İstanbul Sözleşmesinden Vazgeçmiyoruz İzmir Kampanya Grubu 4. nöbetini gerçekleştirdi.

İzmir Kampanya Grubu “İstanbul Sözleşmesinden Vaz geçmiyoruz” talebiyle  nöbet eylemini Alsancak Türkan Saylan Kültür merkezi önünde gerçekleştirdi. Saat 18.30 da başlayan nöbet eyleminde kampanya grubu adına yapılan konuşmalarda erkek egemen sistem içinde şiddet kullanan erkeğin devlet mekanizmalarınca korunduğu, cezasız kaldığı, bunun kadın cinayetlerinin devamına yol açtığı belirtildi.

Her gün en az bir kadının, bazen birkaç kadının katledildiği ülkemizde, İstanbul Sözleşmesi’nin şiddet gören tüm bireyleri koruyan hukuk şemsiyesi işlevi gördüğü belirtilen konuşmalarda, nöbete katılanlar, bir gecede, bir tek kişinin tasarrufuyla bu sözleşmeden çekilmeyi kabul etmeyeceklerini belirttiler.

Katledilen kadınların isimleri okunduğunda “katledilen kadınlar isyanımızdır” sloganı atan grup katılımcıları kadın katliamlarının da trans cinayetlerinin de politik olduğunu haykırdılar.

Dördüncü nöbet olan etkinlikte , Arzu Odabaş ve Edibe Göçer’in cinayet ve yaşam öykülerine de yer verildi.

Kadınların Öykülerinin  anlatılması  aralarında “Erkek Adalet Değil Gerçek Adalet”, “Yaşamak İstiyoruz”, “İstanbul Sözleşmesinden Vaz geçmiyoruz”, “Kadın Cinayetleri Politiktir”, “Yaşasın Kadın Dayanışması”, “Erkek vuruyor, Devlet Koruyor”,  “Gelsin Baba Gelsin koca,  Gelsin Devlet ,  Gelsin Cop,  İnadına İsyan İnadına isyan, İnadına Özgürlük” , “Dünya Yeriden Oynar Kadınlar Özgür Olsa” sloganlarını  atarak, Sözleşmeye kararlılıkla sahip çıkacaklarını ifade ettiler  Etkinlikte okunan  Arzu Odabaş’ın  öyküsü şöyle;

“Arzu Odabaş  (C.T 25.02.2011)

Ben Arzu Odabaş, yaşasaydım 53 yaşında olacaktım bugün. Çocuklarımın en küçüğü 21, en büyüğü 32 olacaktı. Hayatım, gelecek zamanın hikayesi ile biten fiillere asılı kaldı.

19 yaşındaydım Mustafa ile evlendiğimde,  ilk çocuğumu doğurduğumda ise 21. Yedi yaş büyüktü benden Mustafa, gemilerde çalışırdı makinist olarak. Huysuz, sinirli, aksi adamın tekiydi. Tam 24 yıl katlandım ona. 4 çocuk doğurdum, dört çocuk, bir arzu ve sayısız dert büyüttüm o 24 yılda.

Bundan 5 yıl önce, bundan dediğim ben katledilmeden önce yani, boşanma davası açtım çünkü  Mustafa dayanılacak gibi değildi artık. Hakaretinden, küfüründen, tehditlerinden içim, dayağından etim çürümüştü. Kötülerin hadsiz, iyilerin sessiz kaldığı korkunç bir hikayede büyüyordu çocuklarım. Mutlu olmak başkalarının işiydi sanki, zalim bir Mustafa düşmüştü bizim payımıza. Kurtulduk, kurtuluyoruz derken, Mustafa boşanmaktan vazgeçti, kaldığımız yerden devam ettik o berbat hikayeye. Biraz zaman geçti üzerinden, baktım olmayacak, tekrar boşanma davası açtım. Çünkü Mustafa’ya katlanmak, kendimden vazgeçmekti, Mustafa’ya katlanmak şiddetin ortasında çocuk büyütmekti, aşağılanmak, ezilmek, sömürülmek, dövülmekti Mustafa’ya katlanmak. Katlanamıyordum. Bu kez de uzak yakın akrabalar, aileler, analar, babalar girdi araya. “Yuvanı yıkma dediler, aileni bozma” dediler. Onlara hiç söylemedim ama o yuva çoktan yıkılmıştı benim başıma, o aile psikolojimi bozmuştu, kimsenin umurunda değildi bunlar, herkes kendi rahatına zeval gelmesin istiyordu. Dedim ya, uğraşmak zordu Mustafa’yla. Değil aynı evde yaşamak, aynı kaldırımda denk gelmek bile istemezdiniz.

Oluru yoktu, artık katlanamıyordum. Katlana katlana küçücük kalmıştım çünkü, aynada kendimi göremiyordum.  aldım çocuklarımı, evi  terk ettim. Dayak yemeden ve hakarete uğramadan yaşamak için kimseden izin alacak değildim; ne aileden ne devletten. Bir süre sakinledi hayatımız, babam Ümraniye’den ev aldı bize, demek anlamıştı sonunda içinde yaşadığım cehennemi, demek artık yanık et kokuyordu her yanım.

Evimiz vardı, çalışıp bakabilirdim çocuklarıma, ne biz kimseye yük olurduk böylece ne de hayat bize. Anaokullarında çalıştım, işyerlerinde, ofislerde. Yemek yapıyordum. fırsat buldukça temizliğe gidiyordum. Kimseye muhtaç değildik. Kimseye boyun eğmiyorduk. Kurbanın kurtarıcıya dönüştüğü bir hikayede mutlu bile sayılırdık, yalan yok.

Uzun sürmedi tabi, Mustafa çıktı geldi, işe gidip gelirken takip etmeye başladı beni, yine başladı hakaretleri, küfürler, en sonunda silah çekti, yaşatmam seni dedi bana. Zulümsüz bir hayat kurmamızı istemiyordu, kölesini kaybeden bir efendi gibi. Hadi kendimi geçtim, çocuklarının bile mutlu olmasını istemiyordu Mustafa.

O zaman doğruca polise gittim, şikayetçi oldum, Şikayet konusu ‘Silahla tehdit, hakaret ve şiddet’ yazan bir kağıda imza attım, suç duyurusuna bulundum. Devlete şikayet etmiştim artık Mustafa’yı. Ben uğraşamıyordum, ben hakkından gelemiyorum, ben böyle bir hayat istemiyordum. İstediğim gibisini de kurmuştum çok şükür, Mustafa gölge etmesin, ederse de devlet kolundan tutup onu güneşimden çeksin istiyordum.

Önce 9 ay hapis cezası aldı Mustafa, kararı duyunca az da olsa rahata ereriz gibi geldi ama hemen para hapis cezasını hemen paraya  çeviriverdi mahkeme; “ ne kadar safsın kızım Arzu” dedim hatta kendime, devlet Mustafaların devleti, arzulara rahat verir mi?  Vermedi, bir türlü boşanamadık mesela, onca dayak, onca şiddet, onca işkence o çok sağlam aileyi devirmeye bir türlü yetmedi. Hala, her davada ölüm tehditleri savurmaya devam ediyordu Mustafa, biz yine de kaldığımız yerden, kaldığımız kadar devam ediyorduk yaşamaya.

Yağmurlu gecenin rüzgarlı sabahıydı o gün. Her detayını çok iyi hatırlıyorum, Fırtına uyarısı yapmıştı bir adam televizyonda, arkasında her yerinden oklar geçen bir harita, 8 derece demişti sıcaklık için, Emirhan’a bakmıştım, acaba üstü biraz ince miydi?

Evden çıktık, çocuğu okula bıraktım, öptüm, sarıldım ayrılırken, çıkışta gelir alır dedim, yalan söylediğimi bilmeden. O gün bir şarjör kurşunla öldürdü beni mustafa. Öldürdü ve koşarak kaçmaya başladı, beni hastaneye kaldırdılar boş bir umutla. Artık çarem yoktu, doktorlar ne yaparsa yapsın ölecektim. defalarca karakola gittiğimde, şikayet ettiğimde, dava açtığımda vardı mesela çarem, çare olan olmamıştı ama.

Ben Arzu Odabaş, boşanmak istediğim Mustafa Odabaş tarafından 25 Şubat 2011 de Kısıklı’da, sokak ortasında katledildim. Hava 8 dereceydi o gün, Emirhan’ın üstü biraz ince gibiydi, onu okuldan kim aldı bilmiyorum.

Yaşasaydım ben alırdım. Yaşasaydım,  “Yılların birikimi vardı içimde. Karşıma çıktı. Küfür etti. Zaten çocuklarımı da göremiyordum. O sinirle vurdum” diyen Mustafa’ya gözlerimden belli olan bir mide bulantısıyla bakar, yalancı derdim. Yaşasaydım, ama İstanbul’da ama burada,  şimdi sizin aranızda olurdum, erkek adalet değil gerçek adalet diye bağırırdım  kız kardeşlerim, dostlarım.

Yaşasaydım, hayatım Mustafalardan ve Mustafaların devletinden değerlidir derdim.

Ben  Arzu Odabaş, bir erkek tarafından katledildim, unutmayın beni “

“Ben Edibe Göçer

“MERSİN’in Tarsus İlçesi’nde, 47 yaşındaki Mustafa Göçer, tarlada çalışıp aile bütçesine katkıda bulunmak isteyen eşi Edibe Göçer’i ve  ile annesini korumak için araya giren oğlu Remzi Göçer’i tabancayla vurarak öldürdü.”

Böyle yazdı bizi gazeteler. Yine böyle bir mayıs ayıydı, sıcak inmemişti henüz, neredeyse sabah seriniydi sokak. 39 Yaşındaydım öldürüldüğümde; öyle o mayıs gibi güzel, yaz gibi sıcak. Oğlum Remzi 16’ydı henüz; tıpkı o sabah gibi taze. Yaşatmadı Mustafa bizi, bir günü, bir mevsimi, bir ömrü çok gördü.

Tarımda çalışırdık Mustafa’yla. Meyveye giderdik daha çok. Muza limona, çileğe bademe… ne denk gelirse ona koşardık. Zordu hayat, hayat hep zordur zaten.  4 çocuğumuz vardı, 4 aç ağız, 4 boş mide, 4 hayat vardı doyurulması gereken, çalışmayıp ne yapacaktım?

Tarladan tarlaya gitmekle, mevsimden mevsime biçmekle geçti ömrümüz, benim ömrüm yarıda kalacakmış, Remzi’mim ki başlamadan bitecekmiş meğer, bilemedim.

Bir kamyon alalım demişti Mustafa, tarlaya işçi götürüm, eve ekmek getiririm, nefesimizi daha geniş alırız demişti,  doğruydu da dediği. Mersin’in sıcağından değilse de ateş pahası hayattan dardı nefesimiz. Sonunda aldık kamyonu. Aldık ama kamyon bizim değil hala, kasası ağzınla bir borç dolu. Çalışacağız da ödeyeceğiz de borcu bitecek de, kazandığımız bize kalacak da ancak öyle genişleyecek nefesimiz. Benimki hepten daralacakmış, bilemedim, Remzi’min ciğerleri tazecikken solacakmış meğer.

Mustafa tutturdu, sen tarlada çalışma Edibe. E ben nerede çalışayım Mustafa? işten iş beğenmiyorum sanki. Yok dedi  Mustafa, sen hiç çalışma. Olmaz dedim. Çocuklar var, her akşam 6 boş tabak var masada, her sabah yine aynı boş tabaklar. Okulları var, kıyafetleri var, kimine kitap, kimine ayakkabı, kimine oyuncak, kimine harçlık lazım ve hepsi de aynı anda lazım. Aldığımız bir kamyon, onun da kasası ağzıyla bir borç. Mümkün değil dedim Mustafa’ya. Bugüne kadar nasıl çalıştıysam, nasıl topraktan çıkardıysam ekmeğimi, o dört çocuğu şöyle tam tam doyuramasam da nasıl bütün bütün aç bırakmadıysam, yine öyle Mustafa dedim, hiç olmazsa borç azalana kadar çalışırım. Olmaz dedi Mustafa. Olmaz deyip susmadı tabi;  kavga kıyamet, tufan evin içi. Dinledim, dinledim, dinledim ve kendime hak verdim. Bir işçi taşımayla mümkünü yok olmazdı. Kamyon kendi borcunu ödese biz ne yiyecektik, bizim karnımız doysa, kamyona ne kalacaktı?

O sabah, yine uyandım sabahın köründe, güneş bile benden sonra açardı gözünü, hazırlandım tarlaya gitmek için. Nereye, dedi Mustafa. Tarladan başka gittiğim bir yer vardı sanki, işe dedim, tarlaya. Hiç unutmam yeni dünya mevsimiydi, umuda benzer bir şey gelirdi içime yeni dünya ağaçlarını görünce. Ne güzeldi adı yeni dünyanın; boşa değilmiş meğer onu sevmem, bizim meyveden başka yeni dünyamız olamayacakmış.

Söz vermiştin, gitmeyecektin dedi. Gitmeden olmaz dedim, çalışmadan olmaz. Parasız olmaz. Söz verdin, dedi yine sustum. Söz verdiğim de yoktu. Bağıra çağıra kavga etmiş, söz vereceksin tamam mı diye üzerime yürümüştü son kavgada, ben de o darlanmayla tamam deyivermiştim. Hem  neden çalışmayacaktım? Bu beden, bu karar, bu hayat benim değil miydi? Neden Mustafa’nın içi rahat etsin diye açlığa razı olacaktım?

Bak Mustafa dedim, ben çalışmazsam olmaz, sırf işçi taşımayla olmaz, beraber çalışmamız lazım, sırf seninle olmaz. Sinire kesti Mustafa, bağırış, hakaret, küfür, kavga kıyamet. O seslere uyandı Remzi, yapma etme dedi babasına, öyle boşlukta yok olup gitti sesi, kendi öfkesini kusmaktan oğlunu duymadı bile Mustafa. Çıkayım da gideyim dedim. Siniri diner akşama, oturur konuşuruz tekrar, bir çaresini buluruz dedim, Yanılmışım. O gün bize akşam olmayacakmış meğer. Biz Remzi’mle, hep o sabahın içinde sonsuza kadar kalacakmışız ana oğul.

Önce ben çıktım evden, ardımdan Remzi geldi. Mustafa yoktu ardımızda, galiba elini tuttum Remzi’nin, tutmamla bırakmam bir oldu, ayak seslerini duyduk önce, dönüp baktık, elinde silahı bize doğru geliyordu Mustafa. Silahını bana doğrulttu, öylece bakakalmışım, insanın çocuğuna sahip çıkması suçtu demek, çalışmak suçtu, kendi emeğine kendi karar vermesi suçtu. Remzi girdi araya, bağırışlar duydum. Sen çekil oğlum dedi Mustafa, çekilmedi Remzi, bir an bile tereddüt etmeden kendini siper etti bana. Kurşunlar yağdı bedenine, koşsam sarsam oğlumu, kanını avuç avuç geri koysam, yüzüne baksam, kalk deyiversem Remzi’ye, geçti gitti hadi kalk, Yeni Dünya’ya gidelim desem… diyemedim. kalan kurşunu bana boca etti Mustafa, Remzi’nin yanına düştüm, yeni dünyalar ağaçta kaldı.

Ben Edibe Göçer, Beni Mustafa Göçer öldürdü. Beni erkekliği her şeyden üstte gören bu düzen öldürdü. Beni kadına söz hakkı tanımayan bu devlet, çalışmasına izin vermeyen bu erkeklik öldürdü. Karşı çıkınca öfkeli,  kurşunlarken cesaretli, iş hesabını vermeye  gelince korkak, bu kırılgan erkeklik öldürdü beni.

“MERSİN’in Tarsus İlçesi’nde 47 yaşındaki Mustafa Göçer, tarlada çalışıp aile bütçesine katkıda bulunmak isteyen eşi Edibe Göçer’i ve  ile annesini korumak için araya giren oğlu Remzi Göçer’i tabancayla vurarak öldürdü.”

Bizi böyle yazdı gazeteler iç sayfalarına, 14 mayıs’tı. Dünya Çiftçiler günü kutlu olsun diye tarla resimleri koydular ilk sayfalarına. Ben Edibe Göçer,  unutmayın beni.”

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.