DİSK: Gelirde vergide adalet. Kıdeme uzanan eller kırılsın. İktidarın ‘Orta Vadeli Programı’ (OVP) sermayenin programıdır. İşçilere emekçilere daha çok açlık ve sefalet getirecektir..

 

 Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) İzmir’de; 7 Eylülde Hatay’da Başkanlar Kurulu’nu aldığı karar gereğince  ‘kıdem tazminatı’, ‘gelirde ve vergide adalet’, ‘Orta vadeli program’konularıyla ilgili kitlesel eylem yaptı. Disk Ege Bölge Tesilciliği’nin  önderliğinde eski Sümerbank önünde toplanan binlerce işçi katıldı.

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, DİSK Yönetim Kurulu ve DİSK Ege Bölge Temsilcisi Memiş Sarı ve İzmir Emek ve Demokrasİ  güçlerinin temsilcilerinin  de  katılımıyla yapılan  eylemde işçilerin talepleri dile getirildi.  Eylemde, işçiler sık sık; ‘Kıdeme uzanan eller kırılsın’,  ‘Direne direne kazanacağız’, ‘Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz’, ‘Faşizme karşı omuz omuza’,  ‘Gün gelecek devran dönecek, AKP halka hesap verecek’, ‘Yaşasın örgütlü mücadelemiz, ‘İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız’ sloganları attı.

Disk Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu: AKP siyasi iktidarı ve düzen koşullarında İşçilerin düşük ücretlerle ve  uzun sürelerde çalıştırıldığını; işçi sağlığı ve iş güvenliğinin maliyet unsuru olarak görülmesi nedeniyle iş cinayetlerinin durmadığını ve giderek arttığını  sendikalaşmanın ve sendikal haklarının kullanımının engellendiğini; siyasi iktidarın grevleri yasakladığını ve grevleri yasaklamakla övündüklerini kapitalist  düzenin tüm çarklarının  zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul hale getirdiğini..

Siyasi iktidarın işçi sınıfının örgütlenme ve hak arama yollarının gayet bilinçli politikalarla yasakladığını; mülteci işçilerin  de ücretleri aşağıya çekmek için kullanıldığını, işçi sınıfının bir parçası haline gelen mülteci işçilerin  daha düşük ücretlerle, daha güvencesiz,  çalışmaya mahkûm edilmesinin  tüm işçilerin  çalışma koşullarını  kötüleştirdiğini..

Siyasi iktidarın yeni açıkladığı  2024-2026 dönemi Orta Vadeli Programı (OVP) da bu düzenin ruhuna uygun olduğunu sermayenin çıkarlarını seslendirdiğini,  İşçi sınıfı başta olmak üzere halkın taleplerine, özlemlerine, beklentilerine yanıt vermediğini, bu programla işçilerin açlığa ve sefaletinin yoğunlaşacağını söyledi.

Orta Vadeli Program’da sendika örgütlenme özgürlüğü, toplu iş sözleşmesi, vergide ve gelirde adalet, emeklilik, ücretler, sosyal güvenlik sorunlarına yer verilmediğini, bu programla işçilerin  ücretlerinin  daha da eriyeceğini, alım gücünün düşeceğini, güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşacağını, emeklilik sorunlarının büyüyeceğini  belirtti.  Orta Vadeli Programın, kamusal emeklilik sistemini güçlendirmek yerine sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesinin önünü açabileceğini ve kıdem tazminatının ortadan kaldırılmasına yol açabilecek  hedefleri içerdiğini belirtti. Özellikle kıdem tazminatına el koyma girişimleri geçmişte de çeşitli kez karşımıza çıkmış, DİSK bu konudaki kararlılığını ve duruşunu işyerlerinden meydanlara defalarca göstermiştir. Kıdem tazminatına el uzatılamaz. Kıdem tazminatını hedef alan bir girişimde, üretimden gücü kullanmak da dahil olmak üzere demokratik direnme hakkının tüm gereklerinin yerine getirilmesine dair kararlılığımızı ülkeyi yönetenlere bir kez daha hatırlattı.

Vergide adalet için yeni bir mücadele başlattıklarını söyleyen  Çerkezoğlu, hazırladıkları yasa teklifi konusunda milletvekillerine çağrı yaptı. Çerkezoğlu, şunları söyledi: “İktidar, kendi hatalarının yarattığı ekonomik krizin yükünü vergi olarak halkın, işçinin omuzlarına yüklüyor. Uyarıyoruz; bu hak değildir, reva değildir. Bugün buradan vergi konusunda yeni mücadele sürecini başlatıyoruz. TBMM’den adaletli bir vergi sistemi düzenlemesi yapmasını istiyoruz. Yasa teklifini hazırladık, dört maddeden oluşuyor; asgari ücretten alınan vergi oranı yüzde 10’a düşürülsün. Vergi dilimleri yeniden değerleme oranı kadar artsın. İşverenlere verilen SGK prim desteği işçi sınıfına da verilsin. Damga vergisi kaldırılsın ve dolaylı vergiler düşürülsün. Bu yasa teklifimizi TBMM’ye veriyoruz ve 600 vekili bu taleplerin arkasında durmaya davet ediyoruz. Bu teklifi imzalamalarını ve Meclis’ten geçirmelerini talep ediyoruz.”

Disk Ege Bölge Temsilcisi Memiş Sarı, her mücadeleyi ve başarıları halayla bitirdiklerini belirterek işçileri halaya çağırdı.  Memiş Sarı halayların bitiminde herkese ve katılımcı olan İzmir Emek ve Demokrasi Güçlerine’ de teşekkür etti.

 

 

 

 

16 Eylül Saat 16.30 da Gündoğdu Meydanında denize bakan heykelin sol yanındayız. “Laik Eğitim, Laik Yaşam, Eşit Yurttaşlık Mitingi”ne katılmaya, çevremizi katmaya ve geleceğimize birlikte sahip çıkmaya davet ediyoruz

ÇEDES ile İzmir’de 842 okulda, eğitim alanında öğretmenIik eğitimi bulunmayan ‘manevi danışman’ adı altında din mensupları görevlendirildi.

18 yaşını doldurmamış, fiziksel, ruhsal ve sosyal olarak kişilik oluşumunu tamamlamamış, içinde bulunduğu toplumsal yapı içerisinde karar alma, irade kullanma yeterliliği, olgunluğuna erişmemiş çocuklarımız bu kişilerin telkin ve yönlendirilmelerine bırakılacak; “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum” (ÇEDES) ile öğrencilerin okul dışında Diyanet işleri Başkanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı kamplarında da din görevlileri-imamlarla buluşmaları ve ’değerler eğitimi’ çalışmalarına katılmaları sağlanacak böylelikle ÇEDES ile tarikat ve cemaatlere öğrenciler devşirilecektir.

Laik olmayan bir eğitim sistemi bilimsel değildir, demokratik de olmaz
Laik olmayan bir eğitim sistemi çocukları okumadan, tartışmadan, sorgulamadan itaat etmek üzere yetiştirir. Bu çocuklar gelecekte ekonomik, demokratik haklarını tanımaz, kullanamaz ve savunamazlar; eşit yurttaşlık bilinci geliştiremez, toplumun hak ve özgürlükler mücadelesinde özne olamazlar.

Bizler var olan anlayış ve uygulamaları gerçek anlamda laik bulmaz iken bu yeni uygulamayla insanlar arasında inanç ayrımı yapan, kendisi gibi olmayana kindar ve düşman kuşaklar yetiştirilmesine izin vermemeliyiz. Eğitim sisteminin ve okulların tamamen egemen siyasi ideolojiye teslim edilmesine seyirci kalmayacağız.

Eğitimin gerçek anlamda cinsiyet eşitliğini esas olan, demokratik, bilimsel ve laik bir içerikte örgütlenmesi, herkesin eşit, anadilde parasız eğitim alabilmesi için hepimiz yurttaşlık bilinciyle harekete geçmeliyiz.

16 Eylül Cumartesi günü yapılacak olan “Laik Eğitim, Laik Yaşam, Eşit Yurttaşlık Mitingi’ne katılmaya, çevremizi katmaya ve geleceğimize birlikte sahip çıkmaya davet ediyoruz.

SAAT 16.30 DA GÜNDOĞDU MEYDANI’NDA, DENİZE BAKAN HEYKELİN SOL KÖŞESİNDE BULUŞUYORUZ.

İmece Dostluk Dayanışma Derneği

KESK- Eğitim-Sen: KHK ile işlerinden ihraç edilen kamu emekçilerinin işlerine iadesi yapılana kadar mücedelemizi sürdüreceğiz. Bütün velilerimizi okullara imam atanmasına karşı “Laik Yaşam, Laik Eğitim ve Eşit Yurttaşlık” talebi ve “ÇEDES’e Hayır” Mitingine çağırıyoruz.

Karşıyaka Çarşı girişinde Kanun Hükmünde Kararname(KHK) lerle işlerinden ihraç edilen kamu emekçilerinin işlerine iade edilmeleri için KESK_Eğitim-Sen 2 Nolu Şube oturma eyleminin 259. sunu yaptı. Oturma eylemine ve basın açıklamasına Eğitim-Sen MYK üyesi Sinan MUŞLU ve İzmir Emek ve Demokrasi Güçlerinden siyasi parti ve kitle örgütü temsilcileri de katıldı. Oturma eyleminde, 16 Eylül 2023 tarihinde İzmir’de Gündoğdu Meydanı’nda saat 17.00’de gerçekleştirilecek olan “Laik Yaşam, Laik Eğitim ve Eşit Yurttaşlık” talebi ve “ÇEDES’e Hayır” Mitingine çağrı da yapıldı. Oturma eyleminde Eğitimsen Merkez yöneticisi Sinan Muşlu söz alarak, ÇEDES’e, karma eğitimi kaldırmaya yönelik adımlara, seçmeli din derslerinin zorunlu tutulmasına ve eğitimi dinselleştirmeye yönelik uygulamalara hız veren siyasi iktidara karşı, toplumun tüm kesimlerini eşit yurttaşlık ve bilimsel eğitim mücadelemize güç vermeye çağırıyoruz dedi.

Açıklamayı Eğitim-Sen 2 Nolu Şube Başkanı Veysel Beyazadam okudu. Açıklama şöyle:

“Basına ve Kamuoyuna;
İnsanı var eden önemli unsurlardan birisi de değerleridir. Tarihin süzgecinden geçen bu değerler yaşamı varsıllaştıran, emeği yücelten, çevreyi önceleyen, dayanışmayı ortaya çıkaran özellikte olmalıdır. Ne ki bireyciliği ön plana çıkaran, pragmatist yaklaşımları önemleyen, çeşitliliği tehdit olarak gören, sömürüyü ortaya döken ve gerici tutumlar da bu tarih içerisinde yerini almıştır.

İşte burada toplanan bizlerin mücadelesi de insanlığın karşısına konan kötücüllükle savaşmak içindir. Ölüme karşı yaşamı, savaşa karşı barışı, sömürüye karşı dayanışmayı, baskıya karşı özgürlüğü, tekçiliğe karşı çoğulculuğu, demokratikleşmeyi ve emeğin yüce değerini ortaya koymak içindir.

15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası bu ülkede yaşananlar, adeta darbe gerçekleşseydi neler yaşanılırdı sorusunun yanıtı niteliğindedir. Yirmi yılı aşan gerici ve ırkçı yönetim tarzı, ekonomiden, ekolojiye, yaşam tarzından özgürlüklere, kadın cinayetlerinde çocuk istismarına, eğitimden sağlığa bir bütünüyle toplum refahını ve birlikte yaşamı hedefe koymuştur. İstikrar adı altında ortaya koydukları her politikadan mahpuslardaki işkence kanıtları ortaya çıkmıştır. Değişim dedikleri her politikadan yaşarken ölümü dayatan ekonomi politikaları ortaya çıkmıştır. Güvenlik dedikleri her politikadan “beka” sosuna batırılmış savaş kararları ortaya çıkmıştır. Gelişim dedikleri her politikadan betonlaşan şehirler ve yok olan ormanlar ortaya çıkmıştır.

15 Temmuz darbe girişimi öncesinde tüm bu olumsuzluklara karşı sesini yükselten aydın, ilerici, demokrat, muhalif kesimlerden de pek çok arkadaşımız aynı kefeye konarak işlerinden ihraç edildiler. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en büyük kamu emekçisi kıyımı yaşatıldı. Darbe unsurlarıyla ilişkilendirilerek işlerinden ihraç edilen arkadaşlarımız ise her zaman olduğu gibi direndiler ve direniyorlar. 136 bin kişilik ihraç furyası içerisinde 4 bin civarındaki Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’na bağlı yönetici ve üye arkadaşımız da işlerinden ihraç edildi. Uzun süren ve adına OHAL Komisyonu denilen oyalama aparatı ile arkadaşlarımız ikinci kere cezalandırdılar. Uluslararası hukuk normlarına aykırı olarak yürütülen süreci uzatmak için yargıyı da kullanarak göreve iadelerde ret kararı verdiler. Göreve iade kararı verilen arkadaşlarımıza “arşiv kaydı” ve “güvenlik soruşturması” bahanesiyle süreci tıkadılar.

İlk günden bu yana gerek ulusal gerek uluslararası tüm mecralarda dedik: “Hukuksuzluğunuz bizi yıldırmaz alanlarda olacağız!” diye. İşte devam ediyoruz, 259 haftadır alanlardayız. Arkadaşlarımız tüm Anadolu insanı için bir umuttur, mücadeleyi bırakmayacağız, devam ediyoruz, 259 haftadır alanlardayız. Bizlere giydirmeye çalıştığınız bu deli gömleğini giymeyiz, direneceğiz, direniyoruz, 259 haftadır devam ediyoruz. Ağaç kökü yemeye zorladığınız arkadaşlarımızı çar çur ettirmeyiz, dayanışma göstereceğiz, gösteriyoruz, 259 haftadır alanlardayız. Bilmediğimiz işlerde çalışmak zorunda kalarak iş cinayetlerine kurban gitsek de geriden gelenlere anlatılacak hikayelerimizle çoğalacağız, bitmeyeceğiz, bitmedik, 259 haftadır alanlardayız. Bu yol bizim daha aydınlık bir ülke kurma, Anadolu halklarının birlikte eşit, özgür, dayanışma ile ve demokratik yaşama yolumuzdur, yolumuzdan dönmeyeceğiz, dönmedik, 259 haftadır alanlardayız.

Bizler İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri’nin bileşeni olarak KHK’lerle işlerinden ihraç edilen tüm arkadaşlarımızın bir an önce işlerine dönmelerini istiyor ve bu mücadeleye omuz veriyoruz. İhraç arkadaşlarımız ülkenin emek, barış ve demokrasi mücadelesi tarihine adlarını altın harflerle yazdırdılar. Onları bu haklı mücadelelerinde yalnız bırakmayacağız ve en son arkadaşımız işine iade edilene kadar mücadelemize devam edeceğiz.”

Haydi İzmir: Laik Eğitim, Laik Yaşam ve Eşit Yurttaşlık için 16 Eylül’de saat 17.00 de Gündoğdu Meydanı’na

LAİK EĞİTİM, LAİK YAŞAM VE EŞİT YURTTAŞLIK İSTİYORUZ!
Milli Eğitim Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile imzaladığı “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum” (ÇEDES) adli Protokol ile eğitim sistemini iktidarın siyasal-ideolojik çizgisi ve dini-kültürel ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirmeyi hedefliyor.

ÇEDES ile öğretmenIik eğitimi bulunmayan kişiler ’manevi danışman’ adıyla okullarda
görevlendirilecek.

ÇEDES ile İzmir’de 842 okulda eğitim alanında ’manevi danışman’ ve çeşitli din görevlileri için dini telkin ve dinsel etkinlik alanı oluşturuldu.

ÇEDES ile vaiz, imam hatip ve Kur’an kursu öğreticilerinin, İlahiyat Fakültesi mezunlarının eğitim kurumu olan okullarda ‘manevi danışman’ olarak görev yapmalarının önü açılırken, öğrenciler okul içinde yeni din görevlileri ile karşılaşacaklar.

ÇEDES ile öğrencilerin okul dışında Diyanet işleri Başkanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı kamplarında da manevi danışmanlarla buluşmaları ve ’değerler eğitimi’ çalışmalarına katılmaları sağlanacaktır.

ÇEDES ile tarikat ve cemaatlere öğrenciler devşirilecek.

Laik Eğitimi ve laik yaşamı hedef alan yurttaşlarımız arasında inanç ayrımı yapan
uygulamaları kabul etmemiz ya da onaylamamız mümkün değildir.

Laik olmayan bir eğitim sistemi bilimsel olmadığı gibi demokratik de olmaz. Laik olmayan bir eğitim sistemi demokrasiye hizmet etmeyerek bireylerin inançlarını özgürce yaşamasını engeller.

Laik olmayan bir eğitim sisteminde çocuklar itaat etmek üzere yetiştirilir. Bu çocuklar gelecekte ekonomik ve demokratik haklarını savunamazlar.

Gerçek anlamda laik bir eğitim ancak demokrasinin, eşit yurttaşlık bilincinin, toplumun hak ve özgürlükler alanının genişlemesi ile mümkündür.

Gerçek anlamda ‘eşit yurttaşlık’ ilkesinin hayat bulması, devletin bütün inançlara eşit mesafede ve tarafsız olmasına, günlük yaşamın her alanında okulda, işyerinde, üniversitede, sokakta, farklı kimlik, inanç ve dünya görüşleri arasında ayrım yapılmamasına bağlıdır.

Devletin Bütün inançlara eşit mesafede ve tarafsız olması yönündeki taleplerimizde
ısrarcı olduğumuzu göstermek için 16 Eylül İzmir mitinginde buluşuyoruz.

Eğitim sistemi ve okulların tamamen siyasi egemen ideolojiye teslim edilmesine seyirci kalmayacağız.

ÖğrenciIerimizin bu projeye dahil edilmemesi işin veliler olarak okullara dilekçe vereceğiz.

ÇEDES ve benzeri proje ve protokollerin durdurulması ve iptali için yurt genelinde imza
kampanyası başlatacağız.

Eğitimin gerçek anlamda cinsiyet eşitliğini esas olan, demokratik, bilimsel ve laik bir içerikte örgütlenmesi, herkesin eşit ve parasız eğitim almasının sağlanabilmesi için tüm halkımızı çocuklarının ve ülkenin geleceğinden endişe eden bütün velileri, eğitim ve bilim emekçilerini,

16 Eylül’de yapılacak olan “Laik Eğitim, Laik yaşam, Eşit Yuttaşlık Mitingi”ne katılmaya ve geleceğimize birlikte sahip çıkmaya davet ediyoruz.

Toplanma Yeri: Cumhuriyet Meydanı Saat.14.00
Miting Yeri: Gündoğdu Meydanı Saat. 17.00

12 Eylül AKP-MHP faşizmi ile sürüyor..

12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askeri darbenin üzerinden 43 yıl geçti. 12 Eylül darbesinin 43. yıldönümünde faşizmi, darbeciliği lanetliyor, hayatını kaybeden direnç çiceklerini saygıyla anıyoruz

12 Eylül faşist cunta yönetimi, TBMM’ni, siyasi partileri, sendikaları, kitle örgütlerini kapatmış, işçi sınıfının ve emekçilerin sermayeye karşı grevlerini direnişlerini yasaklamıştı. Yüzbinlerce insan gözaltına alınmış işkenceden geçirilmişti. Askeri cezaevleri ve emniyet müdürlükleri işkence merkezleri haline gelmişti
Faşist Askeri Cunta iktidar döneminde hertürden zulüm, zorbalık ve hukuk dışı eylemler devleti yönetme ekseni oldu.
Araştırmalara göre 12 Eylül Askeri Darbesi’nin toplumsal ve siyasal bilançosu şöyledir:

1 milyon 683 bin kişi ‘fiş’lendi.
650 bin kişi gözaltına alındı.
Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
7 bin kişi idam istemiyle yargılandı.
517 kişiye idam cezası verildi.
259 kişinin idam dosyası Yargıtay’ca onandı.
49 kişi idam edildi
71 bin kişi 141, 142 ve 163’den yargılandı.
98 bin 404 kişi ‘örgüt üyesi’ olmak suçundan yargılandı.
388 bin kişiye pasaport verilmedi.
14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı.
30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.
300 kişi ‘kuşkulu bir şekilde’ öldü.
171 kişinin ‘işkenceden öldüğü belgelerle kanıtlandı.
14 kişi cezaevindeki uygulamaları protesto etmek için yaptıkları ‘açlık grevi’ sonucu yaşamını yitirdi.
30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.
1402 sayılı yasa nedeni ile 3 bin 854 öğretmenin ve 120 öğretim görevlisinin işine son verildi.
1402 sayılı yasa nedeniyle 9 bin 400 kişi kamu görevinden atıldı ya da sürüldü.
47 yargıç görevden atıldı.
7 bin 233 devlet görevlisi bölgeleri dışına sürüldü.
937 film ‘sakıncalı’ bulunduğu için yasaklandı.
23 bin 667 derneğin faaliyeti durduruldu.
İstanbul’da gazeteler toplam 300 gün yayımlanmadı.
13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
31 gazeteci cezaevine konuldu.
Gazeteciler hakkında toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
Gazetecilere toplam 3 bin 715 yıl hapis cezası verildi.
300 gazeteci saldırıya uğradı.
3 gazeteci öldürüldü.
49 ton gazete, dergi ve kitap, sakıncalı olduğu için imha edildi.(1)

Bugün 12 eylül yönetim çizgisi her anlamda sürmektedir. Parlemento işlevsiz kılınmıştır. Kararnamelerle ülke yönetilir duruma gelmiştir. Seçilmiş belediye başkanları görevden alınmakta ve yerlerine kayyum atanmaktadır. Binlerce kamu çalışanı ve akademisyen yargı kararı olmaksızın mağdur edilmiştir. Üniversiteler ve okullar liyakat, birikim ve akademik kariyere bakılmaksızın iktidarın yandaş memurlarınca yönetilir duruma getirilmiştir. Eğitim sistemi yap-boz politikalarıyla yönetilmektedir. Eğitim ve öğretim de güdük laisizm tasfiye edilmiştir. İzmir, Tekirdağ,Eskişehir pilot bölge seçilerek, her okula bir din görevlisi atanmıştır. Eğitim sistemi şeriat kıskacı içerisine alınmıştır. Sağlık sistemi tamamen katkı adı altında paralı hale getirilmiştir.

Halkın sağlık sorunları hergeçen gün büyümektedir. Şehir hastaneleri politikaları ile, yerleşim yerlerindeki sağlığa ulaşımın kolay olduğu hastaneler tasfiye edilmektedir. Halk sağlığı büyük bir tehdit altındadır. Fabrikalarda, işletmelerde işçiler sağlıksız koşullar altında çalıştırılmakta, işçi sağlığı ve güvenliği yoktur.
Adalet hak ve hukuk yoktur. Adalet iktidara bağımlı durumdadır. Düşünce ve ifade etme özgürlüğü yoktur. Gazeteciler hukukçular hapishanelerde çürütülmektedir. Cezaevleri hasta tutsaklarla doludur. İnsanlar kaçırılmakta, muhbirlik teklif edilmektedir, gözaltında kişilere işkence ve kötü muamele yapılmaktadır, muhaliflerin can güvenliği bulunmamaktadır.

Doğa, yeraltı-yerüstü milli zenginlikler talan edilmektedir. Ormanlarımız maden ve altın uğruna çokuluslu şirketlerin talanına açılmıştır. Jeotermal enerji adı altında Aydın ovası bitirilmek istenmektedir. Ormanlarımız korunmamakta ve heryıl binlerce hektar orman yakılmaktadır.. Yangın söndürmek için teknik araçlar helikopter vb. yetersizdir. Akbelen gibi ormanlık alanlarda maden sahası açmak için ağaç katliamları sürmektedir. Ormanlarına sahip çıkanlara gözaltına alınmakta, zor politikaları uygulanmaktadır.

Bütün komşu ülkelerle sorunlu bir dış politika izlenmektedir. Bölgemizde savaş tamtamları çalınmaktadır. Suriye’nin içişlerine karışan ve iç savaşın tarafı olan bir askeri-siyasi bir politika izlenmektedir. Tarım bitirilmiştir. Sorunlar saymakla bitmemektedir.

Emekçiler, işçiler, emekliler düşük ücretler ve hayat pahalılığı karşısında güç durumdadır.

Emek ve demokrasi güçlerinin birleşik örgütlü mücadelesiyle bir çıkış bulmak mümkündür

(1) Tihv Dökümantasyon

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: Savaşsız, sömürüsüz bir Dünya için hep birlikte Barış diyelim!

1 Eylül Dünya Barış Günü’nde İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde insan zinciri oluşturdu. İnsan zincirine Yeşil Sol Parti Milletvekilleri İbrahim Akın, Burcugül Çubuk ve Gülistan Kılıç Koçyiğit’de katıldı. insan zincirinde “Biji aşiti yaşasın barış”, “Savaşa hayır barış hemen şimdi” ve “Tecrite hayır tutsaklara özgürlük” sloganları atıldı. Zincirin ardından Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına açıklamayı İHD İzmir Şube Başkanı Ali Aydın okudu. Açıklamanın ardından etkinlik Praksis müzik grubu ve Kasım Taşdoğan’ın ezgileri ile sürdü.

Açıklama şöyle;

“BARIŞ HAKKINI SAVUNARAK BARIŞI GETİREBİLİRİZ!
Barış evrensel bir insan hakkıdır, bu hakkımızı savunmak üzere bir aradayız.

1 Eylül 1939 günü Nazi Almanya’sının Polonya’ya saldırısı ile 2. Dünya savaşı başlamış, tüm dünya genelinde 60 milyon insan bu savaş nedeniyle yaşamını yitirmiştir. Dünya işçi, emekçilerinin ve halklarının,faşist kıyımları, yaşanan acıları ve yıkımları unutmamaları, barış mücadelesini her zaman gündemde ve güncel tutmaları için BM Genel Kurulunca 1 Eylül Dünya Barış günü ilan edilmiştir.

Barış talebinin, medeni ve siyasi haklarla (yaşam hakkı, işkence yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, adil yargılanma hakkı, din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü vb.) olduğu kadar; ekonomik, sosyal ve kültürel haklar (çalışma hakkı, konut hakkı, sağlık hakkı, eğitim hakkı, dil hakları) ile de ilişkisi bulunmaktadır.

Uluslararası metinlerde temel yaklaşım, barışın insan hakları ve özgürlüklere dayalı oluşudur. İnsanlar arasındaki her türden eşitsizlikler, hakların ve özgürlüklerin tanınmayışı, savaşların ve çatışmaların temel sebebidir. O nedenle, her şart altında ve dünyanın neresinde olursa olsun, barışın haklara ve özgürlüklere dayalı olarak sağlanabileceği düşüncesindeyiz.

BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin 20. Maddesi, Savaş propagandası ve düşmanlığı savunma yasağı başlığı altında “1. Her türlü savaş propagandası hukuk tarafından yasaklanır. 2. Ayrımcılığa, kin ve nefrete veya şiddete tahrik eden herhangi bir ulusal, ırksal veya dinsel düşmanlığın savunulması hukuk tarafından yasaklanır.” Şeklinde hükümle Devletleri barışı koruma ve büyütmeye çağırmaktadır.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi başlangıç bölümünde barışın temelini: “İnsanlık ailesinin bütün üyelerinin doğal yapısındaki onuru ile eşit ve devredilemez haklarını tanımanın dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğunu” şeklinde vurgulamaktadır.

Türkiye etnik, dilsel, dinsel ve kültürel özellikleri bakımından çoğulcu bir dokuya sahiptir. Çoğulculuk, “herkes farklı, herkes eşit” sloganında ifadesini bulur. Çoğulculuk aynı zamanda demokrasinin de temelidir. Demokrasi ile insan hakları arasında koparılamaz bir bağ bulunmaktadır.

Bu nedenledir ki, Türkiye’nin temel sorunlarından birinin insan hakları ve demokrasi sorunu olduğunun altını çizerek ve bu temel sorunun en önemli halkasının da Kürt sorunu olduğu tespitinde bulunmaktayız.
Türkiye, Kürt sorunu gibi temel sorunlarını diyalog ve müzakereye dayalı çatışma çözüm yöntemleri kullanarak çözememiş ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımamış bir ülkedir. Bu nedenle silahlı çatışmalar ülke içi ve ülke dışında devam etmektedir.

Çatışma ve savaş ortamı ile birlikte oluşan baskı ortamında şiddetin öne çıkması ve beraberinde nefret dilinin zehrini akıtması kaçınılmaz olmuştur. Kadın ve LGBTİ + cinayetlerinin önlenememesi, kadına, LGBTİ + lara ve çocuklara yönelik taciz ve tecavüzün artması böylesi bir şiddet ortamı ile de izah edilebilir. Nefret saiki ile artan ırkçı saldırılarda ise yükseliş eğilimi artmaktadır.
Çatışmalı süreç, Türkiye’yi getirdiği rejim değişikliği ve otoriter bir yönetim anlayışının yarattığı sürekli bir baskı ortamı oluşturmuştur.

Yeni Osmanlıcı, yayılmacı, Kürt karşıtı cihatçı çetelerle işbirliği içinde yürütülen Ortadoğu politikası sonucu milyonlarca göçmen/sığınmacı/mülteci sorunu oluşmakta ve bununla birlikte mültecilere yönelik nefret söylemi ve saldırıları giderek artmaktadır.

Çatışmalı ortam ve savaşlar, ekonomide telafi edilemez ağır kayıplar meydana getirmekte kitleleri hızla yoksulluğa sürükleyerek sürekli bir ekonomik kriz hali oluşturmaktadır. Türkiye’de ve bölgemizde süren savaş ve çatışmalı ortam ekonomik krizi arttırmakta ve halkın daha da yoksullaşmasına neden olmaktadır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki kaynaklarının büyük bir çoğunluğunu silaha ve savaşa ayıran ülkelerde yoksulluk artmaktadır. Ülkemiz Türkiye de bu kategoride yer almaktadır.

Ülkemizde açlık ve yoksulluk dile getirildiğinde yetkililer “bir mermi kaç paradır, biliyor musunuz?” diyerek yoksulluğun en önemli nedeninin savaş ve çatışmalı ortam olduğunu çıplak bir şekilde beyan etmektedir. Seçim çalışmalarında, üretilen insansız hava araçları, tank ve benzeri silahların üretimi ve yürütülen çatışmalı ortam propaganda malzemesi yapılmaktadır. Silahların üretimi ülkenin kalkınması olarak gösterilmektedir.

Savaşlarda kullanılan kimyasal silahların doğayı yok ettiğini 2 Dünya Savaşının sonuçları göstermektedir. İkinci Dünya Savaşında Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının çevresel etkileri aradan geçen 79 yıla rağmen devam ettiği görülmesine rağmen kimyasal silahlar halen kullanılmaktadır.

Bütün bu olumsuzluklardan kurtulmamızın en önemli adımlarından biri ülke ve dünya barışın sağlanması ile mümkün olacaktır. Kürt sorununda inkâr politikalarından vazgeçilmeli, kalıcı bir barış için çatışmanın tarafları sorumluluk almalıdırlar.

Başta İmralı Hapishanesi olmak üzere yürütülen ağır tecrit koşulları tüm hapishaneleri sarmış durumdadır. Tüm siyasi tutuklu ve hükümlülere karşı bir norm haline getirilmek istenen bu insan hakkı ihlaline karşı mücadele edilmelidir.

Hapishanelerdeki tüm siyasi mahpuslar serbest bırakılmalı, “Mahpus, suç” ayrımı yapan, hukukilikten uzak ve ayrımcı kanun ve uygulamalardan vazgeçilmeli, keyfi infaz yakma ve disiplin cezalarına son verilmelidir.
Siyasi ve toplumsal muhalefet üzerindeki her türden baskı, İfade, örgütlenme ve toplanma hakkının önündeki engeller kaldırılmalıdır.

Sorunun tarafları diyalog kurarak, Nasıl bir barış istiyoruz? Nasıl bir çözüm istiyoruz? Sorularına cevap bulmak için müzakere ve uzlaşı yolu bulmalılar. Bu süreçlere siyasal ve toplumsal kesimlerin katılması sağlanmalı, süreçlerin yasal güvencesi oluşturularak nihayetinde ise anlaşma ile anayasal ve yasal çözümler bulunmalıdır.

İşsizlik artıyorsa, insanca yaşayacak bir ücret alınamıyorsa, üniversite öğrencileri yurt bulamıyorsa, depremde binalar insanların üzerine çöküyorsa, adaletsizlik, liyakatsizlik, insan kayırmalar oluyorsa, muhalifler cezaevlerini dolduruyorsa, ülkenin yüzde sekseni yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşıyorsa bunun en önemli nedenlerinden biri barışın sağlanmamasıdır. Devletlerin bütçelerinin insanların insanca yaşayacak bir düzen için değil de savaşa, yayılmacı emperyalist uygulamalara harcanmasındandır.

Şu anda yanı başımızda sürdürülen Ukrayna-Rusya savaşı da NATO’nun yayılmacı ve emperyalist paylaşım savaşının bir parçası olup, savaşa taraf devletler, savaşı bahane ederek silahlanmanın bütçedeki paylarını arttırıp emekçilerin, işçilerin, halkların haklarını kısıtlayıcı yasalar çıkarmaktadırlar. Ortadoğu halklarını ve emekçileri etnik ve mezhepsel boğazlaşmaya mahkum eden, bir bütün olarak dünya halklarını açlığa sürükleyen emperyalizmin savaş örgütü NATO’nun derhal dağıtılması, dünya halklarının barışı açısından elzem bir yerde durmaktadır. Bununla birlikte emperyalistler elini Ortadoğu’dan çekmeli, bölge halkları kendi kaderini tayin etmelidir.

Ülkemizde de siyasi iktidar yetkilileri savaşa ayrılan bütçeyi artırırken, halka ise “porsiyonu küçültme” tavsiyesinde bulunmaktadırlar.

Türkiye’nin siyasi partileri ve toplumsal muhalefeti barışa odaklandığı taktirde kesinlikle yeni bir barış sürecinin önünün açılacağı düşüncesindeyiz.

Emek ve demokrasi güçleri olarak; kendi karları ve iktidarları için halkları birbirine düşman eden, barışı tehdit eden kapitalist emperyalist sisteme bu sisteme karşı ortak mücadele yürütmeyi sürdüreceğiz.

Emek ve Demokrasi güçleri olarak, Türkiye’de barışa giden yolun barış hakkı mücadelesi ile olacağını biliyoruz.

Emek ve Demokrasi güçleri olarak, ülkemiz başta olmak üzere tüm dünyada barışın egemen olduğu bir yaşam için barış hakkı mücadelemizi sürdüreceğiz.

Savaşsız, sömürüsüz bir Dünya için hep birlikte Barış diyelim!
Savaşsız, sömürüsüz bir Dünya için hep birlikte Aşiti diyelim!

İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ”

İzmir Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kapatılmasın, Hastaneme Dokunma!

İzmir’de Karabağlar ilçesinde bulunan Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin siyasi iktidar tarafından kapatılarak, Bayraklı’da yeni yapılan Şehir Hastanesine taşınmasına karşı Karabağlar Kent Konseyi, İzmir Tabip Odası, Disk Emekli-Sen, sağlık alanındaki sendika ve kitle örgütleri’nden katılılımcılarla hastane bahçesinde basın açıklaması yapıldı ve imza kampanyası açıldı. Katılımcılar, “Ranta hayir, hastaneme dokunma”, “Yollarda ölmek istemiyoruz”, “Bozyaka Hastanemiz kapatılamaz” “Sağlık haktır, ranta hayır” sloganlarını attı.

Yapılan açıklama Şöyle,

“BOZYAKA EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ KAPANMASIN, TAŞINMASIN
BÜTÜN SÜREÇLER HAKKINDA HALKIMIZ BİLGİLENDİRİLSİN.

Bilindiği gibi; 2008 yılında 5747 sayılı kanunla kurulan Karabağlar ilçemizde yaklaşık olarak 500 Bin vatandaşımız yaşamaktadır. Ayrıca İzmir ili içinde en çok engelli de ilçemizde ikamet etmektedir. Bu haliyle ilgili mevzuata ve standartlara göre kişi başına düşen sağlık alanı 1.5 m² olması gerekmekte, ancak mevcut durumda kişi başına düşen sağlık alanı, 0.54 m² dir. Mevcut durum bu haliyle yeterli değilken bir süredir kamuoyunda Bozyaka Eğitim Hastanesinin Bayraklı da yeni yapılan Şehir Hastanesine taşınacağı söylentisinin gerçekleştiği ve 4 Eylül de tamamen taşınılacağı bilgisi alınmıştır.

Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 500 bin nüfuslu ve çoğunlukta dezavantajlı vatandaşımızın ikamet ettiği ilçemiz sınırlarında 40 yıldır hizmet vermektedir..
İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi ile beraber bölgemizin sağlık hizmetlerini belirli bir oranda karşılayabilirken, hastanenin taşınması sonucunda halkımız sağlık hizmetinden yararlanma da çok büyük bir kayıp yaşayacaktır.
Öte yandan Bozyaka Hastanesinin tamamen yıkılacağı söylentisi de duyulmaktadır. Hastanemiz yıkıldığında doğacak hizmet açığı NASIL giderilecektir?
En temel hakkımız olan sağlık hakkımızın eksik veya niteliksiz verilmesinin sonuçları can kayıplarına yol açacağı açık olduğundan “HASTANEME DOKUNMA” diyoruz.

Karabağlar’lılar olarak halkımızın zaten yeterli olmayan
sağlık hizmet hakkına erişiminin engellenmesi İSTEMİYORUZ!
Biz bütün bu konularda yetkililerden açık, net ve ayrıntılı bilgi almak istiyoruz

VE TÜM YETKİLİLERE ŞU SORULARI YÖNELTİYORUZ.
MERAK EDİYORUZ.
BOZYAKA EĞİTİM HASTANESİ
Hastane kampüsündeki binalar tamamen yıkılıp, alan başka bir fonksiyona mı ayrılacaktır. ?
Bozyaka hastanesi yıkıldıktan sonra yeniden yapılacağı söyleniyor bu doğru mudur?
Eğer bu doğru ise yapılacak binanın planlaması ve iş bitiş süresi nedir?

Poliklinik hizmeti alanda bırakılıp, bazı bölümlerin Bayraklı Şehir Hastanesi ‘ne mi taşınılacaktır.
Eğer bu seçenek geçerli ise, İzmir ili merkezinin Konak Meydanı olduğu bilindiğinden ilçemizde yer alan söz konusu hastanenin kentin güney aksında yer alan bir hastanenin en kuzeyine taşınması doğru bir planlama mıdır.?
Bu kararın muhtemelen iyi niyetle, ancak İzmir’de yaşamayan İzmir’le ilgili hiç bilgisi olmayanlarca alınmış olduğu düşünülmektedir.
Şehir Hastanesine gitmek isteyen hastalar nasıl bir ulaşım hizmeti ile oraya ulaşacaklardır? Henüz bir toplu ulaşım imkanı olmadığı şeklinde bilgiler duyulmaktadır.
Ayrıca günümüzdeki ulaşım hizmetlerinin ne kadar yüksek maliyetli olduğu bilindiğinden , Karabağlar ilçesinden şehir hastanesine ulaşım için birden çok toplu taşım hizmetinden yararlanmak zorunda kalacağı açıktır.
Ulaşım masraflarının vatandaşlar tarafından karşılanıp karşılanmayacağı düşünülmüş müdür.?
İlgili tüm kurumlarla ulaşım sorununun çözümü ile ilgili çalışmanız var mıdır?
Şehir Hastanesinin ruhsatla ilgili tüm kontrol süreçleri tamamlanmadığı ve tam anlamıyla hasta kabul süreçlerine başlayamayacağı bilgisi duyulmaktadır.
Bu durumda aradaki boşluk nasıl sonuçlanacaktır.
Mevcut randevu sistemi ile, randevu alınmasında büyük zorluklar çekilmektedir.
Hali hazır da söz konusu hastanede sağlık hizmeti alanların durumu ne olacaktır.Tedavisi yarım kalan hastaların tedavisi nerde devam edecektir.?
Yine hastanemizden Evde bakım hizmeti alanların durumu ne olacaktır.?
Halkımız;” HASTANEMİZ NEREYE GİDİYOR, BİZ NE OLACAĞIZ” diye sormaktadır.
Bozyaka Hastanesinin yıkılması süreci ile bölgemizde doğacak sorunların görülmesi ve çözüm anlayışının irdelenmesi ile yoksulluklada mücadele eden halkımızın sağlık hizmetlerinden yoksunluğunu KABUL ETMİYORUZ!

Bozyaka Hastanesi’nin çok yakın bir tarihte hizmet kapasitesini oldukça kaybetmesi ve bu konuda halkın eksik bilgilendirilmesi bir çok şaibeleri dedikodulara yol açmaktadır halk bu anlayışta hem değersiz olduğunu hissetmekte hem de kaygılarıyla yalnız bırakılmaktadır. Bir an evvel bu acil cevap bekleyen soruların cevaplanmasını talep ediyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti’ndeki her vatandaşın adil bir şekilde sağlık hizmetlerinden istifade etmesi, sağlık hizmetleri erişebilmesi anayasal hakkıdır. Karabağlarda yaşayan vatandaşların bir şekilde bundan mahrum edilmesi söz konusu dur durum böyleyken anlayamadığımız nedenlerle vatandaşlarından bundan mahrum edilmesi kabul edilemez.

HASTANEME DOKUNMA!
BOZYAKA HASTANESİ KAPATILMASIN
SÜREÇ ŞEFFAF YÜRÜTÜLSÜN!”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: Bulunduğumuz her yerde tüm yurttaşları örgütlenmeye ve birlikte mücadeleye çağırıyoruz. Artık her yer Cudi her yer Akbelen her yer direniş.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde “Akbelenden Cudiye işte Rant,Talan Savaş Düzeni” pankartı açarak basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıklayı Kesk Dönem Sözcüsü, Büro Emekçileri Sendikası (BES) İzmir Şube Başkanı Mustafa Güven okudu.
Açıklama şöyle;

“CUDİ YANIYOR AKBELEN AĞLIYOR
Akbelen’de ağaç katliamını engellemeye çabalayan halkın üzerine polisi askeri, sürüyorlar. Yaşlı genç demeden zulmediyorlar. Halkı kana ve gözyaşına boğuyorlar. Ateşe verilen Cudi’de yanan ormanı söndürmeye gelen halka engel oluyorlar.

Ancak “yerli”, “yabancı” demeden tüm Türkiye halkları genciyle yaşlısıyla, kadını erkeğiyle el ele vermiş yangına ve orman katliamına karşı bir şeyler yapmaya çabalıyor. Her yerde halk var. Hangi dilden, hangi inançtan ve hangi kültürden olursa olsun, halk yaşama ve geleceğe sahip çıkıyor. Yanan ormanı söndürmeye, kesilen ağaçlara engel olmaya çabalıyor.
Ve seçimden yeni çıkmış iktidar bir kez daha halkla karşı karşıya…

Maden projesine karşı dört yıldır Akbelen Ormanı’nı savunmaya çalışan Muğla’nın İkizköy Mahallesi sakinleri, 24 Temmuz Pazartesi sabahı saat 05:00- 06:00 sularında jandarmanın ormana girmesiyle yeni güne uyandılar. Kolluk kuvvetleri, orman kesim ekibinin engellenmemesi için bölgede barikatlar kurmaya başladı. Bölge sakinlerinin alanda bu hukuka aykırı ve haksız kesim işlemi için alanda toplanmaya başlaması, Akbelen Ormanı davası avukatlarının ve doğa severlerin bölgeye intikal etmesiyle birlikte kolluk kuvvetlerinin sayısı alandaki kişilere oranla fazlasıyla arttığı gibi alanı bu haksız müdahaleye karşı korumak isteyenlere yönelik müdahaleleri de şiddetlendi.

Bölgeden bugüne dair yansıyan haber ve görüntülerde, kolluk kuvvetlerince haksız ve orantısız pek çok işlem ve müdahale uygulandığı anlaşılmaktadır. Hukuka aykırı bir şekilde ve ölçüsüz olarak uygulanan biber gazı ve tazyikli su müdahalesi bugüne dair basına en çok yansıyan görüntü olmuştur. Bunun yanı sıra, bölgede bulunan avukatların keyfi olarak gözaltına alınmış ve bir kısmı hâlâ gözaltında tutulmaktadır. Yine bölgeye gitmek isteyen doğa severlerin fiziken engellenmesi, bölgeye giden yollarda yıldırma amaçlı yapılan ve trafik akışının aksamasına yol açan kimlik kontrolleri ve sabahtan öğle saatlerine kadar ve kimi muhtelif zamanlarda telefon sinyallerinin engellenmesi diğer haksız müdahaleler olarak aktarılmaktadır.

Her geçen dakika bir ağaç yitip giderken Anayasamızın 169. maddesi gereğince ormanları korumak şeklinde aslî bir görevi bulunan devletin kolluk güçlerinin, devletin bu görevini yerine getirmek üzere ve vicdani bir sorumlulukla alanda bulunan vatandaşlara yönelik bu hukuka aykırı ve ölçüsüz müdahaleleri kabul edilemez. Hukuka aykırı her bir işlemin takipçisi olacağımızı buradan bildiriyoruz.

Küresel ısınma ve iklim krizinin yarattığı sıcaklıkla boğuştuğumuz bu günlerde gerek ülkemizde gerek komşu ülkeler ve dünyanın çok farklı noktalarında çıkan yangınlarla ormansızlaşma hızla sürerken Anayasa’ya ve kanunlara aykırı olarak yapılan bu kesim işlemi akabinde karşılaşacağımız sorunlarla yalnızca doğayı savunan bizler değil, devletin her bir kamu görevlisi de bir gün yüzleşmek zorunda kalacaktır. İkizköylülerin hepimiz için, tüm canlar için verdiği bu haklı mücadelede yanlarında olduğumuzu bir kez daha tüm kamuoyuyla paylaşıyoruz!
Akbelen’de asker cop sallıyor, TOMA tazyikli su sıkıyor. Yaşlı köylüler dövülüyor, yerde sürükleniyor. Gözünün içine gaz sıkıyorlar gerçeği görüntüleyen gazetecilerin. Halka yapılan düşmana yapılmaz!
Cudi’de yangını söndürmeye çalışanlara yapılan aynı şey… Cudi’de gerçeği çarpıtmak için “vatan millet, ezan bayrak” diyenler Akbelen’de “vatan topraklarını” kâra doymaz patronlara peşkeş çekiyor. Limak için yüz yıllık, yüz elli yıllık ağaçlara, asırlık doğaya kıyıyorlar. Cudi’de ormanı ateşe veriyorlar.

Günlerdir pek çok hukuka aykırı müdahalede bulunmuş olan kolluk güçlerine, Türk Ceza Kanunu 24. maddesi uyarınca, konusu suç teşkil eden emrin hiçbir surette yerine getirilemeyeceğini, aksi takdirde bundan sorumlu olacaklarını hatırlatıyoruz. Aynı zamanda, yarın kendileri ve belki gelecek kuşakları adına pişman olmamak için bu tutumlarından derhâl vazgeçmeye ve İkizköylülerin haklı mücadelesinin yanında olmaya davet ediyoruz! Cudi Yangınına müdahale edin ve halkın yangına müdahalelerine engel olmayın. Doğa katliamlarına karşı mücadele edenlere karşı yapılan gözaltılar derhal serbet bırakılsın.

Öyle görüyor ki artık tüm doğa katliamlarına karşı ayrımsız birlikte mücadele zamanıdır. İzmir emek ve demokrasi güçleri olarak bulunduğumuz her yerde tüm yurttaşları örgütlenmeye ve birlikte mücadeleye çağırıyoruz. Artık her yer Cudi her yer Akbelen her yer direniş.

İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri; Akbelen ve İkizköy yalnız değildir. Sermaye elini doğamızdan çek

Muğla’nın Milas ilçesine bağlı Akbelen ormanında Yeniköy, Kemerköy ve Yatağan termik santrallerine kömür sağlamak için ormanlık alanları, zeytinlikleri ve yaşam alanlarını talan eden sermayeye karşı iki yıldır nöbet tutan İkizköy’lülere ve çevrecilere jandarmanın biber gazı ile müdahalesi ve gözaltılar yaşanması ve ağaçların kesilmeye başlanması üzerine İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri sokağa çıktı ve açıklama yaptı. “Akbelen’e Dokunma” pankartı arkasında toplanan Emek ve Demokrasi Güçleri, açıklama sırasında “Akbelen köylüsü yalnız değildir”, “Sermaye elini doğamızdan çek” sloganlarını attı.

Açıklamayı İzmir Çevre Mühendisleri Odası’ndan Helin İnay Kınay okudu. Açıklama şöyle;

“AKBELEN ORMANI AKBELEN KÖYLÜSÜNÜNDÜR
AĞAÇ KESİMLERİNİ DURDURUN!
İki yıldır Muğla Milas’ta Akbelen Ormanını yok edecek kömür madeni genişlemesine karşı tüm varlığı ile mücadele eden İkizköylüler bu sabaha jandarma ve kesim ekipleri ile uyandı.

Muğla’da yaşam alanları, ormanlar, tarım alanları, köyler Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy Termik Santrallerinin kömür madenleri 40 yıldır talan ediliyor. Cehennem çukuruna dönen bölgede yaşam yok ediliyor.
Ormanlarımıza, yaşam alanlarımıza yönelik bu saldırıyı kınıyoruz!

Sadece bu bölgede yer alan 3 farklı termik santral için bugüne kadar binlerce dönüm ormanlık alan yok edildi. Termik santraller için açılan kömür madenleri nedeniyle bu bölgede 12 yerleşim alanımız ortadan kaldırdı. Maden alanlarında artık ürün ekilemiyor, ağaç dikilemiyor, arıcılık yapılamıyor, hayvan güdülemiyor, bir tutam ot bile yetiştirilemiyor.

Ülkenin yer altı ve yerüstü kaynaklarını emperyalist tekellere peşkeşle kalınmıyor. Aynı zamanda ormanlar yok ediliyor, ekoloji bozuluyor, köylülüğün var oluş nedenleri yaşam alanları yok ediliyor. Akbelen Ormanı Akbelenlilerindir halkındır.

Maden şirketleri ormanlarımızı, topraklarımızı, zeytinliklerimizi, köylerimizi avuç avuç söküp alıyor elimizden. Bahçelerimizin yanında kadar maden alanı oldu. Şimdi ise bahçelerimizi, evlerimizi, köyümüzü elimizden almaya çalışıyorlar.

Yeniköy ve Kemerköy Termik Santrallarına kömür sağlamak için sürekli genişleyen, 15 km boyunca uzanan maden ocakları Milas- İkizköy’e dayandı, en eski mahallesi olan Işıkdere’yi yutan maden ocakları, Akbelen Ormanı’na göz dikti. Asıl görevi ormanları koruman ve geliştirmek olan Tarım ve Orman Bakanlığı, 28 Kasım 2011 tarihinde dönemin bakanı Bekir Pakdemirli’nin imzası ile Akbelen Ormanının kömür ocağı haline getirilmesine izin verdi.
Kamulaştırma kararları ile topraklarından edilen, Işıkdere’yi terk etmek zorunda kalan İkizköylüler, Termikçi/Kömürcü şirketin doymak bilmeyen saldırısı karşısında, “yeter artık” deyip 4 yıldan beri yaşama hakları için mücadele ediyorlar.

Akbelen Ormanının ağaçlarının kesilmesine karşı bedenleriyle karşı koyan, kesimi durduran köylüler, ormanın yok edilmesi girişimlerini önlemek için 17 Temmuz 2021 tarihinde ekoloji hareketlerine, yaşam savunucularına çağrı yaparak, Akbelen Ormanı girişine çadırlarını kurarak ormanı korumak için bekçilik yapmaya başladılar.
Yaşamı tehdit eden kapitalist-endüstriyel yağmacılığa, talana karşı direnişin, dayanışmanın simgesi halini alan Akbelen Ormanı Nöbeti 2. Yılın geride bıraktı. Bu nöbette İkizköylülüler darp edildi, yargılandı, cezalandırıldı. Ancak yaşamı ve ormanının savunmaktan vazgeçmedi.

Bölgede madenini genişlemesi ve ağaç kesimlerine karşı verilen hukuki mücadele devam ediyor. Bilirkişi Raporları Madenin yarattığı geri dönüşü olmayan zararlar, Akbelen ormanının kaybedilmesi halinde yaşanacak ekolojik kırım ortaya kondu. Ancak mahkeme tarafından atanana yeni bilirkişilerin mesleklerine ihanet edercesine hazırladığı rapor ve onay süreci ile izinler yeniden yasal hale getirildi. Bir taraftan İtirazlar ve hukuki mücadele devam ederken, Hukukun kanunların, devletin korumakla sorumlu olduğu kurumların korumadığı Akbelen Ormanını köylüler ve yaşam savunucuları 24 saat tuttukları nöbetle korumaya devam ediyor.

Bu sabaha karşı 05,30 da Jandarma, kolluk kuvvetleri ile alana ağaç kesimi gerçekleştirilmesi için müdahale ve kesimler başladı. Hukukun, adaletin, kamu yararının yok sayıldığı bir ülkede yine sabaha karşı kendi vatandaşına karşı duran devlet eli ile ağaç kesimleri başladı.

Ormanını koruyan İkizköylülere Toma ile biber gazı ile müdahale ve gözaltılar yapıldı. Kimden neyi koruyorsunuz. Kimi koruyorsunuz. Anayasanın 169. Maddesi Bütün Ormanların Gözetimi Devlete Aittir” diyor. Ormanı koruması gerekenler ormanı koruyan köylülere saldırırarak aynı zamanda anayasal suç işlemektedir.
Buradan bir kez daha sesleniyoruz. Ağaç kesimlerini durdurun.

Bizler madenlerin, aç gözlü şirketlerin ormanlarımızı, tarlalarımızı, köylerimizi, insanlarımızı yuttuğu, tükettiği bir ülke istemiyoruz. Ne yazık ki ülkemizde egemen olan madencilik anlayışı, madenin bulunduğu tüm arazinin harap edildiği, geride ise tümüyle verimsizleştirilmiş ve kirletilmiş bir toprağın bırakıldığı bir anlayışla sürdürülmektedir. Bu anlayış nedeniyle Cerrattepe’den Fatsa’ya, Kaz Dağlarından Akbelen’e kadar her yerde verimli ormanlık alanlarımız, tabiat zenginliklerimiz yok edilmektedir. Bu anlayış, sadece madenciliği değil, yaşamı da sürdürülemez hale getirmektedir. Bu madencilik anlayışı, bir üretim faaliyeti değil, bir sömürü faaliyetidir. Madenleri olduğu gibi, doğayı ve halkı da sömürmektedir.

Kömüre vereceğimiz, madencilere vereceğimiz tek bir dönüm arazimiz, tek bir çakıl taşımız bile yok!
Akbelen Yalnız Değildir. İkizköylüler Yalnız değildir. Akbelen Ormanı ; Biz ülkenin her köşesinde emek demokrasi yaşam mücadelesi yürüten herkesin mücadelesidir.

Ülkemizin yeraltı ve yer üstü kaynaklarının peşkeşine izin vermeyeceğiz
Akbelen Ormanını, Yaşamımızı, geleceğimizi vermeyeceğiz…Yaşamı Savunacağız…

İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ”

İzmir Kadın Platformu: “Gerici cinsiyetçi-Eğitime hayır. Laik bilimsel karma eğitim için kız okullarına izin vermeyeceğiz!

İzmir Kadın Platformu, Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde “Gerici cinsiyetçi-Eğitime hayır. Laik bilimsel karma eğitim için kız okullarına izin vermeyeceğiz” pankartı açarak açıklama yaptı. Açıklama sırasında kadınlar “Karanliğa teslim olmayacağiz”, “Susmuyoruz, korkmuyoruz itaat etmiyoruz”, “Kadın yasam özgürlük/ Jin jiyan azadi.”, “Akp elini çocuklardan çek”, “Akp elini kadınlardan çek”, “Cinsiyetçi eğitim istemiyoruz”, “Bilimsel laik anadilde eğitim”, “Bilimsel laik demokratik eğitim” sloganları atıldı.

Açıklama şöyle:

“22 yıllık AKP iktidarı, ideoljik ve siyasal hedefine uygun eğitim sistemi oluşturmak için eşitsiz, dinci, tekçi, cinsiyetçi eğitim politikalarına hergün bir yenisini ekliyor. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in, kız çocuklarının eğitime erişememelerinin sebebini siyasi iktidarın üstüne düşen yükümlülükleri yerine getirmemesine değil, velilerin çocuklarını erkeklerle aynı okula göndermek istememeleri şeklinde bir kılıf uydurarak, “Gerekirse kız okullarını da açabilmeliyiz.” diyerek karma eğitimi hedef almıştır. Bakan Tekin’e ortaklaşmalarını “dindar nesil ve muhafazakar toplum oluştuma” temelinde kuran siyasi ittifak temsilcileri Hüda Par Gaziantep Milletvekili Şahzede Demir’den “Kimse çocuklarını karma eğitim veren kurumlara göndermeye zorlamasın. Kız okulları da olsun erkek okullarıda” ve BBP Genel başkanı Mustafa Destici’den “ Gerekirse kadın üniversiteleri ve kadın hastaneleri de açılsın” açıklamaları ile destek geldi. Eğitimin laik, bilimsel ve demokratik ilkeler çerçevesinde yürütülmesi yerine, pedagojiden tamamen uzak ideolojik bakış açısıyla , AKP iktidarının “dindar nesil yetiştirme” hedefi ile bire bir uyumlu açıklamalar yapmaları bizler açısından şaşırtıcı değildir. MEB verilerine göre okula gitmeyen ve açık orta okul ve açık liselerde okuyan 1.5 milyon kız öğrencinin akibetini bilmiyoruz. Milli Eğitim Bakanı bunları tespit ederek kız öğrencileri örgün eğitime kazandırmak yerine hiçbir bilimsel veriye dayanmadan yaptığı açıklamalarla asıl sorumluluklarından kaçınmaktadır.

Siyasi iktidarın seçimden önce kurduğu gerici ittifaklarla toplumu siyasal İslam temelinde yeniden inşa etme politikası, seçimden hemen sonra Milli Eğitim Bakanı tarafından uygulanmaya konmak istenmektedir. Bunun için eğitimde yaşanan muhafazakarlaşma uygulamalarına hergün bir yenisini ekliyor. Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı arasında imzalanan “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum(ÇEDES) projesi kapsamında manevi danışman olarak görevlendirilen Kur’an kursu hocaları, imam ve din hizmetleri uzmanı, okullardaki öğrencilere değerler eğitimi vermesi için imzalanan protokol de bunlardan bir tanesidir. Milli Eğitim Bakanı, eşitliği, laikliği ve demokrasiyi hedef alırken Anayasayı ve uygulamakla yükümlü olduğu mevzuatı yok saymakta, eşitlik ilkesini çiğnemektedir.

Kendi dünya görüşüne göre toplumu dönüştürmek isteyenler, amaçlarına eğitim sistemini değiştirmekle ulaşabileceklerini çok iyi bilmektedir. Haliyle siyasi iktidar ve Milli Eğitim Bakanı, harem selamlık bir eğitim sistemini topluma dayatarak tek tip toplum yaratma arzusunu yaşama geçirmeye çalışmaktadır.

Belirtmek isteriz ki bu açıkça anayasal bir suçtur! Ebeveyn haklarını kendi amaçları için kutsarken çocuk haklarını bir kenara itebilme cüretini kendilerinde görebilenlerin karma eğitim düşmanlığı yeni değildir. Yandaş sendikalarıyla, ittifak içerisinde oldukları dini tarikat ve cemaatlerle önce çocuklarımız, sonrasında da toplumsal yaşamın her alanı dinselleştirme politikalarının hedefindedir.

Çocukların üstün yararını gözetmeyen laiklikle ve bilimsel eğitimle örtüşmeyen bu politikalar aynı zamanda kadın mücadelesine saldırıdır. İstismara, şiddete, cezasızlık politikalarına çözüm üretmeyen iktidar, bu saldırıları daha da derinleştiren, çocukları ciddi risklerle karşı karşıya getiren, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini arttıran, kadınları kamusal alanlardan uzaklaştıran ve ev içine hapseden uygulamalarla karşı karşıyayız. Artık çok iyi biliyoruz ki AKP-MHP merkezli ittifak, her türlü sömürüyü, yoksullaştırmayı, zulmü, eşitsizliği, ayrımcılığı ve baskıyı dinselleştirme politikalarıyla harmanlamaktadır. Liseleri cinsiyetçi kodlarla kız erkek olarak ayırma girişimi, kadın üniversiteleri ve şimdi kız okulları ile kamusal alanın tamamen cinsiyete dayalı olarak yeniden inşa edilmeye çalışıldığının farkındayız.

Kadınlar olarak laikliği, demokrasiyi, cinsiyet eşitliği ve özgürlüğü hedef alan, haklarımızı yok sayan, eşitsizliği derinleştirmek isteyenlerin karşısında, bulunduğumuz her alanda direneceğimizi belirtmek istiyoruz. Karma eğitimi kaldırmak isteyenlerin cüretini örgütlü mücadelemizle alaşağı edeceğiz! Kız çocuklarının evlere, ailelere, anneliğe sıkıştırılmasına izin vermeyeceğiz. Kadınları kamusal alanlardan dışlamaya çalışan gericiliğe inat okullardayız, sokaklardayız, buradayız.

izmir Kadın Platformu”