
inanmamızı bekliyorsunuz. İNANMAYACAĞIZ!
Konuşmamızı, yazışmamızı, iletişim kurmamızı, bir araya gelmemizi engellemeye ve bütün
hayatımızı kontrol altında tutmaya çalışıyorsunuz. BAŞARAMAYACAKSINIZ!
Yürütmenin yargıya müdahalesini eleştirmemize, yargı bağımsızlığı olmayan bir ülkede hiç
kimsenin hukuk güvenliğine sahip olmayacağını haykırmamıza engel olmaya çalışıyorsunuz.
ENGEL OLAMAYACAKSINIZ!
Ali İsmail Korkmaz’ın, Abdullah Cömert’in, Ethem Sarısülük’ün, Mehmet Ayvalıtaş’ın, Medeni
Yıldırım’ın, Ahmet Atakan’ın, Hasan Ferit Gedik’in demokratik protesto haklarını kullanırken
öldürülmelerini, Berkin Elvan’ın katledilmesini doğal kabul etmemizi, unutmamızı, “Emri ben
verdim” diyenlerin sorumluluğunu yok saymamızı, onların katillerini saklamanızı, yargıdan uzak
tutmanızı, cezasız bırakmanızı kabul etmemizi istiyorsunuz. KABUL ETMEYECEĞİZ!
İkizdere’de, Kazdağları’nda, Yılmazköy’de, Akbelen’de ve daha bir çok yerde havamızı,
suyumuzu, toprağımızı, ormanımızı, tüm kamusal alanlarımızı kendi çıkarlarınız için halkın
ihtiyaçlarını hiçe sayarak, rant talan ve yağma düzenine kurban etmenize rıza göstermemizi
bekliyorsunuz. İZİN VERMEYECEĞİZ!
Laik cumhuriyetin tüm kurum ve kurallarını yok etmenize, eğitimin ve öğrencilerin
barınmalarının tarikatlere, cemaatlere bırakılmasına, ÇEDES projesiyle okullara imam ve vaiz
atanmasına, cumhuriyet değerlerine ve ilkelerine karşı saldırılarınıza sessiz kalacağımızı
düşünüyorsunuz. İZİN VERMEYECEĞİZ!
Bizler, Aladağlar’da tarikat yurdunda yanarak ölen çocuklarımızın, Soma’da, Ermenek’te,
Bartın’da iş cinayetlerinde katledilen maden emekçilerinin, Gezi’nin ve Gezi direnişçilerinin,
katledilen Emine Bulut’un, Özgecan Aslan’ın, Ebru Gültekin’in ve öldürülen yüzlerce kadının,
LGBT bireylerin acılarının hesabını soruyoruz.
Bizler, halkın avukatlığını yapan Selçuk Kozağaçlı’nın, Dört Ayaklı Minarenin önünde
katledilen barışın sesi Tahir Elçi’nin, kentlerimizin yağmalanmaması için mücadele eden Can
Atalay’ın, Mücella Yapıcı’nın ve Tayfun Kahraman’ın dostlarıyız.
Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti için,
Bağımsız ve tarafsız yargı için,

Cumhuriyet değerlerini savunmak için,
Haklar ve özgürlükler için,
Emekten, haktan yana bir bütçe için,
Savaşa karşı barış için,
Özerk demokratik üniversite için,
Parasız eğitim ve parasız sağlık için,
Gericileştirme politikalarına karşı laiklik için,
Sendikal hak ve özgürlükler için,
Tüm işçiler ve direnişçiler için,
Emek meslek örgütlerine yapılan baskılara karşı,
Kadına yönelik şiddet politikalarına karşı,
Mücadelemizde Susmadık, Susmuyoruz, Susmayacağız
Bağımsız ve tarafsız yargı istiyoruz.
Özgürlük istiyoruz.
Demokrasi istiyoruz.
Adalet istiyoruz.
Hiçbir karanlığa teslim olmayacağımızı, vazgeçmeyeceğimizi, biat etmeyeceğimizi yeniden ve
yeniden haykırıyoruz!
Geçit Yok Biz Varız!
İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ”

Ìzmir Tabip Odası Yönetim Kurulu: Kentimizde Üniversite Hastanelerinden Öğretim Üyelerinin ayrılması, ve Bayraklı Şehir Hastanesi ve sağlık sorunlariyla ilgili görüşlerini açikladi

 

Ìzmir Tabip Odası Başkanı Prof.Dr.Süleyman Kaynak Tabip Odası Konferans Salonunda kentimizin sağlık sorunlarıyla ilgili basın toplantısı düzenledi.

Açıklama metni:

Kamuoyunun dikkatine,
Kentimizde yaşanan önemli gelişmeler çerçevesinde bazı konulara dikkat çekmek istiyoruz:

 

 

A.Üniversite hastanelerinden öğretim üyelerinin ayrılması konusu
Son günlerde basına da yansıyan öğretim üyelerinin üniversiteden ayrılmalarıyla sonuçlanan olaylar konusunda Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlüğü bizce talihsiz bir açıklama yapmıştır.
Oysa bilimsel etkinliği yüksek, deneyimli ve başarılı öğretim üyelerinin üniversiteleri terk etmesi önemli bir sorundur ve üniversitelerin içinin boşaltılmasına yol açan politikaların bir sonucudur.

Siyasi bir erk tarafından tek imza ile atanan ve yine tek imza ile görevden alınabilen üniversite rektörlerinin siyasi erk tarafından çizilmiş sınırlar içerisinde özgürlükten yoksun bir siyasi kalıp içinde kalmaları, üniversitelerin bilimsel kapasiteleri açısından bir zorunluluk olan özerklik, özgür tartışma ortamı, diyalog, görüş alış verişi vb. gibi temel özelliklerinin gözden çıkarılmasına yol açmıştır.

Üniversite hastaneleri, bir araştırma, geliştirme, eğitim ve öğretim kurumu olmaktan çıkarılmış, sadece bir hizmet hastanesi haline dönüştürülmüştür.

Akademik yayınlar temelinde oluşturulan H- indeks sıralamasında, Türkiye’den sıralamaya giren ilk 10 kişiden 9 tanesi maalesef Türkiye dışında çalışmaktadır.

Halen ülkemizde 208 üniversite faaliyet göstermektedir. Ancak dünyada ilk 400 üniversite sıralamasında Türkiye’den bir kurum yoktur. İlk 500 kurum içinde ise sadece iki vakıf üniversitesi ve bir kamu üniversitesi bulunmaktadır.

Şu anda en kıdemli öğretim üyesine kamunun verdiği aylık gelir [son yapılan iyileştirmeler] ile 49.000 TL (1758 USD) ‘dır. Eylül 2023 itibariyle ülkemizde yoksulluk sınırı 43.433 TL ( 1558 USD) olarak bildirilemektedir. Bu ücret politikalarıyla önümüzdeki birkaç ay içinde, kıdemli öğretim üyelerinin bile yoksulluk sınırının altında kalması kaçınılmazdır.

Türkiye’de hizmet veren 128 tıp fakültesine bu yıl, 21.950 öğrenci alınmıştır. Toplam öğrenci sayısı 112.05 ‘e ulaşmıştır. Zaten yetersiz olan bir eğitim altyapısı varken öğretim üyelerinin üniversitelerden ayrılmaları zaten bir çok fakültedeki yetersizliği derinleştirecek ve tıp eğitiminin kalitesini hızla düşürecektir.

Bu önemli sorunu, çelişkili yargı kararlarından biriyle ilişkilendirip “muayenehaneyi tercih ediyorlar” “üniversitede performansları düşük” gibi ifadelerle öğretim üyelerini hedef alan yaklaşım öğretim üyelerinin saygınlığını zedelemeye ve itibarsızlaştırmaya dönük bir algı yaratma çabasının ürünüdür.

Rektörlük makamı idari bir görev olup geçicidir. Hekimlik ve öğretim üyeliği ise bir ömür sürdürülen uğraşlardır. Üniversiteleri baskı ve zor kullanarak “idare eden” rektörlere değil, akademik düşüncenin özgürce tartışıldığı, yeterli donanım, altyapı ve mali olanaklara sahip kurumlara, bu kurumları nitelikli insan gücünü “tarumar etmeden”, yönetebilecek çağdaş bilim insanlarına ihtiyacı olduğuna inanıyoruz.

A. İzmir Bayraklı Şehir Hastanesi konusu

Uzun süredir hepimizi meşgul eden İzmir Bayraklı Şehir Hastanesi’ne dair gelişmeler ise üzerinde durulması gereken diğer bir konudur.

 

13 Ekim 2023 Cuma günü alınan duyumlara göre İzmir Bayraklı Şehir Hastanesi’ne Başhekim ataması ve bazı kısa süreli geçici görevlendirmelerin yapıldığı ve 16 Ekim 2023 Pazartesi itibariyle ağırlıklı olarak Sağlık Bilimleri Üniversitesi ve Katip Çelebi Üniversitesi kadrosunda bulunan, İzmir Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi ile Bozyaka İzmir Eğitim Araştırma Hastanesi’nde görev yapan hekimlerden akademik kadroda bulunanların bir yıl, uzman kadrosunda bulunanların değişen sürelerde görev yapmak üzere Şehir Hastanesi’nde görevlendirildiği anlaşıldı.

Kamu yöneticileri tarafından apar topar bir yer değişimi operasyonu olarak yürütülen bu sürece dair gelişmeler, kararların rasyonel bir planlama yapılmadan, İzmir’de yürütülen sağlık hizmetlerine olası etkileri öngörülmeden alındığı izlenimi vermektedir. Öncelikle Şehir Hastanesi’nde görevlendirilenlerin önemli kısmının akademik kadroda bulunan hekimler olduğu dikkat çekmektedir. Bu meslektaşlarımız Tepecik ve Bozyaka Eğitim Araştırma Hastanelerinde uzmanlık öğrencilerine eğitim verme sorumluluğunda olan hekimlerdir. Anılan hekimlerin asli görev yerlerinden uzaklaştırılması bu hastanelerdeki asistan eğitimini doğrudan ve olumsuz etkileyecek bir sonuç doğuracaktır.

İlimizdeki sağlık yöneticilerinin el altından eğitim sorumlularını uyararak Şehir Hastanesi’ne gönderilecek asistanlara ait listelerin hazırlanması talimatı verdikleri sır değildir, herkesin malumudur. Asistan hekimlerin bir eğitim hastanesi olmayan Şehir Hastanesi’nde Valilik Makam Oluru ile görevlendirilmeleri hukuka uygun olmadığından bu yöntemin izlendiği kanısındayız. Sağlık Bakanlığı yöneticileri muhtemelen kısa sürede Şehir Hastanesi için, üzerinde “Eğitim ve Araştırma” yazılı ilave bir tabela hazırlattırarak bu hukuksal “pürüzü” aşacaklarını ummaktadırlar. Oysa tıpta uzmanlık eğitimi siyasi ikbal için yapılacak gösterilere feda edilemeyecek kadar önemli ve değerlidir.

Asistan hekimler, tıpta uzmanlık sınavında kaldıkları puanlar temelinde tercihler yaparak eğitim görecekleri kurumları tercih etmişlerdir. Eğitimlerini tamamlamaya fırsat verilmeden yapılacak bir yer değişikliği öncelikle asistan hekimlere karşı büyük bir haksızlıktır. Şehir Hastanesi’ne gönderilecek veya mevcut kurumlarında devam edecek eğiticilerin ve asistanlarının hangi kriterler temelinde belirlendiği bir muammadır. İl sağlık yöneticileri bunun açıklamasını yapamamaktadırlar.

Hastanenin inşasında rol oynayan yüklenici firmalar ile taşeron firmalar arasındaki ilişkiler ayrı bir sorun yumağıdır. Firmaların aralarındaki ticari sorunların inşaatta çalışan emekçilerin hak gaspına yol açtığını, çalışanların ücretlerinin ödenmediği, ilin bazı kamu yöneticilerinin bu ticari anlaşmazlıkta arabulucuk yaptığı iddiaları bu gün basında yer almıştır.

18 Eylül 2023 tarihinde İzmir Tabip Odası olarak Bilgi Edinme Hakkı Kanunu kapsamında yaptığımız başvuruya yanıt vermeyen ve önemli sorularımızı hukuksuz biçimde yanıtsız bırakan İl Sağlık Müdürlüğü’ne uygun hukuki süreci işleterek sorularımızı tekrar yönelteceğiz. Yeni gelişmeler ışığında acil cevap gerektiren sorularımızı güncelleyerek tekrar paylaşmak istiyoruz:

•İzmir Bayraklı Şehir Hastanesinin bu güne dek açılışını geciktiren yapısal sorunlar nelerdir, bu sorunlar konusunda nasıl bir yol izlenmiştir? Hastanenin yapısal sorunları giderilmiş midir?
•Hastanenin altyapı özellikleri, tıbbi donanım ve yeterli personel temini bakımından son durumu nedir? Yakın ve orta vadeli gelecekte bu konularda sağlanacak değişiklikler için bir planlama yapılmış mıdır? Sunulacak sağlık hizmetinin kademeli olarak geliştirileceği bir program var mıdır?

•İzmir Bayraklı Şehir Hastanesinin açılmasıyla İzmir’deki bazı kamu hastanelerinin kapatılması veya küçültülmesine yönelik bir hedefiniz var mıdır? Varsa bu hastaneler hangileridir?

•İzmir Bayraklı Şehir Hastanesi kadrosunda görevli olacak nihai hekim sayısı nedir? Bu hekimlerin hangi kurumlardan, hangi kriterlere göre seçilecektir? Yer değişikliği konusunda rızası olmayan hekimlerin tercihlerine saygı gösterilecek midir?

•Asistan hekimlerin tercih ettikleri kurumlarda nitelikli uzmanlık eğitimi alması konusunda bir önceliğiniz var mıdır?

•İzmir Bayraklı Şehir Hastanesi’nde hekim dışı görev yapacak nihai sağlık personeli sayısı nedir? Bu personel, hangi kaynaktan ve hangi kriterlere göre karşılanacaktır?

•İzmir Bayraklı Şehir Hastanesi’nde ruhsata esas birimlerin ruhsatlandırma süreçleri tamamlanmış mıdır? Ruhsatlandırma süreci bitmemiş birimler hizmete sokulmuş mudur?

•İl Sağlık Yöneticilerine 18 Eylül’de sorularımızı sorduğumuzda bir cevap alacağımızı ve kamuoyu ile de resmi kaynaklardan doğrulanmış bir bilgi paylaşabileceğimiz ummuştuk.

Maalesef gelinen noktada yüz yıllık Cumhuriyet’imizin devlet geleneğine aykırı biçimde, hatta Sağlık Bakanlığı mevzuatlarına bile uymayan plansız, programsız bir faaliyet yürütüldüğü izlenimindeyiz. Bu keşmekeşten zarar gören tüm meslektaşlarımızın ve sağlık çalışanlarının yanında olduğumuzu, hukuksal süreçlerin takipçisi olacağımızı ifade etmek; Sağlık Bakanlığı ve ilimizin kamu yöneticilerine kamuoyunu bilgilendirme sorumluluklarını hatırlatmak; İzmir Bayraklı Şehir Hastanesi’nin kamu yararına sağlık hizmeti üretecek bir şekilde kullanılması için elimizden geleni yapacağımızı belirtmek isteriz.

Kamuoyuna saygıyla bildiririz.

İzmir Tabip Odası Yönetim Kurulu

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: Filistin halkı ile dayanışma içinde olduğumuzu bildiriyoruz. Filistin halkının devlet kurma hakkı ve Filistin Devleti tanınmalıdır.

İzmir Barosu’nun çağrısıyla Emek ve Demokrasi Güçleri, İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarını protesto etmek için yürüyüş düzenledi. İzmir Barosu binası önünde bir araya gelen avukatlar, çağdaş Hukukçular Derneği üyeleri TMMOB, çeşitli kitle örgütü ve siyasi parti temsilcileri yürüyüşe geçerek Kıbrıs Şehitleri Caddesi üzerinden toplanma yeri Türkan Saylan Kültür Merkezi önüne geldiler. Yürüyüş boyunca ve açıklamalar sırasında “Filistin halkının yanındayız” ve “Nehirden Denize, özgür Filistin” yazılı pankartlar taşındı ve “Katil İsrail Filistin’den defol”, ” Filistin’de düşene döğüşene bin selam”, “Kahrolsun ABD emperyalizmi. Yaşasın bağımsız özgür Filistin”, “Denizlerin yolunda Filistin’in yanında” ve “Rojava’ dan Gazze’ye yaşasın halkların kardeşliği”
“Katil İsrail, Filistin’den defol kahrolsun İsrail Siyonizmi” sloganları atıldı. Yürüyüşte ve toplanma alanında konuşma kürsüsüne Filistin bayrağı açıldı.

İlk önce izmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına İzmir Barosu Başkanı Sefa Yılmaz, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Erdoğan Akdoğdu ve Kaldıraç Dergisi İzmir Temsilciliği kurumlarının açıklama metinlerini okudu.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına Baro Başkanı Sefa Yılmaz’ın okuduğu metin:

“Bugün Ortadoğu, yeni bir şiddet sarmalıyla karşı karşıya.

Filistin’de yıllardır devam eden İsrail işgaline ve orantısız, ağır şiddetine karşı HAMAS önderliğindeki silahlı grupların başlattığı saldırılar ve İsrail’in buna yanıtı, on yıllardır kan ve gözyaşının hakim olduğu coğrafyada yeni kıyımların yaşanmasına neden oluyor.

7 Ekim günü, Gazze’den İsrail’e yönelik füze saldırıları ve bombalamalar sonucu, aralarında sivillerin de olduğu yüzlerce kişi yaşamını yitirdi, binlerce kişi yaralandı ve asker-sivil esir alınanlar oldu. İsrail tarafından aynı gün başlatılan ve halen devam eden karşı saldırılarda da yüzlerce sivil yaşamını kaybetti, yaralandı, hava saldırılarıyla sivil yerleşim yerleri vuruldu. O günden bu yana her iki taraftan kayıpların ve yaralıların sayısı binleri aşıyor.

İki milyon kişinin yaşadığı ve her türlü şiddetin yaşandığı, Filistin’in kalan toprakları ve komşularıyla bağı kesilmiş, geçişler engellenmiş devasa bir hapishane haline getirilen Gazze’de, halkın tüm yaşam alanları topluca hedefe konularak elektrik, su kesintileriyle, gıda ambargosuyla, çocuklar dahil yüzbinlerce Filistinli ölüme mahkum edildi. Filistinli yaralıların tedavi edilmeyeceği açıklandı. Gazze’den çıkmak isteyenler Refah sınır kapısında bombalandı. Filistin Barosu binası, altyapı tesisleri, sağlık kuruluşları bombalarla yok edildi. Daha dün, yapılan bombalı saldırının hedef alındığı hastanede 500’e yakın kişinin öldürüldüğü, bir o kadar kişinin de yaralandığı ortadadır. Bugün, İsrail’in kara harekatına başladığına ilişkin haberleri alıyoruz.

Başlatıcısı ve uygulayıcısı kim olursa olsun, çatışma bölgelerinde sivil halka yönelik saldırılar hiçbir şekilde kabul edilemez. Kuralsızlığın egemen olduğu ve kanla biçimlenen bu sürecin temel sebebi, İsrail Devletinin uluslararası hukuku tanımazlığı ile yürüttüğü işgal ve yok etme politikalarıdır. İsrail Devleti, kuruluşundan bu yana kadar, uluslararası antlaşmalara ve Birleşmiş Milletler kararlarına rağmen sınırlarını genişletmiş ve kendi vatandaşlarına yeni yerleşim alanları açmıştır, bu toprakların asıl sahibi olan Filistinlileri göçe zorlamış, evlerini ve yaşam alanlarını yıkmıştır.

Beyrut’un İsrail işgalinde olduğu dönemde, İsrail’in ve onun kontrolündeki silahlı güçlerin Lübnan’daki Sabra ve Şatilla mülteci kamplarını bombalaması ile gerçekleşen sivil katliamlar, birinci ve ikinci intifada direnişlerinde binlerce sivilin öldürülmesi, şu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır:

BM kararlarına rağmen işgal ve ilhakın sürdürülmesi, Filistinlilere yönelik uygulanan gündelik şiddet ve devam eden saldırılar, 7 Ekim dahil olmak üzere yaşanan her türlü şiddetin temel sorumlusudur.

Buna karşılık, Filistin halkının özgürlük mücadelesinde, antisemitist nitelikli, insan haklarına saldırı teşkil eden, sivilleri hedefe koyan yöntemler, keza ülkemizde Yahudi yurttaşlara yönelik nefret söylemleri de asla kabul edilemez.

Filistin’de yaşanan güncel çatışma sürecinin barışçıl çözümü için İsrail saldırılarına derhal son vermeli, taraflar ateşkes ilan etmelidir. Emperyalist işgal ve sömürge düzeninin faili olan devletler, egemenlik ve paylaşım hesapları içinde, Ortadoğu’yu bir bölgesel savaşın eşiğine getirecek silah yığınağına son vermeli, İsrail saldırganlığını destekleyen çifte standartlı tutumdan vazgeçmeli, İsrail’in BM kararlarına uyması ve müzakerelerin başlaması için çaba göstermelidir.

İsrail Devletinin kural ve uluslararası hukuk tanımazlığı, hastane katliamı ile bir kez daha gün yüzüne çıkmıştır.

Yeter!
Kan ve gözyaşı üzerine kuracağınız sözde zafer, gerçekte büyük bir trajedi ve büyük insanlığın yenilgisi olacaktır.

Filistin ve İsrail halklarının barış içinde bir arada yaşama umudunu ayakta tutan olgu, her iki halkın içinde, küçük de olsa filizlenen ve barışı önceleyen kesimlerin savaşa ve çatışmaya karşı aldıkları tutumdur. Barış, halkların dayanışmasıyla gelecektir.

Bizler, İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri Bileşenleri olarak, Filistin halkı ile dayanışma içinde olduğumuzu bildiriyoruz. Filistin halkının devlet kurma hakkı ve Filistin Devleti tanınmalıdır.
Savaşa karşı barışı, ölüme karşı yaşamı savunuyoruz.

Yaşasın Filistin Halkının Özgürlük ve Bağımsızlık Mücadelesi!
Yaşasın Barış!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!

İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ”

İzmir Kadın Platformu: Kadınlar Savaş değil insanca bir hayat istiyor. Filistin halkı yalnız değildir. Kahrolsun ABD emperyalizmi Kahrolsun İsrail. Savaşa değil Kadına bütçe..

İzmir Kadın Platformu Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde basın açıklaması yaptı. Açıklama sırasında kadınlar “Filistin halkı yalnız değildir”, “Savaşa değil kadınlara bütçe”, “Kahrolsun İsrail Yaşasın Filistin direnişi”, “Sermayeye değil kadına bütçe”, “Sınır ötesi operasyonlar durdurulsun”, ” Ortadoğu’da emperyalist müdahaleler son bulsun”, “kahrolsun ABD emperyalizmi Kahrolsun israil” sloganlarını attı.

Okunan açıklama şöyle:

“KADINLAR SAVAŞ DEĞİL EŞİT ONURLU İNSANCA BİR HAYAT İSTİYOR

Kadınlar için güvenli bir yer kalmadı. Ülkeler, kentler, sokaklara haneler, işyerleri, fabrikalar, hastaneler, okullar her yer yoksulluk ve şiddet dolu. Yoksulluk ve savaşın kadınlar üzerinde yarattığı yıkıma karşı, yaşam hakkımızı savunmak için buradayız.

Emperyalist emeller uğruna gerilim ve çatışmaların, çıkar kavgalarının hiç bitmediği Orta Doğu’da bir hafta önce bugün yine her yer kan gölüne döndü. Filistin’de 14 örgüt birleşerek abluka altındaki Gazze Şeridi’nden İsrail’e karşı Aksa Tufanı adı altında direniş başlattı. Buna karşı Gazze’yi ablukaya alıp 2 milyondan fazla insanın su, gıda ve elektrik kaynaklarını kesen İsrail, günlerdir devam eden hava bombardımanlarıyla Filistin halkını katletmeye devam ediyor.

FİLİSTİN HALKI YALNIZ DEĞİLDİR

Savaşlarda kadının bedenine yönelmiş erkek şiddetine dönüşen vahşetin hiç bir koşulda haklı bir gerekçesi olamaz.
Bununla birlikte bu tablodan Hamas’ı da yaratan 75 yıldır Filistin halkını zorla yerinden edip adeta açık hava hapishanesinde yaşamaya zorlayan Siyonist İsrail devleti ve ona destek veren başta ABD emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalist güçler sorumludur. Bu nedenle
yıllardır kadın, çocuk demeden sivilleri katleden, milyonlarca Filistinliyi göçe zorlayan, evlerini, hayatlarını başına yıkan Siyonist İsrail’in bu toplu imha girişimine karşı,
bütün kadınları Filistinli kadınlarla, Filistin halkıyla dayanışmaya, Filistin halkının bağımsızlık mücadelesini sahiplenmeye çağırıyoruz.

KAHROLSUN ABD EMPERYALİZMİ, KAHROLSUN İSRAİL

Öte yandan taraflara itidalli olma çağrıları yapan, “taş taş üstünde bırakmayacağız, elektrik yok, su yok, yakıt yok” diyerek Filistin halkını top yekun yok etmeye girişen İsrail’e karşı insan haklarından bahsederken Rojava’ya yönelik savaş politikası yürüten AKP iktidarının iki yüzlü tutumunu da kabul etmiyoruz.
Ülke içinde ırkçı, şoven, kutuplaştırıcı politikaları daha üst perdeden devreye sokan, ülke dışında sınır ötesi operasyonlarla emperyalist bloklar arasında yer kapma telaşıyla başta Kürt halkı olmak üzere Kuzey ve Doğu Suriye’de halkların üzerine bomba yağdırarak insanlık suçu işleyenler bize insan haklarından bahsedemez. Sınır ötesi operasyonlarla bölgedeki sivillerin en temel ihtiyacı olan hastane, okul, su, elektrik tesisleri vurulurken, küçücük çocuklar öldürülürken “ABD askerlerinin Suriye’de ne işi var” diyenlere soruyoruz: “Rojava’da ne işiniz var?”
Yoksulluğa, açlığa, daha fazla sömürüye sürükledikleri toplumun yükselen tepki ve hoşnutsuzluğunu dindirmek için daha çok baskı ve tehdit devreye sokan iktidar, haklarını aramak için direnen Agrobay işçisi kadınların önüne polis dikip, yerlerde sürüklüyor.

HDP’ye yönelik operasyonlarla demokratik siyasetin önünü tıkayıp muhalefeti sindirmeye çalışıyor, sözde terör tehdidi üzerinden halkları ayrıştırıp kutuplaştırırken, ırkçı, faşist, baskıcı rejimine meşruiyet sağlamaya çalışıyor. Kadın bedenleri üzerinden süren insanlık dışı eril saldırıları kınayanlar, mücadele arkadaşımız olan HDP İl Eş Başkanı Berna Çelik’i beraberindeki yöneticilerle birlikte mesnetsiz iddialarla tutuklayarak, çıplak arama işkencesine maruz bırakıyor.

Halka kemer sıkma ve fedakarlık çağrıları yapanlar savunma harcamaları adı altında bizden topladıkları vergileri silah tüccarlarına teşvik adı altında peşkeş çekiyor. Yoksulluk derinleşirken, her yıl savaş bütçesi katlanarak artıyor. Türkiye 2014 yılında kendi para birimi üzerinden savunmaya en çok bütçe ayıran 8. NATO ülkesi iken bu yıl 3’üncü sıraya yükseldi. 2023’te savunma harcamaları adı altında savaşa ve silahlanmaya 339.9 milyar lira ayrıldı. Oysa bu parayla istihdam olanağı yaratılabilir, sığınma evlerinin sayısı artırılabilir, kreş ve bakım evleri açılabilir, çocuğuma beslenme koyamıyorum diye feryat eden kadınların bir öğün ücretsiz yemek talebi karşılanabilirdi.

Erdoğan’ın korumalarının bağlı olduğu Cumhurbaşkanlığı Koruma Daire Başkanlığı, nisan ayı boyunca günde 10 milyon 614 bin TL harcadı. 2023 yılı bütçesinde kadınlara dair tek kamu kuruluşu olan Kadının Statüsü Genel Müdürlüğüne ayrılan bütçe ise yılda yalnızca 54 milyon 769 bin lira. Yani kadınlara bir yıl için ayrılan bütçe Erdoğan’ın bir haftalık koruma masrafından az!

SAVAŞA DEĞİL KADINLARA BÜTÇE

Kadınlar silah değil ekmek ve eşitlik istiyor!
Savaşa ve silahlanmaya değil kadınlara bütçe istiyoruz.

Sığınma evlerinin sayısının artırılmasını, her mahalleye kreş ve bakım evlerinin kurulmasını, okullarda bir öğün ücretsiz, sağlıklı yemek verilmesini istiyoruz.

Kürt sorununun eşit haklara dayalı çözümü için demokratik siyasetin önünün açılmasını, tutsakların serbest bırakılmasını, Rojava başta olmak üzere sınır ötesi operasyonlara son verilmesini istiyoruz.

İsrail ile yapılan tüm ikili anlaşmaların iptal edilmesini, ABD ve NATO üstlerinin derhal kapatılmasını, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilip, halkların kendi kaderini tayin hakkının ve Filistin halkının siyasal hak eşitliği ve devlet olma talebinin tanınmasını istiyoruz.

Bunun için tek adamcı iktidar blokunun kadınların hakları ve hayatları üzerinden inşa etmeye çalıştığı gerici-faşist rejime karşı dayanışmayı da örgütlülüğümüzü de büyüteceğiz. Filistin’de Suriye’de ya da dünyanın başka bir yerinde kadınların bedenleri üzerinden sürdürülen kapitalist barbarlığa karşı enternasyonal kadın dayanışmasını inşa edeceğiz.

YAŞASIN KADIN DAYANIŞMASI

İzmir Kadın Platformu”

Enerji Sanayi ve Maden Kamu emekçileri Sendikası: Acımız öfkemiz hala taze! Amasra’daki maden katliamını unutmuyoruz!

Enerji Sanayi ve Maden Kamu Emekçileri Sendikası (ESM) Ege Bölge Şubesi Yönetimi Amasra’da 43 Maden İşçisinin yaşamını yitirdiği sermayenin işçi katliamı ile ilgili sendika binasında basın toplantısı yaptı. Basın açıklaması metnini ESM Başkanı Veli Yeşiltepe okudu. Açıklama şöyle:

“ACIMIZ ÖFKEMİZ HALA TAZE! AMASRA’DAKİ MADEN KATLİAMINI UNUTMUYORUZ!

Geçtiğimiz yıl 14 Ekim’de Amasra’da bulunan Türkiye Taşkömürü Kurumu’na (TTK) ait işletmede 43 madenci göz göre göre gelen bir kaza sonucu yaşamlarını yitirmişti. Aradan bir yıl geçti, malesef işçileri, emekçileri iş cinayetlerine mahkum eden düzen yerli yerinde duruyor. İSİG verilerine göre 2023 yılının sadece ilk 8 ayında 1.253 işçi iş kazalarında yaşamını yitirmiştir.

Sermaye düzeni ve temsilcileri bizlere her yıl yaşanan binlerce iş kazasının ve bunlara bağlı olarak gerçekleşen ölüm ve yaralanmaların birer kader olduğuna inandırmak için elinden geleni yapmaktadır. Oysaki hepimizin bildiği gibi iş cinayetlerinin neredeyse tamamına yakını önlenebilir sebeplerden kaynaklanmaktadır.

Geçtiğimiz yıl Amasra’da yaşadığımız maden faciası da sonrasında ortaya çıkan gerçeklere baktığımızda alınabilecek önlemlerle 43 madenciyi kaybetmemizin önüne rahatlıkla geçilebilirdi. Hem kazaya ilişkin Meclis araştırma raporu hem de bilirkişi raporları bunu kanıtlamaktadır. Son olarak dava dosyasına eklenen bilirkişi raporunda TTK Genel Müdürlüğü % 100 kusurlu bulunurken; kazanın meydana geldiği maden ocağında havalandırmanın iyileştirilmesi için gerekli yatırım ve iyileştirilme projelerinin hayata geçirilmediği, kazanın meydana gelmesinde yetersiz ve etkisiz havalandırma sisteminin önemli rol oynadığına dikkat çekilmiştir. Rapor ayrıca kaza ile ilgili sorumluluğun kişilere mal edilemeyeceğini açıkça ifade etmektedir.

Madencilik barındırdığı tehlikeler nedeniyle bilgi, deneyim, uzmanlık ve sürekli denetim gerektiren en tehlikeli iş koludur.

Kömür madenlerinde grizu ve göçük en bilinen, en çok can yakan tehlikelerdir. Etkisi ve riski bilinen tehlike kaynaklarına karşı proaktif önlem almak hem yasal hem de vicdani bir zorunluluktur. Bu tür sonuçları bilinen olaylar kaza değil olsa olsa cinayettir.

Yeraltı maden işletmeciliğinin olmazsa olmaz koşulu iyi havalandırma planı ve yeryüzüne ulaşmayı sağlayacak en az iki bağımsız yolun var olmasıdır.

Yeraltında havalandırma ölçümlerinin not edildiği havalandırma defteri bulunur. Ocak havası sensörlerle izlendiği gibi seyyar ölçü aletleri ile de ölçülür ve deftere kaydedilir. Bu yasal zorunluluktur. Ocak havası iyi ve yeterli bir havalandırma ile temizlenebilir. Görünen o ki var olan havalandırmanın ocak içindeki metan gazını temizlemeye yetecek düzeyde olmamıştır. ATİM’de ocak havasının derinlere indirilmesi ve havalandırmasının iyileştirilmesi için gerekli yatırım ve iyileştirme projelerinin hayata geçirilemediği açıktır.

TBMM Araştırma Komisyonu raporunda vantilatörün modernizasyonuyla ilgili sürecin 2018 yılında başladığı belirtilmiş, birinci ihalenin en uygun teklifin yaklaşık maliyetin % 64 üzerinde olması nedeniyle, 25 Ocak 2021’deki ikinci ihalenin ise teknik şartnamede değişiklik yapılacağı gerekçesiyle 31 Mayıs 2021’de iptal edildiği vurgulanmıştır. Üçüncü ihale ise ihaleyi alan firmanın pandemi ve ekonomik sorunlar nedeniyle temin süresinde yaşanan sıkıntıları gerekçe göstermesi ile süre uzatımı talep etmesi nedeniyle akamete uğramıştır.

TTK Genel Müdürlüğü’nün kamuoyuna yansıyan resmi yazışmaları da bilirkişi raporunda belirtilen hususları kanıtlıyor. Amasra İşletmesi’nden, 2018 yılı Temmuz ayında 50 yıl önce kurulmuş olan aspirasyon sistemlerinin kapasitesinin mevcut havalandırma ihtiyacını karşılayamadığı ve değiştirilmesi gerekliliği Genel Müdürlüğe iletilmesine ve 2020 yılında talebin tekrarlanmasına rağmen aradan geçen 4 yılda bu konuda tek bir adım atılmamıştır. Genel Müdürlüğün aklına aspiratörleri değiştirmek ancak kazadan sonra gelmiştir ki bunu yapmalarının sebebi de insan hayatını düşünmeleri değil sorumluluklarını ortadan kaldırmak istemeleridir.

Bunları göz önüne aldığımızda buna maden kazası demek gerçeği ters yüz etmek olacaktır. Yaşanan madencilerin fıtratı olarak addedilen alelade bir ölümden ziyade göz göre göre gelen bir iş cinayetidir. Sorumlusu da TTK Genel Müdürlüğü’dür!

Saraylarında günde 15 milyon lira harcayanların, tasarrufun T’sini bilmeyenlerin işçi sağlığı ve güvenliğinden yaptıkları tasarrufun sonucu 43 madenci canımızın ölümüdür!
Bu nedenledir ki;
●İşçi sağlığı ve iş güvenliğini gereksiz maliyet olarak gören, taşeronlaşma eliyle kuralsız ve güvencesiz çalışma ortamı yaratan, kar hırsıyla çalışanları ölüme mahkum eden politikalardan derhal vazgeçilmedir. Madencilik alanında kuralsızlığı derinleştiren özelleştirme politikalarına son verilmelidir. Emekçilerin çalışırken ölmediği, meslek hastalıklarına yakalanmadığı, kurallı, örgütlü, güvenceli, sağlıklı bir çalışma hayatı kurulmalıdır.

●Yaşanan bu katliam tüm yönleriyle araştırılmalı, gerçek sorumlular mutlaka cezalandırılmalıdır. Görevi kendilerine verilen işleri yapmak olan birkaç vardiya amiri günah keçisi ilan edilmemeli, facia en üst yönetim kademesinden başlanarak tüm boyutlarıyla bağımsız bir komisyon tarafından dikkatle incelenmelidir.

●TTK gibi kamu kurumları her türlü siyasi baskıdan uzak madencilik bilimi ve işletme kurallarına göre yönetilmelidir. Siyasetin bürokrasiye müdahalesi sonucu oluşturulan kadrolaşma ve bu kadroların liyakatsizliğinin bedeli geçmişte olduğu gibi ocakta çalışan birkaç maden mühendisine yüklenmemelidir.

●Kazayla ilgili tüm verilerin şeffaf olarak paylaşılması, kazanın gerçek nedeninin belirlenmesi açısından önem taşımaktadır. Gerçek nedenin belirlenmesi bu tip kazaların gelecekte tekrar yaşanmaması açısından önemlidir.
Yaşanan katliamlar ‘fıtrat, kader planı’ denilerek geçiştirilmekte katliamların gerçek sorumluları cezasız kalmaktadır. Yıllardır yaşanan her iş cinayetinin üstünün kapatılması, sorumluların açığa çıkarılmaması hepimize yeni katliamlar, yeni acılar olarak dönmektedir.

Madencilik bilim ve teknolojisi, bu gibi grizu patlamalarını önleyecek bilgi birikimine ve deneyimine sahiptir. Bu nedenle bu tip kazalar önlenebilir niteliktedir. Bugün ortaya çıkan belgelerden de anlaşıldığı üzere kaza bağıra bağıra gelmiş ve yönetim aldığı kararların arkasında durmamış ve bu elim olay meydana gelmiştir.
İş cinayetleri ile aramızdan koparılan tüm işçileri, emekçileri saygı ile anıyor, yeni Amasraların, Somaların, Ermeneklerin yaşanmaması adına emek düşmanı sisteme karşı mücadelemizi kararlılıkla sürdüreceğimizin altını bir kez daha çiziyoruz.”

Filistin halkı yalnız değildir. İşgalci, katliamcı siyonist İsrail işgal, abluka, katliamlardan vaz geçmelidir.

FİLİSTİN HALKI YALNIZ DEĞİLDİR.
İŞGALCİ, KATLİAMCI SİYONİST İSRAİL İŞGAL, ABLUKA, KATLİAMLARDAN VAZ GEÇMELİDİR.

Filistin’de Hamas’ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları, 7 Ekim sabah saatlerinde İsrail’e karşı “Aksa Tufanı” adını verdiği operasyonu başlattı. 7 Ekim sabahı yaklaşık beş bin roketle İsrail’in güneyindeki Yahudi yerleşim birimleri hedef alındı. Bazı HAMAS üyeleri, karadan ve havadan İsrail’e sızdı, İsrail güvenlik güçlerine saldırılar düzenledi. Bazı kent meydanlarını kontrol altına alma girişiminde bulundular. Ele geçirdikleri İsrailli asker ve polisleri rehin alarak kalkan olarak kullanmak üzere Gazze’ye götürdüler. Bu saldırılar sırasında sivil halklara da vahşet uyguladılar, özellikle de işgalin ataerkil biçimi olan kadın bedenini teşhir, tecavüz ve benzeri insanlık dışı yöntemleri kullandılar, İsrail ‘in Filistin topraklarındaki işgaline karşı haklı mücadelesini kararttılar.

Siyonist İsrail devleti Hamas’ın operasyonuna Gazze’yi bombalayarak cevap verdi, her geçen gün de ABD ve Batılı emperyalist devletlerin destek açıklamalarıyla savaş tırmanmakta. İsrail, Gazze’yi tamamen abluka altına alarak Filistin halkının elektriğini, suyunu, gıdasını, yakıt ikmalini tamamen kesti. İsrail sadece Filistin halkını, topraklarını bombalamakla kalmadı, Suriye’de Şam ve Halep şehirlerinde bulunan havaalanlarını da bombalayarak kullanılamaz hale getirdi, savaşı bölgede yaygınlaştırarak egemenliğini güçlendirmeye çalışmakta. Siyonist İsrail devleti yurtlarını işgal ettiği Filistin’i, dünyanın gözü önünde açık hava hapishanesine çevirdi. ABD de Ortadoğu’da yıpranan itibarını güçlendirmek, bölge halklarına varlığını daha güçlü hissettirmek için uçak gemisi göndererek bu politikaya destek verdi, diplomatik olarak da destek vermeyi sürdürüyor.

Hamas’ın saldırısı, Siyonist İsrail Devletine yeni bir saldırı, yok etme ve yeni toprak işgallerinin yolunu açtı. Hamas, Hizbullah gibi dinci, gerici örgütlerin Siyonist işgale karşı verdikleri mücadelenin haklı bir yanı olmasına karşın, maceracı ve gerici, vahşi, ırkçı politikalarıyla Filistin halkının mücadelesine de zarar vermektedir.

Bugün Hamas ve Hizbullah’ın politikaları nedeniyle mağduru oynayan İsrail Devleti, emperyalist devletlerin de desteğiyle 1948 den bu yana saldırı savaşları, işgal girişimleriyle kendine alan açarak Filistin topraklarını işgal ederek el koyma politikasında savaş ve yayılma politikasının çıtasını yükseltmektedir. İsrail Devleti emperyalizmin desteği ile 1948, 1967, 1973 savaşlarında Filistin topraklarının tamamını işgal etti. Bu işgallerin ve Filistinlileri yok etme, ezme sindirme politikasının sonucu Filistinliler Batı Şeria’da, Gazze’de kuşatılmış olarak zor koşullarda yaşamak zorunda kaldılar. İsrail Devleti Filistin halkını yok etmek ve topraklarına el koymak için her türlü gayri nizami ve insanlık dışı savaş politikasını sürdürdü. Filistin halkını bugün olduğu gibi en temel ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma getirerek, en insani ve doğal gereksinmelere erişimini engelleyerek yalnız bombardımanlar, askeri saldırılarla değil yaşamsal olanaklardan yoksun bırakarak da yok etmek istemektedir. Bunun için Gazze ve Batı Şeria’ya sıkıştırılmış olan Filistinlilerin yerleşim alanının etrafını duvarlarla çevirdiler.

Filistin halkının yaşadığı topraklarda yeni Yahudi yerleşim alanları açtılar. Batılı emperyalistler, her işgal ve yeni yerleşim alanları açılmasında, duvarlar örülmesinde gözlerini kapadı, işgali ve bir halkı zamana yayan yok etme politikasını görmezden geldi. İsrail Siyonizminin açık koruyucu ve kollayıcısı ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve tüm batılı emperyalist devletler İsrail’in “meşru savunma hakkı” olduğunu sürerek, İsrail’in tüm işgallerini ve Filistin halkına yönelik yok etme ve zulüm politikasını destekliyor. Emperyalistler dünya halklarının karşısına mazlum Filistin halkının aç, susuz, yakıtsız, konutsuz, ilaçsız bırakılmaları karşısında bile yalan söylemekten ve İsrail devletini desteklemekten kaçınmıyorlar. Arap devletleri, ve Arap milliyetçileri de toprak işgallerini ve Filistin halkını yok etme politikası karşısında teslimiyetçi, işbirlikçi bir hat izlemekte.

Ülkemizde siyasi iktidar savaşan taraflara “itidalle hareket etmeye, gerilimi daha da tırmandıracak fevri adımlardan uzak durmaya” çağırdı. Siyasi iktidarın İsrail devletiyle ekonomik, ticari ilişkilerini bozmamaya özen göstererek izlediği politik çizgi Suriye ve Irak gibi bölge devletleriyle sorunlu dış politika ve yayılmacı çizgisinden elbette ki bağımsız değil. Böyle bir politik çizgiden Filistin halkını Siyonist ve emperyalist güçlerin politikası karşısında kendi kaderini tayin hakkına saygı duyması da beklenemez.

Ülkemizde dinci gerici politikalar, İsrail devletinin Filistin halkını yok etme politikaları karşısında ancak Yahudi düşmanlığını kışkırtmaktadır. Bizler Siyonizm’e karşı olduğu gibi antisemitizme de karşıyız. Yakın geçmişimizde Türkiyeli devrimciler İsrail Siyonizm’ine karşı özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinde elde silah Filistin halkının yanında savaştılar, İsrail Siyonizm’i tarafından katledildiler. İsrailli iktidar karşıtı işçiler, emekçiler, İsrailli devrimciler de İşgale ve Filistin halkına karşı savaş politikalarına karşı çıkmakta ve halkların kardeşliğini savunmaktadır.

Bizler, Türkiye’de yaşayan halkların hak eşitliği temelinde kardeşliğini, gönüllü birlikteliğini, halkın özgür iradesi varsa ayrı devlet kurma hakkını savunuyoruz. Sorunun öznelinde, Filistin’de, milliyetçi, ırkçı, etnik, dinsel ve mezhepsel ayrımcılıktan uzak, Arap ve Yahudi halkların bağımsız, demokratik, birleşik bir Filistin devleti kurulmasıyla sorunun çözülebileceğini savunuyoruz. Güncel olarak ise iki devletli, yani İsrail devletinin yanı sıra bir Filistin devletinin kurulmasının bu yolda bir adım olabileceğini düşünüyoruz. Sorunun nihai çözümü ise İsrail’in ve savaşta İsrail ‘in işgalci, katliamcı politikalarına destek veren, güçlendiren diğer yabancı güçlerin önce Gazze’den sonra da Filistinli Arapların yaşadıkları topraklardan geri çekilmesiyle mümkündür.

Yaşasın Filistin halkının haklı mücadelesi!
Kahrolsun Siyonizm ve antisemitizm!
Yaşasın halkların eşitliği-kardeşliği!
Kahrolsun emperyalizm!

İmece Dostluk Dayanışma Derneği

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: 10 Ekim Katliamı’nı Unutturmayacağız, Unutturmayacağız!

 

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, 10 Ekim Ankara Katliamı’nın 8. yıldönümünde katledilenleri anmak
üzere Alsancak Garı karşısında bulunan 10 Ekim Anıtında  protesto  gerçekleştirdi.  10 Ekim Anıtı’nda
toplanan yüzlerce kişi, anıtın etrafında katledilenlerin fotoğraflarını sergiledi. 10 Ekim’de
katledilenler başta olmak üzere özgürlük, barış ve demokrasi mücadelesinde yaşamını yitirenler anısına
saygı duruşu yapıldı.
10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği İzmir Temsilcisi Mustafa Özdağ, katliamda yaşamını yitirenlerin
isimlerini okuyarak, 8 yıldır adalet mücadelesinin devam ettiğini söyledi. Katılımcılar “Faşizme
karşı omuz omuza”, “Katillerden hesabı emekçiler soracak”, ” katil IŞİD işbirlikçi AKP”
” Faşizme ölüm halka hürriyet”, “10 Ekimi unutma unutturma”  sloganlarını attı.
İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına  Mustafa Güven okudu.

Anmadan sonra   10 Ekim katliamında yitirdiklerimizden  Doğancay Mezarlığı’nda  Berna Koç , Ayşe Deniz
Kaynaklar Mezarlığında Mustafa Budak,  Ayrancılar Mezarlığında  Piro Yıldız  mezarları başında anıldı.
Ayrancılar Mezarlığı’nda  İzmir Emek ve Demokrasi Güçlerinin  mezarlıkta araçtan inişinden başlayarak
anmadan sonra dönüş için araca bininceye kadar, sivil giyimli kişilerce cep telefonu ile fotoğraflanıp
kameraya alındığı ve durumun taciz boyutuna ulaşması üzerine dönüşte araca binişte  sivil giyimli ve
kim oldukları bilinmeyen kişilere” yeter artık taciz ediyorsunuz  ve yaptığınız hukusuzdur”
uyarısı yapıldı.

Doğançay Mezarlığı  Berna Koç-Ayşe Deniz                                                                Doğançay Mezarlığı

Kaynaklar Mezarlığı Mustafa Budak

 

Ayrancılar Mezarlığı Piro Yıldırım

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına okunan metin:
“Cumhuriyetin 100 yıllık tarihinin en büyük katliamı olan 10 Ekim Ankara Gar Katliamı üzerinden koca
8 yıl geçti… 10 Ekim 2015’te düzenlediğimiz “Emek, Barış Ve Demokrasi Mitingi”ne yapılan saldırıda 104 arkadaşımızı yitirdik, 500’e yakın arkadaşımız ise yaralandı. Aradan geçen 8 yılda patlamadan kaynaklı
çok sayıda arkadaşımız farklı organ kayıplarıyla hayatlarını devam ettirmeye çalışmaktadır.

8 yıl herkesi aynı şekilde etkilemedi elbette. Yüreğimiz kan ağlarken birileri statlarda barış karanfillerimizi yuhalattı, insanlık suçları işleyen cani bir örgüte selam yolladı! Bizler ülkemizin geleceğine kara bir leke olarak düşen katliamda yitirdiklerimizi birer birer toprağa defnettiğimiz sıralarda katliamı önlemek bir yana adeta yol veren iktidar anketlerle oy hesabı derdine düştü. Katliam milyonların ruhunda, yüreğinde derin yaralar açarken, acının bir nebze olsun hafiflemesi için katliamın gerçek sorumlularının yakalanmasını beklerken yetkililer “kokteyl örgüt” diyerek ilk karartmayı yaptılar! Barış karanfillerimizin aileleri, yakınları, avukatları ve biz mücadele arkadaşları katliamın gerçek suçlularının açığa çıkması için kılı kırk yararak
belge ve delil ararken idareciler delilleri “dolaplarda unuttular”, kimisini de imha ettiler!

Katliam Göz Göre Göre Geldi!

10 Ekim katliamından önce aynı merkezden planlandığı düşünülen 5 Haziran 2015 Diyarbakır ve 20 Temmuz 2015
Suruç katliamları yaşandı. Her üç katliamın sadece planlaması değil sözümüz ona “ihmaller zinciri” de büyük benzerlikler taşımaktadır. Her ne hikmetse her üç katliamın öncesinde güvenlik güçleri ortadan kaybolmuş
arama noktaları kaldırılmıştır! Her üç katliamın dava süreci de birkaç maşaya ceza verilerek kapatılmak istenmektedir. Ve katliamlar zincirinin iktidarı sarsılan AKP’nin yeniden çoğunluğu sağlamasıyla bıçakla
kesilir gibi kesilmesi sürecin politik arka planı için kafalardaki en önemli soru olarak varlığını
korumaktadır.

10 Ekim Ankara Gar Katliamı, Türkiye devletinin başkentinin ortasında, bütün güvenlik bürokrasinin gözleri
önünde gerçekleşti. Katliamı gerçekleştiren canilerin istihbarat tarafından takip edildiği, canlı bomba
ihbarının olduğu, katliam sorumlularının istihbarat görevlileri ile katliam öncesinde ve sonrasında
görüştüğü çok sayıda belge ile kanıtlandı. Katliamı gerçekleştiren IŞİD katilleri, patlama malzemeleri
ile binlerce kilometre yolu adeta elini kolunu sallayarak, her hangi bir kontrole tabi olmadan geçti.
Gelinen aşamada ortaya çıkan gerçekler bu katliamın önünün açıldığı göstermektedir.

Sadece katliamın önü açılmamış, yüzlerce insan bir nefesle yaşama tutunmaya çalışırken, binlerce
insanın yardım çığlığı yeri göğü inletirken, kamu görevlisi sorumluluğunu taşımayanlardan bazıları
alana gelen ambulansları durdurmuş, bazıları yerde yatan yaralılara biber gazı sıkarak, yardım
etmeye çalışanlara saldırmıştır. Ambulanslardan önce TOMAlar, zırhlı araçlar alana gelmiştir!

Dava süreci de iktidarın ve siyasallaşan yargının katliama bakış açısını ele vermektedir.
Katliam sorumlusu olmasına karşın kimliği tespit edilemediği iddia edilen, fotoğraf ve videolarda
apaçık görünen ve X-Y diye kodlanan kişiler hakkındaki dosyada 5 yıldır tek bir işlem yapılmamıştır.
Katliamla bağlantılı oldukları tespit edilen ve açık kimlikleri bilinen IŞİD militanları hakkında bir
işlem yapılmadığı gibi, bütün evraklar avukatlarca sunulmasına karşın savcılığın aldığı kısıtlılık
kararıyla dosya gizlenmektedir. Katliamın planlayıcısı ihbar edildiği, katliamdan bir gün önce kimlik
bilgileri tespit edildiği halde hakkında hiçbir işlem yapmayan kamu görevlileri ve yargılama boyunca
delilleri gizleyerek, evrak göndermekten imtina ederek görevini yapmayan kamu görevlileri hakkında tek
bir işlem yapılmamıştır. Kamu görevlilerinin sorumluluklarını ortaya seren mülkiye müfettişleri raporunun
elde edilmesi için açılan ve kazanılan davaya rağmen bugün hala evraklar katılan avukatlarına verilmemiştir.
8 yıldır katliamın aydınlatılması, gerçek faillerin açığa çıkarılması için talep edilen esaslı bilgi ve belgelerin neredeyse tamamı, büyük bir engelleme gayretiyle reddedilmiştir.

10 Ekim Barış Şehitlerinin Mirasına Sahip Çıkacağız!

Barış Karanfillerimiz bu ülkenin eşitlikçi, laik, insan haklarına dayalı, demokratik bir hukuk devleti
olması için mücadele eden herkesin yüreğindedir.

Hiçbir canımızın hatırasına gölge düşürülmesine, anma etkinliklerimizin engellenerek, müdahale edilerek
10 Ekim Katliamının unutturulmak istenmesine izin vermeyeceğiz. Adalet mücadelemiz bu katliamda katillere
yol verenler ve katliamın asıl sorumluları yargı önüne çıkarılıncaya ve cezalandırılıncaya kadar devam
edecektir.

Bugün; 42 ilde defnettiğimiz canlarımızın, yüzlerce yaralımızın ve on binlerce yoldaşımızın sözü işçilerin
kamu emekçilerinin eylemlerinde ve grevlerinde, kadınların özgürlük mücadelesinde, ekoloji savunusunda
yaşıyor.

Bizler IŞİD’e ve IŞİD zihniyetine, gericiliğe, laiklik karşıtı faaliyetlere, halklarımızın düşmanlaştırılmasına teslim olmadık, olmayacağız. Bir kez daha savaş rüzgârlarının estirildiği bu dönemde ülkemizde, bölgemizde ve dünyada bedeli ne olursa olsun barış politikasını savunacak, emek ve demokrasi mücadelesini yükselteceğiz.

Yitirdiğimiz arkadaşlarımızın bizlere bıraktığı en değerli miras olan emek, barış, demokrasi
mücadelesini hep beraber, kol kola omuz omuza büyütmeye kararlıyız.

Er ya da geç, sorumlular cezalandırılacak; emek kazanacak, demokrasi kazanacak, barış kazanacak!”